18 Şubat 2007
Bir kaç gündür gazetemizde, T.C.D.D. ile ilgili röportaj ve yazılar çıkıyor. Üstelik geleceğe yönelik; banliyö trenlerinin metro kalitesine yükseleceği, Ankara garının havalimanı konforunu aratmayacağı, hızlı tren seferlerinde son aşamaya gelindiği gibi umut dolu mesajlar veriliyor. Hal böyle olunca da bir tarihi gerçeği aktarmanın tam zamanı olduğunu düşünürek bu yazıyı kaleme almaya karar verdim.
2004 yılına damgasını vuran Hızlandırılmış Tren Projesi ve 39 kişinin ölümüyle sonuçlanan Pamukova kazası hafızalardaki canlılığını halen koruyor. 132 kilometre sürate çıkan trenin makinisti mi suçlu, yoksa yaşı Cumhuriyet öncesine dayanmış mevcut hatta hız startı veren yönetim mi bilemeyeceğim, ama herkesin unuttuğu bir tarihi gerçeği hatırlatmak istiyorum.
Yıl, 1952... T.C.D.D. yönetimi Almanya’ dan 2 adet motorlu tren satın alıyor. 1954 yılına kadar da sayısını 18’e çıkarıyor. MAN Firması’ndan alının bu trenler üç vagondan oluşuyor. Şimdiki teknolojiden çok geride. O zamanın şartlarıyla hizmet veren Ankara- İstanbul hattında çalışmaya başlıyor. Ve tren o tarihte 140 kilometre sürate çıkmaya başlıyor. Evet, yanlış okumadınız, tam 140 kilometre sürat yapıyor. İlk başta da her şey iyi gidiyor. Süre olarak, iki şehir arasındaki mesafe kısalıyor ve tren yolcu akınına uğruyor.
Ancak, aradan iki ay geçince lokomotiflerin dingillerinde çatlamalar olduğu görülüyor. Hemen Almanlar çağrılıyor ve Eskişehir Fabrikası’na çekilen trenler incelenmeye başlıyor. Dingillerdeki çatlağın nedeni araştırılırken, güzergahta bulunan rayların sapasağlam olduğu gözleniyor. Almanlar, sırf test için ülkelerinden başka lokomotif ve vagon getiriyor. Sonuçta uzun araştırmalardan sonra çatlamanın nedeni bulunuyor.
Lokomotiflerin ağırlığı 15,5 ton gelmektedir. Halbuki Almanlarla yapılan anlaşmada ağırlık 13,5 ton olarak belirlenmiştir. Aradaki bu 2 ton fazlalık, 140 kilometrelik süratten dolayı çatlamalara neden olmuş, yolcuları bir facianın eşiğine getirmiştir.
Bu durum anlaşılınca trenleri satın alan tesellüm heyetinin başkanı Kamil Necati Bey hemen istifasını basıyor. Hatanın Almanlarda olmasına ve herhangi bir kaza yaşanmamasına rağmen başkanın bu onurlu davranışı, o zamanki yönetim tarafından kabul ediliyor.
Sonrasında, mevcut hatta bu tonajla hareket edemeyeceğine karar verilen trenlerin dingil ağırlıkları düşürülüyor ve sürat aşağıya çekiliyor. Bu 18 tren de yıllarca demiryollarına hizmet veriyor.
Geliyoruz Pamukova kazasının gerçekleştiği günlere. Aradan yıllar geçmesine rağmen mevcut hatta radikal bir değişime gidilmemesine karşın, trenlere sürat emri veriliyor. Üstelik o tarihte kullanılan lokomotiflerin ağırlığı 22 tona çıkmasına rağmen.
13,5 ton nerede, 22 ton nerede? Kararı siz verin. Üstelik o zamanki bürokratların kaza olmadan hatayı tespit etmesine rağmen istifa ettiğini aklınıza getirin ve bu günkü yönetimin 39 kişinin ölümünden sonra nasıl bir yol izlediğini karşılaştırın. Her halde daha fazla söze gerek yok, değil mi?
Devletin kalbinde kapkaç terörü
Bir işlem için uğradığım Çankaya Nüfus İdaresi’ndeki memurun önündeki kabarık dosyalar dikkatimi çekti. Sayfalar dolusu kağıtların her birini okuyup, imza atan memur, benim soru sorar gibi bakan ifademe takılmış olacak ki, yanıtlama ihtiyacı duydu.
"Bunların hepsi kayıp nüfus kağıdı için dilekçe. Yüzde doksanı da kapkaççıların yarattığı zarardan nasibini almış kişilere ait."
Bu sözleri duyup da, "Öyle mi?" diyerek susacak halim yok ya, başladık bol soru cevaplı sohbete. Son günlerde kapkaç terörü çok artmış. Özellikle Başbakanlığa ve TBMM’ye birkaç yüz metre uzaklıktaki Kızılay semtinin caddelerinde doruk noktasına ulaşmış. Hatta, hırsızlık vakalarından birkaçı tam İçişleri Bakanlığı’nın önündeki kaldırımlarda gerçekleşmiş.
Kapkaç vakalarının çoğu kalabalık yerlerde çanta ve ceplerden sessiz sedasız cüzdan çalma şeklinde gerçekleşiyormuş. İkinci sırayı ise çanta, poşet gibi şeyleri kapıp, kalabalığın arasından kaybolarak izi kaybettirme şeklinde cereyan eden olaylar alıyormuş.
Tüm bunları duyunca aklıma İstanbul’daki vatandaşlarımız geldi. Devletin polisinin varlığını hissettirdiği en güçlü yerde insanların başına bunlar geliyorsa, vah İstanbullunun haline.
Nobelli Osmanlı torunları
Kısa bir süre önce Orhan Pamuk’a Nobel ödülü verilirken "Türklerin adı, Nobel Edebiyat Ödülü’yle daha önce de anılmıştı" diye bir yazı kaleme almıştım. Yugoslav yazar İvo Andriç’in, bundan tam 45 yıl önce, "Drina Köprüsü" adlı, Türklere duyduğu sempatiyi anlattığı bir romanla 1961 Nobel Edebiyat Ödülü’nün sahibi olduğunu aktarmıştım.
Sonuçta da İngiliz Edebiyatı’ndan örnek vererek Osmanlı şemsiyesi altından iki Nobel Ödüllü yazarımız var demiştim. Tezime dayanak olarak da İngiliz yazar John Banville yapılan bir söyleşiyi ve Dost Dergisi’nin ilginç sentezini göstermiştim,
Banville, İrlanda kökenli İngiliz yazar ve sanatçılarının uzun bir listesini yapıyor ve İngiliz edebiyatı içindeki zengin "Irish" (İrlandalı) damarını vurguluyordu. İşte 1960’lı yılların önemli dergilerinden Dost’a bu vurgulama çağrışım yapmış: Sahi, İngilizler, yönettikleri milletlerin ve dillerin İngilizce içindeki maceralarını İngiliz edebiyatı içinde mütalaa ederken, biz neden aynısını Osmanlı için düşünmeyiz?
İşte bu yazım üzerine bir çok mektup ve e-mail aldım. İçlerinden kimi bu sentezin yanlış, kimi de eksik olduğunu belirtiyordu. Örneğin, Rana Orbay isimli okuyucu; "Nobel Edebiyat Ödülü’nü almış iki tane "Osmanlı torunu" daha var. Ancak bu sıfatı kabul ederler miydi, hiç zannetmiyorum. Birisi 1963 yılında Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanmış olan Yunanlı Seferis (George Seferis, 1900 yılında İzmir de doğmuş ve 14 yaşında ailesiyle birlikte Yunanistan’a göç etmişti.), diğeri de 1979 yılında ödülü almış olan Odysseus Elytis."
Bir diğer görüş ise şöyleydi; "İngilizlerle Osmanlı İmparatorluğu arasındaki benzetme burada yersiz olmuş. İngilizler gittikleri ülkelerde dillerini benimsetmeyi ve bir eğitim ve kültür dili yaratmayı başarmışlardır. W.B. Yeats, Oscar Wilde, James Joyce, Samuel, Beckett, Bernard Shaw gibi İrlanda asıllı yazarların İngiliz edebiyatına yaptıkları katkılar muazzam."
