25 Mart 2007
1980’li yıllardan bu yana bir türlü gerçekleştiremediğimiz bir arzumuz ara sıra gündeme gelir. İstanbul’u dünyanın belli başlı finans merkezlerinden biri yapmak isteriz. Dünyanın gerçekten en güzel kentlerinden biri olan İstanbul dünyanın finans merkezlerinden biri olma konumuna layık bir kenttir. Geçmişinde de bölgenin finans merkezi olmuşluğu vardır. Neden olmasın?
Bu rüyayı çok kişi gördü, hala da görüyoruz. Geçmişte bazı kamu bankalarının genel müdürlükleri bu rüyanın bir parçası olarak İstanbul’a taşındı. Şimdi de, geride kalan kamu bankalarının genel müdürlükleri ile Merkez Bankası’nın idare merkezinin İstanbul’a taşınması bu rüyanın bir parçası olarak görülüyor. Ama, konu o denli basit değil.
FİNANS MERKEZLERİ
Dünyanın finans merkezleri denince akla ilk gelen kentler New York, Londra ve Tokyo’dur. New York-Londra arası 5 saat, Londra-Tokyo arası 9 saat, Tokyo-New York arası 14 saattir. Finans sektöründe 9-17 saatleri arasında mesai yapıldığını düşünürsek, Tokyo piyasası kapandığında, Londra’da saat sabah 8 olmaktadır. Yani, Londra piyasasındakiler işe bir saat önce başlasalar Tokyo piyasasının bıraktığı yerden Londra piyasası başlayabilecektir. Bu açıdan, Londra ile Tokyo arasında benzer bir "finans merkezi" ihtiyacı yoktur.
Londra piyasası kapandığında, New York’ta öğle saatidir ve işlemler devam etmektedir. New York kapandığında, Tokyo’da saat sabah 7’dir. Tokyo piyasasındakiler işe iki saat önce başladıklarında, New York’un bıraktığı yerden Tokyo piyasası işe başlayabilmektedir.
Kısacası, 24 saat esasına göre uluslararası işlemleri yapabilmek için arada bir yerde başka bir finans merkezine çok ihtiyaç görünmemektedir.
Dünyada ikinci derece denebilecek finans merkezleri de vardır. Örneğin, Singapur, Hong Kong, Frankfurt ve Milano bu sınıfa giren finans merkezlerindendir. Bu kentlerin finans merkezi olması ya bulundukları ülkelerin büyüklüğünden (Frankfurt ve Milano) ya da finans kuruluşlarına sağlanan vergi avantajlarından (Hong Kong ve Singapur) kaynaklanır. Örneğin, Singapur, dünyadaki döviz işlemlerinin neredeyse yarısına yakınının gerçekleştirildiği bir finans merkezidir.
İSTANBUL’UN KONUMU
İstanbul bölgesel bir finans merkezi olma yolundadır. Türkiye ekonomisi büyüdükçe, ekonomik faaliyetler derinleşip yaygınlaştıkça, İstanbul’da daha fazla finans kuruluşları görmeye başlayacağız. Ama, bu faaliyetler uluslararası finansal araçların alınıp satılması için değil, Türkiye ekonomisine hizmet vermek için olacaktır.
İstanbul finans kurumlarına herhangi bir vergi avantajı sağlamamaktadır. Aksine, vergilerin yüksekliği nedeniyle, Türkiye’de yerleşik finans kurumları işlemlerini Türkiye dışında kayda geçirmeye çalışmaktadırlar. Dolayısıyla, uluslararası işlemler yapabilmek için dünyanın belli başlı finans kurumlarının Türkiye’ye gelmesini bugünkü yapı içinde bekleyemeyiz.
Konuya bir de yabancıların yaşama rahatlığı açısından da bakmak durumundayız. İstanbul yabancıların yaşaması açısından rahat bir kent midir? Şimdilik, pek öyle görünmüyor. Haberleşme düzeldi, ama ulaşım bir felaket. Yabancıların çocuklarını verebilecekleri ilk öğretim düzeyinde farklı dillerde eğitim yapan yabancı okul sayısı çok az. Bütün bunlar yabancı kuruluşlar için önemli parametrelerdir.
Kamu bankalarını ve Merkez Bankası’nı İstanbul’a taşımasak da, İstanbul, içinde yabancı kuruluşların da olduğu Türkiye’ye hizmet veren büyükçe bir finans merkezi olacaktır. Ama, uluslararası olabilmesi için İstanbul’un çok önemli bir avantajı görünmemektedir. Gerçekçi olmalıyız.
