28 Ocak 2008
Dünya ekonomileri ilginç bir dönemden geçiyor. Başı sıkışan eski ezbere dönüp Keynes’ci yaklaşımla talep artıracağı umulan ekonomi politikalarına yapışıyor. Aslında, Amerikan ekonomisindeki büyümenin yavaşlayıp küresel dengesizliklerin yumuşak inişle çözümlenmesi arzu ediliyordu. O nedenle de, Amerikan Merkez Bankası (FED) 2004 yılının ortasından itibaren kısa vadeli faizleri artırmaya başlamıştı. Artan faizlerle Amerika’da iç talep azalıp cari işlemler açığı daralacaktı.
Faizlerin artmasıyla su üzerine çıkan konut kredileri sorunu ve ardından varlık fiyatlarındaki balonun patlaması işleri alt-üst etti. Şimdi, yeniden Amerika’da genişlemeci para ve maliye politikalarıyla iç talebin artırılmasına çalışıyor.
PARA POLİTİKASI
FED’in faiz artırımları bir noktada finans piyasalarında şişen balonu patlattı. Hedge fonlar batacak derken, asıl patlama riskli konut kredilerinde oldu. Varlık fiyatları hızla düşüp finans kurumları ciddi zararlar etmeye başladı.
Reel ekonomide aslında FED’in faiz indirimine başladığı dönemdeki beklentilerine uygun bir gelişme oldu. Amerikan ekonomisinde talep durulma işaretleri vermeye başladı. Ama, talepteki durgunluk Amerika’da ekonomik yavaşlamanın bir durgunluğa dönüştüğü korkusunu yaydı. Halbuki, bu konudaki veriler henüz kesin bir bilgi vermiyor.
FED geçen yılın eylül ayından başlayarak faiz indirmeye başladı. Faizler indikçe, FED’in politikası finans piyasalarının esiri oldu. Para politikası hedefinin fiyat istikrarı olmaktan çıkıp varlık fiyatlarındaki düşüşün durdurulması olması karşısında FED’in faiz politikası, en azından şimdilik paralize oldu.
Genişleyici para politikası etkisiz gibi görününce, şimdi maliye politikasının devreye girmesi gündeme geldi. Amerika, milli gelirlerinin yüzde 1’i dolaylarında (160 milyar dolara yakın) geçici bir vergi indirimini (iadesi) devreye sokmayı planlıyor. Bu yolla toplam talep daralmasının önüne geçilebileceği düşünülüyor. Açıklanan plan, "zamanlı, amaca odaklı ve geçici" olarak nitelendirildi. Bu alanda birkaç önemli soru işaretleri var.
MALİYE POLİTİKASI
Birincisi, bugünkü ortamda tüketim artışlarını zaten kısmakta olan bir ekonomide artan kullanılabilir gelirin yeni harcamaya dönüşme olasılığı nedir? Büyük bir olasılıkla, ekonomik birimler kullanılabilir gelirindeki artışı harcamadan çok tasarruflara ya da ödeyemedikleri borç taksitlerinde kullanacaklardır. Zaten, gelirlerinde böyle bir artış olmadan gelirleri içinde tasarrufu artırmaktadırlar.
Konunun ikinci boyutu düşünülen vergi indiriminin daha baştan "geçici" olacağının açıklanmasıdır. Geçici olduğu bilinen hiçbir gelir artışı zaten tam olarak harcamalara yansımaz. Milton Friedman bu olguyu anlatan "tüketimde kalıcı gelir hipoteziyle" (permanent income hypothesis) Nobel ödülünü almıştı. Dolayısıyla, büyümeci maliye politikasının olası etkinliği daha baştan törpülenmiş olmaktadır.
Bir başka açıdan, büyümeci maliye politikasının çalıştığı varsayımı altında, Amerikan ekonomisinde cari işlemler açığı büyük bir olasılıkla artacaktır. Yani, küresel dengesizlikler hafiflemeyecek, ağırlaşacaktır. Bunun olasılığı en azından şimdilik düşük görünüyor.
Amerikan ekonomi politika yapıcılarında bir panik havası gözleniyor. Finans piyasaları da bu paniği gördüğü için açıklanan politikalara beklenen tepkileri vermiyorlar. Politika açıklamaları piyasalara ancak geçici bir süre nefes aldırıyor. Bir anlamda, ekonomi politikaların itibarının giderek azaldığı izlenimi güçleniyor.
