22 Haziran 2010
Basına yansıdığınca Devlet Tiyatrosu ile İzmir, “ses getirmeyen” bir tiyatro mevsimini geride bırakırken birden “müzikli danslı” bir baskına uğradı. İstanbul, havalar ısınırken ilk atağını yine İzmir’e yapmıştı.
Fuar Açıkhava Tiyatrosu’nda önce “Troya” göründü, ardından Bakırköy Belediye Tiyatroları “Tersine Dünya” ile İstanbul Büyükşehir Belediyesi Şehir Tiytroları “Lüküs Hayat” ve “Kabare” ile Ankara Devlet Tiyatrosu da “Fosforlu Cevriye” ile sahne aldı.
Karşıyaka kesiminde ise, yine “açıkhava”da, yine İstanbul’dan özel tiyatro toplulukları.
SOKAKTAN KURTULAMAMAK
İzmir seyircisi için böylesi değişik gösteriler ne denli sevindirici ise, İzmir adına o denli utandırıcı! Devletin İzmir’deki tiyatro kolundan bir gözalıcı atak yok, Büyükşehir Belediyesi’nin ya da belediyelerin zaten tiyatrosu yok! Binaları olsa da...
Yerel yönetimler sokaklarda eğlenceler düzenlemekten öteye gidemiyorlar; kimisi de bunu “sanat etkinliği” diye sunma çabasında.
AÇIK HAVADA BİR KABARE
Ben Açıkhava Tiyatrosu’nda “Kabare”yi izleyebildim. Liza Minelli ve Joel Grey’in unutulmaz oyunlarıyla gerçekleşen 1972 ABD yapımı 8 Oscar ödülü filmle adını duyurmuştu “Kabare”. Broadway anlaşıyı dışında bir yaklaşımla, 1930’larda Hitler düzenine doğru sorumsuzca yönelen toplumsal yozlaşmayı bir kabarenin eğlenceli ortamı içinde çarpıcı müzikler eşliğinde işlemesiyle “Kabare”, sahne müzikalleri arasında başyapıtlardan biri olarak sayılır.
Türk Tiyatrosu’nun usta yönetmeni Yücel Erten, sahneye koyduğu “Kabare” için şöyle yazmış: “Bu müzikalde operadan ve baleden davet edilmiş konuk sanatçı yok. Tiyatro sanatının mertlik yasasına göre, tepeden tırnağa ve köşeden bucağa İstanbul Şehir Tiyatrosu’nun sanatçıları ile sahneleniyor. Üstelik yaka mikrofonlarının ve hoparlörlerin desteğine başvurmadan, akustik düzlemde gerçekleştiriliyor.”
İSTANBUL’UN PAZAR YERİ İZMİR
Doğru da, İstanbul’da bir “tiyatro” için düzenlenmiş “Kabare”nin, yaka mikrofonlarının, hoparlörlerin çaresizce kullanıldığı, tiyatro mekanı olarak bütün özellikleri yok edlmiş Fuar Açıkhava Tiyatrosu’nda ne işi var! İzmir, İstanbul tiyatrolarının hiç tükenmeyen pazarı ya, tiyatronun asal değerlerinin yitirilmiş olmasının ne önemi var!
Yine de, bir sahne oyunu olduğu gerçeği gözardı edilmiş olsa da “Kabare” İstanbul Şehir Tiyatroları’nın müzik–dans yoğunluklu bir oyunda, yönetmen–tasarımcı–koreograf ve bütün bunların üstünde “oyunculuk” yönüyle İzmir’in ne denli aymazlık içinde olduğunun göstergesi gibi, usta işi bir gösteri olarak karşımıza çıkmış oldu.
İzmir, gösteri sanatlarının pazar yeri olmaktan kendini kurtacak mı? Yerel’ler “sokak”lardan nasıl bir “sanat” yaratacaklar, bekleyelim bakalım!