Yazının Devamını Oku 23 Mart 2007
SON birkaç yıldır temel ekonomik büyüklüklerdeki eğilimleri tek gözle takip edip uluslararası kamuoyu dikkatlerini bu eğilimleri değiştirip değiştirmeyeceği dahi şüpheli başka gelişmelere odakladı. Makro ekonomik konulara yoğunlaşan ulusal ve uluslararası kurumlar dahi finans piyasalarındaki günlük dalgalanmalara daha fazla dikkat etmeye başladı. Uluslararası sermayenin aldığı yön herkesi ilgilendirmeye başladı. Kısacası, uluslararası yatırımcılar kendilerini eskiye göre çok daha fazla seyrettirmeye başladılar.
BAŞLIKLAR
Ekonomiyle ilgilenen neredeyse herkesin yakından takip ettiği haberler ve arkasındaki nedenler şöyle:
Amerika faizlerle oynar mı?
Yükseltirse, Amerikan ekonomisi istenmeyen bir durgunluğa girebilir. Bu dünya için iyi olmaz. Düşürürse, otoriteler enflasyon baskısının yok olduğunu düşünüyorlar demektir. Amerikan ekonomisinin durgunluğa girme olasılığı azalmaktadır. Bu iyi haberdir.
Japonya faizleri artırır mı?
Japonya’da faizlerin yakın gelecekte düşme olasılığı yoktur. Ama yükseltirse, Japon yeni ile borçlanıp dünyanın başka yörelerinde yatırım yapan uluslararası yatırımcılar, maliyetleri arttığından, özellikle gelişmekte olan ülkelerdeki yatırımlarından çıkabilirler. Öyle olursa, küresel bazda borsalar düşebilir. Bu ülkelerde faizler artabilir. Ulusal paralar değer yitirebilir.
Japon yeni değer kazanır mı?
Japon yeni değer kazanıyorsa, bir takım yatırımcılar Japon yeni cinsinden aldıkları borçları kapatıyorlar demektir. Borçlarını kapatmak için başka ülkelerdeki yatırımlarını azaltıyorlardır. O halde, Japon yeni borcunuz olmasa dahi, sizin de özellikle gelişmekte olan piyasalardaki yatırımlarınızı azaltmanızda fayda vardır.
Amerikan konut piyasasında bir kriz yaşanır mı?
Eğer yaşanırsa, gayrimenkul piyasasında yatırım yapan kuruluşların (çeşitli fonlar dahil) zararları artıyor demektir. Bu kuruluşlar küçüldükçe, yalnızca yatırım yaptıkları diğer alanlarda da fiyatlar düşebilecektir. Amerikan ekonomisinin durgunluğa girme olasılığı artacaktır. O nedenle, piyasanın hissiyatını öğrenmek için New York Borsası iyi takip edilmelidir.
İZLEYİN
Bütün bu gündem maddelerinin sonuçlarını takip edebilmeniz için sabah yataktan kalkar kalkmaz Asya (Japonya, Kore ve Tayvan gibi) borsalarının gidişatına bakın. Önemli bir oynama yoksa, ya da keskin bir düşüş yaşamamışsa, durum iyi demektir.
Asya’daki gelişmelerden (borsa endeksleri ve Japon yeni değeri) Türkiye’deki mali piyasalarda işlerin iyi mi ya da kötü mü gidebileceğini aşağı yukarı tahmin edebilirsiniz. Türkiye’de borsayı, döviz kurlarını ve Hazine’nin referans bonosundaki faizi izleyin. Bir gözünüz de Rusya piyasalarında olsun.
Öğleden sonra Brezilya, Meksika ve Arjantin gibi ülkelerin borsalarının açılışlarına bakın. Akşam üstü New York Borsası’nın açılışını kaçırmayın. Oralarda kötü bir şeyler olmuşsa, Türkiye, ya anında ya da ertesi gün nasibini alacak demektir. Akşam yemeğinden hemen sonra Latin Amerika borsalarının kapanışını takip edin. New York borsasının kapanışını öğrenmeden yatmayın. Bu bilgiler size ertesi gün lazım olabilir.
İşte, 2000’li yılların iktisatçısı oldunuz bile!
İyi şanslar.