Durum gerçekten böyleyse, küresel düzeyde ekonomik durum iyiye gitmeden önce daha da kötüleşebilecektir. Olumsuz gibi görünen bir veri yine her şeyi karıştırabilir. Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2008
TÜRKİYE İstatistik Kurumu’nun (TÜİK) yayınladığı verilere göre, adrese dayalı nüfus sayımı sonuçları Türkiye nüfusunun 2007 yılı sonu itibariyle 70.6 milyon kişi olduğunu gösterdi. Son yapılan ev hapsine dayalı nüfus sayımında Türkiye nüfusunun 2000 yılında 67.8 milyon kişi olduğu tespit edilmişti. Bu verilere göre, 2000 yılından 2007 yılına kadar ortalama nüfus artışının yılda yüzde 0.58 olduğu anlaşılıyor. Daha önce yapılan ev hapsine dayalı nüfus sayımlarında Türkiye nüfusunun ortalama yılda 1980-85 arasında yüzde 2.5, 1985-90 arasında yüzde 2.2, 1990-2000 arasında yüzde 1.8 arttığı tespit edilmişti. 2007 yılında yapılan adrese dayalı nüfus sayımı geçmişle ilişkileri kopardı.
BAŞKALARI DAHA İYİ BİLİYOR
Belli ki, ev hapsine dayalı nüfus sayımları abartılmış verileri içeriyordu. Köyler nahiye olabilmek için, nahiyeler kaza olabilmek için, kazalar il olabilmek için nüfuslarını masa üzerinde artırıyorlardı. Nüfusla ilişkilendirilen devlet yardımlarını azamiye çıkarabilmek için mezardakiler yaşıyor sayılıyorlardı. Kısacası, Hazine’yi çarpmanın bir yolu olarak ev hapsine dayalı nüfus sayımları kullanılıyordu.
Türkiye’de demografik değişimleri iyi anlayabilmemiz için artık eski nüfus verilerini kullanmak doğru sonuçlar vermeyecektir. Dolayısıyla, TÜİK adrese dayalı nüfus sayımını 2010 yılında tekrarlamalıdır. Bu çalışma aynı metodoloji ile her beş yılda bir yapılmalıdır.
Nüfus istatistiklerine dayalı birçok veri şaştı. 2000 yılında nüfusun yarısı 24.8 yaşın altındayken, 2007 yılında nüfusun yarısı 28.3 yaşın altında oldu. Yani, yedi yılda medyan yaş 3.5 yıl büyüdü. Yaşlanma biraz hızlı olmuş görünüyor.
İşgücü istatistiklerinde 2007 yılının ekim ayı itibariyle Türkiye nüfusunun 73.8 milyon kişi olduğu tahmin ediliyordu. Halbuki, 2007 yılı sonunda nüfusun 70.6 milyon ortaya çıktı. Yaklaşık 3.2 milyon kişi kaybolmuş oldu.
İşgücü istatistiklerinde toplam işgücüne giderken kullanılan 15 ve daha yukarı yaş grubunda 52.8 milyon kişi olduğu tahmin ediliyordu. Halbuki, son veriler bu yaş grubundaki nüfusun 52 milyon kişinin altında olduğunu gösterdi. Bu grupta da yaklaşık bir milyon kişiyi kaybettik. Galiba, geçmişte nüfusumuzu fazla genç gösterme çabasındaydık!
Bizler Türkiye nüfusunun 2007 ortalarında 73.5 milyon kişi olduğunu tahmin ederken, Amerikan Merkezi Haber Alma Teşkilatı (CIA), internet sitesinde 2007 ortasında Türkiye nüfusunun 71.2 milyon kişi tahmin edildiğini duyuruyordu. Galiba, onlar bizim nüfusumuzu bizden daha iyi tahmin edebiliyorlar.
GÜNCELLEME
Belli bir metodoloji çerçevesinde, 2010 yılında yapılabilecek yeni bir adrese dayalı nüfus sayımının sonuçları da göz önüne alınarak eski yıllardaki nüfus tahminleri güncellenmelidir. Aksi taktirde, komik görünümlü zaman serileri ortaya çıkacaktır. Örneğin, kişi başına gelir 2006 yılında 5 bin dolardan 2007 yılında 6,500 dolara fırlamış görünecektir. Halbuki, büyük bir olasılıkla 2006 yılındaki kişi başına gelir yeni nüfus verileri ışığında 5,650 dolar civarındaydı.
