6 Mayıs 2007
1700’lü yıllar... İngiliz gemiciler, Karadeniz sahillerinden satın aldıkları on çift tavşanı İngiltere ile Fransa’ya götürür ve kraliyet ailelerine hediye eder. Hediyenin, en önemli özelliği ise dünyada yününden iplik üretilebilen tek tavşan olmasıdır. Kısa sürede Avrupa saraylarında evcil hayvan olarak beslenmeye başlayan tavşanlara Angora (Ankara) tavşanı adı verilir. Yünü uzun, ince, yumuşak, parlak ve dokumaya elverişli olan tavşanlar, özellikle 1700’lü yılardan itibaren dünya giyimine yön veren Avrupalı modacıların vazgeçilmezleri arasına girer. Tavşan tüyünden yapılan ürünler, yüksek fiyatları nedeniyle üst gelir gruplarının statü sembolü haline gelir.
Gelelim bu günlere... Angora tavşanı yetiştiriciliği dünyada halen ne kadar önemliyse, adını aldığı Ankara ve İç Anadolu’da da bir o kadar ihmal edilmiş durumda. Son yıllarda, küçük ölçekli az sayıdaki çiftlikte Angora tavşanı yetiştiriciliğine yeniden hız verilmeye çalışılıyor, hepsi o. Kısacası Angora tavşanının İngiliz gemicilerle başlayan dünya yolculuğunun rotası, bu küçük çiftliklerle birlikte yeniden anavatanında doğrulmaya çalışıyor.
Çiftliklerin, iplik üreticilerinin ciddiye alacağı miktarlarda ürün çıkartmaması nedeniyle şimdilik çok karlı bir yatırım alanı olarak görülmüyor. Ancak, Angora tavşanı üreticilerini zorlayan tavşan yemi ve ilaç sorunu aşılırsa Türkiye, dünya pazarında önemli bir konuma gelme şansına sahip.
Türkiye’de bugün 60’ın üzerinde Angora tavşanı üretim çiftliği bulunuyor. Hazine ve Dış Ticaret Müsteşarlığı verilerinde, 1990 yılında 5 bin 352 kilogram angora ithal ediliyor. Verilere göre, iki binli yıllarda ise toplam 38 bin 419 kg angora ürün ithal edildiği görülüyor.
Gelelim bu tavşanın ve sağladığı ürünün özelliklerine: Tavşanın tüyünden elde edilen ürün, yüzde yüz anti alerjik ve koyun yününden yedi kat fazla ısı veriyor. Üstelik terletmiyor. Genelde eldiven ve atkı yapımında kullanılıyor. Saf olarak kullanıldığı yer ise çok az. Zira, maliyeti çok pahalı. Örneğin bir kazakta yüzde 80 yün, yüzde 20 angora kullanılıyor. Bu hayvanların kırkımından sonra tüylerinin yeniden uzaması yaklaşık 2,5 ay sürüyor. İlk kırkımında kaliteli yün elde edilemiyor, ama ikinci kırkımdan sonra kaliteli yün çıkmaya başlıyor. Birinci kalite denilen 6 santimlik yün için 3 ay gerekiyor. Sürekli bakım ve tarama sonucunda kaliteli yün elde ediliyor.
Bu tavşanlar 28 günde bir çiftleşebiliyor. Yetiştirme çiftlikleri tarafından çiftleşme dönemleri kontrol altında tutuluyor. Angora tavşanları, ilk doğumlarında çok fazla yavrulayamıyorlar. Daha sonraki doğumlarda ise 6 yavrudan 12 yavruya kadar sayı degişiyor.
Prestij için fasona değil markaya yöneldiler
Geçen hafta, "Prestij mekanlar para basıyor" başlığıyla kapasitelerini sonuna kadar zorlayıp ucuza yatak satan, daha doğrusu sürümden kazanmaya çalışan beş yıldızlı otellerin, artık yüksek fiyatlara ulaşmak için markalaşmaya ve kaliteye yöneldiğini yazmıştım. Örnek olarak da Kempinski The Dome, Adam&Eve, Rixos Premium, Gloria Golf gibi tesisleri vermişim. Selçuklu mimarisinden esinlenen Kempinski The Dom Otel’den yola çıkarak da iç dekorasyonu, servis anlayışı ve lüksüyle, mutlaka görülmesi gereken bir müze izlenimi verdiğini belirtmiştim. Kullanılan malzemelerde de dünyanın en ünlü markalarına rastladığımı aktarmıştım.
İşte bu yazım üzerine Güral Porsel’in sahiplerinden Nafi Güral’dan bir eleştiri aldım. Doğrusu eleştirisinin bir bölümünde çok haklıydı. Önce konuyu aktarayım, sonra da cevabını yazayım.
Sayfanızdaki, "prestij mekanlar para basıyor" başlıklı diğer yazınızda ise, Turistik bölgelerdeki tesis sahiplerini farklılaşmaya, markalaşmaya yönlendiriyorsunuz. Umarım bu mesajınızı alırlar ve ucuz tesis değil, prestijli marka tesis olurlar. Buraya kadar hepsi çok güzel, ama güzel olmadığını düşündüğüm iki husus var.
Birincisi, Otellerin isimleri. Selçuklu mimarisinden esinlenerek inşa edilmiş otelin adı "Kempinski The Dom" Yakışmış mı? Ve diğer isimlerin hepsi de özenti ve yabancı. Biz de Güral Ailesi olarak Antalya bölgesinde tatil köyleri inşa ettik ve isimlerini "Club Ali Bey" olarak markalaştırdık. Ve yerel markanın faydasını görüyoruz. Lütfen, yerel isimler kullanılmasının getireceği faydaları yazınız ve ikna olmaları konusunda gayret gösteriniz.
İkincisi, otellerde kullanılan yemek servisi takımlarının yabancı marka olmasının özendirilmesine yönelik yorumlarınız. Tüketime yönelik pek çok marka gibi, sayfanızda konu ettiğiniz markalarda, üretimlerini gelişmekte olan ülkelerde yaptırıyorlar ve dünya pazarlarına sunuyorlar. Ağırlıklı olarak ihraç edilen Kütahya Porselen ile halka hitap eden Güral Porselen markalarının sahibi olan ailemiz, dünya genelinde markalaşmış firmalara fason üretim yapmayı kabul etse, inanın birinci sırada fasoncu olur. Ancak, biz kendi markalarımızı yaratıyoruz ve iddia ediyoruz; kalite olarak en başarılı yabancı ile eşit kalitede porselen üretiyoruz. En önemlisi ise 7 bin 400 kişiye istihdam sağlıyoruz. Türk sanayicisine, kalitesine güvenilmeli ve yabancı karşısında ezdirilmemeli.
Gelelim cevaba... Bence otellere, yabancı isim konmasında bir zarar olmadığı gibi, fayda var. Zira, Kempinski markası tüm dünyada biliniyor ve pazarlama açısından işletmenin önünü açıyor. Özellikle orta ve üstü gelir seviyesine ulaşmış yabancı misafirler bu isme geliyor. Tıpkı, Hilton, Sheraton gibi marka isimlere gittikleri gibi. Örneğin ABD Başkanı, bakanları ya da üst düzey görevlileri ülkemize geldiği zaman Hilton’da kalıyorlar. Zira bu ismi biliyorlar. Ancak, bunları yazarken Türk isimlere karşı olduğumu düşünmeyin. Sadece bir pazarlama metodundan bahsediyorum. Keşke bizim Türk isimli tesislerimiz de dünya markası olarak kabul görse ve pazarlanabilse.
Nafi Bey’in değindiği ikinci konuya da yanıtım şöyle: Aslında yabancı yerine yerli ürün kullanılması gerektiği yönündeki eleştirisinde çok haklı. Kempinski Otel’in kullandığı malzemeleri yazarken, gururumuz olan ülke markalarını göz ardı etmişim. Amacım, dünyadaki emsalleriyle başa baş giden markalarımızı eleştirmek değil, otel işletmesinin lüksün son noktasına ulaşmak için nerelere para harcadığını aktarmaktı.
Biyolojik tehdit var da, aşılar hazır mı?
Türkiye aşı ihtiyacının tamamını yurtdışından karşılıyor ve yerli üretimi yok. Sadece Refik Saydam Hıfzısıhha Merkezi kısıtlı oranda çocuk aşısı, yani bakterilojik aşı üretmekte, hepsi o kadar. Peki, yerli üretici firmalar aşı üretimine neden girmiyor? Daha doğrusu girmelerinin önünde bir engel mi var? Üstelik önümüzdeki beş yıl, biyogüvenlik sektörüne yatırım için en doğru zaman olarak görüldüğü halde.
İşte bu sorunun yanıtı Sağlık Bakanlığı’nda saklı. Aşının üretimi için bürokratik engellere üretici firmaların iştahsızlığı da eklenince yabancı ülkelere muhtaç kalıyoruz. Şu sıralar aşı üretmek için bir tek Genelkurmay’ın girişimi var ki, o da izin işlemlerini bir türlü tamamlayamayan Sağlık Bakanlığı’nın insafına kalmış durumda. Bu konunun ne kadar önemli olduğuna gelin birlikte bakalım.