Yazının Devamını Oku 22 Mart 2007
Son haftalardaki küresel çalkantıların bahanesi Amerika’daki konut kredileri piyasasındaki belirsizlikler oldu. Geçen yıla kadar Amerika’da ekonomik büyümenin motoru durumundaki konut piyasası şimdi ekonomiyi sallar hale geldi. Konut kredilerinde batık artınca, bu alana yatırım yapmış şirketler zora girmeye başladı. Henüz boyutu tam olarak bilinmese de, IMF Başkanı Rato ve eski FED Başkanı Greenspan’in söylediklerine göre, Amerika’daki konut kredileri piyasasındaki çalkantılar hafife alınacak boyutta değil.
FAİZİN AZİZLİĞİ
Ne oldu Amerika’daki konut piyasasına?
Amerika’da faizler 2000’li yılların başında çok düştü. FED kısa vadeli faizleri daha önce 1930’lardaki Büyük Buhran döneminde görülen yüzde 1’e kadar düşürdü. Doğal olarak diğer vadedeki faizler de düştü. Bir ara değişken konut kredileri faizleri yıllık yüzde 3 düzeyini dahi gördü. Faizler bu denli düşük olunca, konut fiyatları sıçradı.
Konutların fiyatı sıçrayınca, Amerikan tüketicisi daha fazla borç alabilme olanağına kavuştu. Değeri 100 bin dolar evin sahibi olan ailenin ev üzerindeki borcu 70 bin dolarken, ev fiyatı 150 bin dolar oldu. Aynı aile evin yeni değeri ile borçlu olduğu miktar farkı kadar yeni borçlanma olanağına kavuştu. Aldığı bu borcu başka yerlerde kullandı. Jip aldı, tatile çıktı. 2002-2005 yıllarında dönemin FED Başkanı Greenspan Amerika’daki iç talep artışındaki bu noktayı çok sık vurguladı.
Şimdi faizler artıyor. Değişken faizli konut kredisi alanların aylık ödemeleri de artıyor. Dolayısıyla, gelirlerin daha büyük bir bölümü en kredisinin taksitlerini ödemeye gitmeye başladı. Buna karşılık, değeri bir zamanlar 150 bin dolar evin piyasa değeri 120 bin dolara düştü. Birçok aile evin şimdiki piyasa değerinden daha fazla aynı ev üzerinden borç almış konumuna düştü. Finans kurumları da, arkasında teminat değeri olmayan krediler vermiş konuma geldiler.
Amerika’da bir yandan konut kredilerinde batıklar artmaya başladı, diğer taraftan, bu piyasada iş yapan finans kurumları teminatsız duruma düşen krediler için karşılık ayırma zorunda kalmaya başladılar. Kısacası, Amerikan konut piyasası çifte tokat yemeye başladı. Bunun arkasında birbirinden bağımsız olmayan iki önemli neden vardı: konut fiyatlarının düşmesi ve faizlerin artması.
RİSK YÖNETİMİ
Benzer zorluklar eskiden ülkelerin başına gelirdi. Hatırlanacak olursa, 1970’lerde petrol fiyatlarının görülmemiş düzeyde artmasıyla oluşan enflasyon baskısını hafifletmek amacıyla gelişmiş ülkelerde faizler önemli ölçüde arttı. Gelişmiş ülkelerde büyüme durdu. Gelişmekte olan ülkeler ise borç krizi içine girdiler. Devletler dış borçlarını ödeyemez duruma düştüler. Çünkü, devletler artan borç faizlerini ödeyememeye, kısacası, borçlarını servis edememeye başladılar.
Bugün Amerika’da konut kredileri piyasasında yaşananlarla 1970’li yılların sonunda ve 1980’li yılların başında gelişmekte olan ülkelerde yaşananlar arasında nedensel açıdan çok fazla bir fark yok. Faizler artınca, bir takım borçlular zor duruma düşüyorlar. Zor duruma düşenler genellikle risk yönetimini yapamayanlar.
2000’li yılların ekonomilerinin yumuşak karnı özel kesim olma yolundadır. Gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde bu açıdan fazla bir fark görünmemektedir. Dolayısıyla, özel kesimde risk yönetimi tüm dünya için önemli hale gelmektedir.