Yazının Devamını Oku 15 Haziran 2010
“Ata’ya Mektuplar”, Konak Belediye Başkanlığı’nın açtığı yarışmaydı, anımsıyacaksınız. Okula daha yeni başlayanlardan yaşını başını almışlara kadar uzanan geniş bir yelpazeye yayılarak bir milyona yakın mektupla seslenmişler Ata’ya. Mustafa Kemal Atatürk’e bir mektupla seslenenler neler söyleyecekti acaba? Seçici Kurul’daydım ya, değerlendirebilmemiz için mektupları okuyacaktık, merakla beklediğim bu sorunun da yanıtını bulacaktım.
Yüz bini aşkın mektubu bir ön kurul elemiş; topluca 100 kadar mektup Seçici Kurul’un değerlendirmesine sunulmuştu. Bu arada elenen nice mektupta neler vardı acaba!
DUYGU VE DÜŞÜNCE
Küçükten büyüğe doğru giderken Atatürk üzerine yazılanlar, doğal olarak, duygudan düşünceye doğru gidiyor. Bir yarışma söz konusu olunca duyguyu da, düşünceyi de sözcüklere dökmek önem kazanıyor kuşkusuz.
Bir gerçeği açıklıkla saptıyabildik mektupları okudukça. Küçükler duygularını özgün yaklaşımlarıyla anlatırken ne denli ustaysa, yetişkinler düşünceye yöneldikçe o denli acemileşiyor, kalıp görüşleri aktarmaktan öteye geçemiyor. Yetişkinlerin gönderdiği mektuplar arasında değerlendirmeye alınacak çarpıcı bir mektup bulunamaması, bu acı gerçeği yansıtmakta.
Yine de, son yıllarda Atatürk’ün bağımsızlık ve çağdaşlık inancına ters düşen nice olayla karşılaştıkları için ve toplum yaşayışındaki temel yönelişi batıdan doğuya çevirme olgusunda gizlenmiş tehlikeleri vurgulamaya öncelik verdikleri için yetişkinler, yakınmalarla dolu mektuplar yazmaktan kendilerini alamamış olabilirler miydi acaba? Ölümünden 72 yıl sonra bile Atatürk’e bir “kurtarıcı” olarak sarılmak zorunda bırakılmanın acı gerçeği ağır basınca, bu gerçeği içine sindiremeyip haykırmak isteyen yetişkinler neredeyse birbirlerinden ayırt edilmeyen mektuplar yazmış olmalı.
İLK YIL DENEYİMİ
Ne olursa olsun, umurlandırıcı olan, Atatürk sevgisini okul çağındaki çocukların bütün duru, dokunulmamış, saptırılmamış duygulanmalarla dile getirişleri. Hele okul öncesi çocukların, yarışma sınıflandırması içinde olmadığı halde, çizdikleri resimciklerle Atatürk’e “mektup” göndermek için gösterdikleri çoşku, yarışmanın en değerli sonucu olmalı.
Konak Belediye Başkanlığı’nın açtığı yarışmanın ilk yılda edinilen deneyimlerle ilerki yıllarda sürdürülmesi beklenir. Herhalde ilk elde yapılacak “iyileştirme”, ilk eleme aşamasında binlerce mektup arasında bocalamadan daha özenli bir duyarlık göstermek olacaktır.
Şu ya da bu. Mustafa Kemal Atatürk’e açılan her yola bir sözcükle de olsa bağlanmak, ne güzeldir!
Yazının Devamını Oku 8 Haziran 2010
27 Mayıs’ta başlayan 9. Alsancak Şenliği, İzmir’in en eski, en köklü yerleşim yerinde üç gün boyunca neredeyse sokak sokak yayılıp sona erdi. Şenlik “şen” kılar kişiyi; ola ki, o günlerde Alsancak’a yolu düşenler de şenlenmiştir, eğlenmiştir. Sabahın 10’undan akşamın 9’una kadar her saati dolu bir programla düzenlenen Şenlik, eğlenmenin dışında yarattığı değerlerle değer kazansa gerek.