Başar Eryöner isimli okuyucu ise listeye bir isim daha katmış. "Eğer Mısır’ı da bu topraklara dahil ederseniz, Necip Mahfuz’ u hesaba katmamız gerekir."
Deniz Akkaya ile Şenay Akay’a kadar
Geçenlerde, İstanbul gece hayatının içindeydim. Televole gibi televizyon programları ile yazılı medyanın magazin sayfalarında gördüğüm ünlüleri yakından izleme olanağı buldum. Boylu postlu mankenleri karşımda görünce de, geçmişe doğru şöyle bir uzanıp, bugün ile kıyasladım.
Geçmişteki modeller eliyle saçlarını arkadan kavradığı için ya koltuk altını frikik olarak sunar ya da göğsünü hafiften kapatarak, büzük dudaklarıyla poz verirdi. Biz de gizliden gizliye görünene değil de, görünmeyene bakmaya çalışırdık. Bir kadını, top model yapan şey, onun vücududur fikrinden yola çıkarak, aslında erkeklerin modellerin üzerinde olana değil de, olmayana daha çok dikkat ettiklerini düşünürdük. O gece, eğlenen mankenlerin kıyafetlerinden taşan çıplaklığı gördükten sonra kafama şöyle bir soru takıldı. "Ülkemizde o kadar çok güzel kız varken, piyasada ve basında görmeye alıştığımız çoğu genç model bize neden Avrupalı meslektaşları gibi hoş görünmezler?"
Ve kendi kendime verdiğim yanıt gecikmedi. Kuşkusuz, bunun en önemli sebeplerinden biri bizim kızlarımızın kamera karşısında doğal yaşamlarındaki davranışları sergilememesiydi. Tabii bu durumu Deniz Akkaya ve Şenay Akay bozana, dahası, Türk kızlarının da fettan ya da zeki görünebileceklerini kanıtlayana kadar.
Bir toplantı sonrası burun buruna geldiğim ve adı "Milli Çapkın"a çıkan ünlü organizatör Süha Özgermi’ye düşüncelerimi açtım. Ne de olsa kendisi bu konuların üstadıydı.
"Haklısın" diyerek söze girdi ve bunun karşılaştırmasını en iyi 14 Nisan’da yapabileceğimi söyledi. Bu tarihte ne olacak diye sorarsanız. Dünyada ilk kez gerçekleşecek olan Miss Capital City Of The World, yani Dünya Başkentler Güzellik Yarışması Ankara’da yapılacak da.
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2007
Düğününe iki gün gecikmişti
Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ve eşi Nazmiye Demirel, 12 Aralık 1948 yılında gerçekleşen düğünle vuslata ermişti. İşte Demirel çiftinin oldukça ilginç evlilik öyküsü.
İslamköy'deki evlerinin kapı komşusu ve kuzeni Nazmiye Şener ile nişanlandığında kendi 17, Nazmiye hanım ise 14 yaşındaydı. Lise bittiği zaman gerçekleşen nişandan sonra Süleyman bey İstanbul'a, İTÜ Makine Mühendisliği bölümüne üniversite eğitimi için gitti. Giderken de, İstanbullu bir kıza gönlünü kaptırmasın diye nişan yüzükleri takıldı. Düğün ise tam 8 yıl sonra gerçekleşti. Düğün başladığında Demirel, Burdur Hükümet Konağı inşaatının başındaydı ve çalışıyordu. Demirel, o günü şöyle anlatıyor:
"Bizim köy düğünleri üç gün sürer. Düğün perşembe günü başlar, pazar günü gelin çıkar. Ben cumartesi günü köye geldim... Perşembe ve Cuma günü yapılan düğünde yoktum."
Yakın çevresi, görücü usulüyle gerçekleşmesine karşın bu evliliği bir "gönül izdivacı" olarak niteliyor. Çünkü, iki gencin, İslamköy günlerinde birbirlerine sevdalı olduklarını belirten bu kaynaklar, olayı, "Aslında platonik bir aşkın vuslata eriş müjdesi" olarak niteliyor.
Tramvay’da başlayan şiirsel aşk
Rahmetli Bülent Ecevit, Rahşan Hanım ile İstanbul, Robert Kolej’de okurken tanışmış. Okulda, bir tiyatro eseri sahneye konurken, dekorlarını Rahşan Ecevit yapıyormuş... Bülent Bey ise şiir kısımlarını okumak için bu gösteride yer alıyormuş. Kısacası bir tiyatro çalışması tanışmalarına ve bu günlere kadar süren birlikteliklerine neden olmuş. Okul arkadaşlığı, aşka dönüşürken Bülent Bey evlilik teklifini tramvay’da yapmış. l946 yılında da evlenmişler.
41’inde cazlı içkili evlendi
Necmettin Hoca, Türkiye Odalar Birliği genel sekreteriyken, rahmetli Nermin Hanım da sekreteri olarak çalışıyormuş. Birliğin Ankara’daki merkez binasında başlayan bu tanışma kısa sürede aşka dönüşmüş ve Erbakan, yine bu bina içinde evlilik teklifini yapmış. 10 Ocak 1967’de Çınar otelde cazlı, içkili bir düğünle evlenirlerken, Necmettin Bey 41, Nermin Hanım ise 24 yaşındaymış.
Yumruğu yedi soluğu Akçakoca’da aldı
Antalya Lisesi’nde birlikte okuyan Deniz Baykal ile Olcay Hanım arasında aşk filizleri yine bu dönemde yeşermiş. Coğrafya öğretmeninin kızı Olcay Hanım, liseden mezun olduğunda İstanbul Tıp Fakültesini kazanmış. Ancak, Ankara Hukuk Fakültesi’ni kazanan Deniz Bey’le birlikte olmak için büyük bir özveride bulunup Ankara’yı, Siyasal Bilgiler Fakültesi’ni tercih etmiş. Kısacası iki sevgili Antalya’dan sonra Ankara’da da birlikte olmayı sürdürmüş. Bu arada Olcay Hanım’ın sportmen ağabeyinin bu ilişkinin bitmesi için Deniz Bey’e attığı okkalı yumruk ise şimdi tebessümle anlatılan bir anı.
İlk ve tek göz ağrısı Olcay Hanım nedeniyle günlerini SBF koridorlarında geçirmeye başlayan Baykal, 1961 yılının Eylül ayında amacına ulaşmış. Gizlice kaçtıkları Akçakoca yolunda evlilik teklifi yapan Deniz Bey’in nikahı da, bu şirin Karadeniz kasabasında gerçekleşmiş. Genç çiftin nikah tanıklıklarını, o sırada iş takibi için tesadüfen belediye binasında bulunan iki vatandaş yapmış. Tabii, bu ani nikahtan sonra balayı da Akçakoca’da gerçekleşmiş.
3. günde gelen evlilik teklifi
Tarih, 1986 yılının Aralık ayı... Erkan- Işın Mumcu çiftinin yolları TRT için hazırlanan bir belgeselin çekimleri esnasında kesişiyor. Erkan Mumcu belgeselin yönetmen yardımcılığı görevini üstlenmiş, ilk olarak da Işın Hanım’ın prodüksiyon amiri olan akrabasını tanımıştı. O sıralar Işın Hanım, Mimar Sinan Üniversitesi Güzel Sanatlar bölümü 4. sınıf öğrencisidir. Kısa bir süre sonra belgeselin art direktörlüğünü yapmak üzere sete gelir. Prodüktör akraba, "Bu sinemacılığı bilmez, ezerler. Sen buna sahip çık, ezdirme, eti senin kemiği benim" deyince Erkan Bey’e gün doğar. İşte o günden itibaren de eti ve kemiğiyle Işın Hanım’a sahip olma çabasına girer.
Zaten evlenmeye karar vermeleri, tanışmalarının üçüncü gününe, söz kesmeleri sekizinci, nişanlanmaları ise 15’inci gününe denk gelir. Nikah defterine imza atmayı 21. güne planlamalarına karşın, Işın Hanım’ın babası kızının okulu bitirmesini şart koşar. Tabii bir an önce evlenmek için Erkan Bey, eşinin bütün ev ödevlerine yardımcı olur. 1987 yılının Haziran ayında ise emellerine ulaşırlar.