Yazının Devamını Oku 21 Mart 2007
En geniş anlamıyla, kayıt dışı gelir, vergisi verilmemiş gelirdir. Gelişmiş ülkelerde, kayıt dışı para kara para olarak sınıflandırılır. Paranın yasal ya da yasal olmayan faaliyetlerden kazanılmış olması oralarda paranın rengini değiştirmez. Meşhur gangster Al Capone yasa dışı yollardan gelir elde ettiği için değil, elde ettiğin gelirin vergisini vermediği için tutuklanmıştı. Bunun üzerine o da meşhur sözünü söylemişti: "Yasal olmayan gelirin yasal vergisi olamaz."
Kayıt dışılığın yaygın olduğu ülkelerde kara para kavramı biraz daha değişiktir. Kara para suç sayılan faaliyetlerden elde edilen gelirdir. Doğal olarak, bu yolla kazanılmış gelirlerin vergileri verilemez. Dolayısıyla, kara para kayıt dışılığın bir alt sınıfıdır. Türkiye’de de kara para aşağı yukarı bu şekilde tanımlanmaktadır. En azından uygulama bu yöndedir denebilir.
ÇEKİNİYORUZ
Kara para denince silah ve uyuşturucu ticaretinden elde edilen gelirler anlaşılır. Çoğunlukla kara paranın beslediği "terörün finansmanı" kara para ile mücadelenin bir başka boyutu haline geldi. Özellikle, 2001 yılından sonra Amerika tüm dünya ülkelerini "terörün finansmanı" açısından zorlamaya başladı. Terörü finanse eden kaynakların kurutulması hedeflendi.
Terörün finansmanı paranın harcandığı yer ile ilgilidir. Kazanılan paranın kayıt dışı olup olmadığı önemli değildir. Ama, yasal yollardan kazanılmış paranın yasal olmayan alanlarda harcanması olasılığının az olması nedeniyle, terörün finansmanına kaynak teşkil eden yasal olmayan ekonomik faaliyetlerin izlenmesi kaçınılmaz olmaktadır.
Geçenlerde, OECD (İktisadi İşbirliği ve Kalkınma Teşkilatı) Türkiye’nin kara para ile ilgili mevzuatını ve uygulamalarını konu eden bir rapor hazırladı. Mevzuatta sınıfı geçtik, ama uygulamada başarısız çıktık. Birçok konuda olduğu gibi, kara para konusunda da, mevzuat çok iyi, uygulama o denli iyi görünmüyor.
Aslında, Türkiye’nin yasal olmayan faaliyetlerden kazanılan paranın peşine düşmekte bir sorunu yok. Sorun, kayıt dışılık çok yaygın olunca, söz konusu paranın yasal faaliyetlerden mi yoksa suç teşkil eden faaliyetlerden mi kazanıldığının tespitindeki zorluk olmaktadır. Yasal faaliyetlerden kazanılıp vergisi verilmeyen para çok az olsa, tüm kayıt dışı parayı "kara para" olarak, yani suç teşkil eden faaliyetlerden kazanılmış saymak kolaylaşacak. Bu paraların üzerine gitmek sorun olmayacak.
Halbuki, Türkiye’de suç teşkil eden faaliyetlerden kazanılmış paraların çok üzerinde suç teşkil etmeyen faaliyetlerden kazanılıp vergisi verilmemiş gelirler var. Dolayısıyla, kara paranın üzerine giderken, gerçekten yasal faaliyetlerden kazanılan paranın üzerine gitme riski var. İşte, Türkiye bunu yapmaktan çekiniyor.
GRİ PARA
Türkiye, vergi alabilmek için yasal faaliyetlerden kazanılmış paranın peşine ciddi bir biçimde düşebilse, Türkiye’de yasal olmayan faaliyetlerden kazanılmış para (kara para) da zaten çok azalacaktır. Çünkü, kara paranın rahatça dolaşabileceği ortam kalmayacaktır. Kara paranın yakalanması kolaylaşacaktır.
İçinde yaşadığımız ortamda, kara para "gri" bir kıyafette dolaşmaktadır. Gri rengin tonları kara para ile mücadele etmesi gereken kamu ya da özel kuruluşların yargısına yön vermektedir. Sonuçta, kara para şüphesiyle yapılan şikayetler şaşırtıcı boyutta az olmakta, yapılan şikayetler ve takipler de genellikle sonuçsuz kalmaktadır.
Ülkeden para kaçar ya da ekonomi durur kaygılarıyla kayıt dışılığa müsamaha ettikçe onun bir bölümü olan kara paraya da istemeden göz yummuş oluyoruz. Kara paraya cennet yaratmış oluyoruz.
