Denizi olmamasına rağmen en çok kaptanlık ehliyeti, daha doğrusu sertifikası veren ilin Ankara olduğunu biliyor muydunuz?
Bozkırın ortasında da kaptanlık yapılır mı demeyin. Zira eldeki sonuçlar gösteriyor ki, Türkiye denizlerindeki kaptanların çoğu Ankara kökenli. Başkentli deniz sevenleri kaptanlık sertifikasına ilk kavuşturan ve kavuşturmaya da devam eden kişi ise ODTÜ Fizik Bölümü’nden Prof. Dr. Esen Özsan...
Özsan , denizciliğe olan ilgiyi artırmak için, 1991 yılında ODTÜ’de Kürek Sporları Kulübü’nü kurdu. Daha sonraları ise amatör kaptan ve deniz telsizcisi yetiştirmeye başladı. Bugüne kadar bu kurslardan 3 binin üzerinde mezun vererek, Ankara’yı "amatör kaptan yetiştirme" sıralamasında birinci sıraya oturttu.
Kurslara katılanlar arasında, çok sayıda siyasi, bürokrat, general, işadamı ve öğretim üyesi bulunuyor. İşin ilginç yanı ise kaptanların eğitimlerini Ankara’nın bozkırında alması. Kışın donan Mogan Gölü’nden dolayı açık arazide öğrenimini tamamlayan kursiyerler tarlada tekne yönetmesini öğreniyor. Bu güne kadar kaptanlık eğitimini alan en ilginç kişi ise "Urfalı kaptan" olarak da bilinen Hürriyet Gazetesi yazarı Bekir Coşkun.
Onun deyişiyle doğduğu Şanlıurfa’dan çıkıp da engin sulara açılması bir sürü komik olayı da beraberinde getirmiş. Yıllar önce kaptan kursuna başvururken hemen bir kayık almış ve Ankara’daki evinin önüne çekmiş. Kayık denizle tanışmayı beklerken, Bekin Coşkun’da boyunu geçen sularda ilk kez gezinmenin hayaline kapılmış. Yağmurlu bir Başkent gecesinde kapısının önüne çıkan Coşkun, yan komşusu Mehmet Yazar’ın esprisine muhatap olmuş. "Alemin teknesi suyun içinde, oysa şu hale bak su senin teknenin içinde"
"Ankara’nın kaptanı anca bu kadar olur" diyen Bekir Coşkun’un denizle ilk tanışması da bir hayli ilginç. Ne olur ne olmaz diye sürekli teknesini suyun sığ kesimlerinde yüzdürürken motor pervanesini kırmalarda peşinden gelmiş. Bir iki derken hep tecrübeli denizciler yardımına koşup pervaneyi değiştirmiş. Sonunda da kendisi tamir etmeye karar vermiş. Etrafındaki komşulara olanca sesiyle bağırıp, "Yahu, kimsede kriko var mı? Pervane yine kırıldı" deyince kahkaha tufanı kopmuş.
Şimdilerde otomobil ile tekne arasındaki ayrımı yapabilecek bir kaptan olduğunu söyleyebilirim. Arada sırada yanlış rota izleyip Yunan adalarına çıksa da Türk kaptan Cousteau’su olmaya aday.
Sevenlerini ilk kez üzdü
Duyduğum an inanamadım, daha doğrusu inanmak istemedim. Tam 29 yıldır tanıdığım ve dostluğundan büyük keyif aldığım arkadaşımın acı ölüm haberi gelmişti. Belki de beni derinden sarsan ilk dost kaybını yaşıyordum. Levent Güray, 52 yaşında kalbine yenik düşmüş ve hayata veda etmişti.
O gün Kocatepe Cami’nde yıllardır hiç rastlamadığım kadar insan kalabalığının nedeni çok açık ortadaydı. Keza Karşıyaka Mezarlığı’nda da... Benim gibi seveni çoktu. Neredeyse tüm Ankara sel olup akmış, ona son vazifesini yerine getiriyordu. Bir anda her şey film şeridi gibi gözümün önünden akıp geçmeye başladı.
Onu ilk tanıdığımda eşi Deniz’in peşinde koşan romantik bir aşıktı. Basın Yayın Yüksek Okulu’nda birlikte okuduğum Deniz’i okul çıkışı almak için dakika sektirmez, bizlerle sohbet etmek içi çaba gösterirdi. Daha sonra o ünlü bir işadamı, eşi de beğenilen modacı oldu. Ancak, her zaman iş kimliklerimizi bir kenara atıp, birlikte olmaktan ve dostluğumuzu sürdürmekten büyük zevk aldık.