BİR BAŞKAN’IN BAKIŞI
Konak Belediye Başkanı Dr. Hakan Tartan’ın Şenlik’i sunarken vurguladığı kavramlar, Şenlik’in, eğlence dışında kalan yaklaşımını öne çıkarmakta: “Kentleri yaratanlar insanlardır.”, “Semtleri yaşatıp geliştirmedikçe kentler canlılığını koruyamaz.”, “Alsancak olmazsa İzmir nasıl olur?”, “Alsancak’ı yaşatmak, kültürünü öne çıkarmakla olur.”
Dr. Hakan Tartan’ın, tiyatro sanatçısı anne ve babasından özümsediği sanat sevgisine gazetecilik yıllarından edindiği günceli yakalama, kurcalama deneyimini de ekledikten sonra, bir de milletvekilliği ve bakanlık gibi ülke gerçeklerini çok üst düzeyden değerlendirip yönlendirebilme olanağını da bulabilmiş olması, belediyecilik denen klasik hizmet anlayışına yeni bir yaklaşım getirebilmekte.
9. Alsancak Şenliği, bir araya gelip topluluklar oluşturmuş gençlerin etkinliklerine yer vermekle genç kuşağın halka açılması yolunda önemli bir kapı aralamış oluyor. Üç gün boyunca sokaklara yayılıp gösteriler yapan derneklerin, kulüplerin, toplulukların adları neredeyse saymakla bitmeyecek gibi.
“Canlı perfomans” adı altında toplanan çeşitli atölyelerin “birşeyler yapmayı, yaratmayı” göstermesi, öğretmesi, bu yolla bilenlerden bilmeyenlere aktarılan “bilinenlerin yaygınlaştırılması” eylemi, Şenlik’in bir başka önemli özelliği.
USTAYA SAYGI’DA BİR USTA
Ve bir “insan”ı öne çıkarmak... Alsancak’a, giderek İzmir’e bir değer kazandırmış insanı unutmamış olmak, bir “ustaya saygı” sunmak...
9. Alsancak Şenliği’nin “ustası” Prof. Dr. Özdemir Nutku idi. Bugün DEÜ Güzel Sanatlar Fakültesi içinde yer alan sahne tasarımı, oyunculuk, dramatik yazarlık alanlarında eğitim veren bölüm, Özdemir Nutku’nun Ankara’dan İzmir’e gelişiyle Alsancak’ta kurulup gelişmişti. “Ustaya Saygı” için Gazi Kadınlar Sokağı’nda toplananlar, öncelikle öğrencilerinden, kimi şimdi ünlü oyuncu olmuş sanatçılardan dinleyip, bir “usta”yı tanımış oldular.
Programı, etkinlik dökümüyle dolu dolu üç sayfayı da aşmış bir “Şenlik”! Acaba böylesi çeşit çeşit gösteriler, yarışmalar, dinletiler, defileler, atölye çalışmaları, söyleşiler akışını yakalamak olası mı! Sanırım, Şenlik’in en güçsüz yanı, gücünü alabildiğine dağıtmış olması.
Sık satır yazılmış, neyin nerede olduğu karışıp gitmiş foto kopi baskılı kağıtları kim eline alır da, kendine ilgi alanları seçebilmeyi başarabilir ki!
Doğru, çok “zengin” bir şenlikti. Acaba bir Alsancaklı’nın payına ne kadarı düştü!
Yazının Devamını Oku 1 Haziran 2010
KONAK’tan Eşrefpaşa’ya varmaya kalmadan, Körfez’i kucaklar gibi bakan o Oyun ve Oyuncak Müzesi bana çocukluğumun yokluklarını anımsatır.
Müzedeki en eski oyuncak, içinde bebeğiyle bir bebek arabası. ABD’de 1860 yılında yapılmış; görülesi bir şey. Şimdi bile, hiç sanmam ki, bir çocuğun böyle bir oyuncağı olsun.