Yazının Devamını Oku 20 Mart 2007
ENFLASYON hedeflemesine odaklı para politikası uygulamasının ilk yılında çuvalladık. Yüzde 5 olarak hedeflenen yıl sonu enflasyonu yüzde 10 olarak gerçekleşti. Hedefin neden tutturulamadığı konusunda birçok neden sıralanabilir. Ama, nedenlerden en önemlilerinden biri hiç kuşkusuz yılın ortasında yurt dışı piyasalarda yaşanan çalkantılardır. Dalgalı kur rejimini kitaplarda yazdığı gibi yorumlayıp döviz kurlarının aniden fırlamasına izin verilmiştir. Kurlardan enflasyona geçiş mekanizması küçümsenmiştir.
HEDEF VEYA İTİBAR
Yılda 40-50 milyar dolar yabancı kaynak çeken ve çekmek zorunda olan bir ülkede döviz kurlarının sermaye akımlarının yönünden etkilenmemesi düşünülemez. Dalgalı kur sisteminde, yabancı yatırımcılar geldikçe döviz kurları düşecek, çıktığında, döviz kurları yükselecektir.
Konunun bir başka yanı döviz kurlarındaki oynamanın yurt içindeki fiyatlara yansımasıdır. 2001 yılından sonra enflasyonun hızla düşmesiyle kur oynamalarının enflasyon üzerindeki etkisinin eskiye göre azaldığı, hatta yok olduğu düşünüldü. Bu yaklaşım çok doğru değildi. Enflasyon yüzde 80’lerden yüzde 10’lara geldiği halde, Türkiye ekonomisinde mal ve hizmetlerin fiyatlamaları hala büyük ölçüde döviz kurlarına endekslidir. Eskiye göre fark, kur artışlarının kalıcı mı yoksa geçici mi olacağı yönündeki yargıya göre endekslemenin devreye girmesidir.
Ekonomik birimler kur artışlarının kalıcı olacağını düşündüklerinde, ürettikleri mal ve hizmetlerin fiyatlarını da artırmaktadır. Gerçekte kur artışı kalıcı olmasa bile, fiyatlar yüksek kalmakta, geri gelmemekte, ama artışı da durmaktadır.
Enflasyon hedeflemesine odaklanmış bir merkez bankası açısından döviz kurlarının yükselmesinin ekonomik birimler tarafından geçici olduğu yönünde algılanmasının önemi çok büyüktür. Aksi takdirde, kur artışları enflasyona yansıyacak, hedeften şaşılacaktır. Hedeften şaşmanın bahanesi de yurt dışı yatırımcıların portföy tercihlerindeki değişme olacaktır. Bahaneyi bulmak kolaydır, ama aynı zamanda Merkez Bankası da açıkladığı hedefi ıskaladığından, itibar kaybedilmektedir.
BAŞARI ŞANSI
Merkez Bankası etkileyebileceği bir değişkeni hedeflemek zorundadır. Aksi takdirde, davul sırtında, tokmak başkalarının elinde olacaktır. Uluslararası piyasaların içinde bulunduğu şartlarda, Merkez Bankası’nın konumu biraz böyledir.
Uluslararası yatırımcılar Türkiye’deki yatırımlarını azalttıklarında, dalgalı kur rejimi adına kur artışları seyredilmekte, enflasyon dinamiği olumsuz etkilenmektedir. Ama, "enflasyon hedeflemesi" söylevi devam etmektedir. Bu şartlar altında, iç dinamikler bir ölçüde izin verse dahi, Merkez Bankası’nın kısa vadeli faizleri indirme olanağı ortadan kalkmaktadır. "Temkinli duruş" iç dinamiklerdeki belirsizlikten çok, uluslararası piyasaların oynaklığı ile ilgili olmaktadır.
Enflasyon hedeflemesine odaklı para politikasının başarısı uluslararası yatırımcıların insafına bırakılmaktadır. IMF ne derse desin, hiçbir merkez bankasının kabul edemeyeceği bir durumdur bu. Merkez Bankası ekonomik birimlerin kalıcı olarak niteleyebilecekleri döviz kuru artışlarının önüne geçemediği sürece "enflasyon hedeflemesi" para politikasının itibarını zedelemeye devam edecektir. İçinde yaşanan şartlarda, ne denli sıkı ve temkinli durulsa da, enflasyon hedeflemesinin başarılı olma ihtimali çok azalmaktadır.