Koyu bir Fenerbahçe taraftarı olan, hatta Ankara’da ki derneği kuran Levent ile zıt düştüğümüz tek konu futboldu. Bir Galatasaraylı olarak maç sonuçlarına bakıp onu kızdırmak en büyük zevkimdi. Tabi, onun da. Her kötü alınan sonuçtan sonra Levent’e mesaj çeker, yetinmeyip telefonla arardım. Doğaldır ki, o da aynı şeyleri yapmak için Galatasaray’ın yenilmesini beklerdi. Yıllardır bu duruma öylesine alışmıştık ki, Fenerbahçe’nin bir yenilgisi sonrası benden mesaj ve ses gelmeyince meraklanıp kendisi aramıştı. "Ne o hasta filan mısın? Aramayınca merak ettim"
Şimdi yarattığı büyük boşlukla maçların heyecanı filan kalmadı. Dahası kalbimin bir parçası onunla birlikte kopup, kara toprağa girdi. Belki de aileni, dostlarını, çalışma arkadaşların ve bizleri ilk kez çok üzdün Levent.
Ev keyfinde geleceği porno sektörü belirleyecek
Günlük yaşamımızın bir parçası olan televizyon beraberinde süper icat videoyu getirmekte gecikmedi. Dolayısıyla da, sinema salonları bir anda evlerin içine taşınır oldu. Ama bu keyif aracının saltanatı da çok uzun sürmedi. Yaklaşık 5 yıl önce tanıştığımız VCD videoyu tahttan indirdi. Ancak onun da ömrü fazla sürmedi ve DVD’lerin hayatımıza girmesiyle gözden düştü. DVD’ler pırıl pırıl görüntü olanağı ve kulaklarımızın pasını silen ses kodlamasıyla evlerimizin neşe kaynağı oldu.
Ve geliyoruz bugünlere. Bilgi ve görüntü sistemleri, yakında iki yeni formatla tanışıyor. Hatta tanışmakla kalmayıp, hangisinin daha yaygın kullanılacağı tartışmalarını beraberinde getiriyor. Bir zamanlar VHS ve Beta video kasetler arasında yaşanan ikilem, artık HD-DVD ve Blu Ray arasında yaşanıyor. Toshiba, NEC, Warner Bros, Universal gibi firma ve stüdyolar HD-DVD’yi desteklerken; Sony, Philips, Matsushita, Pioneer, Disney ise Blu-Ray’de ısrarcı oluyorlar. Dolayısıyla tüketiciler de, bu iki sistemden hangisini alacağına karar veremiyor.
Blu-Ray’in mi yoksa HD-DVD’nin mi galip çıkacağını ise ne teknoloji firmaları ne de Hollywood belirleyecek. Bu alanda belirleyici olan tek bir sektör var, o da dünyada film yapımı ve dağıtımı konusunda en fazla paranın döndüğü "Porno" endüstrisi. Siz en iyisi evinizde DVD’nin yerini alacak oynatıcıyı almak için acele etmeyin. Bekleyin bakalım pornocular hangisini tercih edecek?
Atatürk Türk halkına bıraktı, ama bu havuzlara giriş yasak
Marmara, Karadeniz ve Akdeniz Havuzları... Atatürk’ün, Ankara’nın çorak topraklarını yeşertmek ve Atatürk Orman Çiftliği’nde tarım yapabilmek için 5 Mayıs 1925 tarihinde yaptırdığı üç sulama havuzu... Orman Çiftliği’nde su ihtiyacını karşılayabilmek için yapılan havuzların ikisi, Atatürk’ün isteği üzerine Karadeniz ve Marmara Denizi haritası şeklinde hazırlandı. Daha sonra yapılan bir başka havuza ise Akdeniz adı verildi. Atatürk’ün 11 Mayıs 1937 yılında, Atatürk Orman Çiftliği’ni içerisindeki köşklerle birlikte millete armağan etmesinin ardından, havuzlar çiftliğin başka kurumlara kiralanan alanları içinde kaldı. Bu üç sembol havuz, bugün MİT Müsteşarlığı, Devlet Mezarlığı ve Gençler Birliği Tesisleri’ne kiraya verilen alanlar içinde bulunuyor.
Bir dönem, Atamızın içinde yüzdüğü, hatta sandal koydurtup kürek çektiği havuzlar, zaman içinde halkın malı olacağına, bazı kurumların malı oldu. Öyle ki, zamanla yüzme havuzuna dönüşen bu tesisler kapılarını halka kapadı.
MİT Müsteşarlığı’na kiralanan alan içinde kalan Marmara ve Devlet Mezarlığı içinde kalan Karadeniz, bugün süs havuzu olarak değerlendirilirken, vatandaşın kullanımına kapalı. İçlerinde bir tek Gençler Birliği Tesisleri içinde kalan Akdeniz yüzme havuzu olarak kullanılıyor ki, ona da giriş üyeli. Yani, bir yerde o da halkın kullanımına kapalı.
Kısacası Atamızdan tüm Türk vatandaşlarına miras kalan bu havuzları halkın kullanımına açamaz mıyız? Yüzülmese bile, gezilmesi ve görülmesi sağlanamaz mı?