24 Aralık 2006
Yaklaşık bir yıl kadar önce, "Türkiye’de otuz bin Kürt ve bir milyon Ermeni öldürüldü" sözlerini söylediği iddia edilen Orhan Pamuk’a Nobel Edebiyat Ödülü verilince çeşitli tartışmalar da beraberinde geldi. Pamuk’a bu ödülün, edebi başarısından değil de siyasi nedenlerden dolayı verildiği yolunda spekülasyonlar yapıldı. Dolayısıyla da bir Türk yazarın ilk kez kazandığı Nobel Edebiyat Ödülü, bu tartışmaların gölgesinde kaldı.
Şimdi, bu tartışmalara girecek değilim. Benim bahsetmek istediğim konu herkesin hatırlamadığı bir tarihi gerçeği gündeme getirmek. Aslında Türklerin adı, Nobel Edebiyat Ödülü’yle daha önce de anılmıştı. Yugoslav yazar İvo Andriç, bundan tam 45 yıl önce, "Drina Köprüsü" adlı romanıyla 1961 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olmuştu. Hem de Türklere duyduğu sempatiyi anlattığı bir romanla.
Andriç, bu romanında 1500’lü yıllarda, Sokullu Mehmet Paşa tarafından Bosna Hersek’in Vişegrad kentinde Drina Irmağı üzerindeki köprüyü yazıyordu. Yıllarca Osmanlı’nın Balkanlar’daki en önemli üslerinden birisi olan bu köprünün konu edildiği romanda, Osmanlı İmparatorluğu’nun, yani Türk tarihinin Balkanlar’daki seyri, kuvvetli ve zayıf yönleri anlatılıyordu. Kaderleri bir köprü etrafında birleşen, Boşnak, Sırp ve Türklerin gelenek ve görenekleri, hayalleri konu ediliyordu. İvo Andriç, diğer birçok yabancı yazarın aksine Türkleri yermiyor, anlatımını objektif ve tarafsız bir dille gerçekleştiriyordu. Hatta zaman zaman Türklere duyduğu sempatiyi de gizlemiyordu.
Sonuçta Orhan Pamuk kazanana kadar bir Nobel Edebiyat Ödülü alamadığımız için tasalananlardan iseniz, üzülmeyin. Bu yazıyı okuduktan sonra bir çok fikriniz değişecek! Anlayacaksınız ki, aslında Osmanlı şemsiyesi altından iki Nobel ödüllü yazarımız var.
İngiliz yazar John Banville kendisiyle yapılan söyleşide, İrlanda kökenli İngiliz yazar ve sanatçıların uzun bir listesini yapıyor ve İngiliz edebiyatı içindeki zengin "Irish" (İrlandalı) damarını vurguluyordu. İşte 1960’lı yılların önemli dergilerinden Dost’a bu vurgulama çağrışım yapmış: Sahi, İngilizler, yönettikleri milletlerin ve dillerin İngilizce içindeki maceralarını "İngiliz edebiyatı" içinde mütalaa ederken, biz neden aynısını Osmanlı için düşünmeyiz? Mesela bir Boşnak edebiyatı, bir Gürcü, Arap, Yunan, Sırp, hatta Macar edebiyatı neden Osmanlı edebiyatı şemsiyesi altında değerlendirilmesin? Öyleyse "Osmanlı edebiyatı" terimini de yeniden tartışmaya açmamız gerekmez mi?
Balkanlardan Kafkaslara, Adriyatik’ten Hint Okyanusu’na kadar uzanan muazzam Osmanlı Devleti’nin bünyesinden onlarca devlet, onlarca millet doğdu. Bu devlet ve milletler Osmanlı’nın etkilerini üzerlerinden kazıyamadıkları gibi, tam tersine, bu bir daha bulamayacakları zengin ve verimli etki sayesinde başarılarda kazandılar. Yaşar Kemal, Nobel’i alamadı ama, Osmanlı kökenli bir yazar, yani İvo Andriç edebiyat dünyasının bu en büyük ödülüne sahip oldu.
Velhasıl, İvo Andriç iki açıdan Osmanlı’dır. Bir: Henüz Osmanlı atlarının terinin soğumadığı bir zamanda ve mekánda dünyaya gözlerini açması ve oradan beslenmesi anlamında. İki: Eserine bu batmakta olan dünyanın son ışıklarını, veda türküsü olarak serpiştirmesi anlamında. Şimdiki Nobel heveslilerinin yaptığı gibi, kendisi Osmanlı olabilirdi, ama eseri başka telden çalabilirdi. Andriç, asla bunu yapmadı. Osmanlı’yı ciddiye aldı. Eleştirdiği tarafları olsa bile, kendisini bir Osmanlı varisi olarak gördü. Geçmişinden utanmadan, ona sövmeden, onunla yüzleşti, ondan beslendi ve kazanan kendisi oldu. Öbür Nobelli Osmanlı torununu ise siz değerlendirin.
Dünya markası olmanın yolunu nihayet keşfettiler
Yaklaşık 40 yıl önce kurulan Özaltın şirketi, müteahhit firması olarak faaliyete geçti. Ve çok geçmeden de baraj, sulama tesisi, otoyol, hastane ve enerji nakil projelerini yürüten dev bir şirket yapısına büründü. Bugün, Türkiye’nin en büyük alt yapı projelerinde imzası var ve dünya standartlarında ödüllü turizm tesisleri inşa edip, işletiyor. 200 bin metre kare alana yayılmış seralarında ise özel teknolojiyle meyve sebze üretimi gerçekleştiriyor. İşte, bu dev şirketin kurucusu ve Yönetim Kurulu Başkanı Nuri Özaltın geçenlerde önemli bir kararlarını açıkladı. "Londra’da, İstanbul’da ve Amerika da otel zinciri kurmak için kolları sıvadık"
Aynı tarz açıklamaları Rixsos’ların patronu Fettah Tamince, Joy Otellerin sahibi Akın Yılmaz gibi turizm yatırımcıları da yapıyor. Anlaşılan o ki, Türk turizmcisi Dünya markası olmak için enternasyonal bir yatırıma ihtiyaç olduğunu nihayet keşfetmiş durumda.Sevindirici olanı ise bu fark edenlerin büyük kısmının Ankaralı yatırımcılar olması.
Diyalog Grubu toplantıları
Merkezde yeni bir siyaset arayışı başlatan ve adını "Diyalog Platformu" koyan grup, üst üste toplantılar gerçekleştiriyor. Sağ ve sol kesimden pek çok ünlü ismi bünyesinde barındıran bu hareket, şimdilik partileşmek için çaba da göstermiyor. Türkiye’nin içinde bulunduğu ve sürüklendiği durumdan rahatsız olan, Cumhuriyet ve milli devlet değerlerine sağ-sol demeden ortak payda altında sahip çıkmaya kararlı olduğunu vurgulayan platform; ilkelerini, tespitlerini ve çözüm önerilerini milletle paylaşmaya hazırlanıyor. İlk etapta da görüşlerini; açıklama, panel ve gazete ilanlarıyla kamuoyuna duyuracak. Ankara siyasi çevreleri, Diyalog Platformu’nun dağınık olan merkez siyasetinde önemli bir toparlanma adayı ve sinerji merkezi olabileceğine işaret ediyor.
16 Mart 2006 tarihinde Kent Otel’de toplanan Diyalog Grubu’nun 80 katılımcısı, toplantı başkanı Kamran İnan’ın basın açıklaması ile kuruluşunu kamuoyuna duyurdu. Gruba, Türkiye çapında yaygın çok sayıda sivil toplum hareketinin ve oluşumunun da katılması bekleniyor. Partileşmeye ya da mevcut siyasi partilerden birine katılıp katılmamaya henüz karar vermeyen hareketin, 9.Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in de desteğini aldığı konuşuluyor.