Yazının Devamını Oku 19 Mart 2007
ANA sözleşmesinin 4’üncü maddesi çerçevesinde IMF heyeti Türkiye’ye geldi, bulgu ve önerilerini yetkililere iletti. Yazdıkları kısa rapor aynı gün kamuoyu ile paylaşıldı. Son yedi yıldır IMF ile program uygulandığından, yılda bir kez yapılan bu ziyaretlerin son yıllarda "haber" değeri çok fazla olmuyor. Çünkü, yılda 3-4 kez zaten aynı IMF çalışanları Türkiye ekonomisinin gidişatı hakkında IMF Yönetim Kurulu’na bilgi sunuyorlar.
Yıllık ziyarette söylenenlerden zaten çok farklı bir şey olmuyor. IMF’nin ekonomi hakkında ne düşündüğü zaten biliniyor. Tek fark, yıllık ziyaretlerde söylenenler tavsiye niteliğinde, standby programı çerçevesinde söylenenler daha önce belirlenmiş kriterler etrafında oluyor.
POLİTİKA DİSİPLİNİ
IMF önce 2001 yılından bu yana gözlenen gelişmeleri övüyor. Mali disiplin, bağımsız ve ihtiyatlı para politikası sayesinde enflasyonun düştüğü, kamu borçluluğunun azaldığı ve özel sektör ağırlıklı yüksek büyümenin gerçekleştiği vurgulanıyor.
Hemen ardından, riskler öne çıkarılıyor. Ekonominin daha zor bir döneme girdiği söyleniyor. 2006 yılı ortasında yaşanan çalkantıyla iç talep büyümesinin yavaşladığı, milli gelir büyümesinin azaldığı ve cari işlemler açığındaki eğilimlerin tersine çevrilebileceğinden söz ediliyor. Yine de, dış finansman ihtiyacının yüksek olacağı vurgulanıyor.
Ana sözleşmesinin 4. maddesi çerçevesinde yapılan görüşmelerin potansiyel büyümenin nasıl yükseltilebileceği ve dış şoklara karşı ekonominin direncinin nasıl artırılabileceği üzerinde odaklandığı söyleniyor. Bu kapsamda, iki ana başlık altında şunlar tavsiye ediliyor:
1. Düşük enflasyon için mali ve parasal disiplin sürdürülmelidir.
a. Enflasyonun düşmesinde bağımsız bir merkez bankasının enflasyon hedeflemesine odaklı para politikası ve dalgalı kur sisteminin uygulanması çok önemlidir. Son bir çaba gösterilerek enflasyon yüzde 4’e düşürülmelidir. Bu amaca yönelik olarak şu andaki faiz oranları kabul edilebilir düzeydedir.
b. Maliye politikalarında 2007 yılı hedeflerini tutturmak enflasyonun inmesine ve piyasaların güveninin korunmasına yardım edecektir.
c. Orta dönemde, kamu borçluluğunu ve piyasaları bozan vergilendirmeyi azaltma hedefleri maliye politikaları için "çapa" görevi görmelidir.
YAPISAL REFORMLAR
2. Verimliliği, yatırımları ve istihdamı artırıcı arz yönlü yapısal reformlar uygulanmaya konmalıdır.
a. Seçim sonrası bu çeşit reformları uygulamaya koymanın tam zamanıdır.
b. Reformların merkezinde sosyal güvenlik sisteminin yeniden yapılandırılması olmalıdır.
c. Gelecekteki ekonomik büyüme istihdam ve işgücü verimliliğine bağlı olacaktır. Bunun için işgücü piyasası daha esnek hale getirilmelidir. Kıdem tazminatı uygulaması daha rasyonel olmalıdır. İstihdam üzerindeki vergiler azaltılmalıdır.
d. Güçlü finans sistemi büyümeyi artırmanın ön koşuludur.
e. Yatırım ortamını iyileştirmek için gidilecek daha yol vardır.
IMF’nin Türkiye ekonomisi için çizdiği yol haritası kısaca böyle. Söylenenlerin hiçbiri daha önce bilmediğimiz şeyler değil. Ama, IMF söyleyince, ister istemez söylenenlere daha fazla kulak veriliyor.