Biyolojik Harp Maddelerinin Yasaklanması Sözleşmesi’ne imza koymayanlar kadar koyanların da sözleşmeye pek sadık olmadıkları biliniyor. Biyotehdit denince ilk akla gelen "insan güvenliği" olsa da bitki ve hayvan güvenliği de aynı oranda tehdit altında. Çünkü bitki ve hayvan güvenliği kolay ekonomik hedefler oluşturmakta.
Günümüz dünyasında insanların biyosaldırıya karşı en iyi ve belki de tek biyosavunma seçeneği "bağışıklık kazandırma" olarak karşımıza çıkıyor. Bağışıklık kazandırma da en etkin aşı ve serum yoluyla yapılabiliyor. Ve biz bu konuda yabancılara bağımlıyız. Uluslararası ilaç üreticileri, yerli firmaların önünü keserken Türkiye’de açılan ihalelere tam anlamıyla ambargo koymuş durumdalar.
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2007
Türkiye’nin ithalat kalemindeki ürün ve ülke çeşitliliği de dikkat çekici bir noktaya ulaştı. Türkiye, 2005 yılından bu yana aralarında Tanzanya, Mozambik, Cook ve Christmas Adaları’nın da bulunduğu onlarca ülkeden, insan saçı döküntüsü, at kılı, tohumluk olmayan pamuk, susam, küspe, kaşar peyniri ithal etti.
Üstelik ABD, Hindistan ve Çin’den 380 kilo insan saçı ve insan saçı döküntüsü ithal etti. Türkiye bu ithalat karşılığında 27 bin dolar ödeme yaptı. Dış Ticaret Müsteşarlığı verilerine göre, ülkemizin at kılı ithalatı ise 61 tona ulaştı. Bu ithalat karşılında 273 bin dolar ödeme yapıldı.
İthalat yaptığımız ülkeler arasındaki çeşitlilik de dikkat çekici bir boyuta ulaştı. Verilere göre ithalatçılarımız, Hint Okyanusu’nda küçük bir ada olan 240 kilometre karelik Cook Adası’ndan 38 bin dolar değerinde, 12 bin kilo kaşar peyniri ithal etmeyi bile başardı.
Cook Adaları’nın yanı sıra Christmas Adaları da ithalat kalemimizdeki yerini aldı. Christmaslı sanayiciler, Türkiye’ye motor sanayisinde kullanılan 293 adet mil yatağı, 16 adet elektrik teçhizatı parçası ve 5 adet entegre devre satmayı başardı. Christmaslı sanayicilere bu ithalat karşılığında 12 bin dolar ödendi.
Torna tezgahı ithalatının yanı sıra, Mozambikli sanayicilerin yüzü egzoz susturucuları konusunda da güldü; Türkiye, 14 bin adet susturucu ithal etti. Tüm bu ithalatlara ek olarak, aynı ülkeden tohumluk olmayan susam ve pamuk tohumu, tütün, ağaç ve kömür de ithal edildi; toplam, 13 milyon dolar ödendi.
Türk ithalatçıların kapısını çaldığı ülkelerden biri de Tanzanya oldu. Tanzanya’dan başta öküz, inek, koyun ve keçi derisi, olmak üzere, pek çok ürün ithalatı gerçekleşti. Ancak bu ithalat içinde en ilginç olanı şark tipi tütünden mamul sigaraydı ki, sadece 25 adet ithal edildi ve karşılığında 119 dolar ödendi. Akıllarda ise Tanzanya sigarası tiryakisi Türk’ün kim olduğu sorusu kaldı.
Doğu Afrika’da bir ada ülkesi olan Komor’dan sökülecek gemi ithal eden ve karşılığında 602 bin dolar ödeyen Türkiye, Malavi’den çay ve tütün döküntüsü ithal etmeyi de başardı. Memleketimin büyük çoğunluğu kıl, tüy ve tohumdan oluşan bu "garip" ithalatı, yaklaşık 45 milyon dolara ulaştı.
Prestij mekanlar para basıyor
Uzunca bir süredir her şey dahil sistemiyle durumu kurtaran Türk turizmi kabuk değiştirmeye, monotonlaşan hizmet anlayışını geride bırakmaya başladı. Kapasitelerini sonuna kadar zorlayıp ucuza yatak satan, daha doğrusu sürümden kazanmaya çalışan beş yıldızlı oteller, artık yüksek fiyatlara ulaşmak için markalaşmaya ve kaliteye yöneldi. Bazı tesisler hizmet anlayışını değiştirip, müşterilerine kişi başına günlük 30 ile 70 Euro arasında bir bedel değil, 12 bin Euro’lara varan faturalar çıkarıyor, Bunun en güzel örnekleri de Türk turizminin Riviera’sı olarak kabul edilen Belek’te yaşanıyor.
Örneğin, Kempinski The Dome, Adam&Eve, Rixos Premium gibi tesisler aynı büyüklükteki otellere oranla daha kaliteli hizmet sunmaya başladı. 100 dönümlük büyüklüğüyle en az iki bin turist ağırlayan tesislerin aksine, bu mekanlar 400 bilemediniz 700 kişiye hizmet vermeye başladı. Tabii, aldıkları kişi başı fiyatları da katlayarak.
Bu işletmeler içinde en göze çarpanı ise Kempinski The Dom. Geçenlerde yolumun düştüğü bu tesis Selçuklu mimarisinden esinlenerek inşa edilmiş. Otel bırakın Türkiye’yi, dünyadaki emsallerinin bir adım önünde. İç dekorasyonu, servis anlayışı ve lüksüyle, mutlaka görülmesi gereken bir müze izlenimi veriyor.
Toplam 420 yatak kapasitesine sahip otelin odalarında da yine dünyanın en ünlü markalarına rastlıyorsunuz. Lobi ve otelin geri kalan genel alanlarında kullanılan mobilyaların tamamı, dünyanın en ünlü markaları olan Fendi ve Baxter. Yiyecek-içecek departmanında kullanılan tabaklar Villeroy&Boch, Rosential; bardaklar Schott&Zwiesel; çatal bıçak takımları Hepp marka. Ayrıca, tüm elektrikli ekipmanlar özel imalat ve 22 ayar altın kaplama. Perde ve yatak örtüleri Vanelli, oda otomasyonları Martens, banyo armatürleri Stark, balkon ve dış mekan koltukları da Ketal imzasını taşıyor.
Bu gibi otellerde gecelik ağırlama bedeli, standart beş yıldızlıların 10 gün karşılığı aldığı paradan başlıyor, 12 bin Euro rakamına ulaşıyor.
Ortadirek çiğ köftesi
ÇİĞ köftenin ilk olarak Hz. İbrahim döneminde Urfalı bir ev hanımı tarafından yapıldığı biliniyor. Kocasının avladığı ceylanın etini pişirmek için evde odun bulamayan kadın, derde deva olsun diye bu yemeği yapıyor. Ceylanın budundan bir miktar yağsız et çıkararak, taş üzerinde başka bir taşla ezmeye başlayan kadın, ezilmiş eti bulgur, biber ve tuzla karıştırarak yoğuruyor. Yeşil soğan ve maydanoz eklemeyi de ihmal etmiyor. Sonuçta da Urfa’nın o leziz yemeği ortaya çıkıyor.
Yıllardır alışkın olduğumuz bu lezzet, şimdilerde etsiz olarak, fakat yine "çiğ köfte" ismiyle, porsiyonu bir buçuk milyona alıcı buluyor. Gazetemizin Ankara bürosundan Buket Güler ile Barış Oral’ın dikkatini çeken bir mekan her gün porsiyonu 1,5 YTL’den yarım ton çiğ köfte satıyor.
Kızılay Kumrular Sokak’ta ki MH Meşhur Çiğ Köfte’nin icraatı Urfalıları kızdırır mı bilmem, ama Ankaralıların bu tadı sevdiği bir gerçek. Özellikle akşam saatlerinde uzun kuyrukların oluştuğu mekanın önündeki çiğköfte tepecikleri kısa zamanda tükeniyor. Günde ortalama 2 bin kişi ağırlayan mekanın sahibi Hüseyin Özkul’un anlattıkları ise benim daha ilgimi çekiyor.
"Herkes alabilsin diye bu fiyatlara sattığımız çiğköfteyi daha ucuza isteyenler bile var. Bazen paraları yetişmiyor, yarım porsiyon bile talep ediyorlar. Hatta 1,5 YTL’lik hesap için kredi kartından para çektiriyorlar. Et ve tavuk döneri de satıyoruz ama insanlara pahalı geliyor."
Etsiz çiğ köfteyi oldukça lezzetli buldum, ama 1,5 YTL’yi bile denkleştirmekte zorlanan insanların çokluğunu görünce de lokmalar boğazıma dizildi.