Papazın Bağı’nda filizlenen birliktelik
Mehmet Ağar, 1971 yılında, Mülkiye’de okurken hayat arkadaşı ile tanışmış. Liseyi yeni bitirmiş Emel Hanım, Maltepe Semti’ndeki mahalleden komşusuymuş. Mutaassıp bir çevre ve aile sık görüşmelerini engelliyormuş. Ancak, hafta sonları, kimsenin görmeyeceği tenha yerlerde dolaşabiliyorlarmış. Tabii gündüzleri dar bir zaman dilimi içinde. O zamanlar aşıkların gittiği meşhur Papazın Bağı adlı çay bahçesi mekanları olmuş.
1974 yılının Mart ayında nişan yüzüklerini takmaları bile bu dar birliktelik süresini uzatamamış. Aynı yılın Eylül ayıyla birlikte gelen düğün iki sevgilinin ilişkisini doyasıya yaşama fırsatı vermiş. Bakın Mehmet Ağar Sevgililer Günü için neler söylüyor;
"O yıllarda Sevgililer Günü yoktu ama, birbirimize hediye alırdık. En önemli hediye kırmızı gül olurdu. Arada sırada da gömlek, kravat, bluz, kazak, kitap, çiçek gibi şeyler alıp verdik birbirimize. Zamanımızın sevgilileri küçük şeylerden de mutlu oluyorlardı."
Kolaydı yelken açmak!
Artık her şeyin, ama her şeyin tarifi değişti. En başta da kadın erkek ilişkilerinin tarifi. Fırıncının kızı ve samanlığın seyran oluşuyla açıklanan aşkın tarifi bile günümüzde daha esniyor. Umursamazlık ve bencillik ise erkeğin elinden alınan bir silah... Evine bağlı kadın, yaşama bağlı kadına dönüşüyor. Siber seksin kablolara taşıdığı duyguları ve tatmini kendine döndürmesi için erkeğin, önce kadının başını döndürmesi gerekiyor. Kolay değil tabii, siber dünyada seçici olan kadının sizin üstünüzü tıklaması.
Geçmiş yıllarda gördüğümüz kadından çok farklı bir kadın var artık karşımızda. Yenilenmiş, estetiği cinsellikten soyutlayıp, "kendine özen"e çevirmiş bir kadını, etkilemek çok kolay değil.
Uyanıldığında rüyadaki eş sadece bizimdi, tekti. Çoğu zaman da renkliydi. Bazen sıkılsak da, o her şeyi bizim için yapan kadından büyük keyif aldık. Yelkenlerimizi şişirip başka limanlara doğru dümen kırmak istediğimiz zaman ise onun da seçim hakkı olduğu aklımıza geldi. O nedenle de başka denizlerin kokusunu içimize çekmek istediğimizde hemen olduğumuz yere demir atıp, çakılı kaldık. Aslında kolaydı yelken açmak. Çünkü elde vardı bir. İkincisine giden yolda yükselen adrenalin bir daha, bir daha isteğini körükledi durdu, yıllardır. Ama hep o bizi mest eden limana sadık kaldık durduk.
Ve 14 Şubat sevgililer günü. Güvenli limanıma bağlı teknemde yaşamaktan çok mutluyum. Yelkenler ise çoktan inmiş durumda.
Yazının Devamını Oku 11 Şubat 2007
Cumhurbaşkanlığı Köşkü’nde yapılan son düğün Ahmet Necdet Sezer’in oğluna aitti. Basına kapalı gerçekleşen davet üzerine "Köşkte ilk düğün" diye pek çok haber çıkmıştı. Aslında bu eksik bir bilgiydi. Zira, Cumhurbaşkanlığı konutu, Sezer Ailesi’nin düğününe kadar iki tane daha düğüne tanıklık etmişti. Bunlardan birincisi 1973- 1980 yılları arasında görev yapan 6. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün oğlunun düğünüydü. 1978 yılında köşkün arka bahçesinde, Cumhurbaşkanlığı personeli ve her iki ailenin yakın akrabalarının katılımıyla gerçekleşen törende, İzmir’in köklü ailelerinden Kapaniler’in kızı Suzan Hanım ile Korutürk’lerin büyük oğlu Osman Bey dünyaevine girmişti. Şimdi Türkiye’nin Irak Özel Temsilcisi olan Osman Korutürk, o sıralar genç bir hariciyeciydi.
İkinci düğün ise 7.Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in küçük kıza Miray Hanım’ın Maksut Göksü ile yaptığı evlilik sayesinde gerçekleşmişti. Cumhurbaşkanlığı konutunun, yani eski binanın havuzlu salonunda gerçekleşen düğün törenine, TSK’nın üst rütbeli subayları çoğunlukta olmak üzere, yakın aile dostları ve akrabalar katılmıştı. Düğün sırasında Kenan Evren ve küçük kızı Miray Hanım’ın hüznü ise gazete sütunlarına yansımıştı. Nasıl yansımasın ki? Evren Paşa’nın eşi Sakine Hanım,tam yedi ay önce vefat etmiş ve kızının bu mutlu gününü görememişti.
Ve son olarak Sezer çiftinin oğlu Levent Sezer ile Evren Altunay’ın nikahı gerçekleşti. Bu da Cumhurbaşkanlığı köşkünün gördüğü üçüncü düğün oldu. Her üç düğün de basına kapalıydı ve sade bir davetle tamamlandı.
Fransızlara Rögar Kapağı oldu
Geçenlerde, 17 ve 18. Dönem Manisa Milletvekili olarak TBMM’ye giren Gürbüz Şakranlı ile karşılaşıyoruz. Asıl mesleği metalürji yüksek mühendisliği olan Gürbüz Bey, parlamentodaki görevinden sonra işinin başına dönüp, fabrika ölçeğindeki imalathanesinde hurda demire hayat vermeye başlamıştı. Kısa bir hal hatırdan sonra neticesini uzun süredir merak ettiğim bir konuya giriyorum.
Tedavülden kalkan 40 ton metal parayı hurda fiyatına satın aldıktan sonra onları ne yaptığını soruyorum. Daha doğrusu bir dönemin en büyük paraları olan, bir, iki buçuk liraların akıbetini öğrenmek istiyorum. Bir çırpıda, bu hurda paraları depolayacak yer bulamadığı için, fabrikasının yanındaki boş arazide demirden dağlar oluşturduğunu, tedavülden kalkmış liraları gören bazı insanların avuç avuç cebine attığını anlatıyor. Sonuçta da bu paraların Fransa’ya ızgara kapağı olarak gittiğini söylüyor.
"Balık, et gibi şeyleri kızartmak için olan ızgaradan mı?" diyecek oluyorum, "hayır" kelimesini başa koyarak sözlerine devam ediyor. "Sokaklardaki kanalizasyon ızgaraları var ya, işte Fransızlara onları yapıp sattık."
Anlayacağınız, bizim paralar sıfırları ata ata ve enflasyon karşısında eriye eriye Fransızlara rögar kapağı olmuş.
Çingenelerin haklı isyanı
HAKLARINDAKİ yanlış kanıyı silmek için mücadele eden Çingene Kültürünü Araştırma Federasyonu yoğun bir çaba içinde. Hedefleri ise yasalar, sözlükler ve kitaplarda Çingeneler aleyhine olan ifadelerin temizlenmesine yönelik çalışmaların hızlanması. Federasyonun raporunda, yaratılan olumsuz Çingene imajının kaynakları tek tek açıklanıyor ve saptamalarda bulunuluyor.
Rapora göre, ülkemizde Çingenelerin kırk asır önceki hurafelerden oluşan önyargılarla inançsız, nikahsız, sünnetsiz oldukları, isteseler de inançlı olamayacakları, İslamiyet’in Çingenelerle evliliği yasakladığı, bunların Kuran’da yazılı olduğunu zannedenler var. Üstelik Çingeneler, bazı kitap, sözlük ve ansiklopedilerdeki yazılarla aşağılanmakta ve suçlanmaktalar. Örneğin; Milli Eğitim Bakanlığı ve Türk Dil Kurumu tarafından onaylı bazı sözlüklerde Çingeneler, "Cimri, eli sıkı, hasis, arsız, yüzsüz, hayasız ve çığırtkan" olarak tanımlanmakta. MEB’in yayınladığı Türk Ansiklopedisi’nde Çingeneler, "Pis, ilkel, eğitimsiz, sosyal yaşamları düşük, cellat, çengi, dilenci" olarak gösterilmekte. Kültür Bakanlığı’nca yayınlanan Türkiye Çingeneleri isimli kitabın 24. sayfasında çingeneler, "dilenci, kavgacı, çok eşli, genelev işletmecisi olarak tanımlanmakta"
Doğrusu Çingenelerin bu feryatlarını haklı buluyor ve çalışmalarına destek veriyorum.