Gelelim Diyalog Grubu toplantılarına katılan önemli isimlerden bazılarına: Aydın Menderes, Prof. Mehmet Haberal, E.Orgeneral Hurşit Tolon, Prof. Süheyl Batum, Ufuk Söylemez, Ayfer Yılmaz, Mehmet Nuri Yılmaz, Yaşar Nuri Öztürk, Yaşar Okuyan, Canip Karakuş, Ömer Büyükhanlı, Mehmet Gür, İstemihan Talay, Tahir Köse, İlhan Aküzüm, Halit Dağlı, Turgut Özakman, Didar Eser, Fethi Balayır, Fatih Karaca, Ali Bozer, Hasan Ünal, Birten Gökyay, Ali Ilıksoy, Sümer Oral, Hasan Ekinci, Veli Sarıtoprak, Kamran İnan.
Yazının Devamını Oku 17 Aralık 2006
Hiç dikkatinizi çekti mi? Yolda yürürken, iki adımda bir karşınıza "Aspava" isimli bir kebapçı çıkar. İşte bu Aspava tabelası bolluğundan yola çıkarak, meslektaşım Hüseyin Özalp ile "Aspava bir yöreye mi, yemeğe mi, yoksa cisme mi verilen addır?" diye araştırma yapmıştık. Sonuçta da çok ilginç bir hikayeye tanık olmuştuk.
1950’li yılların polisiye roman yazarı Ümit Deniz, yarattığı roman kahramanı Murat Davman ile ünlenmişti. Suçlulara karşı aman vermez bir detektif olan Murat Davman, aynı zamanda yabancı güçlere karşı mücadele eden ve milli duyguları yoğun sıkı bir ajan tiplemesiydi. Bu roman kahramanının ilginç yönlerinden biri de, özellikle içki sofrasında "şerefe" yerine "Aspava" diyerek kadeh kaldırmasıydı. Doğal olarak herkes, Murat Davman’a, Aspava’nın anlamını sorar, o da "Allah, saadet, para, aşk versin, amin" diye kısalttığı dileğini açıklardı. İnsanlar bu dileği zamanla çok benimsedi ve halk dilinde yaygın olarak kullanılmaya başlandı. Öyle ki, dilenciler bile ellerinde Aspava yazılı levhalarla dolaşır oldu.
Hal böyle olunca da, Aspava ismiyle çok sayıda işyeri açılmaya başlandı ki, özellikle lokantalar bu isme daha çok rağbet etti. Ancak lokantalar bu kısaltmanın açılımını biraz değiştirerek, "Allah Sağlık Para Afiyet Versin Amin" şeklinde kullanmaya başladı.
Toplumun bu denli benimsediği Aspava isimli lokantayı açan ilk kişi ise şampiyon güreşçilerimizden Mahmut Atalay oldu. Atalay, 44 yıl önce kurduğu işletmeyi "Aspava Şöhretler Pide ve Kebap Salonu" adıyla tescil ettirdi. Ancak daha sonra başına ve sonuna başka bir isim eklenerek çok sayıda kişi aynı ismi yine tescilli olarak kullanmaya başladı.
Ankara’nın Ulus semtinde açılan lokanta, kısa sürede ünlendi. Atalay’ın pide ve kebap salonuna koyduğu isim o kadar tutuldu ki, ardı ardına aynı isimde yerler açılmaya başlandı. Onun yanında yetişen ustalar bile Aspava isimli lokantalar açtı. Öyle ki, Ankara’da Anadolu kokan lokantaların önemli bölümü bu ismi taşır hale geldi.
Ve geliyoruz bugünlere... Ankara Lokantac ılar Odası’nın kayıtlarına göre, şimdilerde 117 adet Aspava isimli lokanta bulunuyor. Ankaralıların Aspava merakı ilginç manzaralar da ortaya çıkarıyor. Bir cadde üzerinde, hatta yanyana binalarda birkaç Aspava’ya rastlamak mümkün. Zamanla, İstanbul başta olmak üzere, tüm Anadolu’ya yayılan ve bu ismi taşıyan lokanta sayısının ise ülke genelinde 300’den fazla olduğu tahmin ediliyor.
Bu arada lokantayla aktif olarak ilgilenmeyi bırakan Mahmut Atalay, işleri şirket ortağı Hilmi Yılmaz’a devretti. Atalay, 2004 yılının Aralık ayında da vefat etti. Şampiyon güreşçinin açtığı lokantayı bugün ortağı Hilmi Yılmaz işletmeye devam ediyor. Yılmaz, Aspava isminin kendilerine ait olduğu iddiasıyla birkaç sene önce Ankara’da aynı isimle faaliyet gösteren diğer lokantalara karşı savaş açtı. Yılmaz, kendileriyle aynı ismi taşıyan lokantaları dedektif gibi birer birer araştırdıklarını ve faal olan 95 işletme belirlediklerini belirtiyor. Yaklaşık 50 lokantaya noterden ihtarname gönderdiklerini anlatan Yılmaz, ihtarnameyi aldıktan sonra 5-6 lokantanın kendiliğinden tabelasını değiştirdiğini kaydediyor.
Sanayi Caddesi’nde 1972 yılından beri devam eden Aspava lokantasının sahibi Çetin Ödekbaş ise artık bu ismin halka mal olduğunu savunuyor. Lokanta açıldığı günkü havasını koruyor. Duvara yağlı boyayla çizilmiş güreş fotoğrafları daha ilk girişte dikkat çekiyor. Ali Ödekbaş, lokantayı babası ile Mahmut Atalay’ın ortak açtıklarını belirterek, "Burası Aspava’nın ilk şubesidir. Bizim telefonumuz ve elektrik aboneliğimiz hala Mahmut Atalay adına kayıtlı. Ekmek teknemizin faturası bile Mahmut Bey’in adına. Bu belgeleri mahkemeye sunduğumuz için davayı kazandık" diyor.
Bir de balık
savaşları yaşanıyor
Ankara’daki Aspava, daha doğrusu kebap savaşları süre dursun, ayrı bir cephede de balık kapışmaları sürüyor. Ankara’nın tanınmış isimleriyle, İstanbul’un marka olmuş isimleri Başkent sosyal yaşamında kıyasıya rekabet ediyor. Hal böyle olunca da kaliteyi ucuza satın alan Ankaralılar yaşanan savaştan kazançlı çıkıyor.
Sözü fazla uzatmadan sizlere yol haritası olur düşüncesiyle en iyi balıkçıları sıralamaya başlayayım. Tabii, toplam sayısı 129 rakamına ulaşan tüm balıkçıları değil de, birinci ligde oynamayı hak kazananları listeleyerek.
İlk üçü, hiç kuşkusuz Kalbur, Trilye ve Park Fora kimseye kaptırmayacağa benziyor. Yosun, Agora, Üç Kalyon, Yakamoz, Fish House ise zirvedekileri zorluyor. Logos, Kumsal, Pişirme Evi, Kumsal gibi mekanlar ise emsallerinin bir adım arkasında yer alıyor. Emsalleri diyorum, zira bu işletmelerde mutlaka birer eksik göze çarpıyor. Örnek mi? Lüks bir restoran görünümündeki çok katlı Pişirme Evi ’nin her iki mekanında da alkol yok. Eh, meyve suyu ve kolayla balığın nasıl bir lezzet karışımı sağlayacağını siz karar verin. Biliyorum ki, listeme almadıklarımla, kategorisini beğenmeyen balıkçılar itiraz edecek!. Ancak, unutmamalılar ki tam 30 yıldır bu piyasanın nabzını tutan en iyi müşterilerden biriyim.