Serilerde bu denli radikal değişiklikler olduğunda, kabul edilebilir bir metodoloji ile geçmiş veri serilerini güncellenmesi TUİK tarafından ele alınmalıdır. Çok yakında benzer bir gelişme milli gelir istatistiklerinde de yaşanacaktır.
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2008
2007 yılı neredeyse tüm gelişmekte olan ülkeler için enflasyonun arttığı bir yıl oldu. Ayrıntılara inildiğinde, her ülkenin kendine özgü iç dinamikleri ile açıklanabilecek nedenler elbette var. Ama, topluca bakıldığında, küresel dinamikler, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi, gelişmekte olan ülkelerde de enflasyonun artması yönünde çalışıyor.
Dünya ekonomileri petrol fiyatlarından gelen arz yönlü olumsuz şoku yeni yaşamaya başladılar gibi görünüyor. Petrol fiyatlarından gelen olumsuzluğu telafi eden sermayenin maliyetindeki düşüklük ve üretimde verimlilik artışları da giderek etkilerini yitiriyorlar. Hatta, bu etkenler de olumsuz yönde çalışmaya başlıyorlar.
KISIRDÖNGÜYE DOĞRU
2000’li yıllarda tüm dünyaya fiyat istikrarı (ya da dezenflasyon) ihraç eden Çin’de enflasyon çok hızlı bir çıkış eğilimine girdi. 2007 yılının başında yıllık tüketici enflasyonu yüzde 2.2 iken, Çin’de 2007 yılı sonunda enflasyon 6.9’a fırladı. Perakende fiyatlar da aynı dönemde yüzde 1.8’den yüzde 6’ya geldi.
Aynı sertlikte olmasa da, diğer gelişmekte olan piyasalarda da durum farklı değil. Örneğin, Güney Kore’de tüketici fiyatları enflasyonu 2007 yılı boyunca yüzde 2.1’den yüzde 3.6’ya sıçradı. Brezilya’da tüketici fiyatlarındaki artış 2007 yılı başında yüzde 2.9 idi, yılın sonunda yüzde 4.5 oldu.
Son dönemde hem cari işlemler açıklarındaki artışlarla hem de uluslararası sermaye akımlarından aldıkları payla dikkati çeken Avrupa’daki gelişmekte olan ülkelerdeki enflasyon görünümü çok daha çarpıcı. 2007 yılı içinde, tüketici enflasyonu Bulgaristan’da yüzde 6.8’den yüzde 11.6’ya, Estonya’da yüzde 5’den yüzde 9.7’ye, Latviya’da yüzde 7.1’den yüzde 14’e, Litvanya’da yüzde 4’den yüzde 8.2’ye, Romanya’da yüzde 4.1’den yüzde 6.7’ye, Rusya’da yüzde 9’dan yüzde 12’ye geldi. Birçok ülkede bir yıl içinde enflasyon neredeyse ikiye katlandı.
Yalnızca Türkiye ve Macaristan’da 2007 yılı süresince enflasyon biraz düştü. Enflasyon 2007 yılında Macaristan’da yüzde 8.4’ten yüzde 7.4’e ve Türkiye’de yüzde 9.9’dan yüzde 8.4’e düştü.
Tüm bu ülkelerde ayrıntılara bakıldığında iki kalem öne çıkıyor: enerji ve gıda fiyatlarındaki yükselişler. Bir süre sonra enerji ve gıda fiyatlarındaki yükselişler kaçınılmaz olarak diğer kalemlere de sıçrayacaktır. Bu ülkeler de, gelişmiş ülkelerden enflasyon ithal ederken, enflasyon ihraç eden bir konuma hızla yaklaşacaklardır.
Ortalama enflasyondaki artış bir süre sonra ücret artışlarını beslemeye başlayacaktır. Çin’de bu süreç başladı. Diğer gelişmekte olan ülkelerde de benzer bir sürecin başlaması fiyat-ücret enflasyonu kısırdöngüsünü küresel düzeye taşıyabilecektir.