BENİM DE VARDI OYUNCAKLARIM
Benim ilk anımsadığım oyuncak, anneannemden kalan yabancı işi, çok güzel bir taşbebekti. Seçkin bir yerde dururdu o bebek; bakardık sadece ona, oynamamıza izin verilmezdi. Onu da komşunun kızı düşürüp kırdı.
Ben oyuncaksız kalmış sayılmam doğrusu! Hayıt dalından oyuncak yapardım söz gelimi. Kıvırırdım yumuşak dalı, çember yapar, içine geçirdiğim iki sopayla havaya fırlatır, koşup yeniden yakalardım. Ayakkabı boya kutularından terazi yapmakta üstüme yoktu. Neler tartmazdım ki, o terazilerde! Minik taşlar, kumlar...
Ya makaraya iki başsız çivi çakıp doladığımız ipi hızla çekerken çivilere oturttuğumuz teneke pervaneyi fırlatmak! Hele o çelik çomak! Sığır işkembesini doldurup da oynadığımız futbol! Çocuk kitaplarına bakıp da kibrit kutularından yaptığımız çekmeceler, evler, arabalar! Sapan yapmak için çatallı dal aradığımız günler.
Hayal dünyamızdan dünyaya açığımız kapılardı her biri.
Yamalı çorap, yamalı pantolon, pençesi yamanmış ayakkabı giydiğimiz yıllarda bizim oyuncak dünyamız.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2010
KONAK’tan Eşrefpaşa’ya doğru kıvrıla kıvrıla çıkarken bir yapı, çocukluğunuzu anımsatır gibi, sanki köşesinden fırlar da yolunuzu keser: Ümran Baradan Oyun ve Oyuncak Müzesi... Burası, Ümran Baradan’ın “duymaz kulaklara” İzmir’den bir kez daha haykırdığı son yerdir.
Önünden geçerken aklıma takılır hep. Güncelde kalmak için bir rezilliğe konu olmak ya da İstanbul’un eğlence dünyasında hoplayıp durmak mı gerekir?
BİR YAZGI Kİ, İZMİRLİ OLMAK
İzmir’e gönül verip bağlandın mı, bütün uğraşını ömrünü İzmir’e verdin mi, yazgını çizmiş olursun.
Yetmiyor olmalı, değerli bir seramik sanatçısı olmak! Yetmiyor olmalı, yurtdışında yapıtlar bırakmış olmak, konferanslar vermiş olmak! Yetmiyor olmalı, 45 ülkeye yayılmış Uluslararası Kadınlar Dayanışma Birliği’nin (IWSA) Dünya Genel Başkanlığı’na 20 yıla yakın süreyle seçilmiş ilk Türk kadını olmak! Yetmiyor olmalı, ülkendeki insan varlığını daha değerli kılmaya kendini adamış ilk kadın öncülerden biri olmak!
BİR KÖY VAR, YOKTU ESKİDEN
O, şimdi Kemalpaşa’dadır; İzmir’e pek yakın. Suyu, elektriği, yolu olmayan bir yörede tek başına 1975’te bir köy kurmuş, adını da “Çiniliköy” koymuş, çinilere tutkunluğundan. Ve orada bir “Ümran Baradan Anadolu Güzel Sanatlar Lisesi” eğitim verir. Var mı dünya tarihinde bir sanat köyü kuran kadın!
Konak’tan Eşrefpaşa’ya doğru kıvrıla kıvrıla çıkarken, çocukluğunuzu anımsatır gibi, sanki köşesinden fırlar da yolunuzu kesen o Ümran Baradan Oyun ve Oyuncak Müzesi’ni gezerken, oyuncaklara baka baka iç geçiren çocuklarımız, Ümran Baradan’ın, güzel ve vurdumduymaz geçirilecek günleri bir yana bırakıp, bir ömrü onlara adadığını bilemezler.
Büyüklerin bilmezden geldiğini çocuklar nasıl bilsin!