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2007
IMF’nin en önemli görevlerinden biri üye ülkelerin ekonomilerini gözlemek (surveillance), aksaklıklar konusunda politika önerileri geliştirmek ve tavsiyelerde bulunmaktır. Ana sözleşmesinin 4. maddesi çerçevesinde, IMF bu görevini üye ülkeleri ziyaret edip yetkililerle görüşmeler yaparak yerine getirir. Bizim gibi ülkelere IMF bu kapsamda her yıl bir kez gelir.
Geçenlerde, IMF ana sözleşmesinin 4. maddesi çerçevesindeki görüşmeler için Türkiye’deydi. Görüşmelerinin sonunda ilk gözlemlerini ve tavsiyelerini (concluding statement) kaleme alarak Türkiye’nin yetkilileriyle paylaştılar.
Ardından, 3-5 sayfalık doküman kamuoyu ile de paylaşıldı. Gördüğüm kadarıyla, küresel dalgalanma "nasıl ve ne zaman biter ya da daha da azar mı" kaygısıyla meşgul olan kamuoyumuz IMF’nin gözlemleriyle fazla ilgilenmedi. IMF’nin yetkililerle paylaştığı doküman gizli olsaydı, bir gazeteci bulup bunu yayınlasaydı, kıyamet kopardı. Her şey açık olunca, fazla ses getirmiyor. Galiba, şeffaflığın en güzel taraflarından biri de bu.
KÖSTEBEK AVI
Geçenlerde bir sohbet sırasında bu konuyu dostum Mahfi Eğilmez ile paylaşırken, ikimiz de geçmişteki bir olayı hatırlayıp gülmeye başladık. Yaşananlar komikti, ama bir o kadar da şeffaflığın önemi açısından öğreticiydi.
Galiba 1990 yılının başında, IMF yine ana sözleşmesinin 4. maddesi çerçevesinde Türkiye’yi ziyaret etmiş ve meşhur 3-5 sayfalık dokümanı yetkililerle paylaşmıştı. Rapor hiç de iç açıcı değildi. Türkiye ekonomisinin gidişatı eleştiriliyor ve makro ekonomik dengelerin orta dönemde sürdürülemez olduğu vurgulanıyordu. Hükümetin yapısal reformlar konusundaki isteksizliği eleştiriliyordu. Kısacası, "böyle giderseniz, batarsınız" deniyordu.
Rapor aslında o dönemdeki ekonomi bürokrasisinin de hislerine tercüman oluyordu. Bir anlamda, hükümete bir şeyler yaptırabilmek için bu raporla ekonomi bürokrasisinin eli hükümete karşı güçleniyordu. Ne de olsa, raporu kaleme alanlar Ahmet ya da Mehmet isimli Türkler değil, IMF’de çalışan Alman, İsveçli, İspanyol iktisatçılardı!
O gece yarısı telefon çaldı. Telefonun öbür ucunda bir Müsteşar IMF raporunun gazetecilere kimin verdiğini öğrenmeye çalışıyordu. Anlaşılan, raporu, her zaman gazeteciliğini taktir ettiğim dostum Bilal Çetin ele geçirmiş ve ertesi günkü gazetesinde "tam metin" yayınlamıştı. Gazetelerin meyhane baskılarını okuduktan sonra yatan Cumhurbaşkanı rahmetli Turgut Özal haberi görmüş ve küplere binmiş. "Köstebek bulunsun" demiş.
Aynı gece bir bakan aradı. Raporun kimin sızdırabileceği konusunda fikir alış verişi yaptı. Bizler de birbirimizi arayıp köstebeğin kimin olabileceği konusunda spekülasyon yapmaya başladık. O gece pek uyuyamadık. Köstebeğin kim olduğu da bulunamadı. Ama, rahmetli Özal IMF raporunun kamuoyuna sızmasını hiçbir zaman kabullenemedi. Bugün dahi o köstebeğin kim olduğunu ben bilmiyorum.
ŞEFFAFLIK
Rahmetli Özal "siz ekonomik durumu IMF’ye iyi anlatamıyorsunuz, heyeti getirin de onlara ekonomiyi bir de ben anlatayım" derdi. İşler sarpa sardıkça, saçmalıkları anlatmak bürokrat için elbette zor oluyordu.
Nerelerden nereye geldik. Artık köstebek aranmasına gerek kalmadı. Yetkililerin öğrendiği rapor 3-5 saat sonra kamuoyu ile "tam metin" olarak paylaşılıyor. İnternet sitelerinde yayınlanıyor. Şeffaflık hükümetlere bir ölçüde disiplin getiriyor.