Ankara’nın yemek kültüründe güreş
Ankara’nın yemek kültüründe güreşin, daha doğrusu güreşçilerin önemli bir yeri bulunuyor. Anadolu’nun çeşitli yerlerinden Başkente gelen genç güreşçiler bazen günlerce aç gezerlermiş. O zamanlar karınlarını sayısı sınırlı olan lokantalarda veresiye doyururlarmış. Borçları çok birikince de gururlarından kimseye bir şey söylemez, aç gezerlermiş. Örneğin, Mahmut Atalay, üç gün aç gezdikten sonra bir güreş müsabakasını kazanınca yemek yiyebilmiş. Atalay, gençliğinde yaşadığı bu olumsuzluklar nedeniyle şampiyon olduktan sonra lokanta açmaya karar vermiş. Onun bu girişimini başka güreşçilerde takip edip, lokanta açmakta gecikmemiş. Güreş, o dönemlerde halk arasında çok rağbet gören bir spor olduğundan ve vatandaşların güreşçileri televizyonda görme imkanı da olmadığı için, şampiyonların lokantaları dolmuş taşmış. Ankara’nın ünlü lokantalarından Kebabistan’ın sahibi Sadrettin Özkan ve TK Kebap’ın sahibi Tevfik Kış da eski şampiyon güreşçiler arasında yer alıyor.
Kebap 49’lar kapanmıştı
Aslında Ankara, Aspava hadisesinden önce Kebap-49 adlı lokantalar arasında bir savaşa tanık olmuştu. Hatırlayanlar bilir; Kebap-49’lar en az Aspava’lar kadar yaygındı. 1949 yılında açıldığı için bu ilk lokantaya Kebap-49 adı verilmiş. Sahipleri dava açınca Türkiye genelinde bütün Kebap 49’lar tabelalarını indirmek zorunda kalmıştı. Şimdi Ankara’da bu isimde sadece üç lokanta kaldı ki, diğerleri Kebap-9, Kebap-48, Kebap-47 gibi isimler alarak yollarına devam etti.
Yazının Devamını Oku 10 Aralık 2006
Soğuğa teslim olmuş kış akşamları geldi çattı. İnsanın iliklerine kadar işleyen rüzgar, mekanlardan dışarı taşan kahkaha sesleri, geldiği yön belli olmayan tabak çatal tıkırtıları ve solunan havaya hakim anason kokusu. Sakın yaşamımızın bir çok kesitinde var olan rakıyı yazacağımı zannetmeyin. O kapağı açılmış ve ince uzun bardağına boca edilmiş vaziyette kenarda dursun, en yakın arkadaşı "Meze" den, onlara ulaşabileceğiniz "Meyhaneler" den bahsedeceğim.
Kelime anlamına bakarsak kısaca içki içilirken yenilen hafif yiyeceklere meze denir yanıtını verebiliriz. Aslında rakı gibi yazılı tarihe geçmiş yönü olmasa da, meze kültürü hepimizin yaşamında var olan bir özellik. Rakının tatlı yakıcılığına ve anason tadına farklı lezzetler katan mezeler, sofrada olabildiğince çeşitli ama, az miktarlarda olmalı diyerek de tespitlerimizi sürdürelim.
Soğuk ve sıcak olarak ikiye ayrılan mezelerin hazırlanırken öncelikle taze mevsim ürünlerinden oluşmasına gayret edilmeli. Soğuk mezelerde zeytinyağı, sarımsak, maydanoz, dere otu, soğan, nane, kekik, fesleğen gibi tatlandırıcı otlar mutlaka kullanılmalı. Sofrada nelerin meze sayılabileceğine gelirsek; Buzlu badem, meyveler, salatalar, çiğ ve pişmiş sebzeler, et ürünleri, balık, su ürünleri, yoğurt ve doğaldır ki peynir. Yalnız mezelerin başını çeken peynirde beyaz ya da tulum peyniri rakı ile giden en iyi çeşitler. Krem peynirleri, dil peyniri, taze kaşar gibi kokulu ve kuvvetli peynirlerin çilingir sofrasına pek uygun düşmediğini de ilave edelim. Salam, sosis, jambon gibi şarküteri ürünleri ise rakıdan daha çok şarap veya biraya uygun düşen mezeler olduğunu da belirteyim.
Mezelerin püf noktası
İşte size bir iki püf noktası daha. Soğuk mezeler günlük ve taze olarak hazırlanmalı ve asla buzdolabına konmamalı. Buzdolabından çıkması gerekenler ise çıkarıldıktan 15- 20 dakika sonra mideye indirilmeli. Zeytinyağlı mezeler ise pişirildikten bir gün sonra yenilirse damak tadına daha uygun olurlar.
Gelelim meze kültüründen meyhane kültürüne. İstanbul’da yaşayan Rumlarla ortak özelliğimiz olan meyhaneler her ne kadar tavernalarla karıştırılsa da geleneklerimiz arasında yer alan önemli mekanlardı. Küçük seramik tabaklarda 25 hatta 30 çeşit, masaya serpiştirilen o leziz mezeler özellikle rakının en has arkadaşıydı. Önce göz zevkini, sonra da damak tadını tatmine yönelik bu küçük porsiyonlar ve seramik tabaklar, zamanla yerini melamin tabaklara, üst üste doldurulmuş yiyeceklere terk etti. Bırakın mide ve içki ile uyumunu, birbiriyle bile uyumsuz o yiyecekler sayesinde meyhane kültürü de kaybolmaya başladı. Çiğ köfte ile içilen viskiler ise uyumsuzluğu doruk noktalara ulaştırdı.
Üst aramaya
fotokopili çözüm
AB’ye uyum yasaları çerçevesinde polis artık her istediğinin üzerini arayamıyor. Mutlaka mahkemeden bir karar çıkartması gerekiyor ki, bu kalabalık gösteriler içinde geçerli. Hal böyle olunca da toplumsal olaylarda polis, itiraz eden bir kişinin üzerini arayamıyor, kontrol yapamıyor.
Son yapılan MHP kongresinde herkes üstü aranarak salona sokulurken, Emniyet’in aldığı ilginç bir önlem de dikkat çekti. Mahkemeden arama emri çıkaran emniyet yetkilileri bu kararı fotokopi ile çoğaltıp, polislere dağıttı. Yeni yasaya dayanarak aramaya itiraz eden herkese bu fotokopi üzerindeki kararı gösteren polis rahatça görevini yaptı.
Bundan böyle, maçlarda, toplantılarda, kısacası toplu aktivitelerde arama yapacak emniyet görevlilerinin cebinde duruma itiraz edenler için fotokopiyle çoğaltılmış mahkeme kararı olacak. Tabii, her olay için ayrı mahkeme kararı ve çoğaltılmış fotokopi bulundurulacak.
Ankara’nın sokak ve cadde isimleri
Hiç dikkatinizi çekti mi? Ankara, sınırları, bürokrasiyi ve protokolü çok sever. Zira devletin kalbidir. Yolları bile yerli-yabancı devlet adamlarının isimlerini taşır. Turan Güneş Bulvarı, Cinnah Caddesi, Fevzi Çakmak Sokak... Ya da alfabetik indeksten çıkmışçasına sıralanır. Bestekar, Bilir, Büklüm, Bülten gibi. İsim bulunamadığı zaman da içinde ruh olmayan rakamları tercih eder. 1. Cadde, 4. Cadde, 48. Sokak...
Biraz ruh katmak isteyen de, sanki Başkentliler istiyormuşçasına kendine ve yandaşlarına yontmaya başlar; Tıpkı, Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek gibi yollara Seyfi Saltoğlu Bulvarları tabelasını asıverir...
3 bin 500 numuneden 65’i dopingli çıktı
Hacettepe Doping Merkezi Başkanı Prof. Dr. Aytekin Temizer ile görüşene kadar, merkezinin hangi seviyelere geldiğinin farkında değildim. Üstelik, anlattıkları karşısında şaşırtıcı bilgi ve rakamlara ulaşmıştım. Ülkemizin uluslararası standarda sahip tek doping merkezi olma özelliğini taşıyan bu ünitede, birçok spor federasyonuna hizmet veriliyordu. Öyle ki, Balkanlardan Afrika’ya, Batı Asya’dan Ortadoğu’ya kadar geniş bir bölgenin en mükemmel doping merkezi kimliğini kazanarak. Ayrıca zehirlenmelere karşı en etkili tanı merkeziydi.