Yazının Devamını Oku 22 Nisan 2007
GEÇEN hafta aynı başlıkla kaleme aldığım yazıda politikacılar ile sanatçılar arasında kimi zaman evliliklere, kimi zaman da skandallara varan ilişkilerden bahsetmiştim. Mahkeme salonlarına kadar uzanan Adnan Menderes Ayhan Aydan aşkından başlayıp, Hasan Fehmi Güneş- Aynur Aydan, Tuncay Mataracı- Işık Yavuz, Hamdi Eriş- Meral Gökçe, Ali Dinçer- Yıldız İbrahimova, Fikri Sağlar-Serap Sağlar birlikteliklerinden örnekler vermiştim. Bu arada gerek politik duruşu, gerekse insani özellikleriyle herkesin beğenisini toplayan Ali Dinçer’in vefatı beni de çok üzdü. Ülkemiz değerli bir insanını daha kaybetti. Allah Rahmet eylesin.
Gelelim bu haftaki ünlü isimlerimize... Uzun yıllar sosyal demokrat partilerde milletvekili olarak görev alan, bir süre Köyişleri Bakanlığı görevinde de bulunan Ali Topuz, politikacıların en cesurlarından biriydi. Topuz, gazetecilere yakalanma korkusu yaşamadan, sanatçı Nil Burak ile gece ışıklarının altında sık sık beliriyordu. Üstelik evli ve 3 çocuk babası olmasına karşın... Hafta Sonu objektifleri ikisini Müjde Ar-Uğur Yücel Show’dan çıkarken yakalarken istiflerini hiç bozmamışlardı.
Bu Ergonakan destanI baŞka
19. dönemde DYP Antalya Milletvekili olarak parlamentoya giren Gökberk Ergenekon, pop müziğin ünlü ismi Nilüfer’le aşkını ilan ederken, oldukça büyük sansasyon yaratmıştı. Sağ siyasi geleneği olan bir aileden gelen ve politik yaşamında yıldızı parlak görünen Ergenekon, bu ilişkisiyle herkesi şaşırttı. Ancak gönül ferman dinledi ve annesinin muhalefeti Nilüfer ile birlikteliği sonlandırdı.
Bu kare bİr eksİk verdİ
CHP İstanbul milletvekili Ercan Karakaş ile Müjde Ar birlikteliği, sanatçının Şener Şen ile Ankara’da yaptığı gösteri sırasında ortaya çıktı. Müşteri olarak gazinoya gelen Ercan Bey, bir kaç gün sonra damat adayı olarak kapıdan çıktı. Bakanlık da yapan Karakaş ile Türk sinemasının en parlak yıldızlarından Müjde Ar arasındaki bu ilişki nikahla noktalandı.
CHP İzmir Milletvekili olarak parlamentoda görev yapan Aydın Güven Gürkan’ın sinema sanatçısı Serap Aksoy ile girdiği ilişki ise herkesi şaşırttı. Zira Aydın Hoca, siyasetten başka düşünceleri de olduğunu, özel hayatında ununu eleyip eleğini asmadığını herkese gösterdi. Daha önce iki evlilik yapan Gürkan’ın yalnız yaşayacağını düşünenler yanılmıştı. Yakın arkadaşı Ercan Karakaş ünlü biriyle beraber olurken, o kendisini köşesine çekilmiş göremezdi. Gürkan, 98’in sonlarına doğru üçüncü kez dünya evine girdi ve Serap Aksoy’la olan birlikteliğini rahmetli olana kadar resmileştirdi.
Nİkah defterİne
deĞİl, televole
proĞramlarIna
İmza attIlar
49. dönem Demirel Hükümeti’nde Spordan Sorumlu Devlet Bakanı olan DYP Trabzon milletvekili Mehmet Ali Yılmaz, Çiller Hükümeti döneminde görevinden istifa etmişti. Pop müzik sanatçısı Sibel Bilgiç’le sanki kendisi padişah, o da sultanken tanıştıklarını, bu yüzden birbirlerine görür görmez vurulduklarını söyleyen Yılmaz, ünlü sanatçıyla mutlu ilişkisini sık sık Televole ekranlarından gözükerek sürdürdü. Ancak bir süre sonra bu ilişkiye nokta kondu.
Politikacı-sanatçı ilişkisinin en çok konuşulan örneği, Yıldırım Aktuna ile Ajda Pekkan birlikteliği oldu. DYP İstanbul Milletvekili’nin kalbini çalmasını bilen Ajda Pekkan ise Teoman Demir’den sonra girdiği bunalımlı günleri geride bırakmıştı. Eh, damat adayı olarak da Yıldırım Bey’den iyisi can sağlığıydı. Yaşı yaşına, huyu huyuna benziyordu. Her ikisi de geride bıraktıkları ilişkilere aldırmadan, yeni ufuklara yelken açabilecek cesarette görünüyorlardı. Ancak, beklenen olmadı ve bu ünlü çift de ayrılık rüzgarına kapıldı.
Evren Paşa’yı korkutan
Bilal Paşa kim?
Geçmiş tarihli bir köşe yazasında Şamil Tayyar, Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın dokunulmazlıklar ile ilgili görüşünü yazarken bir de anısını aktarmış. Bülent Arınç, milletvekili olmadan önce, adresi bulunamadığı için hakkındaki çok sayıda arama emri tam 8 yıl sürüncemede kalmış. Arınç, milletvekili seçildikten sonra adresi bulunmuş ve bu aramalardan bir çoğunun "hayvan hırsızlığı" gibi alakasız konulardan olduğu ortaya çıkmış. Ben de Bülent Arınç’ın Meclis Başkanı olmadan önceki yıllarda meslektaşım Hüseyin Özalp’e anlattığı çok ilginç bir olayı aktarayım:
12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası Türkiye yeniden demokratik hayata dönmenin provalarını yapmaktadır. Siyasi yasaklar neticesinde Milli Selamet Partisi’nin yerini Refah Partisi almıştır. Yıllarca Erbakan’la siyaset yapan Bülent Arınç da Refah Partisi Manisa teşkilatının başındadır. Dolayısıyla Manisa ve ilçelerinde mitinglerde konuşmalar yapar. Bu arada, askerler siyasi partileri çok yakından takip etmektedir.
Bir gün komutanlar, Bülent Arınç’ı "çok önemli" diyerek garnizona çağırırlar. Arınç’ın gitmesiyle de komutanlar direkt olarak konuya girerler ve "Bilal Paşa kim?" diye sorarlar. Bülent Bey şaşırır, "Bilal Paşa mı? Hiç adını duymadım" diye cevap verir. Üstelik böyle birini tanımadığı konusunda ısrarlı olunca komutanlar, "Ama sizin mitinglerinizde partililer Bilal Paşa diye tezahürat yapıyor" derler.
Sonunda komutanlar Arınç’ın mitinglerinin tutanaklarını getirtirler. Yaptığı konuşmalar burada satır satır yazılıdır. Cümlelerin aralarına ise "Bilal Paşa iktidar olacak" sloganlarının atıldığı şeklinde notlar konulmuş durumdadır. Komutanlar tutanakları yüksek sesle okuttuktan sonra yeni bir açıklama beklerler. Bu arada olayın önemini de anlatırlar. Meğer tutanaklar Ankara’ya kadar ulaşmış, Kenan Paşa da "Derhal bana Bilal Paşa’nın kim olduğunu öğrenin" diye emir vermiştir. Yani Evren Paşa, iktidara göz diken Bilal Paşa’yı merak etmiştir.
Bu kez Arınç’ın "Bu işte bir yanlışlık var" demesiyle komutanlar ses kasetlerinin getirtilmesini ister. Kaset dinlenir ve Arınç’ın konuşmasının arasında sloganlar yükselir: "Hilal-Başak iktidar olacak! Hilal-Başak iktidar olacak!" Banttaki konuşmaları çözen askerlerin, RP’nin meşhur amblemi "Hilal-Başak" sözünü "Bilal Paşa" olarak anladıkları ve tutanağa da böyle geçirdikleri ortaya çıkar. Sonrasında her iki tarafta rahatlamıştır.
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2007
Ün sahibi sanatçılar ve güç sahibi politikacılar, çevrelerine afrodizyak bir etki yayar. Herkesi kapsamı altına alabilecek bu çekim, politikacılar ve sanatçılar karşılaştığı zaman kaçınılmaz bir hale gelir ve kimi zaman evliliklere, kimi zaman da skandallara varan "sanatçı-politikacı" ilişkisi ortaya çıkar.
Tıklım tıklım dolu mahkeme salonunda, yargıcın sorusu net olduğu kadar, inciticiydi; "Bu adamla münasebetin var mı?" Tanık kürsüsünde bulunan kadının cevabı, aşkın politikanın da, adaletin de üzerinde olduğunu gösterecekti...
Ne münasebeti hakim bey, ben bu adama aşığım
Kürsüdeki kadın, yakın tarihin en büyük aşklarından birinin kahramanı, opera sanatçısı Ayhan Aydan’dan başkası değildi. Aşığım dediği adam ise bir dönemin kudretli adamı Adnan Menderes’ti. İktidarının en parlak günlerinde, bir dost meclisinde tanışan Menderes ve Aydan’ın aşkı, 27 Mayıs darbesinden sonra da sürmüş, iki aşık mahkeme salonundaki bu enstantanede son kez karşılaşmışlardı.