ÇIKIŞ YOLU
Konuya hangi açıdan bakarsak bakalım, 1970’lerde gördüğümüz film yeniden vizyona girmiş gibi görünüyor. Gelişmiş ülkelerin bu gidişata vermeyi planladıkları ekonomi politikası tepkisi durumu kurtarır mı yoksa daha mı kötü yapar? Enflasyon eğilimlerini göz ardı eden bir politika tepkisi sonuçta mutlaka dünya ekonomilerini daha düşük bir ekonomik büyüme daha yüksek bir enflasyonla karşı karşıya bırakacaktır.
Bu gidişatı ters çevirebilecek gelişme petrol ve diğer hammadde fiyatlarının hızla düşmesi olacaktır. O takdirde, gelişmiş ülkeler ve petrolü olmayan bizim gibi gelişmekte olan ülkeler olumlu etkileneceklerdir. Bu kez de, petrol fiyatlarından yüksek kazançlar elde eden Rusya gibi ekonomiler sıkıntıya girebileceklerdir.
Ekonomik durgunluk beklentileri hammadde fiyatlarındaki spekülatif köpüğü alabilir mi? Evet diyenler de var, hayır diyenler de. Göreceğiz.
Yazının Devamını Oku 24 Ocak 2008
GELİŞMEKTE olan ülkelerdeki enflasyon konusunu yarına bırakıp Amerika’da faizlerin aceleyle (ve panik içinde) yüzde 0.75 puan düşürülmesi üzerine, bugün Amerika ve Avrupa’da para politikası tepkisini tartışmak istiyorum.
Geçen hafta sonuna doğru dünya piyasalarında hava iyice bozuldu. Bir yanda, Amerikan ekonomisindeki olası durgunluğun tahminlerin de ötesinde olabileceği izlenimi güçlendi. Diğer yandan, büyük finans şirketleri geçen yılın son çeyreğine yönelik astronomik zararlar açıkladılar.
TEPKİLER
Bu hafta
pazartesi günü Asya piyasaları çöktü. Bunu Avrupa takip etti. Amerika’nın tatil olması nedeniyle Amerika’nın tepkisi alınamadı. Salı günü Asya piyasaları düşmeye devam etti. Avrupa piyasaları Asya’yı takip ederken bir yandan da New York’un tepkisi tahmin edilmeye çalışıldı. Beklenti, Amerikan piyasasında hatırı sayılır bir düşüştü.
FED’in piyasalar açılmadan olağanüstü bir toplantıyla kısa vadeli faizleri yüzde 0.75 puan düşürmesi aslında Amerikan piyasasındaki olası çöküşü önlemeye yönelikti. Büyük ölçüde bu başarıldı. Benzer başarı geçen yıl 18 Eylül günü FED’in kısa vadeli faizleri yine yüzde 0.75 puan indirmesiyle de sağlanmıştı. Ardından, her faiz indirimi yeni faiz indirimlerini davet etmeye başladı. Sonuçta, grafikten de görüldüğü gibi,
kısa vadeli faizler 18 Eylül 2007’den bu yana yüzde 5.25’den yüzde 3.5’e indi.
Kısa vadeli faizlerdeki indirimler ne ekonomik durgunluk beklentilerini değiştirdi ne de New York Borsası’nın düşüşünü engelledi. Borsa o tarihten bu yana yüzde 11 düştü. Ama,
para politikası faizleri dünya piyasalarının yeni oyuncağı oldu. Olağanüstü toplantıyla yüzde 0.75 puan indirilen faizlerin bu kez olağan toplantıda (30 Ocak) yüzde 0.5 puan daha düşürülmesi bekleniyor. FED’in aldığı her yeni faiz kararı ekonomik birimlerce "
galiba durum sanıldığından da kötü" mesajı oluyor.
Amerika’da para politikası laçka oldu ya da olmak üzere. Buna karşılık, Avrupa Merkez Bankası (AMB) çok daha kararlı bir tutum izliyor. Halbuki, asıl para piyasası sorunları Avrupa’da yaşanıyor.
Avrupa’da bankalar arası para piyasası son derece gergin. Gecelik faizler dahi rekor düzeylerde. Para piyasası enstrümanları piyasalarının önemli bir bölümü kurumuş durumda. Likidite hálá büyük bir sorun.
Ekonomik durgunluk beklentileri Avrupa’da da güçleniyor.