Milyonlarca dolar harcanarak kurulan bu merkezde, son sistem teknoloji kullanılırken, bilgisayarın veri tabanına ödenen para bile yarım milyon doları bulmuştu. Hata payı, neredeyse sıfır olan tahlillere ulaşmak Hacettepe doktorlarının epey zamanını almıştı.
1 Ocak-5 Ekim 2006 tarihleri arasında, yani 9 ayda tam 3 bin 500 numune testten geçiyordu. Bunun 150 kadarı Irak, İsrail gibi çevre ülkelerden gelenlerdi. Ülkemizdeki en fazla test talebinde ise Futbol Federasyonu bulunuyordu. Zira, UEFA’nın kuralları, bölgedeki en güvendiği merkez olan Hacettepe’yi futbolculardan alınan numuneler için zorunlu kılmıştı.
Gelelim test sonuçlarına. Dünya standardına göre alınan numunelerden ortalama yüzde 2,5’u dopingli çıkarken, ülkemizdeki bu oran yüzde 2’nin altında kalıyordu. Yani, Türk sporcular üzerinde 9 ay süresince yapılan 3 bin 350 testten yaklaşık 65 tanesi dopingli çıkıyordu.
Yazının Devamını Oku 3 Aralık 2006
1920’li yılların başında küçük bir Anadolu kasabasıyken, Ankara’nın kaderi, Başkent ilan edilmesiyle birlikte büyük bir hızla değişti. Siyasiler, bu şehrin kaderini öylesine etkiledi ki, Cumhuriyet devrimleri Türkiye’de kendini ilk olarak Ankara’nın sosyal hayatında hissettirmeye başladı. Bir yandan opera, bale, tiyatro gibi çağdaş sanatlarla tanışan Ankaralılar, öte yandan modern yaşama cevap verecek mekánlara da sahip olmaya başladı. Tabii, büyükelçiliklerin İstanbul’dan taşınıp, gelmesi de bu gelişimi hızlandırdı.
Ankara’nın Batı’yı örnek alan kültürel gelişmesiyle Fransız ve İtalyan restoranları, gazinolar gözde yerler oldu. Dolayısıyla yemek ve eğlence mekánlarını meşhur kılan siyaset ve devlet adamları çıktı. Karpiç’in adı Atatürk’le, RV’nin adı İsmet İnönü’yle anılırken, Süreyya ve Yüksel Palas gibi mekánlar da Adnan Menderes ile Celal Bayar’ın tercihi oldu.
Ve gelelim dünden bugünlere... Özellikle AKP İktidarıyla beraber Ankara’nın moderniteye açık restoranları yerine kebap kültürüyle yoğrulmuş işletmeler ön plana çıkar oldu. Hele hele alkolsüz balık restoranları yoğun ilgi gördü. Hal böyle olunca da, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın adıyla anılan restoran da lüks bir köfteci oldu.
İktidarın bu kebap ve balık ilgisine İstanbul’un ünlü markaları da kayıtsız kalmayıp, pastadan pay almak amacıyla Ankara’da birer şubelerini açtı. Başı da Tike, Köşebaşı, Zarifi, Park Fora gibi işletmeler çekti. İşte bu aşamada açılan iki İstanbullu restoran, iktidarın yeni lezzetlere yelken açmaya hazır olduğunun sinyallerini verdi.
Birincisi, Filistin Sokak da açılan Home Stor’du. Kafesi ve Suşi restoranıyla Başkentlilere "merhaba" dedi, ancak mevcut ortama uyum sağlamayı ihmal etmeden. İstanbul’daki merkezinin aksine, Ankara’da alkollü içeceklerini mönüsüne koymadı. Aslında ortaya şaşırtıcı bir durum da çıktı. Dünyanın hiçbir suşi restoranında, başta Japon içkisi Saki olmak üzere alkollü içkiler sofradan eksik edilmezken, Ankara’daki süper lüks bezerinde ise kapıdan içeri alkol sokulmadı. Kısacası, Suşinin dünyada meyve ve kolalı içeceklerle yendiği tek yer oldu.
Gelelim ikinci İstanbulluya. Meşhur İtalyan markası Paper Moon büyük bir yatırım bütçesiyle Ankara’da boy göstermeye başladı. Üstelik meşhur şarap koleksiyonunu ve alkol mönüsünü de müşteriye sunmakta bir sakınca görmedi. Ancak, AKP iktidarına sempatik görünmek için de farklı bir yol buldu. Açılışta ve 600 kişiyi ağırladığı deneme yemeklerinde konuk portföyünün bir kısmını iktidara yakın isimlerden oluştururken, basın davetinde de aynı taktiği izledi. Medya davetinin baş konukları dinci yayınların yöneticileri oldu.
Peki, bu son iki mekan amacına ulaştı mı? Bence hayır. İktidar mensupları ve yandaşları her ikisine de beklenen ilgiyi göstermedi. Home Stor’daki içkisiz ortama rağmen, hiç alışık olmadığı suşi mönüsü hoşuna gitmedi. Paper Moon ise hem mönüden, hem de İstanbul da çizdiği imajdan kaybetti. Eh, sosyetik imajı karizmayı çizdirebilirdi. Üstelik makarna, pizza ve soslu etlerle meyve suyu ne kadar uyum sağlayabilirdi ki?
Kısa zamanda bu fikirlere nasıl mı ulaştım? Malumunuz geçenlerde AKP’nin kongresi vardı. Bakanlar, milletvekilleri, yandaş işadamları, binlerce delege ve sempatizan Ankara’da cirit attı. Hep birlikte akşam yemekleri yiyip, restoranları, daha doğrusu kebapçıları doldurdu. Ancak, içlerinden hiç biri Paper Moon gibi mekanlara adım atmadı. Halbuki daha önceleri iktidar partilerinin kongrelerinde Ankara’nın en lüks restoranları tercih edilir, buluşma noktası olurdu. Hele hele böylesine ünlü markalar açılmışsa, tereddütsüz gidilen yerler olurdu.
Yanlız, iktidar yan çiziyor diye bu iki restoranın boş masalara sahip olduğunu zannetmeyin. Oldukça kalabalık kitlelere servis verip, özellikle hafta sonları rezervasyonlarını birkaç gün önceden tamamlıyorlar. Ancak müşteri portföyleri iktidar mensupları ile yandaşlarından değil, yine batılı yaşam tarzını benimsemiş Ankaralılardan oluşuyor.
Bu arada Başbakanın danışmanı ve Milletvekili Ömer Çelik’i hariç tutmalıyım. Zira tek AKP’li olarak sık sık Paper Moon’a gidip, hatırı sayılır müşterileri arasına girmeyi becerdi. Hatta geçenler de Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek’i de yanına alıp gitmesi halen konuşuluyor.
Bu dönemin modası
KÖTÜ espri yapmaktan her zaman sapıkça zevk almış bazı kişilerin olduğu ortamlardan hep uzak kalmayı yeğlemişimdir. Ancak, bazen de şartlar insanı bu tür ortamlara mahkum eder. Tıpkı geçenlerde uğradığım bir restoranda yaşadıklarım gibi. Ortam güzel, insanlar çok şık, sağa sola serpilmiş hanımlar sanki seçmece ve salona yayılan müzik her zamanki gibi harika... Ancak, gel gör ki, yanıma sokulan kişi ve hiç durmadan yaptığı espriler birbirinden beter. Üstelik bu kişi ünlü bir siyasetçi. İsmi çok önemli değil ama, Allah meslektaşlarını, onun gündem dışı yaptığı kürsü konuşmalarından korusun.
Bu arada kendisi biraz da dedikoducu. Meslektaşlarının sırlarını ve özel yaşamlarını anlatma konusunda hiç bir sınır tanımıyor. Bir kaç kez aynı masada gördüğüm parlamenter arkadaşının kaçamaklarını, alaycı bir dille anlatması, belki de gecenin incir çekirdeğini dolduracak tek konuşması. Efendim, bahsi geçen parlamenter bey, özel bir kulübe sık sık bayan arkadaşlarıyla gidip, "yeğenlerim" diye tanıştırarak, gece geç vakitlere kadar muhabbet ediyormuş ve etrafın çok dikkatini çekiyormuş. gibi dedikoduları saydı durdu.