Ümran Baradan’ı, açtığı işyerine bir televizyon programı yapmak üzere gittiğimde tanımıştım. Mahkumiyetleri yok da, hayatın içinde mahkum edilmiş “düşmüş kadınlar”ı işçi diye yanına almış, onlara süs eşyaları yapmayı öğretiyordu.
O günden bu yana pek değişen bir şey yok, kuşkusuz. Yine de her aşağı yuvarlanışında yeniden bir kayayı ite ite tepeye çıkarmaya mahkum edilmiş Prometeus gibi, Alsancak’taki o küçük işyerinden nerelere varmış Ümran Baradan.
Bir İzmir sabahında ilk soluğu yaşamak denen o karmaşık gerçeğe karışan, bestekâr Ali Ulvi Baradan kızı Ümran’ın, İzmir’i kucaklar gibi bakan o dünyasına, Oyun ve Oyuncak Müzesi’ne bir uğrayalım bakalım, haftaya.
Yazının Devamını Oku 18 Mayıs 2010
Nurhan, olsa olsa, yirmi yaşındaydı aynı sahnede oynadığımızda. Ankara’da Devlet Tiyatrosu’nda Altındağ Sahnesi’nde Nazım Kurşunlu’nun “Merdiven” adlı oyununda “komşunun kızı” olmuştu; canlı, cıvıl cıvıl bir kız!
Gelmiş İzmir’e Nurhan, bir akşam Güzelyalı Parkı’nda kanto söylemiş, kantocu gibi oynamış, yine canlı, cıvıl cıvıl.
Yıllar onu, Damcıoğu’nun kızı Nurhan’ı, halkın önüne çıkmaktan durduramamış olsa da canlandırıp yaşattığı “kanto”, bir halk eğlencesi olmaktan ötede, kendine kalıcı bir kimlik edinemedi.
Kuşkusuz, Nurhan Damcıoğlu adı, eğlence geçmişimizde yerini almıştır. Ne var ki, onun onca çabası, ardından ne yeni kantoları, ne yeni kantocuları getirmiştir.
Kalıcı bir kimliğe kavuşması gerekir miydi kantonun?
ALATURKA’DAN ALAFRANGA’YA
1870’lerden sonra İstanbul’a gelen gezginci tiyatroların çalgılı-şarkılı-danslı eğlencelerinden Güllü Agop’un tiyatrosundaki gösterilere aktarılıp uyarlanan, adı da İtalyanca şarkı söylemek anlamına gelen “cantare”den uydurulan “kanto”, Beyoğlu’nda, Şehzadebaşı Direklerarası’nda, birbiri ardından Afife Jale, Amelya, Peruz, Virjin gibi müslüman olmayan sanatçıların sahnelerde görünmesiyle İstanbul halkının benimseyip vazgeçemediği bir eğlence türü olmuştur.
Özellikle, İstanbul’da alışılagelmiş günlük yaşamın “alaturka” sınırlarından sıyrılıp “alafranga” olana açılıp yaygınlaşırken kanto hep gündemde kalmıştır. Bugün de geçmişe doğru bakarken kantonun, kurumsal bir eğlence gibi anılmasına karşın, “hafif batı müziği” denen türler karşısında kendine yer edinemeyip çağdaşlaşma yolunda yitip gitmesi, Osmanlı’da batılılaşma adına “uydurulmuş” bir eğlence sentezinin geliştirilmemesi hayıflanacak bir sonuçsuzluktur.
Makamları usulleri ile çok zengin, güfteleriyle de Divan Edebiyatı’nın şiiriyle beslenen Türk Sanat Müziği bugün “şarkı” biçimine çakılıp kalmış. Halk ozanının sazında dile getirdiği, halkın “türkü” diye dilen dile yaşattığı ezgiler tek sese kısılıp kalmış.
Eğlencenin sermayesiyle “ses sanatkarları” hem ünü, hem yükü tuttukça, kuşkusuz, o şarkılarla o türkülerle oyalanıp duracağız.