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2007
Kısa bir süre önce köşemden, sizlere yol haritası olması amacıyla, Ankara’nın en iyi balık restoranlarını aktarmıştım. Bu yazım, dolayısıyla da sıralamam büyük ilgi gördü. Bazı meraklılar, okuduklarının üzerine yeni lezzet duraklarına yöneldiklerini söylerken, başka önerilerde de bulunmamı istediler. İşte, bu taleplerden yola çıkarak bu hafta da Ankara’nın en iyi İtalyan restoranlarını yazmaya karar verdim.
30 yıllık meslek ve müşteri kariyerimle ilk beşi oluştururken de, mönüsünde sadece İtalyan yemekleri olan mekanları ölçü aldım. Üstelik sadece kendi gözlemlerimden yola çıkmamak adına, iyi bir gurme olan ve Hürriyet Gazetesi’nin En İyi 10’lar listesinin jüri üyesi Sarp Evliyagil ile fikir alışverişinde bulundum. İşte, özet bilgilerle Başkentin en iyi İtalyan restoranları ve öne çıkan özellikleri.
Paper Moon: Dünyaca ünlü İtalyan Restoran zinciri olarak Milano, New York ve İstanbul’dan sonra Ankara’da da hizmete girdi. İtalyan mutfağının tipik özelliklerine sahip olan restoranda zengin şarap mönüsü, ince hamurlu pizzalar ve ev yapımı makarnalar ön plana çıkıyor. İtalyanların ünlü el yapımı mozzarella peyniri günlük olarak hazırlanıyor. Et çeşitleri de bir hayli fazla olan işletmede kullanılan etler İzmit’te bir çiftlikte özel olarak yetiştirilen hayvanlardan sağlanıyor.
Makkarna: GOP Semti’ndeki salonu küçük, ama lezzeti büyük bu mekan farklı konseptiyle büyük ilgi görüyor. Adını mönüsündeki yemeklerden alan işletme, dekorasyonunda makarnanın renk tonlarını kullanmasıyla müşterisine sıcak bir ortam sunuyor. Yemeklerin kişiye özel olarak pişirildiği Makkarna’da, mutfak malzemeleri günlük alınıp taze servis yapılıyor. Mönüsünde yer alan 10 çeşit makarna kendi aşçıları tarafından imal ediyor. En büyük ilgiyi ise 25 özel sos ve peynirden yapılan Maskarpone Tatlısı görüyor. Sadece bu işletmeye ait spesiyalin özelliği ise tabaktaki Maskarpone’yi dıştan içe doğru kaşıklarsanız tatlı, içten dışa doğru kaşıklarsanız tuzlu bir tat sunması.
L’angoletto: Sheraton Hotel & Convention Center içerisinde yer alan L’angoletto da İtalyan yemeklerinden oluşan mönüsüyle hizmet veriyor. Sadece bu restorana ait geniş bir özel şarap koleksiyonu mevcut. L’angoletto, İtalyanca’da küçük köşe anlamına geliyor. Yemeğe eşlik eden İtalyanca melodiler, beyaz renkli mönü kartları, renkli yastıklar, personelin kıyafeti gibi her şey İtalyan zevkini yansıtıyor. Tabii sunulan ürünler de.
Mezzaluna: 1999 yılında Bilkent’te açılan ilk Mezzaluna, büyük ilgi görünce ikincisi de 2002 Mayıs ayında Kavaklıdere Semti’nde hizmete girdi. İtalyan mutfağının seçkin örneklerinin bulunduğu mönüsüyle çok geniş bir yelpazede müşteri profiline sahip olan Mezzaluna’da pizzalar ve pastalar (makarna) en revaçtaki yemekler. Her iki Mezzaluna’da da İtalyan şefler mutfağı yönlendiriyor. Mekanın en ilgi gören spesiyali ise deniz mahsullü makarna, Linguine.
Cafe Rosso: Başkent’te İtalyan mutfağının tipik örneklerini bulabileceğiniz Rosso, İtalyanca’da kırmızı anlamına geliyor ki, mekanın dekorunda kırmızı hakim renk olarak göze çarpıyor. İtalya’nın ödüllü aşçılarından Domenico’nun hazırladığı lezzetler, sabahları klasik müzik, akşamları ise hafif yemek müziği eşliğinde sunuluyor. Aşk temasının ağırlıklı olarak işlendiği mekanda 50’li 60’lı yılların ünlü aşk filmleri siyah-beyaz olarak ekrana getiriliyor.
Bir söyledim, bin ah işittim
Kısa bir süre önce, "Ankara’nın kaliteli imajı bunları hiç hakketmiyor" başlığıyla bir yazı kaleme almıştım. "Ankara havaları" üzerine yazılan müstehcen türküler ile Ankaralı Turgut, Namık, Sincanlı Oğuz Yılmaz gibi, adının önüne Ankara imajı koyarak pavyon adabıyla hareket eden insanların Ankara kültürünü yozlaştırdığını aktarmıştım.
"Çok değil, bundan 10 yıl öncesine kadar" diyerek de Ankaralı sanatçıların icra ettikleri sanatlarına, yaptıkları müziğe ve yarattıkları bestelere büyük saygı gösterildiğini vurgulamıştım. Gerek müzik, gerekse sinema dalında kalitenin birer temsilcileri olarak görülen bu isimlerden örnekler de sıralamıştım. Yazımı bitirirken de şu cümleleri sarf etmiştim.
"İşte bu yozlaşmaya ve dolayısıyla da Başkent imajının zedelenmesine şiddetle karşı çıkıyorum. O eskinin kalitesini özlemle anarken de, pavyon kültürünün Cumhuriyet’in başkentine hiç yakışmadığını söylüyorum. Haksız mıyım?"
İşte bu yazım üzerine birçok e-mail, mektup ve telefon aldım. Hemen hemen herkes benimle aynı fikri paylaştığını iletip, yaşanan son olumsuz örnekleri daha fazla dile getirmemi istiyordu. Ayrıca, Behçet Kemal Çağlar, Necdet Evliyagil, Cahit Külebi, Ceyhun Atıf Kansu, İlhan Berk, Atilla İlhan, Erdoğan Berker, Halil Soyuer, Dr. Bekir Mutlu gibi ünlü şair ve söz yazarlarını bağrından çıkaran bir kentin, kültür seviyesinin nerelere geldiğini gözler önüne sermem gerektiğini vurguluyorlardı.
Sonuçta hepsinden değil ama, yıllarca Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde görev aldıktan sonra kendini Türk Müziği’ne adamış söz yazarı ve bestekar Albay Osman Babuşçu’dan bir örneği sunmayı yeğledim.
Hatırlatmak gerekirse Babuşçu’nun bir çok bestesi Zeki Müren, Seçil Heper gibi ünlü sanatçıların albümünde yer alırken, halen radyo ve televizyonlarda çalınmakta. "Gözlerin Yeter", "Kanımda Kıvılcım" ve "Bir Sen Bir Ben Bir Allah Bilir" isimli şarkıları aklıma ilk gelenler.
İşte bu ünlü bestecinin Ankara üzerine yazılmış güzel bir eseri. Sözlerini okuduğunuz zaman bahsetmek istediğim kalite ve düzeyin ne olması gerektiğini en güzel şekilde ispat ediyor.
Dün Sertap’tı, bugün Kenan hedef tahtası
Toplumsal hafızamızın zayıf olduğu bir kez daha ortaya çıktı. Çok değil, bundan 4 yıl önce 48. Eurovision Şarkı Yarışması öncesi ve sonrası yaşananlar çok çabuk unutuldu. Ve bugün halen Kenan Doğulu’nun yarışmada şarkısını Türkçe mi, yoksa İngilizce mi okuması gerektiği tartışmalarını yaşıyoruz.