"Dediğiniz parlamenteri tanırım, iyi adamdır, böyle şeyler yapmaz..." demem karşısında da geri adım atıp, "Canım espri yapıyorum, ama her esprinin altında bir gerçek yattığını da unutma" diyerek konuyu değiştirdi. Aslında anlattıklarını doğrulama ihtiyacı bile duymadım. Zira, son günlerde yıllanmış eşini boşayıp, sekreteriyle evlenen politikacılara çok alıştık. Demek ki son dönemin modası da bu.
İlk Türk astronotunun ardından yazılanlar
Türkiye, ilk Türk astronotunun 2020 yılında uzaya gönderilmesi konusunda ABD ile geçtiğimiz yıl anlaşmıştı. Aradan bir yıl geçti ki, Rusya’dan "2012’de, ilk Türk kozmonotunu uzaya göndermeyi planlıyoruz’’ açıklaması geldi. Türkiye-Rusya Askeri Teknik İşbirliği Komisyonu’nun beşinci toplantısına katılmak için Ankara’ya gelen Eş Başkan Aleksandr Fomin, 2012’de ilk Türk kozmonotunu uzaya göndermek için görüşmelerin son aşamaya geldiğini açıkladı.
Bu bilgiler üzerine aklıma, geçenlerde elime ulaşan bir yazı geldi. Çok hoş, aynı oranda da komik yazıyı sizlerle paylaşmak istedim. Konusu, ilk Türk astronotunun uzaya çıktığında atılacak olan gazete manşetleri üzerineydi. İlk bölümde manşet olabilecek öneriler vardı.
"Kendimizi aştık...", "Bekle ay geliyoruz...", "Galaksi galaksi duy sesimizi, işte bu Türklerin ayak sesleri...", "Uzaya kapak attık...", "Artık biz de uzaylıyız", "Türküz doğruyuz uzaylıyız...", "Uzay tamam sıra güneş’te!", "Bekle bizi Samanyolu", "Marslılarla Türkler arasında genetik bağ bulundu!"
Bu örneklerden sonra da, gaza gelmiş ulusal gazetelerimizin nasıl başlıklar atabileceği sıralanıyordu.
n Hürriyet: İnsanlı ilk Türk uzay aracı astronotu almadan uzaya çıktı... n Gözcü: Açın mekiklerimizin önünü! Durduramazsınız... n Milliyet: İstikbale eriştik (yanda üzerinde oynanmış bir Atatürk resmi, yanında mekik) n Sabah: İlk biz duyurmuştuk. n Zaman: Ve, mümin uzayda. n Türkiye: Allah’a şükür. n Vatan: İşte Hazarfen’in torunları. n Vakit: Uzayda duyulan ezan sesi. n Şamdan: Marslı erkeğimin geyşası olurum. n Fotomaç: Bir gün her uzaylı Fenerli olacak n Bu arada köşe yazarları da unutulmamış. İşte onların köşe yazılarının başlıkları. n Hıncal Uluç: TK00XV2 plakalı uzay aracının sorumsuz astronotu. O ne dönüş öyle kardeşim? n Yalçın Bayer: Uzay mekiğinin yapımı için neden iki firmadan teklif alınmadı? n Ahmet Hakan: Bindik bir alamete gidiyoruz kıyamete. n Turgay Şeren: Ben geçen haftaki yazımda belirtmiştim. n Ayşe Arman: Aktif seks uzayda olmaz. n Ahmet Altan: Astronotları çıldırtan kadınların öğleden sonraları ten kokusu ne ola ki?
Yazının Devamını Oku 26 Kasım 2006
Denizi olmamasına rağmen en çok kaptanlık ehliyeti, daha doğrusu sertifikası veren ilin Ankara olduğunu biliyor muydunuz? Bozkırın ortasında da kaptanlık yapılır mı demeyin. Zira eldeki sonuçlar gösteriyor ki, Türkiye denizlerindeki kaptanların çoğu Ankara kökenli. Başkentli deniz sevenleri kaptanlık sertifikasına ilk kavuşturan ve kavuşturmaya da devam eden kişi ise ODTÜ Fizik Bölümü’nden Prof. Dr. Esen Özsan...
Özsan , denizciliğe olan ilgiyi artırmak için, 1991 yılında ODTÜ’de Kürek Sporları Kulübü’nü kurdu. Daha sonraları ise amatör kaptan ve deniz telsizcisi yetiştirmeye başladı. Bugüne kadar bu kurslardan 3 binin üzerinde mezun vererek, Ankara’yı "amatör kaptan yetiştirme" sıralamasında birinci sıraya oturttu.
Kurslara katılanlar arasında, çok sayıda siyasi, bürokrat, general, işadamı ve öğretim üyesi bulunuyor. İşin ilginç yanı ise kaptanların eğitimlerini Ankara’nın bozkırında alması. Kışın donan Mogan Gölü’nden dolayı açık arazide öğrenimini tamamlayan kursiyerler tarlada tekne yönetmesini öğreniyor. Bu güne kadar kaptanlık eğitimini alan en ilginç kişi ise "Urfalı kaptan" olarak da bilinen Hürriyet Gazetesi yazarı Bekir Coşkun.
Onun deyişiyle doğduğu Şanlıurfa’dan çıkıp da engin sulara açılması bir sürü komik olayı da beraberinde getirmiş. Yıllar önce kaptan kursuna başvururken hemen bir kayık almış ve Ankara’daki evinin önüne çekmiş. Kayık denizle tanışmayı beklerken, Bekin Coşkun’da boyunu geçen sularda ilk kez gezinmenin hayaline kapılmış. Yağmurlu bir Başkent gecesinde kapısının önüne çıkan Coşkun, yan komşusu Mehmet Yazar’ın esprisine muhatap olmuş. "Alemin teknesi suyun içinde, oysa şu hale bak su senin teknenin içinde"
"Ankara’nın kaptanı anca bu kadar olur" diyen Bekir Coşkun’un denizle ilk tanışması da bir hayli ilginç. Ne olur ne olmaz diye sürekli teknesini suyun sığ kesimlerinde yüzdürürken motor pervanesini kırmalarda peşinden gelmiş. Bir iki derken hep tecrübeli denizciler yardımına koşup pervaneyi değiştirmiş. Sonunda da kendisi tamir etmeye karar vermiş. Etrafındaki komşulara olanca sesiyle bağırıp, "Yahu, kimsede kriko var mı? Pervane yine kırıldı" deyince kahkaha tufanı kopmuş.
Şimdilerde otomobil ile tekne arasındaki ayrımı yapabilecek bir kaptan olduğunu söyleyebilirim. Arada sırada yanlış rota izleyip Yunan adalarına çıksa da Türk kaptan Cousteau’su olmaya aday.
Sevenlerini ilk kez üzdü
Duyduğum an inanamadım, daha doğrusu inanmak istemedim. Tam 29 yıldır tanıdığım ve dostluğundan büyük keyif aldığım arkadaşımın acı ölüm haberi gelmişti. Belki de beni derinden sarsan ilk dost kaybını yaşıyordum. Levent Güray, 52 yaşında kalbine yenik düşmüş ve hayata veda etmişti.
O gün Kocatepe Cami’nde yıllardır hiç rastlamadığım kadar insan kalabalığının nedeni çok açık ortadaydı. Keza Karşıyaka Mezarlığı’nda da... Benim gibi seveni çoktu. Neredeyse tüm Ankara sel olup akmış, ona son vazifesini yerine getiriyordu. Bir anda her şey film şeridi gibi gözümün önünden akıp geçmeye başladı.
Onu ilk tanıdığımda eşi Deniz’in peşinde koşan romantik bir aşıktı. Basın Yayın Yüksek Okulu’nda birlikte okuduğum Deniz’i okul çıkışı almak için dakika sektirmez, bizlerle sohbet etmek içi çaba gösterirdi. Daha sonra o ünlü bir işadamı, eşi de beğenilen modacı oldu. Ancak, her zaman iş kimliklerimizi bir kenara atıp, birlikte olmaktan ve dostluğumuzu sürdürmekten büyük zevk aldık.
