İnsanın iliklerine kadar işleyen rüzgar, mekanlardan dışarı taşan kahkaha sesleri, geldiği yön belli olmayan tabak çatal tıkırtıları ve solunan havaya hakim anason kokusu. Sakın yaşamımızın bir çok kesitinde var olan rakıyı yazacağımı zannetmeyin. O kapağı açılmış ve ince uzun bardağına boca edilmiş vaziyette kenarda dursun, en yakın arkadaşı "Meze" den, onlara ulaşabileceğiniz "Meyhaneler" den bahsedeceğim.
Kelime anlamına bakarsak kısaca içki içilirken yenilen hafif yiyeceklere meze denir yanıtını verebiliriz. Aslında rakı gibi yazılı tarihe geçmiş yönü olmasa da, meze kültürü hepimizin yaşamında var olan bir özellik. Rakının tatlı yakıcılığına ve anason tadına farklı lezzetler katan mezeler, sofrada olabildiğince çeşitli ama, az miktarlarda olmalı diyerek de tespitlerimizi sürdürelim.
Soğuk ve sıcak olarak ikiye ayrılan mezelerin hazırlanırken öncelikle taze mevsim ürünlerinden oluşmasına gayret edilmeli. Soğuk mezelerde zeytinyağı, sarımsak, maydanoz, dere otu, soğan, nane, kekik, fesleğen gibi tatlandırıcı otlar mutlaka kullanılmalı. Sofrada nelerin meze sayılabileceğine gelirsek; Buzlu badem, meyveler, salatalar, çiğ ve pişmiş sebzeler, et ürünleri, balık, su ürünleri, yoğurt ve doğaldır ki peynir. Yalnız mezelerin başını çeken peynirde beyaz ya da tulum peyniri rakı ile giden en iyi çeşitler. Krem peynirleri, dil peyniri, taze kaşar gibi kokulu ve kuvvetli peynirlerin çilingir sofrasına pek uygun düşmediğini de ilave edelim. Salam, sosis, jambon gibi şarküteri ürünleri ise rakıdan daha çok şarap veya biraya uygun düşen mezeler olduğunu da belirteyim.
Mezelerin püf noktası
İşte size bir iki püf noktası daha. Soğuk mezeler günlük ve taze olarak hazırlanmalı ve asla buzdolabına konmamalı. Buzdolabından çıkması gerekenler ise çıkarıldıktan 15- 20 dakika sonra mideye indirilmeli. Zeytinyağlı mezeler ise pişirildikten bir gün sonra yenilirse damak tadına daha uygun olurlar.
Gelelim meze kültüründen meyhane kültürüne. İstanbul’da yaşayan Rumlarla ortak özelliğimiz olan meyhaneler her ne kadar tavernalarla karıştırılsa da geleneklerimiz arasında yer alan önemli mekanlardı. Küçük seramik tabaklarda 25 hatta 30 çeşit, masaya serpiştirilen o leziz mezeler özellikle rakının en has arkadaşıydı. Önce göz zevkini, sonra da damak tadını tatmine yönelik bu küçük porsiyonlar ve seramik tabaklar, zamanla yerini melamin tabaklara, üst üste doldurulmuş yiyeceklere terk etti. Bırakın mide ve içki ile uyumunu, birbiriyle bile uyumsuz o yiyecekler sayesinde meyhane kültürü de kaybolmaya başladı. Çiğ köfte ile içilen viskiler ise uyumsuzluğu doruk noktalara ulaştırdı.
Üst aramaya
fotokopili çözüm
AB’ye uyum yasaları çerçevesinde polis artık her istediğinin üzerini arayamıyor. Mutlaka mahkemeden bir karar çıkartması gerekiyor ki, bu kalabalık gösteriler içinde geçerli. Hal böyle olunca da toplumsal olaylarda polis, itiraz eden bir kişinin üzerini arayamıyor, kontrol yapamıyor.
Son yapılan MHP kongresinde herkes üstü aranarak salona sokulurken, Emniyet’in aldığı ilginç bir önlem de dikkat çekti. Mahkemeden arama emri çıkaran emniyet yetkilileri bu kararı fotokopi ile çoğaltıp, polislere dağıttı. Yeni yasaya dayanarak aramaya itiraz eden herkese bu fotokopi üzerindeki kararı gösteren polis rahatça görevini yaptı.
Bundan böyle, maçlarda, toplantılarda, kısacası toplu aktivitelerde arama yapacak emniyet görevlilerinin cebinde duruma itiraz edenler için fotokopiyle çoğaltılmış mahkeme kararı olacak. Tabii, her olay için ayrı mahkeme kararı ve çoğaltılmış fotokopi bulundurulacak.
Ankara’nın sokak ve cadde isimleri
Hiç dikkatinizi çekti mi? Ankara, sınırları, bürokrasiyi ve protokolü çok sever. Zira devletin kalbidir. Yolları bile yerli-yabancı devlet adamlarının isimlerini taşır. Turan Güneş Bulvarı, Cinnah Caddesi, Fevzi Çakmak Sokak... Ya da alfabetik indeksten çıkmışçasına sıralanır. Bestekar, Bilir, Büklüm, Bülten gibi. İsim bulunamadığı zaman da içinde ruh olmayan rakamları tercih eder. 1. Cadde, 4. Cadde, 48. Sokak...
Biraz ruh katmak isteyen de, sanki Başkentliler istiyormuşçasına kendine ve yandaşlarına yontmaya başlar; Tıpkı, Büyükşehir Belediye Başkanı Melih Gökçek gibi yollara Seyfi Saltoğlu Bulvarları tabelasını asıverir...
3 bin 500 numuneden 65’i dopingli çıktı
Hacettepe Doping Merkezi Başkanı Prof. Dr. Aytekin Temizer ile görüşene kadar, merkezinin hangi seviyelere geldiğinin farkında değildim. Üstelik, anlattıkları karşısında şaşırtıcı bilgi ve rakamlara ulaşmıştım. Ülkemizin uluslararası standarda sahip tek doping merkezi olma özelliğini taşıyan bu ünitede, birçok spor federasyonuna hizmet veriliyordu. Öyle ki, Balkanlardan Afrika’ya, Batı Asya’dan Ortadoğu’ya kadar geniş bir bölgenin en mükemmel doping merkezi kimliğini kazanarak. Ayrıca zehirlenmelere karşı en etkili tanı merkeziydi.
Milyonlarca dolar harcanarak kurulan bu merkezde, son sistem teknoloji kullanılırken, bilgisayarın veri tabanına ödenen para bile yarım milyon doları bulmuştu. Hata payı, neredeyse sıfır olan tahlillere ulaşmak Hacettepe doktorlarının epey zamanını almıştı.
1 Ocak-5 Ekim 2006 tarihleri arasında, yani 9 ayda tam 3 bin 500 numune testten geçiyordu. Bunun 150 kadarı Irak, İsrail gibi çevre ülkelerden gelenlerdi. Ülkemizdeki en fazla test talebinde ise Futbol Federasyonu bulunuyordu. Zira, UEFA’nın kuralları, bölgedeki en güvendiği merkez olan Hacettepe’yi futbolculardan alınan numuneler için zorunlu kılmıştı.
Gelelim test sonuçlarına. Dünya standardına göre alınan numunelerden ortalama yüzde 2,5’u dopingli çıkarken, ülkemizdeki bu oran yüzde 2’nin altında kalıyordu. Yani, Türk sporcular üzerinde 9 ay süresince yapılan 3 bin 350 testten yaklaşık 65 tanesi dopingli çıkıyordu.