Şöyle bir hatırlayın... Sertap Erener’ in, şarkısını İngilizce seslendirmesinden ve şovunda oryantalist bir yaklaşım sergilemesinden dem vurup, gidişini engellemeye ve eleştiri yağdırmaya çalışanlar, birincilik ülkemize gelince sanatçıyı alkış yağmuruna tutmuştu. Hatta, işi daha da ileri götürüp Meclis’e soru önergesi verenler, bakanlık soruşturması açanlar, sanki hiçbir şey olmamış gibi, tebrik mesajları çekmişti. Bakın o sıralar siyasiler yarışma öncesi ne demişti.
TRT’den sorumlu Devlet Bakanı Beşir Atalay, "Niye İngilizce şarkı seçildi?" diyerek o zamanki TRT yönetimine soruşturma açmıştı. Bunun üzerine Sertap Erener’e ülkeyi temsil görevini veren o zamanki TRT Genel Müdürü Yücel Yener, bu soruşturma karşısında basın toplantısı yapmış ve "Ortada bir suç varsa bu bana aittir, ama biz İngilizce parçayla katılmaya kararlıyız" demişti.
Genel Müdür Yener’in bu basın toplantısı üzerine, Meclis Başkanı Bülent Arınç başta olmak üzere, birçok AKP’li milletvekilinin sert demeçler verdiğini ve hatta işi daha da abartıp söylemlerini soru önergesi haline dönüştürdüğünü görmüştük. Üstelik AKP Samsun Milletvekili Suat Kılıç’ın verdiği soru önergesi, birçok yandaşı tarafından destek bulmuştu. İşin komik tarafı, eleştiri yağdıran AKP’li siyasilerin safına bazı müzisyenlerle köşe sahibi yazarlar da katılmış ve koro halinde aynı nameyi söyleme başlamışlardı.
Ve yarışma sonrası birçoğunun sessiz sedasız kenara çekileceğini beklerken, saf değiştirip, övgü yağdıran kitlenin içine karıştıklarını görmüştük. "Macarca şarkıyla katılsak daha iyiydi"diyerek, daha önce dalgasını geçen TBMM Başkanı Bülent Arınç, yarışma sonrası Sertap Erener ve ekibini ilk kutlayanlardan biri olmuştu.
Şimdilerde aynı tartışmaları bir kez daha yaşıyoruz. Kimi siyasiler, bürokratlar, hatta sanatçılar geçmişi çabuk unutup, Kenan Doğulu’nun şarkısını İngilizce söylemesine karşı çıkıyorlar. Onlara bir kez daha hatırlatmakta fayda var. Eurovision’da oy kullanan izleyici ve dinleyiciler ağırlıklı olarak Avrupa ülkeleri vatandaşları. Hal böyle olunca da insanlara bildiği dilden seslenmek gerekiyor.
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2007
Kızılay ve civarında yer alan kimi bar fuhuş pazarının yeni mekanı oldu" diye hep söylüyorlardı da, gözlerimle görmedikçe inanmıyordum.. Merak bu ya! Bir gece rotamı bu barlardan birine çevirdim ve içeriye girmemle, eski birkaç politikacıyla burun buruna gelmem bir oldu. O takım elbiseli, anlı şanlı hallerinden eser kalmamış, dik balıkçı yakalı kazakları ve özensiz sakal tıraşlarıyla oldukça rahat görünüyorlardı. Beni fark etmemiş olmalarının verdiği avantajla köşede ve loşta kalan masalardan birine oturdum.
Yanlarında birbirinden alımlı üç genç kız oturuyordu. Zaten barın etrafı ve masaların birçoğu fiziği hoş genç kızlarla doluydu. Meğerse burası yeni konseptteki pavyonlardan biriymiş. Bir kısmı üniversite öğrencisi olan kızlar müşteri gibi gelip, önce kendilerine bir şeyler ikram eden, pazarlıkta anlaşırsa da yatağına buyur eden erkeklere hizmet veriyormuş.
Normal pavyonların aksine, burada konsomasyon ücreti yokmuş. Müesseseye içilen içkinin ve yenen mezelerin parası ne kadarsa, o ödeniyormuş. Mekanlar için amaç fuhuş ekonomisinden servis ücreti alarak pay kapmakmış. Ava çıkan kızlar yediği ve içtiğini normal müşteri gibi ödüyor, pazarlıkta anlaştığı erkekten kazandığını da kendi cebine indiriyormuş. Bu arada fuhuş, sokaklardan kapalı mekana girdiği için de emniyet bu duruma fazlaca ses çıkarmıyormuş.
Şimdi Ankara’nın pavyon ayağında üç kategori oluşmuş. Birincisi, sadece yabancı uyruklu kadınların çalıştığı, ikincisi klasik anlamda Türk hanımların boy gösterdiği, üçüncüsü de daha ucuz alternatif sunan, yukarıda bahsettiğim barların bulunduğu pavyonlar. İlk ikisi turistik ruhsatlı ve vergi kayıtlı olduğu için üçüncü kategoride iş yapan mekanlara ateş püskürüyormuş. "Polis baskınına uğrayıp, sürekli kontrolden geçen biz, vergisini ödeyen biz, işletme giderleri yüksek olan biz, ama parayı götüren kayıt dışı iş yapan bu yerler." diyorlarmış.
Renkli neonlarıyla müşteri bekleyen bu eğlence gettoları yeni bir sektörleri de beraberinde getirmiş. Gececi kadın kuaförleri... Doğrusu bu güne kadar gece bekçisi, gece kulübü, gece feneri gibi geceyle ilgili bir çok meslek ve mekan ismi duydum da gece kuaförüne ilk kez tanık oldum. Cilt bakımından saç kesimine, makyaj uygulamalarından maniküre kadar her türlü hizmetin verildiği bu kuaför salonları akşam üstü saat 17:00 civarında açılıp, sabah saat 09:00 da kapanıyormuş.
Gelelim gececi kuaförlerin müşteri portföyüne. Tamamına yakını pavyon, kulüp ve barlarda çalışan konsomatris, solist ile uvertürlerin yanı sıra, tele kızlarmış. Anlatılana göre işe başlarken ya da yoğun çalışma tempolarının arasında bakıma ihtiyaç duydukları zamanlarda bu salonlara gidiyorlarmış. Bazı bayanların bir gecede üç dört kez saç yaptırdığı ya da makyajını tazelettiği oluyormuş.
Dikkatimi çeken bir başka unsur da, eğlence mekanlarının önünden eksik olmayan okul servis araçlarıydı. Özellikle yabancı uyruklu kadınların çalıştığı kulüp ve pavyonlara hizmet veren bu minibüslerin işlevini öğrenmekte de gecikmedim. Meğer kaldıkları ev ve otellerden topladıkları bayanları mekana getirip, götürmek onların işiymiş. Yani, gündüz öğrencilere, gecede konsomatrislere hizmet sunuyorlarmış.
Kızılay ve civarında yer alan kimi bar fuhuş pazarının yeni mekanı oldu" diye hep söylüyorlardı da, gözlerimle görmedikçe inanmıyordum.. Merak bu ya! Bir gece rotamı bu barlardan birine çevirdim ve içeriye girmemle, eski birkaç politikacıyla burun buruna gelmem bir oldu. O takım elbiseli, anlı şanlı hallerinden eser kalmamış, dik balıkçı yakalı kazakları ve özensiz sakal tıraşlarıyla oldukça rahat görünüyorlardı. Beni fark etmemiş olmalarının verdiği avantajla köşede ve loşta kalan masalardan birine oturdum.
Yanlarında birbirinden alımlı üç genç kız oturuyordu. Zaten barın etrafı ve masaların birçoğu fiziği hoş genç kızlarla doluydu. Meğerse burası yeni konseptteki pavyonlardan biriymiş. Bir kısmı üniversite öğrencisi olan kızlar müşteri gibi gelip, önce kendilerine bir şeyler ikram eden, pazarlıkta anlaşırsa da yatağına buyur eden erkeklere hizmet veriyormuş.