Raporda neler söylendiğini yarın irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2007
SON yayınlanan üç aylık sanayi üretim endeksine göre 2006 yılında sanayi üretimi ortalama yüzde 5.8 büyüdü. 2001 yılından bu yana 2005 ve 2006 yılları sanayi üretiminin en yavaş büyüdüğü yıllar oldu. 2002-2004 yıllarında sanayi üretimi ortalama yüzde 9’un üzerinde büyürken, son iki yıldır yüzde 6’nın altında kaldı. Grafikte yıllar itibariyle sanayi üretimindeki büyüme ile milli gelir büyümesi verilmektedir. Milli gelir büyümesinin arkasında 2002-2004 yıllarında sanayi ürerimi büyümesi önemli bir yer tutarken, 2005 yılından itibaren sanayi dışı üretim artışları milli gelir büyümesine daha fazla katkı yapmıştır.
BÜYÜME DÜŞÜYOR
2006 yılı başında sanayi üretimi büyümesi yavaşladı ve ilk üç ayda (ocak-mart) bir önceki yılın aynı dönemine göre, yüzde 2.4 oldu. İkinci üç ayda (nisan-haziran) üretim hızlandı ve yüzde 8.2’ye çıktı. Bu döneme ait ilk tahminler yüzde 9.4 idi. Daha sonra revizyona tabi tutuldu.
Üçüncü üç ayda (temmuz-eylül) sanayi üretimi büyümesi yüzde 5.7 olarak gerçekleşti. Bu dönemin ilk tahmini de yüzde 5.8 idi. Yılın son üç ayında (ekim-aralık) ise, sanayi üretimi büyümesi yüzde 5.8 oldu. Bu tahmin de daha sonra aşağı yönde değiştirilebilir.
2005 yılından bu yana enerji üretimi artışları imalat sanayi ürerimi büyümesinin üzerinde gitmektedir. Dolayısıyla, imalat sanayi üretim büyümesi toplam sanayi üretimi büyümesinin altındadır. İmalat sanayi üretimi 2004 yılında yüzde 10.4 büyürken, 2005 yılında yüzde 4.8, 2006 yılında yüzde 5.6 büyümüş görünmektedir.
2001 Krizi ile beraber, grafikten de görüldüğü gibi, elektrik üretimi büyümesi 2005 yılına kadar imalat sanayi büyümesinin altında kalmıştı. Sanayi sektörü dışındaki sektörlerin büyümeye katkısı arttıkça, elektrik üretimi artmaya devam etti ve imalat sanayi üretimi büyümesinin üzerinde kaldı.
Eldeki veriler ve verilerin zaman içinde önemli ölçüde revizyona tabi tutulmalarıyla bu yıl milli gelir büyümesini tahmin etmek oldukça zorlaştı. Son veriler ışığında, elektrik üretimi artışlarının sanayi dışı sektörlerdeki büyümeyi yansıttığı varsayımıyla, 2006 yılı ekonomik büyümesinin yüzde 5 civarında olacağı anlaşılmaktadır.
YOĞUNLAŞMA
2006 yılında ortalama imalat sanayi üretim artışının arkasındaki sektörler yüzde 22 artışla tütün mamulleri imalatı, yüzde 10.6 artışla ana metal sanayi, yüzde 18.9 artışla metal eşya üretimi, yüzde 22 artışla makine ve teçhizat imalatı ve yüzde 7 artışla kimyasal ürünler imalatı görünmektedir.Bu alt sektörlerin toplam imalat sanayi üretimindeki endeks ağırlığı yüzde 30’a yaklaşmaktadır.
Buna karşılık, yine imalat sanayi üretimi içinde önemli yer tutan gıda ve içecek ürünleri imalatı yüzde 6 büyürken, tekstil ürünleri imalatı yüzde 1 ve giyim eşyası üretimi yüzde 4.9, radyo,TV ve haberleşme cihazları üretimi yüzde 15.9 azalmıştır. Bu sektörlerin toplam imalat sanayi endeksi içindeki ağırlıkları yüzde 30’a yakındır.
Kısacası, imalat sanayi üretimindeki ortalama büyüme, topyekün olmaktan çok, belli alt sektörlerdeki yoğunlaşma sonucunda gerçekleşmiştir.
Yazının Devamını Oku