ÖYLE BİR ÖYKÜDÜR Kİ, KISACA
6 erkek, 3 kızı yokluklar içinde büyütmüş bir ananın kızı, Damcıoğlu’nun Nurhan, 9 yaşında sahneye çıktığı Devlet Tiyatrosu Çocuk Tiyatrosu’ndan bugüne, onca engeli aşa aşa, kantoyu yaşatan bir bir sanatçı olarak gelmekle, herhalde kendisine anılacak bir yer ayrılacaktır.
Nurhan Damcıoğlu, 1941 doğumlu. 69 yaşında. Yine canlı, cıvıl cıvıl!
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2010
O’nun Anadolu’ya çıkışının yıldönümünde Samsun’dan getirilen toprak Ankara’ya ulaşırken, yurdun dört bir yanından, yurtdışından 7’den 70’e yüz bini aşkın kişinin göndermiş olduğu mektuplar İzmir’e çoktan varmıştı. Ata’ya Mektup Yazmak bugün de... Yazıp da ona seslenmek zorunda bırakılmış olmak!
Şöyle bir anımsayıverelim, ne olmuş... Sanki, o bize seslenmiş gibi:
“1919’dan 1922’ye, yurdumuzu düşmandan kurtarmışız üç yıl içinde.. Bir yıl dolmuş, Cumhuriyet’i kurmuşuz. 1938’de bir 10 Kasım günü ben öldüm.. 1923’ten 1938’e, o 15 yıl içinde, çağdaşlığı öğrenmişiz. Kısaca efendiler.. Hanımefendiler! Bütün bu işler için biz milletimizin 25 yılını aldık. Kalan 72 yılı ise size bıraktık! Acaba hesapta bir yanlışlık mı yaptık!
Şaşmamak ne mümkün!
Kendisini o denli açık, anlaşılabilir anlatan bir başka önder yoktur da dünyada, bir Kurtuluş Savaşı ile ne koşullar içinde nereden nereye geldiğimiz öylesine bellidir de, yine de, bugün biz O’na mektup yazmak zorundayız.
BU AHVAL VE ŞERAİT...
Sağa sola çekenler, ortadan girip bir yere gizlenenler, Mustafa Kemal’i Atatürk’ten ayırıp birini ötekine ezdirmeye kalkışanlar, bir “resmi tarih” damgası vurup Kurtuluş’un tarihini karartmaya çalışanlar, doğrusu ya, hiç de başarısız değiller.
“Bu ahval ve şerait” karşısında zorunluyuz düşüncelerimizi tazelemeye.
Bu zorunluluğu Hakan Tartan, İzmir Konak Belediye Başkanı, unutturmamış oldu bir kez daha. “Ata’ya Mektuplar”, Konak Belediye Başkanlığı’nın açtığı bir yarışma. Düşmanın son adımını toprağımızdan denize atmak zorun kaldığı bu yer, İzmir, kurtarıcısına seslenenlerin sesi olacak o mektuplarla.
GELECEK, UMUT VE O...
Dr. Hakan Tartan, “Ulu Önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün insani kimliği, devlet ve siyaset adamlığı, askeri şahsiyeti, dünyadaki konumu, liderliği gibi unsurlardan hareketle yazılan mektuplar ile 2010 Türkiye’sine tanıklık etmeyi, geleceğe ise ulu önderin kimliğinde bir umut penceresi açmak amacında olduklarını” söylüyor.
“Geleceğe ulu önderin kimliğinde bir umut penceresi açmak...”
Geleceğe bir umut penceresi açmak zorunda bırakılmış olmak gerçekten hazin!
Bakalım, bize ne diyecek o mektuplar. Yüz binin içinden süzüle süzüle Atatürk Gerçeği’ni en güzel dile getiren beşleri, onları, onbeşleri bulup seçmek herhalde güç olacak.