Koyu bir Fenerbahçe taraftarı olan, hatta Ankara’da ki derneği kuran Levent ile zıt düştüğümüz tek konu futboldu. Bir Galatasaraylı olarak maç sonuçlarına bakıp onu kızdırmak en büyük zevkimdi. Tabi, onun da. Her kötü alınan sonuçtan sonra Levent’e mesaj çeker, yetinmeyip telefonla arardım. Doğaldır ki, o da aynı şeyleri yapmak için Galatasaray’ın yenilmesini beklerdi. Yıllardır bu duruma öylesine alışmıştık ki, Fenerbahçe’nin bir yenilgisi sonrası benden mesaj ve ses gelmeyince meraklanıp kendisi aramıştı. "Ne o hasta filan mısın? Aramayınca merak ettim"
Şimdi yarattığı büyük boşlukla maçların heyecanı filan kalmadı. Dahası kalbimin bir parçası onunla birlikte kopup, kara toprağa girdi. Belki de aileni, dostlarını, çalışma arkadaşların ve bizleri ilk kez çok üzdün Levent.
Ev keyfinde geleceği porno sektörü belirleyecek
Günlük yaşamımızın bir parçası olan televizyon beraberinde süper icat videoyu getirmekte gecikmedi. Dolayısıyla da, sinema salonları bir anda evlerin içine taşınır oldu. Ama bu keyif aracının saltanatı da çok uzun sürmedi. Yaklaşık 5 yıl önce tanıştığımız VCD videoyu tahttan indirdi. Ancak onun da ömrü fazla sürmedi ve DVD’lerin hayatımıza girmesiyle gözden düştü. DVD’ler pırıl pırıl görüntü olanağı ve kulaklarımızın pasını silen ses kodlamasıyla evlerimizin neşe kaynağı oldu.
Ve geliyoruz bugünlere. Bilgi ve görüntü sistemleri, yakında iki yeni formatla tanışıyor. Hatta tanışmakla kalmayıp, hangisinin daha yaygın kullanılacağı tartışmalarını beraberinde getiriyor. Bir zamanlar VHS ve Beta video kasetler arasında yaşanan ikilem, artık HD-DVD ve Blu Ray arasında yaşanıyor. Toshiba, NEC, Warner Bros, Universal gibi firma ve stüdyolar HD-DVD’yi desteklerken; Sony, Philips, Matsushita, Pioneer, Disney ise Blu-Ray’de ısrarcı oluyorlar. Dolayısıyla tüketiciler de, bu iki sistemden hangisini alacağına karar veremiyor.
Blu-Ray’in mi yoksa HD-DVD’nin mi galip çıkacağını ise ne teknoloji firmaları ne de Hollywood belirleyecek. Bu alanda belirleyici olan tek bir sektör var, o da dünyada film yapımı ve dağıtımı konusunda en fazla paranın döndüğü "Porno" endüstrisi. Siz en iyisi evinizde DVD’nin yerini alacak oynatıcıyı almak için acele etmeyin. Bekleyin bakalım pornocular hangisini tercih edecek?
Atatürk Türk halkına bıraktı, ama bu havuzlara giriş yasak
Marmara, Karadeniz ve Akdeniz Havuzları... Atatürk’ün, Ankara’nın çorak topraklarını yeşertmek ve Atatürk Orman Çiftliği’nde tarım yapabilmek için 5 Mayıs 1925 tarihinde yaptırdığı üç sulama havuzu... Orman Çiftliği’nde su ihtiyacını karşılayabilmek için yapılan havuzların ikisi, Atatürk’ün isteği üzerine Karadeniz ve Marmara Denizi haritası şeklinde hazırlandı. Daha sonra yapılan bir başka havuza ise Akdeniz adı verildi. Atatürk’ün 11 Mayıs 1937 yılında, Atatürk Orman Çiftliği’ni içerisindeki köşklerle birlikte millete armağan etmesinin ardından, havuzlar çiftliğin başka kurumlara kiralanan alanları içinde kaldı. Bu üç sembol havuz, bugün MİT Müsteşarlığı, Devlet Mezarlığı ve Gençler Birliği Tesisleri’ne kiraya verilen alanlar içinde bulunuyor.
Bir dönem, Atamızın içinde yüzdüğü, hatta sandal koydurtup kürek çektiği havuzlar, zaman içinde halkın malı olacağına, bazı kurumların malı oldu. Öyle ki, zamanla yüzme havuzuna dönüşen bu tesisler kapılarını halka kapadı.
MİT Müsteşarlığı’na kiralanan alan içinde kalan Marmara ve Devlet Mezarlığı içinde kalan Karadeniz, bugün süs havuzu olarak değerlendirilirken, vatandaşın kullanımına kapalı. İçlerinde bir tek Gençler Birliği Tesisleri içinde kalan Akdeniz yüzme havuzu olarak kullanılıyor ki, ona da giriş üyeli. Yani, bir yerde o da halkın kullanımına kapalı.
Kısacası Atamızdan tüm Türk vatandaşlarına miras kalan bu havuzları halkın kullanımına açamaz mıyız? Yüzülmese bile, gezilmesi ve görülmesi sağlanamaz mı?
Yazının Devamını Oku 19 Kasım 2006
HER gün estetik ameliyatlarla ilgili haber bombardımanına maruz kalan yüz binlerce insanımız, bilgisizlikten kaynaklanan yanlış anlatımlar ve uygulamalar sonucu kötü duruma düşüyor. Ya "bu işin erbabıdır" diye lanse edilen doktoru tanımıyor, ya da "uygundur" diye tavsiye edilen operasyonun yaşamına neler getireceğini bilmiyor. İşte buradan yola çıkarak ünlü estetikçileri ve onlarla geçen ilginç anılarımı yazmaya karar verdim. Öncelikle, gerek görsel, gerekse yazılı basından tanıdığımız bir çok ünlü estetikçinin Ankara kökenli olduğunu vurgulamak istiyorum. Kimler mi bu isimler? İlk üçü oluşturanları açıklayarak anlatmaya başlayayım.
Estetikçi Robin Hood
Estetik cerrahi denince akla ilk gelen isimlerden biri Prof.Dr. Namık Kemal Baran’dır. Asker kökenli olan Baran, yıllarca GATA’da görev yaptıktan sonra Gazi Üniversitesi’nin kuruluşunda bulundu ve ilk rektörlüğünü üstlendi. Kendi dalının duayenlerinden sayılan Namık Bey’in marifetli elleri tatlı diliyle bütünleşirken, ünlü isimlerin vazgeçilmez kurtarıcılarından birisi olup çıktı. Ajda Pekkan’dan Hande Ataizi’ne, Pınar Eliçe’den Emel Sayın’a kadar bir çok ünlü isim onun ameliyat masasına konuk oldu. İlerleyen yaşına rağmen başarı grafiğini sürdürmesinden olacak, ünlü akını halen sürüyor.
Basında fazla görünmeyi sevmeyen Baran’ın en önemli özelliklerinden birisi de, zenginden alıp fakire veren Robin Hood kişiliğidir. Sosyetiğinden sanatçısına kadar bir çok kişiden binler, hatta milyonlar kazanan Namık Bey, bu birikimlerini yardıma muhtaç hastalara harcamaktan çekinmeyen bir yapıya sahiptir. Amerikalı meslektaşlarıyla beraber bu güne kadar 4 bine yakın insanı cebinden para harcayarak sağlığına kavuşturması onun pek bilinen yönleri arasında değildir. Son olarak Güney Doğu’da, mayına basma sonucunda bir uzvun kaybetmiş vatandaşlara el atması ve onlarca kişiyi sağlığına kavuşturması verebileceğim en güzel örneklerden biridir...