Normal pavyonların aksine, burada konsomasyon ücreti yokmuş. Müesseseye içilen içkinin ve yenen mezelerin parası ne kadarsa, o ödeniyormuş. Mekanlar için amaç fuhuş ekonomisinden servis ücreti alarak pay kapmakmış. Ava çıkan kızlar yediği ve içtiğini normal müşteri gibi ödüyor, pazarlıkta anlaştığı erkekten kazandığını da kendi cebine indiriyormuş. Bu arada fuhuş, sokaklardan kapalı mekana girdiği için de emniyet bu duruma fazlaca ses çıkarmıyormuş.
Şimdi Ankara’nın pavyon ayağında üç kategori oluşmuş. Birincisi, sadece yabancı uyruklu kadınların çalıştığı, ikincisi klasik anlamda Türk hanımların boy gösterdiği, üçüncüsü de daha ucuz alternatif sunan, yukarıda bahsettiğim barların bulunduğu pavyonlar. İlk ikisi turistik ruhsatlı ve vergi kayıtlı olduğu için üçüncü kategoride iş yapan mekanlara ateş püskürüyormuş. "Polis baskınına uğrayıp, sürekli kontrolden geçen biz, vergisini ödeyen biz, işletme giderleri yüksek olan biz, ama parayı götüren kayıt dışı iş yapan bu yerler." diyorlarmış.
Renkli neonlarıyla müşteri bekleyen bu eğlence gettoları yeni bir sektörleri de beraberinde getirmiş. Gececi kadın kuaförleri... Doğrusu bu güne kadar gece bekçisi, gece kulübü, gece feneri gibi geceyle ilgili bir çok meslek ve mekan ismi duydum da gece kuaförüne ilk kez tanık oldum. Cilt bakımından saç kesimine, makyaj uygulamalarından maniküre kadar her türlü hizmetin verildiği bu kuaför salonları akşam üstü saat 17:00 civarında açılıp, sabah saat 09:00 da kapanıyormuş.
Gelelim gececi kuaförlerin müşteri portföyüne. Tamamına yakını pavyon, kulüp ve barlarda çalışan konsomatris, solist ile uvertürlerin yanı sıra, tele kızlarmış. Anlatılana göre işe başlarken ya da yoğun çalışma tempolarının arasında bakıma ihtiyaç duydukları zamanlarda bu salonlara gidiyorlarmış. Bazı bayanların bir gecede üç dört kez saç yaptırdığı ya da makyajını tazelettiği oluyormuş.
Dikkatimi çeken bir başka unsur da, eğlence mekanlarının önünden eksik olmayan okul servis araçlarıydı. Özellikle yabancı uyruklu kadınların çalıştığı kulüp ve pavyonlara hizmet veren bu minibüslerin işlevini öğrenmekte de gecikmedim. Meğer kaldıkları ev ve otellerden topladıkları bayanları mekana getirip, götürmek onların işiymiş. Yani, gündüz öğrencilere, gecede konsomatrislere hizmet sunuyorlarmış.
Bunları biliyor musunuz?
Sizlere zaman zaman Ankara’nın ilklerine yönelik küçük notlar sunacağım. Yaşadığımız şehre ve bağrından çıkan ünlü insanlara yönelik bu notlara siz de e-mail adresime ulaşarak katkıda bulunabilirsiniz.
Ankara’da ilk elektriğin 1925 yılında üretildiğini.
-Evlerdeki çeşmelerden suyun 1936 yılında akmaya başladığını. (Çubuk Barajı’ndan borularla geldi)
Türkiye’nin ilk fast food restoranın 1953 yılında Kızılay’da açılan Piknik olduğunu.
-Ünlü sanatçı Kayahan’ın bir zamanlar Ankara Dedeman Otel’in Halkla İlişkiler Müdürlüğünü üstlendiğini.
Hülya Avşar ve Seren Serengil’in sahnelere ilk kez Ankara’da çıktığını
- Bırakın Ankara’yı, Türkiye’ye ilk yabancı revü grubunun şimdilerde kapalı olan Gar Gazinosu’na geldiğini.
İstanbul sosyetesi golfu pantolon zannederken Ankaralıların 1960’lı yıllardan itibaren Gençlik Parkı’nda ve Çankaya’da bulunan Golf Kulüp de mini golf oynadığını.
Türkiye’nin ilk ve tek mini treni ile istasyonlarının Gençlik Parkı’nda her gün binlerce yolcu taşıdığını.
Türkiye’nin ilk buz paten pistinin Kurtuluş Parkında kurulduğunu.
Ülkemizdeki İlk diplomatik arterin Ankara’da oluştuğunu.
Türkiye’deki ilk üniversite kampusunun Ankara’da kurulan ODTÜ kampusu olduğunu.
Ülkemizdeki ilk Devlet Konservatuarı’nın Ankara’da kurulduğunu.
Ülkemizdeki ilk Uluslararası Sanat ve Müzik Festivali’nin Ankara’da yapıldığını.
23 Nisan Uluslararası Çocuk Şenliği’nin ilk olarak Ankara’da hayata geçtiğini.
Yazının Devamını Oku 21 Ocak 2007
Hürriyet Ankara Bürosu’nun 5. Katı, Türkiye’nin iki önemli kalemine eve sahipliği yapar. Tüm gazete çalışanlarının "tecrit katı" dediği bu bölümün mahkumları, Emin Çölaşan ve Bekir Coşkun, haftanın altı günü gazetedeki köşelerinden okurlarıyla buluşur. Hepinizin bildiği gibi bu ikili, ülkemiz gündemine yönelik farklı üsluplarıyla keskin, zeka kokan değerlendirmeleriyle tanınır.
Oysa, bu iki ismin oda komşulukları, dostluklarının da etkisiyle, bazen hiç kimsenin tahmin edemeyeceği şakalaşmalara da neden olur. Birbirlerine takılmadan duramayan bu ikilinin espri ve mizah yüklü kat arkadaşlıklarına zaman zaman ben de eşlik ederim. Her ikisinin de dostluklarından büyük keyif alırım ve yaşam tecrübelerinden olabildiğince faydalanmaya çalışırım. Üstelik her ikisi de benim için iyi bir sırdaştır. Her ne kadar onların bazı sırlarını bilmesem de, her derdimi ve sevincimi paylaşırım. Onların yanından ayrıldığım zaman ise anlatmanın, paylaşmanın ve sorunları konuşmanın verdiği rahatlıkla kendimi kuş gibi hafif hissederim.
Kimi zaman da üçümüz bir araya gelip, espri dolu anlar yaşarız. İşte geçenlerde gelişen sohbetin konusu.
- Kim ne derse desin Bekir Coşkun iyi bir marangoz ve denizci. En azından medyaya öyle yansıyor. Emin Ağabey, sahi ona bu konularda niye sık sık takılıyorsun. Bu takılma kötü bir marangoz ve denizci olmasından dolayı mı, yoksa iyi olup da esprisine takılma mı?
E.Ç: Marangozluğunu bilmem, ama Urfalı Bekir’in kaptanlığı konusunda ciddi kuşkularım var. Mogan Gölü donduğu bir sırada Ankara’nın bozkırında kaptanlık ehliyeti aldı. Ayvalık’ta tekneye binip de açıldığı zaman, orada alarmlar çalıyor. Mesela, orada bir gün rotayı şaşırıp yanlışlıkla Yunan adası Midilli’ye vurdu. Birkaç defa da denizin bittiğini fark edemeyip sahile tosladı. Dolayısıyla kaptanlığı konusunda ciddi kuşkularım var.
B.C: Atölyem var evet, ama iyi bir marangoz değilim. Ben amatör marangozum. Denizciliğim de amatör. Bir defa Emin’in bahsettiği yer Midilli değil, Altınoluk’tu. Ama benim bundan pek şikayetim yok.
E.Ç: Kayboluyor mesela denizde. Sahil Kurtarma falan devreye giriyor. Çıkıyorlar, arıyorlar, buluyorlar.