Sanatçılara gönlünü kaptıran politikacıların akıbetleri Menderes kadar dramatik olmadı, ama bazen koltuğu kaybetme noktasına kadar getirdi. Cumhuriyet tarihinin gizli gönül ilişkisi yüzünden istifa eden ilk bakanı Hasan Fehmi Güneş oldu.
Birine istifa, diğerine şöhret yolu açıldı
Ecevit hükümetinin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş, gönlünü, sinema ve sahne sanatçısı Aynur Aydan’a kaptırmıştı. İzmir’de başlayıp, Ankara’da filizlenen ve İstanbul’da da serpilen bu birliktelik, ikilinin Hafta Sonu Gazetesi objektiflerine takılmasıyla son bulmuştu. Daha doğrusu bakana istifa, Aynur Aydan’a ise şöhret yolu açılmıştı.
Gündüz gözüyle ve makam arabasıyla Aynur Aydan’ın evine giden Hasan Fehmi Güneş, sadece bakan olduğunu unutmakla kalmamış, evli bir erkek için affedilmeyecek hata da yapmıştı. Objektiflere takılan bu birliktelik daha bir kaç ayı tamamlamadan Güneş’in bakanlık koltuğundan istifası, hatta siyasi hayatının sekteye uğramasıyla son bulmuş, bakanın "mafya tarafından tuzağa düşürüldüğü" itirazı pek de yankı bulmamıştı.
Motel hükümetinin hızlısı
Politikacıların sanatçılara olan düşkünlüğü, yer, zaman ve sanat dalı da tanımıyordu. Adalet Partisi’nden istifa eden 11 kişi içinde yer alıp, Ecevit’in "motel hükümeti" olarak adlandırılan kabinesinde Gümrük ve Tekel Bakanı olan Tuncay Mataracı, eğlence hayatına düşkünlüğüyle de tanınıyordu. Gazinoların ön masalarının vazgeçilmez isimlerinden biriydi. İşte, bu gece yarısı seferlerinden birinde dansöz Işık Yavuz ile tanışmış ve bu icraatıyla gazetelerin manşetlerine taşınmıştı.
Mataracı, Işık Yavuz’un ardından Sevda Karaca ile "sanatçı merakını" sürdürecek, bu arada yeraltı dünyasıyla ilişkileri yüzünden Yüce Divan’da yargılanarak mahkum olacaktı.
Aslına bakılırsa, sanatçıların da politikacılara ayrı bir düşkünlüğü vardı. 19. dönem Ankara ANAP milletvekili Hamdi Eriş, aynı zamanda zengin bir iş adamıydı. Parlamentoya seçilmeden önce, ünlü bir televizyon yıldızı olan ve ardından sahnelerde boy gösteren Meral Gökçe ile birlikte olmuştu. Hatta üç yıl süren bir evlilik dahi yapmıştı. Milletvekili olmasıyla da bu ilişkisi gündeme gelmiş ve evliliğinin mazide kalmasına rağmen günlerce yazılmıştı.
Soldan esen aşk rüzgarları
Gerek Ankara Belediye Başkanı olduğu dönem, gerekse SHP Ankara Milletvekili olduğu dönemlerde gözde bekar politikacılardan biriydi Ali Dinçer. Adı bir kaç kaçamak ilişkiye karışsa da, özel hayatını gizlemesini iyi biliyordu. Ancak, Bulgar asıllı caz sanatçısı, üstelik ünü dört kıtaya yayılan Yıldız İbrahimova’ya gönlünü kaptırınca, gözde bekarlık sıfatını da, özel hayatının gizemini de yitiriyordu.
Ali Dinçer’in ünü dünya çapında olan caz sanatçısı Yıldız Hanım’la yaptığı aşk evliliği halen tüm hızıyla sürüyor.
Son dönem hariç 1983 yılından beri İçel milletvekili olarak Meclis’te bulunan ve 6 yıl Kültür Bakanlığı görevini üstlenen Fikri Sağlar, Kenan Evren ile Turgut Özal’a karşı muhalefetiyle olduğu kadar, bekarlığıyla da dikkatleri çekiyordu. Zengin bir ailenin çocuğu olması, iyi eğitim görmesi ve her şeyden önce milletvekili olması nedeniyle dikkatli gözlerin odak noktasıydı. Ancak ilk aşkıyla birlikte, evlilik haberi de geldi. Sağlar, sanat dünyasından Ayten Gökçer’in yeğeni, Devlet Tiyatrosu sanatçısı Serap Sağlar ile evlenmişti. Evliliklerinden sonra bir de sinema filmi çeviren Serap Hanım için tiyatrocuğunun yanına film yıldızlığı da ekleniyordu.
NOT: Yer darlığından yazının ikinci bölümü haftaya. Sizi şaşırtacak, hafızalarınızı tazeleyecek daha bir çok isim var.
Bahar bereketi
Geçen hafta Başkentin sosyal yaşamı oldukça hareketliydi. Birbiri ardına gerçekleşen sergiler, davetler ve aktiviteler uzun süreden beri durağan geçen gecelere bereket getirdi. Doğal olarak da bir çok Ankaralı gibi, ben de o kapı senin, bu kapı benim dolaşıp durdum. Aslında gittiğim ve yazılması gereken o kadar çok etkinlik var ki, hepsini aktarmaya ne köşem, ne de gazetenin sayfaları yeter. İşte, içlerinden seçtiklerim ve yaşananlar.
Ankara Resim Heykel Müzesi, çok özel bir organizasyona ev sahipliği yaptı. Tempo Dergisi’nin "Engelleri Kaldıralım" kampanyası çerçevesinde, Serdar Bilgili’nin objektifine poz veren 33 engelli modelin fotoğraflarının bulunduğu sergi oldukça etkileyiciydi.
"Engellere Rağmen Fotoğraf Sergisi" ismini taşıyan davette, başta CHP Genel Başkanı Deniz Baykal olmak üzere, bir çok yeni ile eski politikacı ve bürokrat hazır bulundu. En önemlisi de Başkentli sanat severler sergiye büyük ilgi gösterdi. Davetin yıldızı ise görme engelli olmasına karşın, hayat dolu tavırları ile diğer engellilere de yaşama sevinci veren Metin Şentürk’tü. Serginin Ankara’ya getirilmesinde önemli rol üstlenen Tüm Kadınlar Lobisi (TÜKAL) önderliğindeki sivil toplum örgütlerinin üyeleri ise tam kadro müzedeydi.
HEVES KURSAKTA KART CEPTE KALDI
Sergi sonrası durağımız ise gece hayatına yön veren isimlerden Suat Başer ve Erk Şenman’ın eğlence yaşamına kazandırdıkları Gossip Lounge isimli mekandı. Cemiyet hayatının pek çok tanınmış ismini bir araya getiren açılış partisinde, içeride olandan daha çok kapı önünde yaşadıklarımız ilginçti.
Kredi kartlarına benzer bir kart dağıtan müessese, Cuma günleri saat 22.00 ile 02.00 arasında 25 yaş ve üzerindeki özel müşterilerine hizmet verecek. Bu nedenle de Cuma günleri girişteki elektronik kapı, kartı olan üyeler ile yakınlarına geçiş izni verecek. Diğer günler ise kart sahiplerine özel muamele vadiyle beraber her yaş kesimine açık olacak.
Hal böyle olunca da, yollanan kart ile kapıyı açmaya ve yanımdakilere hava atmaya hazırlandım ki, elektronik kapı kendiliğinden açıldı. Açan oldukça güzel bir sarışın bayan kapı görevlisiydi. Meğerse ilk gecenin şerefine bu hanım kapının kontrolünü ele almış.
"Kardeşim bilmeyene yardımcı ol da, benim havamı söndürme" derken, mekanın sahibi Suat Başer ile eşi Nükhet Hanım yanımda belirdi. Onlara bugüne kadar sadece kredi ve ATM kartı kullandığımı, farklı bir alanda ilk kartımı kullanacakken hevesimin kursağımda kaldığını anlatırken de şakamı ciddiye aldıklarını fark ettim.
Aslında kozmopolit eğlenceden sıkılanlar için güzel bir uygulama olmuş. İçeriye adım attığın an, seninle aynı frekanstaki insanları buluyorsun. Duyduğuma göre, ince eleyip sık dokuduğu için Suat’ın başı bu özel karttan edinmek isteyenlerle dertteymiş.
BÜYÜLÜ GECELER
Bildiğiniz üzere, "Ankara baharı müzikle daha güzel" sloganıyla Sevda Cenap And Vakfı tarafından düzenlenen Ankara Uluslararası Müzik Festivali’nin 24’üncüsü, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve eşi Semra Sezer’in de katıldığı açılış konseriyle başladı. Milli Eğitim Bakanlığı Şura Salonu’ndaki açılış konserinde Ankara’nın en genç orkestrası Hacettepe Senfoni, Şef Erol Erdinç yönetiminde muhteşem bir konser verdi. Yüzüncü doğum yılı kutlanan Ahmet Adnan Saygun ve Çaykovski eserlerini seslendiren orkestra, dinleyenleri adeta büyüledi.