Bir de Seçiciler Kurulu’nu anımsıyalam: Dr. Hakan Tartan, Turgut Özakman, Yılmaz KarakoyunluU, Prof. Dr. Ergun Aybars, Prof. Dr. Orhan Tekelioğlu, Prof. Dr. Ömer Arasıl, Yaşar Aksoy, Atilla Sertel, Ahmet Güler, Sancar Maruflu, Kürşat Selçuk, Faruk Akınbingöl.
Aralarında ben de varım. Onur duymamak ne mümkün!
Yazının Devamını Oku 3 Mayıs 2010
“Veda”dan artık ayrılmak üzereyiz. Senarist – Yönetmen Zülfü Livaneli’nin sözlerini anımsıyalım yine: “Martin Scorsese, filminde İsa’nın çarmıhtan sonra Mecdelli Maria ile evlenip çoluk çocuğa karıştığını göstermişti. Tarantino, son filminde Hitler’i sinema salonunda öldürtmüştü. Biz böyle bir sanatçı özgürlüğü kullanmaya kalksak herhalde onun yerine çarmıhta can verirdik.”Acaba Scorsese ile Tarantino’dan aşağıda kalmış mıdır “sanatçı özgürlüğü”nü kullanmada Zülfü Livaneli! Hele bakalım Livaneli o özgürlüğü nasıl kullanmış “Atatürk Filmi” dediği Veda’da?Nerede acaba?Mustafa Kemal, 19 Mayıs 1919’da Samsun’a çıkmamıştır. Amasya’dan başlayarak, Erzurum ve Sivas’tan geçip Ankara’da tamamladığı “egemenlik ulusundur” temeline dayandırdığı Kurtuluş Savaşı’nı gerçekleştirmemiştir. Büyük Millet Meclisi’ni kurmamıştır Mustafa Kemal; ne “gazi” ve “mareşal” olduğu Sakarya Meydan Savaşı’nı, ne de 30 Ağustos Büyük Zafer’ini bilir. Halk, kendi başının derdine düştüğünden, Mustafa Kemal’e yardımcı olmamıştır.Mustafa Kemal yalnız bir insandır; hele İsmet İnönü, Fevzi Çakmak gibi kişilerle hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır.Mustafa, “Kemal” adını, ola ki, kendi kendine uydurmuştur.Şu birkaç örnekteki Atatürk kişiliğini tanımlamada eksik bırakan yaklaşımın, Hitler’i sinemada öldürme özgürlüğünden ne ayrımı olabilir!Var Da, O Mu Acaba?Diyelim, kimi gerçekler yaratıcılık adına bile bile atlanmış. Ya bilinenlerin tam tersinin gösterilmesi! “Kırık Türkçe’si”, görünüm ve tavrıyla “muhafazakar” kişiliği zorlanmış bir Zübeyde Hanım. Karda kışta annesini arkasından koşturup ortada bırakan bir Mustafa.Conkbayırı’nda süngü hücumuna en önde katılıp tabancasıyla düşman askerini öldüren bir Mustafa Kemal. Çankaya Köşkü’nde bekar sofrasından öteye geçmeyen bir yemekte, ilişkisi artık bilinen Fikriye’yi, başörtüsünü açtırıp da bekar arkadaşlarıyla kadeh tokuşturmak zorunda bırakan bir Atatürk.Ölüm döşeğinde. Odada hiç kimse yok. Ne doktor görünür ortalıkta, ne hizmetli. Terk edilmiş, tek başına bırakılmış bir Gazi Mustafa Kemal Atatürk.Söylemedikleriyle ve bile bile yanlış söyledikleriyle, çarmıhta can verme vurgusuyla savunduğu o “sanatçı özgürlüğü”nü kullanmada geri kalmış olabilir mi acaba, Zülfü Livaneli! Ve aklıma geliverdi bir an: Kurtuluş Savaşı’nda, “cephede bir er” olsaydı Zülfü Livaneli! Geçmiş bir “mazidir”. Halin tahtında oturanlar, görür kendilerini, geleceğin de galipleridir. “Veda”ya “elveda” ve Mustafa Kemal’e “merhaba”...
Yazının Devamını Oku