İşte sanat’ın gecekonduları (3)

Bağımsızlık ve ardından Cumhuriyet inancından hiç vazgeçmeksizin ulus olma bilincine varmak üzere çıkılan kavgalı yolda İzmir, nice “ilk” olmakla tarihimize “şeref ve şan” kazandırmıştır da, zengin varlığı ve birikimine kıyas edilince, kültür-sanat alanında neden yıllardır yerinde saymıştır, giderek kimi başka kentlerin gerisine düşmüştür?

Haberin Devamı

Herhalde şu saptamayı yapmak yanlış olmayacak: 1950 öncesi Cumhuriyet’in çağdaşlık adına kültür–sanat alanında kurumlar yaratıp kurumlaşmayı sağlamak, öncelikli devlet görevleri arasındaydı. 1950 sonrası demokratik düzenin girişiyle “devlet” “kurucu–yapıcı-izleyici” olarak sahayı terk etmiş, halkın doğrudan temsilcileri “yerel yönetimler” ise, ellerine bırakılan kültür–sanat içerikli hizmetleri, halk baskısı da olmadığından ve dahi sandığa giden ‘oy’a toz taneciği kadar etkisi bulunmadığından, önceliklerin arka sıralarına itivermiş.
Güzel sanat denen estetik değerler oluşumu, bir üst yapı kurumu. Üstteki devletten alttaki yerel yönetime bırakılınca güzel sanatların altta kalması kaçınılmaz. Belli ki, İzmir’in de kültür–sanat yazgısını çizmiş 1950’lere geçiş.
“LEVANTEN” DENEN HALK
  İnternete “İzmir ve Tiyatro” yazıp girince, karşıma çıkan onlarca araştırma, bu gerçeğin kanıtı gibi satır satır dökülüveriyor. Sanatın çok önceleri de “devlet” ile değil, “yerel” ile yerden kaldırılıp başa konulduğunun birer tarih aynası sanki o araştırmalar.
Avrupalıların “doğulu” anlamında bulduğu bir sözcükle, oysa bizim “batılı” diye bellediğimiz “levanten” halkın girişimiyle daha 1700’e varan yıllarda tiyatro ile tanışmış İzmir. “Müslüman” halkın ortaoyunundan öte, seyirlik sanattan habersiz olduğu o günlerde İzmir’in “gavurları” 1650’lerde İzmir’de Fransız Konsolosluğu’nda Corneille’nin “Nicomele” adlı trajedisi temsil edilmiş.
Osmanlı halkından sayılan levantenler, kapitülasyonların tanıdığı olanaklarla gittikçe zenginleşirken, İzmir’de tiyatro binaları yapıp Avrupa’dan sık sık opera ve tiyatro toplulukları getirir olmuş. Tanzimat’la birlikte edebiyat alanında yazarlar, şairler birbirleriyle yarışırcasına ün kazanırken, insanın insan önüne çıkıp da yarattığı seyirlik sanatlar, devletin bakışıyla “gavur işi” olmaktan kurtulamamıştır.
BİR RİCANIN SONRASI
Nereye kadar? Devlet’in o buyruğu verişine kadar. Atatürk’ün daha 1923 yılında İzmir’de bir kadın sanatçıya iletilen sahneye çıkma ricası, sonraki yıllarda müzik–tiyatro–opera–bale sanatçısı yetiştiren okulların kurulmasına dönüşecektir.
İzmir bugün de devletin kurduklarıyla idare ediyor. Düşünmeyi sürdürelim yine, yerel yönetimlerin birbiri ardından görkemli sanat yapıları yapmış olmaları, sanatın tanımına ne katmış olabilir!
İzmir’in garip gerçeği mi, “binasız sanatçı” ya da “sanatçısız bina”!

 

Yazarın Tüm Yazıları