Sevda Cenap And Vakfı Başkanı Mehmet Başman, Ankara’nın geleneksel bir sanat etkinliği haline gelen bu festivali bütün zorluklara rağmen gerçekleştirdiklerini belirtiyor. Başkentli müzik severler festival boyunca, toplam 24 konser ve gösteride, Türkiye dahil 13 ülkenin sanatçılarını izleyecek.
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2007
Ankara, yeni bir uydu kente kavuşuyor. Başkente 34 kilometre mesafede, 22 bin dönümlük alana kurulacak yerleşim birimi için Ankara Ticaret Odası ile Bilkent, yani Tepe Grubu ortaklaşa hareket ediyor. Küçük Amerika olarak adlandırılan Bilkent’in bir benzerini yaratmak için büyük araziler satın alan bu iki kuruma, bir iki üniversite de katılıyor. Arazi fiyatları artmasın diye de projeyi kamuoyuna duyurmadan, işini sessiz sedasız götürmeye çalışıyorlar.
Eryaman, Batıkent, Bilkent, Ümitköy, Beysukent gibi pek çok uydu kente sahip olan Ankara’nın yeni uydu kenti, Gölbaşı-Haymana arasındaki alana kurulacak. Proje için seçilen yer ise Karagedik Köyü’nün hemen yanındaki 22 bin dönümlük arazi. Uydu kentte konut inşaatlarına iki yıl içerisinde başlanacak ve 140 bin kişinin yaşadığı yeni bir yerleşim alanı oluşturulacak. Konutların tamamının lüks inşa edileceği uydu kentte, birkaç golf sahasının da bulunduğu sosyal alanlar, 100 metre genişliğindeki caddeler, 35 metre genişliğindeki sokaklar ve şehir içinde ulaşımı sağlayacak monoray sistem bulunacak.
ATO, kendisine ait alanı Arsa Ofisi’nden satın almış durumda. Bilkent ise bölgede arazisi olan şahıslardan toprak satın almaya devam ediyor.
ATO Başkanı Sinan Aygün, bundan 25-30 yıl önce, şimdiki Bilkent’in bulunduğu arazide ekim yapıldığını, ama bugün oradaki arazi fiyatlarının metrekare başına 3-4 bin dolarlara kadar ulaştığını belirtirken, "Bizim amacımız, o bölgeyi bir ilçe haline getirmek, yeni bir kasaba oluşturmak. Burada hastaneler, okullar, camiler, üniversiteler, teknokent ve fuar alanları olacak. Konut tipi olarak da, villa ve çok katlı binaları imara açacağız. Bunu yaparken de, öncelikle Ankara tüccarına ağırlık vereceğiz. Tabii ben, ATO’ya ait olan araziden söz ediyorum" diyor.
Ne zaman başlayacak?
Şu anda bölgenin imar çalışmaları devam ediyor. Parselasyon yapılarak, konut, sosyal alanlar ve diğer kamu alanlarının tespiti aşamasına gelinmiş durumda. Kısa süre içerisinde 1/5000’lik imar planı tamamlanmış olacak. Daha sonra yapılacak olan 1/1000’lik planla da parsellerin yerleri belli olacak.
Bağımsız ama senkronize
ATO ve Bilkent’in inşaatları birbirlerinden bağımsız olacak. Zaten Bilkent kendi inşaatlarını toplu olarak yaparken, ATO arazisini kooperatiflere paylaştıracak. Yine de, ATO ve Bilkent arasında, kentin bütünlüğünü korumak için bir senkronizasyon olacak. Satış konusu ise yine tamamen birbirlerinden bağımsız gerçekleşecek. ATO kooperatif sistemini uygularken, Bilkent yaptığı konutları kendisi satacak.
Döner tezgahından De Lux otele
Almanya’ya her gidişimde, çölde vaha bulmuşçasına koşardım Hasır Restoran’a. Çünkü, bana çok uzak gelen Alman mutfağından sıyrılıp, ülkemin damak tadını bulurdum orada. Sanıyorum, Berlin’deki Hasır Restoran 1978 yılında kurulmuştu. Daha sonraki yıllar onu yeni restoran halkaları takip etmiş ve Almanya içinde 100 civarında Hasır zinciri oluşmuştu.
Giresun’un bağrından kopup gelen Aygün ailesinin yarattığı Hasır markası kısa zamanda Almanya’nın döner devi olup çıkmıştı. Dile kolay, günde tam 1,5 ton döner satmak her yiğidin harcı olamazdı.
İyi hatırlıyorum, çok sevimli ve cana yakın patronu vardı. Duvarlarında Türkiye’den gitme birçok ünlü isimle resimlerini gösterip, yakın dostluğundan dem vururdu. Fotoğraflarda kimler yoktu ki? Başta Mesut Yılmaz olmak üzere politikacılar, bürokratlar, iş adamları, sanatçılar ve sporcular. Vatan sevgisiyle dolu patronu, Türkiye’ye dönüşümde bahsettiği ünlü isimlere sorup, cidden samimi mi, yoksa abartıyor mu diye araştırmıştım. İnanılmaz bir şey, kime sorduysam yakın dostu olduğunu söyleyip, iyi bir şekilde bahsetmişti.
Daha sonra ki yıllar Aygün ailesinin İstanbul’da otel ve restoran açtığını öğrendim. Ve son olarak da gözlerimle Antalya’da faliyete geçirdikleri o muhteşem oteli gördüm. Meğerse, beş yıldızın üstü sayılan ve de lux sınıfına giren "Titanik Otel"i de onlar yapmış. Bin 500 yatak kapasiteli süper lüks otelin önce gemi şeklindeki mimarisi, daha sonra da dümenine geçen sahibi ilgimi çekmişti. Dolayısıyla da bu görüntüler beni, yukarıda anlattığım eski anılara götürdü. Sonuçta da minik bir döner tezgahında başlayıp, dev otel ve restoran zincirine dönüşen imparatorluğun özünü kaybetmemiş Karadenizli sahiplerine şapka çıkardım.
Sarhoş Rus kızlar uçakta terör estirirse
Geçen hafta Antalya’daki bir toplantıya katılmak için uçakla seyahate çıktım. Ünlü manken Doğa Bekleriz’in bir hostesle aralarında geçen tartışmaya, yani kalkış anında koltuğu dikleştirme üzerine yaşanan ağız dalaşının bir benzerine tanık oldum. Bu kez koltuk sahibi ünlü bir manken değil, oldukça alımlı bir Rus güzeliydi. Aldığı alkolünde etkisiyle olacak manken Doğa’ya nazaran daha agrasifti ve üzerine gelindikçe oturduğu koltuğu daha da yatırıyordu. Allah’tan hostes sabırlı tavrını sürdürdü. Koltuk dikleşiyor ve uçak havalanıyordu. İşte bu yaşadıklarım, yaklaşık bir yıl önce tanık olduğum başka bir olayı aklıma getirdi.
Ankara- Antalya seferini yapmaya hazırlanan THY uçağı, yolcularını almış, aprondan ayrılarak havalanmak üzere pist başına ulaşmaya çalışıyordu... Uçakta iç kabin ışıkları sönmüş, görevli hostesler bile kemerlerini bağlamış durumdaydı... Bu esnada arka sıralarından bağrışmalar gelmeye başladı. Sesler o kadar yükseldi ki, kaptan pilot uçağı pist başındayken durdurdu ve tekrar kabin ışıklarını yaktı. O anda hostesler arka bölüme doğru koştururken, kaptan pilot da kokpitten çıkıp personele eşlik etti.
Bu sırada arka sıralarda oturan iki Rus kız, seslerinin dozajını daha da arttırarak hosteslerle tartışmaya başladı. Diğer yolcular tedirgin bir şekilde yerlerinden kalkmış, olup biteni izlerken, olay da aydınlığa kavuştu.
Uçağa sarhoş bir durumda binen Rus kızlar, önce yanlarında oturan erkek yolcuya küfredip, tacizde bulunuyor, bununla da yetinmeyip, işi daha da ileri götürerek, ön sıradaki diğer erkek yolculara da el ve bacak hamleleriyle saldırıyorlardı. Pilot ve kabin görevlilerinin bütün gayretine rağmen sakinleşmeyen Ruz kızları dizginleyen ise telsizle çağrılan hava limanı polisi oluyordu. Kızları zorla uçaktan indiren polis, işlem yapmak üzere gözaltına alıyordu. Uçak da, yaklaşık bir buçuk saatlik rötardan sonra havalanmayı başarıyordu.
İşte son seyahatimdeki Rus güzel inat ettikçe bu olay aklıma geldi ve "Eyvah yine rötar yapacağız" korkusuna kapıldım.
Yazının Devamını Oku 25 Mart 2007
ANKARA’da ki gayrimüslim cemaati rahatsız eden bir modadan söz edeceğim. Altı kuşaktır Ankara’da yaşayan ve Türk vatandaşı olmaktan onur duyan Katolik bir arkadaşım dertliydi. Yaklaşık üç yıldan bu yana, güvenlik nedeniyle ziyaretçilere kapalı olan Vatikan Sefareti içindeki kilisede Noel ayinine katılamıyordu. Ancak, kilisenin kapalı olmasından daha çok, açık olduğu süreçte Müslümanların akın akın gelmesi onu rahatsız ediyordu. Allah’ın evinde herkese yer olması gerektiğini vurgularken de, bu kalabalığın oluşma nedenini anlatıyordu.