Farkına varmadan Ajda Pekkan’ın refakatçisi oldum
Ajda Pekkan’a pek çok kez ameliyat yapan Namık Bey, ona sadece ameliyathanesini değil evinin de kapılarını açıyordu. Ajda, her ameliyat öncesi Namık Baran’ın Çankaya Semti’ndeki evinde kalıyor ve özellikle basının duymaması için, sahte isimle hastanede ameliyatını olup, nekahet dönemini de doktorunun evinde tamamlıyordu. Yaklaşık 9 yıl önceydi. Ajda Pekkan yine sessizce Namık Baran’ın evine gelmiş ve ünlü doktorun eşi ile birlikte ameliyat gününe hazırlanmaya başlamıştı. Operasyon, Baran’ın o sıralar rektörlüğünü üstlendiği Gazi Üniversitesi’nde olacaktı. Bu duyumu alan bizim acar muhabirler, hastane içinde kamp kurarken, Namık Baran ser veriyor sır vermiyordu. Sonuçta da Ajda, başka bir isimle ameliyat olup, tekrar doktorunun evine yerleşirken de, kimsenin haberi olmuyordu.
İşte, ilk tanışma ve görüşmemiz bu olay üzerine oldu. Karşımda aksi ve asık suratlı bir insan beklerken, tam tersi karakterde, beni muayenehanesine kabul eden Namık Baran’ı tanıdım. Kısa bir sohbetten sonra da, beni sevmiş olacak ki, "Bak, eğer Ajda Hanım evet derse seninle görüştürürüm. Ben de operasyon hakkında bilgi veririm" diyerek telefona sarıldı. 30 yıla dayanan dostluğumuzdan olacak, Ajda benim ismimi duyunca "evet" dedi. Ve tüm basını atlatan kapsamlı röportajımız gerçekleşti.
Fakat, daha sonraki yıllar, bu tanışma ve haber, başıma çok işler açtı. Zira, her ameliyat öncesi beni İstanbul’dan arayan Ajda, kendisini hastaneye benim götürüp götüremeyeceğimi sormaya başladı. Tabii doğaldır ki, yanındaki refakatçi hep ben olmaya başladım. Tıpkı, son olarak Çankaya Hastanesi’nde geçirdiği göğüs estetiği ameliyatında olduğu gibi. Aslında Namık Baran ile gelişen samimiyetimi anlayan Ajda, kendi iradesi dışında bir haber çıkmasın diye bu yolu bulmuştu. Yüz yüzden utanır misali de, bu şekilde beni kontrol altına almasını bilmişti.
O’nu da İstanbul’a kaptırdık
BİR başka ünlü Ankaralı estetikçi ise Prof.Dr.Nazım Durak’tı. Onu da GATA’da görev yaptığı sırada tanımıştım. Bir yandan askerlere şifa dağıtırken, diğer yandan da ünlülere özel hastanelerde güzellik ameliyatları yapıyordu. Sosyete ve sanat dünyasında ismi yayıldıkça da kendisine olan talep artıyordu. Bir aralar, gece gündüz çalıştığını, hatta hafta sonları iki günlüğüne İstanbul’a gidip peş peşe ameliyatlar yaptığına tanık oluyordum. Sonuçta o da, para ve hasta bolluğunun cazibesine dayanamayıp, İstanbul’un yolunu tuttu.
Yüzüne kezzap atılan
Bergen’i yeniden yarattı
YİNE Ankara kökenli olan estetikçilerden biri de Prof.Dr.Onur Erol’du. Onu, yıllarca Ankara da görev yaptığı üniversite hastanesinden ve şöhretleri ağırladığı muayenehanesinden tanırımdım. Onur Bey’in ismi, ilk olarak 1980’li yılların ortalarında duyulmaya başlandı. Yılın tıp adamı dalında Sedat Simavi Vakfı’ndan kazandığı ödül ile ününü perçinledi.
Bir dönemler sesi ve fiziği ile herkesin beğenisi toplayan Bergen isimli bir sahne sanatçısı vardı. Ayrı yaşadığı kocasının bir kıskançlık sonucu yüzüne fırlattığı kezzapla tüm yüzü ve vücudu tahrip olmuştu. İzmir de gerçekleşen bu korkunç olaydan sonra Bergen, Ankara’ya getirilmiş ve ameliyatlarını, hiç bir ücret talep etmeden Onur Erol üstlenmişti. Talihsiz genç kadının hastaneye yattığı ilk günkü görünümü ve inlemeleri hala hafızamdan silinmemiştir. Tamamen yok olan bir yüz, kezzabın etkisiyle eriyerek ayak parmaklarına kadar, çatlamış toprak halini almış vücut ve hepsinden önemlisi o duyduğu müthiş acıyla dudaklarından dökülen inleme sesi...
İşte o andan itibaren Onur Erol’un inanılmaz gayretini ve ustalığını görmüştüm. Bir oya işler gibi, Bergen’in deforme olmuş her uzvuyla tek tek uğraşmıştı. Aylarca süren ameliyatlar zinciri ve tedavisi sonucunda da, genç kadının yeniden yaratılışına tanık olmuştum. Vücudunun sağlam kalmış yerlerinden aldığı parçaları tahrip olmuş bölgelerine aktardığını, kalçadan aldığı deri parçalarıyla yeni yüz yarattığını safha safha izlemiştim. Sonuçta da, tam olmasa da, Bergen’in eski güzelliğine kavuştuğunu görmüştüm. Gerçi aradan iki yıl geçtikten sonra yine eski kocasının kurşunlarına hedef olup, ölümüne de şahit olmuştuk, ama bir doktorun özverisinin ne derece büyük olduğunu Onur Erol sayesinde anlamıştım.
Yazının Devamını Oku 5 Kasım 2006
Ülkenin gündemi bu kadar karışık ve çelişkilerle dolu olunca, politikacılar, yazarlar ve sanatçılar birer popüler deyim üreticisi olup çıkıyorlar. Dolayısıyla da bu deyimler gündemi belirlemekle kalmayıp, yaşanılanları anlatmakta tam hedefi vuruyor. Tabii peşi sıra da gündeme düşen kavramlar, uydurulan söz ya da yakıştırmalar halk dilinin parçası olup çıkıyor. Hafızanızı şöyle bir yoklayın ve bu güne kadar en popüler sözcüklerin patenti kime ait hatırlamaya çalışın. Size ip ucu olması açısından da şimdi vereceğim örneklere de bir göz atın.
Mehmet Ağar’ın kullandığı "Derin Devlet"... Emekli Orgeneral Çevik Bir’in "Demokrasiye balans ayarı"... Eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in "Verdimse ben verdim"... Tansu Çiller’in Başbakanlığı döneminde "Ya bitecek Ya bitecek"... MSP Genel Başkanı iken Necmettin Erbakan’ın "Batı Kulübü" ve "Gulu gulu dansı"... Turgut Özal’ın "Orta Direk"... Demirel’e atfedilen "Bir bilen"in hemen ardından Bülent Ecevit için de "Bir bölen" adının verilmesi. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Mersin’de bir çiftçiye hitaben söylediği "Ananı da al git" ifadesi ve "Askerlik yan gelip yatma yeri değildir" sözü.
Reha Muhtar’ın haber programında cinsel organı kopan biriyle canlı yayın esnasında sorduğu "Acı var mı acı?"... Dizi çekimleri esnasında telefon mesajıyla mankenleri rahatsız eden Kadir İnanır’ın savunması "Motive etmek"... Gelelim sonuca. Her deyim sahibiyle beraber anılıp, hafızalara kazınıyor, ama söz kalıyor kelamı eden kaybolup gidiyor. Kısa bir hatırlatma yapmak istedim de.