B.C: Emin ile ilgili bir şey açıklayayım sana. Emin’in dümenci olduğunu biliyor musun? ODTÜ’de öğrenci iken kürek takımının dümenciliğini yapmıştır. Dümenci şudur; onlar arka arkaya oturup kürek çekerler. En arkada da sadece kafası görünecek şekilde hiç bir iş yapmadan dümenci oturur. Dümencinin genelde bir başka rolü daha vardır. Yandaki takıma küfrederek onların düzenini ve moralini bozmak. Emin bu işi iyi yaparmış. Ama bildiğim kadarı ile o zaman takımın en iyi elemanı imiş. Orada hakkını yemeyelim. Diyelim takımlar kuzeye doğru gidiyor. Emin’in rakip takımı kesin rotayı şaşırıp, güneye doğru gidermiş.
- Ben anlatayım, siz teyit edin. Denizle haşır neşir oluşunun ilk aylarında devamlı olarak teknenin pervanesi kırılıyor. Sonradan öğreniyoruz ki; yüzmeyi iyi bilmediğin için devamlı kıyıdan gidip kendinizi garantiye almaya çalışıyorsun. Tabii, kıyıya bu kadar yakın gidince de suyun dibindeki kayalara çarpan pervane kırılıyor.
B.C: Evet öyle bir şey!
Aslına bakarsanız şimdilerde Bekir Ağabey, iyi bir denizci ve okyanusları aşabilecek tecrübeye sahip. Ama, Emin Ağabey ile benim takılmalarım onu rahatsız etmiyor, bilakis hoşuna gidiyor. Onun için sohbet konusu deniz üzerine olsun yeter.
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2007
Geçenlerde Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Ortopedi ve Travmatoloji Bölümü öğretim üyesi ve kurucusu olduğu Spor Hekimliği Anabilim Dalı’nın da başkanı Prof. Dr. Mahmut Nedim Doral ile sohbet ediyoruz. Aynı zamanda Dünya Spor Yaralanmaları Derneği Yönetim Kurulu Üyesi ve Avrupa Spor Yaralanmaları Federasyonu eski başkanı olan Doral, uzunca bir süredir ülkemizin bir sporcu sağlığı politikasının olmamasından yakınıyor. Bu arada, yakınmakla kalmayıp, bir ülkenin sporcu sağlığı politikasının nasıl olması gerektiği yolunda fikirler yürütüyor.
Doral’a göre, işin temelinde bir spor üniversitesi ve hastanesi kurmak yatıyor. Yaptığı konuşmalarda sık sık Japonya’yı örnek gösteriyor ve bu ülkenin kurduğu spor laboratuarlarıyla, olimpiyatlarda aldıkları madalya sayısını, çok kısa sürede iki katına çıkardığını anlatıyor.
Sakın aklınıza, "Türkiye gibi fakir bir ülkenin, onca sorunu dururken, kalkıp da bir spor hastanesi ve üniversitesi kurmasına ne gerek var?" sorusu gelmesin. Çünkü, Mahmut Hoca bunun cevabını hemen yapıştırıyor.
"Fakir dediğiniz bu ülke olimpiyat yapmaya soyunuyor ve her uluslararası müsabakada sporcularından bir sürü altın madalya bekliyor... Üstelik 70 küsur tane üniversitemiz var. Neden bir spor üniversitemiz olmasın?" Bence hiç de haksız değil.
Prof. Doral’ın kafasına taktığı bir diğer konu da, yurt dışına tedavi için giden sporcular. Ona göre, 1000 sporcunun tedavi için yurt dışında harcadığı parayla, ülkemizde 3 tane küçük hastane kurulabilir. Oysa bu sporcular çok başarılı bir şekilde Türk doktorları tarafından da tedavi edilebilir.
Aslına bakarsanız, Prof. Dr. Mahmut Nedim Doral’ın, sporcu sağlığı politikası konusundaki bu düşüncelerinin, bizimki gibi bir ülkede gerçekleştirilmesi çok da kolay görünmüyor. Çünkü bu politikaları geliştirecek ve bunlara yön verecek kişilerin zihniyetleri hala çağ dışı. Nereden mi vardım bu kanıya? Tabii ki, Mahmut Hoca’nın başından geçen bir hikáyeyi dinleyerek. Kelimesine dokunmadan ondan dinlediğim gibi aktarıyorum.
"Bir dönem, Geçlik ve Spor Genel Müdürlüğü’nde Sağlık Kurulu üyeliği yapıyordum. Her hanım, biyolojik gereksinim çerçevesinde, aylık adet görür. Biz bayan sporcuların karnelerinde, adet dönemlerini de sorarız. Çünkü bu dönem esnasında hormonal dengede bir miktar değişiklikler olduğundan, özellikle spor sırasında eklem yaralanmalarında da artış olur. Mesela Süreyya Ayhan’ın, yarışlardan önce ilaçlarla geciktirilmesi de buna bir örnek. Ama ilginç bir yorumla, bu dönemlerini bayan sporculara sormamız, öz hayata karışma olarak algılandı ve karneden çıkarıldı. Biz bilim adamıyız. Bizim için hanım, erkek ayrımı yoktur, insan vardır. Bu nedenle de tüm arkadaşlarım o görevimizden ayrıldık."
İlginç bir sentez
Malumunuz kısa bir süre önce kurban bayramı ile yılbaşını bir arada kutladık. Dolayısıyla da ortaya ilginç görüntüler ve sentezler çıktı. Benimse en dikkatimi çeken unsur, yıllardır başımıza sorun olan türban olayının yılbaşı balolarında çözülmüş olmasıydı. Ankara’nın oldukça popüler mekanlarından birinde çekilen bu görüntü ne demek istediğimi çok iyi anlatıyor.
Bir yanda içkilerin su gibi aktığı, konfeti ve balonların dört bir yanı kapladığı salonlar, diğer tarafta pistte benim diyen dansçılara taş çıkaran türbanlılar. İlginç değil mi?
Hala çapadır Ankara
Elime ulaşan bir yazı çok hoşuma gitti. Ankara’yı ve içinde yaşamayı bu kadar güzel anlatan satırları okudukça, sizinle paylaşma isteğim daha da arttı. Kaynağına bir türlü ulaşamadığım yazıdan çok kısa bir bölümü size aktarıyorum. Belki bu sayede yazarına ulaşıp, tümünü yayınlamak için iznini alabilirim.
Tarihi, üzerine sonradan dikilmiş elbisesidir, yaşanmışlığı değil.
Akıldır, mantıktır. Ruh ona sonradan biçilmiştir, gerekliliği bilindiği için. Arkasında hayat değil, bilgi vardır. Bu yüzden toplamadır ruhu.
Otobüslerde, dolmuşlarda, pastanelerde, parklarda, insanların yüzlerine bakılarak kurulur hayaller. Çünkü bir deniz yoktur, insanlara sırtınızı dönüp seyredebileceğiniz.Yalnız kalamazsınız, denize kaçamazsınız. İnsanların dönüp gelecekleri yer yine birbirlerinin yüzüdür. Bu yüzden insan, ilişkileriyle var olur Ankara’da.
Mekanlarından öte insanlarının yüzleridir bu kente bağımlılığımızın temeli. "Ankara" (Ancyra), "çapa"dan (anchor) gelir. Denizi kaçalı çok zamanlar olmuştur ama hala çapadır.
Yazının Devamını Oku 7 Ocak 2007
KAR nedeniyle iki gün eve kapanıp, televizyon kanallarıyla hiç yapmadığım kadar haşır neşir olunca, geçmiş, bir film şeridi gibi gözümün önünden geçti. Kanaların sayısının ve içeriğinin çeşitlenmesiyle beraber, bizim de yaşamımızda önemli değişimlerin oluştuğunu ve hız çağının hepimizi ne kadar etkilediğini düşündüm. Radyonun başına ailece oturup, hoparlörden gelen o cızırtılı sesi saatlerce dinlemek artık çok eskilerde kaldı. Şimdi insanlar bir kaç işi aynı anda yaparken bile yaşamının durağan olmasından şikayet ediyor. Hızlı çalışıyor, hızlı yemek yiyor, hızlı yürüyor, hatta kelimeleri yutarcasına hızlı konuşuyoruz. Bu ortamdan her ne kadar şikayet etsek de, evde üç günden fazla oturunca hemen canımız sıkılıyor.