Özellikle İstanbul sosyetesi St.Antuan Katolik Kilisesi’ne gidip, adak yarışına girirken, onlara özenen bazı Ankaralılar da Vatikan Kilisesi’ne doluşmaya başlamış. Bu moda öyle bir hal almış ki gayrimüslim cemaatin ibadet imkanı ortadan kalkmış. Yani, doluluğun nedeni dini vecibeleri yerine getirmek değil, adak çılgınlığı olmuş. Üstüne bir de güvenlik nedeniyle ziyaret kısıtlaması gelince, Katolik vatandaşlarımızın dini vecibelerini yerine getirme imkanı ortadan kalkmış.
İçkiyi makinede eserlerimizi ise iş merkezinde öğütüyorlar
Sık sık yabancı misyon temsilcileri ile biraraya gelip, ilginç konular üzerine sohbetler yaparız. Tıpkı geçen gün olduğu gibi... Batılı bir ülkenin ataşesi ve Dışişleri Bakanlığımızın şu sıralar Türkiye’de görev yapan büyükelçisiyle akşam yemeğinde buluştuk.
Sohbette söz dönüp dolaşıp dünya mutfağına, oradan da Suudi Arabistan’daki yaşama geldi. Geçmişte her iki diplomat dostum da bu ülkede görev yaptığı için enteresan anılarını birbiri ardına sıralamaya başladılar. Ana konumuz ise en fazla cam öğütme makinesinin Suudi Arabistan’da kullanılıyor olmasıydı.
Meğerse, evlerde içilen içkilerin şişelerini çöpe atıp, deşifre olmamak için bu cam öğütme makinelerine çok ihtiyaç duyuluyormuş. İçki satışını bırakın, içmenin bile yasak olduğu bu ülkeye alkol sokmanın da belirli püf noktaları varmış. Elçilikler bu işi özel kargolarla hallederken, büyük kolilerin üzerine "Kırtasiye Malzemesi" yazarak, içkiyi ülkeye sokarlarmış. Hatta Avrupalı bir ülkenin büyük elçisi sık sık piyano kolisi adı altında içki sandıklarını getirtirmiş. Suudi yetkililer de bu kadar piyanoyu rezidansın neresine sığdırdığını merak edermiş.
Piyano sever elçinin başına ilginç bir olay da gelmiş. Uçakla gelen piyano kargosu için Suudi gümrük polisi elçiliği aramış ve "Kargonuzu bir an önce gelip alırsanız iyi olur, zira içinden bir şeyler akıyor" diyerek ikazda bulunmuş.
Aslında yasalar gereği içki yasakmış, ama elçiliklerin bu takiyesine Suudiler göz yumuyormuş. Bu arada bazı dipolmatlar bu işin ticaretini bile yapıyormuş. Örneğin viskinin şişesi 150 dolara kadar alıcı buluyormuş. Eh, bu işi meslek edinenlerin kazandığı parayı siz hesaplayın.
Bir de her ikisinin de bizim için üzücü olan ortak gözlemi var. "Yıkılıp, yerine İş merkezi yapılan Türk kalesini bırakın da, Medine Garı’na gidip bir bakın. Orada sizi çok daha üzecek görüntülere rastlarsınız."
Ülkemizde sıkça rastladığım mimarinin benzeri olan Medine Garı’nın hemen dibinde bulunan dört adet hurda lokomotiften bahsediyorlardı. İngiliz ajanı Arabistanlı Lawrence’ın Türk ordusuna sabotajı sonucu hurda haline getirdiği lokomotifler o günkü haliyle kumların içinde duruyormuş. Ne bir bakım, ne bir ilgi...
Türk eserlerine bu kadar duyarsız olan Suudiler buna karşın Lawrence’ın yaşadığı evi müze haline getirmekten geri kalmamışlar.
İktidar yol verince, Irak’ta yeniden doğdu
ONU, her yıl Ankara Vergi Şampiyonları listesinde gördük. "Ankara Büyük Kanal Projesi", "İzmit Entegre Çevre Projesi" gibi ülkemiz açısından önemli yatırımları Vinsan isimli şirketiyle tamamlarken, önemli müteahhitler arasına ismini yazdırdı. Üstelik, bir dönem "Barış Partisi"ni kurarak Alevi oylarla Türk siyasetinde kendine yer edinmeye çalıştı. Sözü fazla uzatmadan, Ali Haydar Veziroğlu’ndan bahsettiğimi anlamışsınıdır.
Böylesine bir geçmişe sahip Ankaralı iş adamı, son yıllarda ekonomik yönden sıkıntıya girdi. Hatta banka ve vergi borçları yüzünden mal varlığına konan ihtiyati tedbir kararlarıyla yüz yüze geldi. Piyasaya olan borçları yüzünden alacaklıları şirket binasını mesken tutarken, çalışan personeli belli süre maaş alamadı. Kendisinin ve ailesinin lüks yaşamından ise eser kalmadı. Üç adet lüks uçağı dahil bir çok mal varlığı ya satıldı, ya da icralık oldu. Uzun bir süreden beri de Ali Haydar Bey’i ortalıkta gören olmadı.
Nihayet, geçenlerde Ali Haydar Veziroğlu’ndan haber geldi. Irak’taydı ve küllerinden yeniden doğmak için büyük yatırımlara imza atıyordu. Müteahhit olarak bu ülkeye gidip, bina ve yol çalışmalarında bulunurken çark tekrar dönmeye, kaybedilen paralar yeniden kazanılmaya başladı. En son kazandığı 220 milyon dolarlık yol ihalesi bile onun düzlüğe çıkmasının göstergesi oldu.
Onun yeniden dirilmesini sağlayan Irak çıkarması başta Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bakanı Kürşat Tüzmen olmak üzere AKP iktidarı sayesinde gerçekleşti. Hükümet, Veziroğlu’nun 160 parçadan oluşan makine parkına borçları karşılığı el koyacağına, özel bir izinle Türk gümrüğünden geçmesini sağladı. Kısacası, çalış, kazan ve ülkendeki borçlarını öde zihniyetiyle Ali Haydar Veziroğlu’nun iş makinelerine yol verildi.
Anlaşılan o ki, Ankaralı iş adamı borçlarını beklenenden çok daha kısa bir sürede ödeyecek. Zira, ek iş olarak Irak topraklarında bulunan ve savaştan sonra ıskartaya çıkarılan tank, top, uçak gibi malzemelerin sökülüp, hurda olarak satılması ihalesini de kazanmış. Şimdilerde Türkiye’den götürdüğü 50 civarında kaynakçıyla 600 bin tonu bulan savaş malzemelerini parçalara bölüyor ve Çin, İran gibi ülkelere hurda olarak satıyor.
Bu kenti seviyorum. Çünkü...
TÜRKİYE’nin en önemli şairlerinden biri olan Atilla İlhan’ın "Ulan Ankara ben senin oğlun değil miyim/ Kasketimin altında tepeden tırnağa bozkır"dizelerini hatırlıyorum. Ardından Metin Altıok’un, şiir tadındaki "Ankara, benim aziz kentim, kestane ağaçları ve aşklarım elbet" cümlesi takılıyor dilime. Ve Ankara’yla ilgili yazılmış binlerce şiire ilham vermiş o mihengi düşünüyorum. Sonra, Ankara’nın, milli mücadele tarihimiz, bağımsızlığımız ve cumhuriyetimiz için taşıdığı önem aklıma geliyor...
Sabahın, ilk ışıklarıyla birlikte Ankaralıların, karınca telaşını andıran hareketliliğiyle, iş yerlerine ulaşmaya çalışmalarını seyrediyorum. Alıveriş merkezlerinde gezinen, kafelerde soluklanan insanların bir çoğunun ev hanımı ve öğrencilerden oluştuğunu gözlüyorum. Mesai bitimiyle birlikte akşamı geceye taşımak isteyenlerin yüzlerini Sakarya, Tunalı Hilmi, Arjantin Caddeleri ya da Gaziosmanpaşa, Yıldız semtlerine çevirdiğine tanık oluyorum.
Sakarya Caddesi’nde, üst düzey bir bürokratla, öğrenci ve işçinin rakı masası komşuluğuna katılıyorum. Ya da Tunalı Hilmi Caddesi’nde bir yöneticiyle aynı şarkıya eşlik eden öğretmenin muhabbetine. Sinema koltuklarında film seyrettiğim komşumun ünlü bir bakan ya da politikacı olmasına aldırmadan gece seansını tamamlıyorum. Kısacası bir çok metropolde yaşananın aksine, insanların içiçeliğinin yarattığı armoniye baka kalıyorum.
Sonuçta da, insan ilişkileriyle var olan bu kente, bozkırı kendine taban yapmış gri binalar içindeki renk tuvalinin dışa da yansımasını istiyorum. Parkların, bahçelerin, yolların ortak beğeniye cevap vermesi ricasıyla da Kuğulu Park kavşağında olduğu gibi işlerin oldu bittiye getirilmemesini arzu ediyorum.