Ülkeyi 1962 mezunları yönetiyordu
Tam 44 yıl önce Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun olanlar, devletin başındaki makamlara geleceklerini tahmin edebilir miydi? 1962 yılı mezunlarının birçoğu, bugüne kadar siyasetçi ve bürokrat olarak devlet yönetiminde söz sahibiydiler. Aralarında birçok ünlü isim vardı. Anayasa Mahkemesi Eski Başkanı Mustafa Bumin, yine aynı mahkemenin üyeleri Ertuğrul Ersoy, Yalçın Acargün ve Ali Hüner, milletvekili ve eski Başbakanlık Müsteşarı Ali Naci Tuncer, Genelkurmay Eski Hukuk Başmüşaviri Tüm General Erdal Şenel. Eski İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş. Liste, özellikle adli kesimi içine alacak şekilde uzayıp gidiyor.
Şimdi gelelim esas konumuza. 1962 mezunlarından görevine devam eden bir tek Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer kaldı. O da görev süresi bitince emekliler kervanına katılacak ve 1962 mezunları devlet yaşamından elini çekecek. Halbuki onların dürüst kişiliklerini, devlete bağlılıklarını ve ülkeye katkılarını görüp, ne çok sevmiştik!
Kamuflaj dediğin böyle olur
Gittiğim eğlence mekanında gecenin sonuna doğru ilginç bir olaya tanık oluyorum. Mini etekleri, sırtı açık bulüzleri ile kapıdan çıkan iki genç kız önüm sıra kapıya yöneliyor. Yol kenarında park ettikleri arabaya ulaştıkları zaman ise bagajı açıyor ve kıyafetlerini değiştirmeye başlıyorlar. Biraz sonra her ikisi de uzun mantolu, türbanlı halde ön koltuğa kuruluyor. Araçlarına oturdukları zaman ise dikiz aynasını kendilerine yöneltip o koyu makyajlarını siliyorlar.
Merakımdan bu büyük değişimin nedenini sorayım diyorum ama hemen vazgeçiyorum. Eh, yaşam kendi yaşamları, sormak bana düşmez. Fakat, daha sonra araç plakasının kime ait olduğunu araştırıyorum. Plaka, doğudan gelen ünlü bir ismin adına kayıtlı ve o gece gördüğüm kızlardan birinin eşkaline uygun evladı var. Kimliği mi? İsmi yazmak o kadar önemli mi? Çifte standardı yaratanlar, ya da insanları bu değişime mahkum edenler utansın.
Yazının Devamını Oku 30 Ekim 2006
Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin çatısı altında görev yapan iki milletvekili var ki, kökleri Osmanlı İmparatorluğu'nun kudretli sadrazamlarına dayanıyor. Bu siyasetçilerin yaşamları ise sadrazam torunu olmanın getirdiği ilginçliklerle dolu. Kökü saraya dayanan milletvekillerinden ilki, Osmanlı İmparatorluğu'nun en ihtişamlı döneminde sadrazamlık yapmış olan Sokollu Mehmet Paşa'nın torunu, AKP İstanbul Milletvekili İnci Özdemir... Sayısız malları bulunan Sokollu Vakfı'nın başına geçmek için Anayasa Mahkemesi'ne kadar uzanan hukuk mücadelesi yürütüyor.
AKP Bursa Milletvekili Altan Karapaşaoğlu ise Viyana'yı titreten Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın soyundan geliyor. Karapaşaoğlu ise dedesinin soyadını nüfus cüzdanına yazdırmak için mahkeme kararı çıkartmak zorunda kalıyor.
Aslında bu iki milletvekilimizle beraber aynı dönem Meclis çatısı altında göreve başlayan, ama daha sonra milletvekilliğinden istifa edip, ABD'ye dönen CHP İstanbul Milletvekili Kemal Derviş de kendisi gibi reformist olan ve Osmanlı'da ekonomik önlemler alan Halil Hamit Paşa'nın torunu. İşte sadrazam torunlarının, bir zamanlar Doğan Burda Dergi Grubu bünyesinde çalışan gazeteci arkadaşım Hüseyin Özalp'in de katkılarıyla ortaya çıkan ilginç hikayeleri …
Sokollu Mehmet Paşa'nın milletvekili torunu
Kanuni Sultan Süleyman, Sultan İkinci Selim ve Sultan Üçüncü Murat'ın tahtta bulunduğu dönemlerde sadrazamlık görevini üstlenen Sokullu Mehmet Paşa, 1506 yılında Bosna civarındaki Sokol kasabasında doğdu. Asıl adı Bayo Sokoloviç olan ve çobanlık yapan Sokollu, 14 yaşında devşirilerek Edirne Sarayı'na getirildi ve Mehmet adını aldı. Türk ve Müslüman kültürü ile yetişen Sokollu, saraydaki Kapıcıbaşılık görevinin ardından, Barbaros Hayrettin Paşa'nın ölümü üzerine Kaptanı Deryalığa getirildi ve bir süre sonra da Rumeli Valisi oldu. İlk büyük başarısı olan Tameşvar Kalesi'nin fethinden sonra vezirlik verildi. 1561'de üçüncü vezir iken, Kanuni Sultan Süleyman'ın torunu ve Sultan İkinci Selim'in kızı Esmahan Sultan ile evlendi. İkinci Vezir iken, Semiz Ali Paşa'nın ölümü üzerine, 1564'te sadrazamlığa getirildi. Bu tarihten ölümüne kadar Osmanlı devletinin idaresini elinde tuttu. Devlet teşkilatı içinde önemli düzenlemeler yapan Sokullu Mehmet Paşa, 1579 yılında hançerlenerek öldürüldü ve Eyüp'te defnedildi.
AKP'nin kadın milletvekillerinden İnci Özdemir'in soyu, baba tarafından Sokollu Mehmet Paşa'ya ve padişah kızı Esmahan Sultan'dan dolayı da Osmanlı hanedanına uzanıyor. İnci Özdemir, bu konuda mahkemeden karar da çıkartmış ve şeceresini resmen tescil ettirmiş. Bunun sonucunda çok büyük mal varlıklarına sahip olan Sokollu Mehmet Paşa Vakfı'ndan kendisine maaş bağlanmış. Aynı şekilde kızı ve torunu da vakıftan maaş alıyor. Maaşını bir lirasına bile dokunmadan hayır kuruluşlarına bağışladığını belirten Özdemir, "Dedemiz, vakfın senedine de 'Evlatlarım vücuda geldiği andan itibaren yevmi ….altın akçe aylık bağlana, zükur ve inas (erkek ve kız çocuk) katiyen ayırt edilmeye' diye yazdırmış.
Sokollu Mehmet Paşa, kadının mirastan çok az pay aldığı bir devirde, maaş bağlanacak torunları arasında erkek-kadın ayrımı yapılmasını önlemiş. Ancak, vakıf senedine iliştirdiği bir maddeyle de yöneticinin mutlaka "erkek" olması şartını koymuş. İnci Özdemir'in mücadelesi de işte bu noktada başlıyor. Özdemir, "Vakfı yönetecek kişinin aileden ve erkek olması şartı konmuştur. Ben bu hükmün Anayasa'nın 10. maddesindeki eşitlik ilkesine aykırı olduğunu düşünüyorum. Geçmişte bu konuda dava da açtım, ancak sonuçlandırmadık. Hiçbir vakıfname şartı Anayasaya aykırı olamaz" diyor.
Önce dedesinin kellesi, sonra da soyadı gitti
Viyana Kuşatması'nın komutanı olan ve Avrupa'yı yıllarca titreten Merzifonlu Kara Mustafa Paşa, babası'nın yakın arkadaşı Köprülü Mehmed Paşa tarafından korunup yetiştirildi ve medrese eğitimi gördü. Damat olduğu Köprülü Mehmed Paşa'ya yıllarca sadaret kaymakamı olarak vekalet etti. Sadrazamlığa Sultan 4. Mehmet döneminde getirildi. Osmanlı-Rus Savaşı'nda padişahla birlikte sefere katıldı. Zamansız giriştiği ve sorumluluğunu tek başına yüklendiği İkinci Viyana Kuşatması, Kırım Hanı'nın ihaneti üzerine büyük bir bozgunla sonuçlandı. Bu bozgundan sonra idam edilen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın başı İstanbul'a getirildi, gövdesi ise Belgrat da gömüldü.
Yazının Devamını Oku