Gelelim bu hız çağının televizyon yaşamımıza getirdiği değişikliklere. Artık insanlar saatlerce gözlerini televizyona dikip, aynı kanalın programlarını peş peşe izlemekten hoşlanmıyor. Erkekler maç ve haberlere, hanımlar ise dizi, yarışma, klasik filmler gibi programlara yönelip aradığını bulana kadar o kanaldan bu kanala saniyelik geçişler yapmaktan hoşlanıyor.
Çok değil, bundan 16-17 yıl öncesine kadar her şey çok farklıydı. İstiklal Marşı’yla başlayan TRT yayınları, "Lütfen televizyonunuzu kapatmayı unutmayın" yazısı görünene kadar en ince detayına kadar izlenirdi. Koltuğuna mıhlanmış pozisyonda siyah-beyaz ekranına kendini kaptıran aile reisi, "Kaçak" dizisinden gözünü alamayıp yemeği ateşte unutan evin hanımı ve yatmamakta direnip film seyretmeye çalışan çocuklar günlük yaşamımızdan birer kesitti. Televizyon izleme üzerine kavgalar ise kanal seçimi için değil, ses ayarı ya da koltuğuna serilmiş kişinin önünden eğilmeden geçip, geçmeme üzerine olurdu.
Ben bu süreci, hem ekran önünde, hem de TRT stüdyolarında geçirme şansı bulmuş kişiler arasındaydım. Hürriyet Gazetesi’nin televizyon sayfalarına ve o zamanın en çok satan haftalık yayınlarından olan TV’de 7 Gün Dergisi’ne haber üreten muhabirlerden biriydim. Sayıları iki elin parmaklarını geçmeyen meslektaşlarımla TRT mensubu kadar kurumun iç yapısını bilir, stüdyolar arasında mekik dokurduk. Şimdi kimsenin umursamadığı bazı programların ekran arkasını gazete ve dergi sayfalarına yansıtmak çok önemliydi. Bilgi yarışmasında bir yarışmacı üst üste kazanmaya görsün, hemen röportajlar yapar ve adeta Einstein muamelesine tabi tutardık.
Şimdilerde çok komik gelen bu gazetecilik anlayışı o günler için çok popülerdi. Zira tek düze yaşamımızı renklendiren tek şey TRT kanalıydı ve sihirli camda kolu görünen kişi bile sohbetlerimizin konusuydu. Haberleri sunan spikerlerin tüm yaşam kesitini bilir, ailemizin bir ferdi gibi görürdük. Aslında giyimden yaşam tarzına kadar o ünlü spikerlerin bizden farklı yanı yoktu. Ama, onlar ekranda görünmenin faturasını acı bir şekilde öderlerdi. Aldıkları memur maaşıyla, dar bütçelerine rağmen değişik kıyafetler giymek, güzel görünmek için saç rengini değiştirmek gider kalemleri arasındaydı. Ekranda zengin görünür, ama kamera arkasında ellerinde kağıt kalem aylık bütçesini yapmakta zorlanırlardı. Kısacası onların görünen ile görünmeyen yönleri arasında büyük uçurumlar vardı ve televizyon yayıncılığının gelişmesi için özverileri çok fazlaydı. İptidai stüdyolarda cirit atan farelerden korunmak için ayaklarını sandalyenin üzerine çekip, belden yukarı görüntüsüne aksetmeden haber sunan spikerlere çok rastlamışımdır.
TRT çalışanlarının büyük çoğunluğuyla özel yaşamımızda da arkadaştık. Beraber bir kafeye ya da eğlence yerine gidip oturduğumuz ve hesabı ortak yüklenerek zar zor denkleştirdiğimiz günler hiç de az değildi. Oralarda hep şuna rastlardım: O güne kadar ekrandan izlediği birini karşısında gören diğer müşteriler kendi aralarında fikir alışverişine başlardı. "Görüyor musun, aslında boyu ne kadar kısaymış!" ya da "Ben de televizyonda görünce ilah gibi bir kadın zannederdim, evdeki hanımdan farkı yok bunun"
O zamanlar, gerçekten çok idealist bir çalışma ortamı vardı. Rekabet olmadığı için reyting ya da parasal çıkarlar uğruna program yapılmazdı. Ama bu rekabet ortamının olmamasının dezavantajı da şuydu; kıyaslayabileceğiniz bir şey olmadığı için insanlar kendini geliştiriyor mu? anlayamazdınız. Ama her şeye rağmen o zamanki TRT, en güzelini vermeye çalışırdı.
Ve geliyoruz bu günlere. Hız çağının gereği olarak saatlerce bir kanalın esiri olmuyoruz. Dakikalık, hatta saniyelik geçişlerle o kanaldan bu kanala dolaşıp duruyoruz. Bir kanalda sabit kalmamız içinse programın çok etkilemesi gerekiyor. Çıplak kadın, kan, polis ve adliye olayları, maç yayınları, saçma yarışma programları, paparazzi görüntüleri tercih listemizin başında geliyor.
Sonuçta kendi kendime şu soruyu soruyorum; "Tek kanallı, her şeyin temiz olduğu geçmiş mi, yoksa bol kanallı hız çağının televizyonları mı?"
Ankara’nın kaliteli imajı bunları hiç hakketmiyor
BİR çok kişi gibi, uzun süredir sanat dünyasındaki Ankara imajından rahatsızım. Daha doğrusu bir çok Başkentli gibi çok kızgınım. Nedeni ise , "Ankara havaları" üzerine yazılan müstehcen türküler ve Ankaralı Turgut ile Namık, Sincanlı Oğuz Yılmaz gibi, adının önüne Ankara imajı koyarak parçalar yapan bazı sanatçılar. Bir yerde pavyon kültürüyle hareket eden bu insanlar, Ankara kültürünü yozlaştırırken, imajını da fena halde zedeliyorlar.
Çok değil, bundan 10 yıl öncesine kadar Ankaralı sanatçı dendiği zaman ayrı bir köşeye konurdu. Yaptıkları müziğe ve yarattıkları bestelere büyük saygı gösterilir, isimleri neonların en üstüne yazılırdı. Gerek müzik, gerekse sinema dalında kalitenin birer temsilcileri olarak görülürlerdi.
Şöyle bir hatırlamak gerekirse, Kayhan, Füsun Önal, Atilla Özdemiroğlu, Muazzez Abacı, Emel Sayın, Erol Pekcan, İlhan Feyman, Zerrin Özer, Sibel Egemen, Nükhet Duru, Alpay, Belkıs Akkale, Arif Sağ, Kamil Sönmez, Seçil Heper, Ela Altın, Zekai Tunca, Nurhan Damcıoğlu bu ülkenin her türdeki müziğine damgasını vurmuş Ankara çıkışlı isimlerdi. Opera sanatçısı Ayhan Baran, piyanist İdil Biret, bestekarlar Şekip Ayhan Özışık ile Muammer Sun ise klasiğin vazgeçilmezleri arasındaydı.
Sinema sanatlarında ise başta yönetmenler Ömer Kavur ile Yücel Çakmaklı olmak üzere, Belgin Doruk, Filiz Akın, Ekrem Bora, Kartal Tibet, Cevat Kurtuluş Ankara’dan yola çıkıp, tüm Türkiye’ye mal olmuş sanatçılardı.
Ve geliyoruz bu günlere. Ankaralı dendiği zaman akla Ankaralı Turgut, Namık, Aysel gibi isimler geliyor. Tüm ülkenin beynine kazınan "Ankara Rüzgarı" şarkısının yerine de hilkat garibesi sözlerden oluşan şu şarkılar geçiyor. "Yakacaksın sobayı odayı, saat beşe gelince de göreceksin pompayı", "Arabada 5, evde 15, hoşuma da giderse, bedave!". "Tren gelir düttürür, düdüğünü öttürür, zamanın kızları bir sakıza öptürür", "Ata vurdum belleme, gir koynuma terleme, her yanım senin olsun, uçkurumu elleme"
İşte bu yozlaşmaya ve dolayısıyla da Başkent imajının zedelenmesine şiddetle karşı çıkıyorum. O eskinin kalitesini özlemle anarken de, pavyon kültürünün Cumhuriyetin başkentine hiç yakışmadığını söylüyorum. Haksız mıyım?
Yazının Devamını Oku