Kategorisi deniz ya! mahsulü ambargo yedi
ET ve deniz ürünlerini batı tarzıyla sunan ünlü bir restorandayım. Yan masamda adı sık sık gündeme gelen ünlü bir bakan ile iş dünyasının yakından tanıdığı sanayici oturuyor. Baş başa koyu sohbet içindeyken, garson yanlarına geliyor, et ve balık ürünlerini sayarak siparişlerini soruyor. Bakan hemen söze girip, "Aman deniz mahsulü olmasın da, ne olursa olsun" diyor.
Garson bu sözler üzerine et mönüsünü sıralarken, sanayici kahkahayı basıyor. Nasıl gülmesin ki? Deniz Baykal’ın muhalefetinden dolayı bunalan bakan, içinde "deniz" kelimesi geçen her şeyi hayatından çıkardığını söylüyor.
Ancak sonradan hatırlıyorum ki, aynı espriyi Osman Müftüoğlu ile beraber yemek yerken, o sıralar YTP Genel Başkanı olan ve Deniz Baykal’a karşı hiç de hoş duygular beslemeyen rahmetli İsmail Cem de yapmıştı.
Bakan Şener gözüyle savaş ekonomisi
DEVLET Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener’in ilginç bir makalesine rastladım. Hacettepe Üniversitesi’nde öğretim görevlisiyken kaleme aldığı bu yazıda, savaşların ekonomiyi daralttığını, ama bazı sektörlerde de ekonominin gelişmesine sebep olabileceğini yazmış. Örnek olarak da Birinci Dünya Savaşı’na giren Osmanlı İmparatorluğu’nu göstermiş.
O zamana kadar durağan giden ekonominin, savaşla birlikte canlandığını, bankacılık başta olmak üzere bazı sektörlerde gelişmeler kaydedildiğini vurgulamış. Ancak en alt kısımda da bunun her zaman böyle olamayabileceğini ilave etmiş. Yakın bir zamanda kendisiyle karşılaşıp, konuşma imkanım olursa, ülkemize dair başka örnekler vermesini de isteyeceğim.
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2007
Ankara’da çeşitli ülkelere ait elçilik ve rezidans binalarının bulunduğu cadde ve sokaklar kimi zaman o ülkeye, kimi zaman da hiç anlaşamadığı ülkelere ait isimleri taşır. Hal böyle olunca da, yabancı elçilikler arasında başkent cadde ve sokaklarının isimlerini kapma konusunda gizliden gizliye savaş yaşanır. Nasıl mı? İşte, Hürriyet’ten Özgür Ekşi’nin yaptığı araştırmanın sonuçları.
Öteden beri hedef tahtası olarak gördüğü İran’a girmenin sinyallerini veren ABD’nin Ankara Büyükelçisi, İran Caddesi’nde oturur. Ayrıca İran’ın Orta Asya’dan stratejik komşusu olan Pakistan da bu caddedir. Buna karşılık ABD’ye inat rejimini devam ettirmeye kararlı İran’ın Büyükelçilik posta adresi Tahran Caddesi’dir.
Filistin’in varlığını kabul etme konusunda yıllarca ayak direyen İsrail, Mahatma Gandi Sokak’da yer alırken, Türkiye’nin yıllar önce devlet olarak tanıdığı Filistin’in Büyükelçiliği Filistin Sokak’dadır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Hindistan ile Pakistan’ın ayrılmasında önemli rol oynayan Pakistan’ın lideri Muhammed Ali Cinnah’ın adı Ankara’nın en ünlü protokol caddesinde yaşar. Hindistan ve Pakistan zaman zaman şiddetlenen Keşmir-Cammu çekişmesiyle savaşın eşiğine gelse de, Hindistan’dan Ankara Büyükelçiğine gönderilen mektuplar Pakistanlı lider Cinnah’ın adını taşıyan caddedeki adresine ulaşır.
Dünyanın en kalabalık Müslüman nüfusunun yaşadığı ve laiklik ile şeriat arasında mücadelelere sahne olan Endonezya’nın Ankara Büyükelçiliği ise İslam’a karşı tavrından dolayı "Allah düşmanı" manasında "Adüvvullah Cevdet" diye anılan Abdullah Cevdet Sokak’da yer alır.
Fransa en şanslı elçilik binasına sahiptir ki, Paris Caddesi’nde konumlanır. Keza Romanya Elçiliği Bükreş Sokak’ta, Fas Elçiliği Rabat Sokak’ta yer alır. Almanya ise Willy Brand Sokak’la temsil edilir ki, bu sokakta bir tek Özbekistan Elçiliği bulunur.
Ana dilimiz en son 1960’da sorulmuştu
Avrupa Birliği’ne uyum çabası içindeki Türkiye, ana dilde eğitim ve yayın gibi sorunlarla da mücadele ediyor. Peki, ülkemizdeki ana dil panoraması ne durumda? Oldukça kısa bir araştırmaya girdim ve tam 47 yıl öncesinin rakamlarıyla kafamda oluşan soruya yanıt buldum.
Türkiye’de yapılan nüfus sayımında, "Ana diliniz nedir?" sorusu en son 1960 yılında sorulmuş. O sıralar ülkemizin nüfusu 27 milyon 754 bin 820 kişiymiş. Ve bu sayıma göre verilen cevaplar aşağıda verdiğim tabloyu oluşturmuş. Hiçbir yorum yapmadan istatistiki verileri bilginize sunuyorum.
22 bin ile 100 kişi arasındaki yelpazede de beyan edilen ana diller ise şöyle sıralanıyor: Sırpça, Rusça, Hırvatça, Bulgarca, Lehçe, Portekizce, Fransızca, İspanyolca, İtalyanca, Almanca, Abazaca, Acemce ve diğer diller ile ana dili bilinmeyenler.
Kadir İnanır’a Legion D’Honneur
Bir davette, Necef-Ahmet Uğurlu çiftiyle koyu sohbete dalmıştık. Necef Hanım, çok yakın dostu Kadir İnanır’la olan ilginç anılarını anlatırken, çevresindekileri gülme krizine sokmuştu.
Yılların oyuncusu Kadir İnanır, bir gün Necef Hanım’a gelip, "Fransızlar bana, ülkelerine yaptığım katkıdan dolayı Legion d’Honneur nişanı takacaklar." demiş. Başta Necef Uğurlu olmak üzere etrafındakiler ünlü sanatçıyı kutlama gayreti içine girerken de nedenini açıklamış.
"Fransızca kökenli motivasyon kelimesini Türkçe’ye kazandırdığım için bu ödüle layık görüldüm."
Ağca’dan Seda Sayan’a! "Beni beklese iyi olurdu"
Mehmet Ali Ağca’nın tahliyesinden sonra medya, geçmiş dosyaları tozlu raflardan çıkaradursun, aklıma karanlıkta kalmış çok sayıda olayı aydınlatmasıyla ünlü gazeteci Saygı Öztürk’ün "5-6-2 Tamam Reis" isimli kitabı geldi. Dogan Kitapçılık tarafından yeniden basılan eseri bir kez daha gözden geçirdim. Bir çok yeni bölüm ilave edilip, bilgiler güncelleştirilmiş. Ancak, kitabın daha önceki baskılarında Ağca olayı ve 1978 yılında sol görüşlü yedi üniversite öğrencisinin Ankara Bahçelievler’de öldürülmesiyle ilgili gerçekleri bir kez daha okuma şansını yakalamış ve çok ilginç bilgilere ulaşmıştım. Şimdi o bilgilerin yerine başka önemli aktarımlar var. Neyse gelelim özel bir bölüme.
Kitapta Ağca’nın Seda Sayan’a hayranlığını anlatan bir bölüm de var. Türkiye’ye getirilirken İnterpol görevlileri ile sohbetinde kısaca şunları söylüyor:
"En çok Seda Sayan’ın şarkıları beni etkiliyordu. Çok güzel sesi ve yorumu var."
"Geçenlerde evlendi, haberin var mı?"
"Hayır şimdi öğrendim. Beni beklese iyi olurdu."
Nihat Doğan elini çabuk tutsa iyi olacak, benden söylemesi.
La Fontain’den konyak
Ritz Carton Otel’de boğaz manzaralı akşam yemeğim, bir çok ünlü isimle aynı havayı solumamı sağlıyordu. Yemek sonrası, Kerem Görsev’in caz konserini dinlemek için otelin bar kısmına geçerken, randevulaştığım iki gazeteci arkadaşımla da orada buluşuyorduk. Garsona içeceklerimizi sipariş verip, Görsev’in sihirli piyano nağmelerine kulak kabartırken de, dakikaların nasıl geçtiğini anlamıyorduk. Ta ki, hesap pusulasıyla burun buruna gelene kadar.
Pusulada yazan rakam karşısında önce şaşırıp, sonra da doğruluğunu teyit için masa arkadaşlarımla birbirimize soruyorduk. Evet gördüğümüz doğruydu ve şef garsona seslenmekten başka çaremiz kalmıyordu.
Birer bardak rakı ve kolanın fiyatı normaldi, ama bir kadeh konyağın karşısına yazılan 240 lira oldukça abartılıydı. Garson hemen yüksek rakamı izah etmeye başlıyordu.
"Efendim, siz La Fontaine De La Pouyade Cognac içmişsiniz. 90 ile 110 yıllık bu konyağın şişesinin fiyatı iki bin 500 dolardır."
Tabii hemen ortaya atılıp, "Yahu biz size konyak dedik, sen adını bile yeni duyduğum bu şeyi getirdin. Böyle özel bir içki sorulup, getirilmez mi?" diye itiraza başladım.
Sonuçta otel yönetimi, müşteri memnuniyetini gözeterek, özür dileyip, hesap pusulasındaki rakamı indirip rahat bir soluk almamızı sağladı. Buradan çıkacak ders, siz siz olun beş yıldızlı otellerde adını sanını bilmediğiniz yemek ve içeceklere uzak durun. Şahsen, adını bile ilk kez duyduğum bir içki markasının sayesinde gözüm artık açık.
Bu arada tilkisi ve kargasıyla tanıdığım La Fontain’den Masallar kitabını, pahalı konyağı yüzünden okumaya bile tövbe ettim.
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2007
Çankaya’daki marketin önünde kapısını açan şoföre emirler yağdıran eski bir politikacıyı görünce, siyaset ile bürokraside süren saltanata göz attım ve bakın ne ilginç sonuçlara ulaştım. Görev süresi dolmuş bir çok eski ve emekli bakan ile üst düzey bürokratın halen devletin imkanlarından faydalandığını gözledim. Adalet, İçişleri, Dışişleri gibi bakanlıklar ile Başbakanlık da araba tahsislerinin sürdüğünü, şoför verildiğini, benzin ihtiyaçlarının karşılandığını, araç onarımlarının düzenli yapıldığını, hatta bir kısmına koruma sağlandığını öğrendim. Nasıl mı? İsterseniz Adalet Bakanlığı ile konuya göz atıp örnekleri sıralamaya başlayalım.
Şu sıralar Adalet Bakanlığı görevinde bulunmuş tam altı eski bakana devlet araç ve şoför tahsis ederken, her ay benzin ve onarım giderlerini karşılıyor. Üstelik bu altı kişiden önce veya sonra Adalet Bakanlığı görevinde bulunmuş, halen sağ, birçok siyasetçiler göz ardı edilerek. Bu tahsisten yararlanan eski bakanların kimler olduğuna gelirsek. Seyfi Oktay, Şevket Kazan, Oltan Sungurlu, Mehmet Moğultay, Hikmet Sami Türk ve Hasan Denizkurdu. Bunların yanı sıra, halen yaşayan ve devletin bu tür imkanlarından faydalanmayan, sayabildiğim kadarıyla eski 12 Adalet Bakanı var.
Diyeceksiniz ki, Hikmet Sami Türk gibi kelle koltukta gezen bakanlara elbetteki bu ayrıcalık yapılmalı. Ben de bu görüşe katılıyorum. Ancak, sadece ara ve seçim dönemlerinde üç, bilemediniz dört ay tesadüfen görev yapan bakanlara bu tahsis neden sağlanıyor, halen anlamış değilim.
Örneğin, Hasan Denizkurdu, Prof. Dr. Selçuk Öztek (bakanlıktan ayrıldıktan 3 yıl sonrasına kadar bu imkanları kullandı, sonra geri alındı) ile Aysel Çelikel (daha geçen yıl araç ve şoför geri alındı), seçim ya da ara dönemlerinde atanan üç bağımsız bakan. Ne tehdit edenleri var, ne de bakanlıkta ciddi icraatları. Ama gel gör ki, altlarında devletin verdiği araçlar... Hatta bir isim var ki, bu gün İzmir kökenli önemli bir holding de CEO olmasına ve bu şirketçe altına lüks araba verilmesine rağmen, devletin sağladığı araç ve benzinden vazgeçmiyor.
AB fonu sayesinde masajları eski mahkumlar yapacak
Avrupa Birliği ve Dünya Bankası’nın desteğiyle Türkiye İş Kurumu (İŞKUR) önemli bir projeye start verdi. 8 Milyon Euro’su Türk hükümeti tarafından karşılanmak üzere toplam 32 Milyon Euro’luk nakit fon sayesinde 45 bin kişiye zevkle çalışabileceği iş imkanı sunulacak. Zevkle diyorum, zira birazdan nedenini aktardığımda siz de hak vereceksiniz.
İŞKUR’un üstlendiği bu projeye göre Türkiye genelindeki 45 bin vasıfsız eleman eğitilecek ve turizm sektöründe istihdam edilecek. Hedeflenen kitleyi ise köyden kente göç etmiş işsizler, özürlüler ve eski hükümlüler oluşturacak. Bu kitle, Halk Eğitim Merkezi’nde görevli masör ve masözler tarafından, hiçbir ücret ödemeden 120 saatlik kursa tabi tutulacak. Başarılı olan kursiyerler, sertifikalarını aldıktan sonra da otel, motel, tatil köyü gibi turistik tesislerin Türk hamamı, masaj salonu ve SPA Merkezi gibi ünitelerinde çalışabilecekler.
TOBB bina
için neden
zoru seçti?
Bir milyon 200 bin üyesi bulunan TOBB, ülkemize yeni bir üniversite kazandırdı. "TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi" Ankara’nın Söğütözü Semti’ndeki eski "Yükseliş Koleji" binasını satın alıp, yeniden restore ederek öğretim hayatına başladı. Bilindiği üzere, "Yükseliş Koleji"nin sahibi Hacı Ali Demirel’in bankalarla başı derde girmiş, okulu kapanmış ve dev bina icra yoluyla satılmıştı.
Üç yıl önce, üç fakültesiyle eğitim hayatına başlayan üniversite binası, toplam 60 bin metrekare kapalı alana sahip. İçinde olimpik ölçülerdeki havuzdan tutun da, kapalı spor salonlarına kadar her türlü sosyal alanları mevcut. Bu binada benim dikkatimi çeken unsur ise eski yapının yıkılıp neden yeniden inşa edilmediği oldu. Daha ucuza gelecek böyle bir operasyonla bina, hem yeni teknolojiye kavuşabilirdi, hem depreme dayanması için ilave kolonlar yapılmazdı, hem de daha ucuza mal olabilirdi.
Aklımı karıştıran bu sorulara kısmen de olsa bir mimar arkadaşım sayesinde cevap buldum. Hacı Ali Demirel, bina Yükseliş Koleji’ne aitken kaçak kısımlar yaptırmış ve neredeyse yarıya yakın kapalı alanı imar afları sayesinde legal hale getirmişti. Tüm kapalı alanlar ruhsatlı hale dönüşürken de, siyasi otoritenin gücü bir kez daha ispatlanmıştı.
Gelelim bu güne. Eğer, TOBB, binayı yıkıp, yeniden yapsa 60 bin metrekarelik alanın yüzde 30 ile 40 arasındaki bir kısmını feda etmek zorunda kalacak. Çünkü, yeniden imar onayı halinde yasal kalıba sokulan bu ek bölümler için izin alınamayacak.
Birbirinden hiç kopmayan iki lise arkadaşı düşünün. Yurt dışında üniversite eğitimi görme arzuları için yıllarca harçlıklarını biriktiriyorlar. Bu arzularını da dönemin Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’i ziyaret ederek dile getiriyorlar ve devletten kendilerini yurtdışında okutması için talepte bulunuyorlar. Ancak bakan, içlerinden birini makam odasından dışarıya çıkarıp, "Seni yollayabilirim, ama arkadaşını asla. Zira oğlunu yurt dışına yolladı diye dedikodu çıkmasına müsaade etmem" diyor.
Sonuçta da devlet kanalıyla gitmeyi garantileyen öğrenci, arkadaşının da yurt dışında okuması için o güne kadar biriktirdiği kendi parasını ona veriyor. Evet, bakanın dedikodu olmasın diye göndermediği oğlu, ünlü şair Can Yücel’den başkası değil. Bakanın, daha doğrusu devletin İsviçre’ye tıp öğrenimi için yolladığı arkadaşına gelirsek.
O, bu gün ünlü mü ünlü bir profesör. Adı İsviçre’den tüm dünyaya yayılmış durumda. Hatta kendi buluşu olan ameliyat gereçlerine "Ayşe", "Ceylan", "Leyla" gibi Türkçe isimler verirken, dalındaki her tıp adamı bu isimleri kullanıyor. Üstelik İsviçre’de 60 yaşını geçen doktorlara ameliyat izni verilmemesine rağmen, bu ünlü Türk profesörü için iki kez yasa değişiyor ve ameliyathaneye giriş hakkı elinden alınmıyor.
TBMM tarafından "Onur Madalyası" bile verilen bu kişi dünyaca ünlü profesörümüz Gazi Yaşargil’den başkası değil. Beyin cerrahisinin duayeni ile şiir dünyasının Can babası iki lise arkadaşının hikayesi böyle. Bu arada, Can Yücel’in aynı ismi taşıyan oğlu Can Yücel, bu gün doçent olarak Yaşargil’in yanında beyin cerrahı olarak görev yapıyor.
Yazının Devamını Oku