Böyle olmasına rağmen, AMB 2005 yılının aralık ayında başladığı faiz artırımlarına geçen yılın haziran ayına kadar devam etti. Kısa vadeli faizler yüzde 4’e geldi.
Para piyasaları şartları faiz indirimlerini Amerika’dan çok daha fazla zorlarken, bugüne kadar AMB faizleri indirmedi. Sonuçta, kısa vadeli faiz marjı, grafikten görüldüğü gibi, 2004 yılı sonundan geçen salı gününe kadar doların lehineyken, Avrupa’nın lehine döndü.
Euro/dolar paritesindeki gelişmelere göre,
AMB yakın bir gelecekte faiz indirimine gitmeye zorlanabilir. Ama, Amerika’daki gibi bu politikanın Avrupa’da da laçka olacağını beklemek çok gerçekçi olmaz.
KORKULAR
Geleneksel olarak Amerika ekonomik durgunluktan, Avrupa enflasyondan korkar. FED ve AMB’nın (geçmişte Alman Merkez Bankası Bundesbank) tavırları da aslında okyanusun iki yakasında bu geleneksel korkuları yansıtır.
Amerika’nın ekonomik durgunluk korkusu ekonomik durgunluğu önleyememiştir. Ama,
Avrupa’nın enflasyon korkusu fiyat istikrarı içinde ekonomik büyümenin gerçekleşmesine büyük katkı yapmıştır.
Gelecek hafta bu konulara geri döneceğim.
Yazının Devamını Oku 23 Ocak 2008
SON beş yıldır dünya ekonomilerinde yaşananlar birçok açıdan şaşırtıcıydı. Şaşırıcı gelişmelere alışmışken, şimdi birçok şey doğal akışına girmeye başlıyor. Balon patlıyor, yine şaşırıyoruz. 1998 yılı aralık ayında bir varil petrolün ortalama fiyatı 10 doların altındaydı. 2000 yılında 30 dolara çıktı. Gelişmiş ülkelerde büyüme biraz düştü. Buna ılımlı durgunluk dendi. Faizler indirilmeye devam etti. Korkulan enflasyon hiç gerçekleşmedi.
Petrol fiyatları artmaya devam etti. 2007 yılında bir varil petrol ortalama 80 dolar civarına geldi. Bu süre içinde ekonomik büyüme tatmin edici düzeylerde, hatta artarak gerçekleşti. Enflasyon tehdidinden söz edildi. Ama, korkulan yine olmadı.
ŞOK ÜZERİNE ŞOK
1970’li yılları hatırlayanlar petrol fiyatındaki artışa paralel olarak ekonomilerde durgunluk ve enflasyon bekledi. Olmadı. Çünkü, aynı dönemde sermayenin maliyeti (cost of capital) neredeyse sıfıra indi. Küçümsenmeyecek boyutlarda üretimde verimlilik arttı. Petrol fiyatlarından gelen arz yönlü olumsuz şok çok büyük ölçüde sermayenin maliyetinin çok düşmesi ve verimlilik artışlarıyla olumlu yönde bir başka arz yönlü şokla telafi edildi. Şimdi, bu dönemin de sonuna gelinmiş görünüyor.
Amerika’da faizler düşürülüyor. Avrupa ve Japonya’da faizler aynı düzeyde tutulmaya çalışılıyor. Ama, piyasa faizleri son beş yılda görülmemiş düzeylerde arttı. Yani, yatırımcının muhatap olduğu faizler artık yüksek. Petrol fiyatından gelen olumsuz arz yönlü şok artarak devam ederken, sermayenin maliyetinin düşüklüğünden kaynaklanan olumlu arz yönlü şok kayboldu. Hatta, tersine döndü. Sermaye maliyetinin artması bir başka olumsuz arz yönlü şok oldu. Üretimde verimlilik artışları da artık eski düzeyinde değil.
Amerika’da, Avrupa’da ve hatta Japonya’da yayınlanan her veri ekonomik durgunluk beklentilerini daha da güçlendiriyor. Enflasyon ise giderek yükseliyor.
Euro Bölgesi’nde tüketici fiyatlarındaki artış 2007 yılı sonu itibariyle yüzde 3.1 oldu. 2006 yılı sonunda enflasyon yüzde 1.8 idi. Enflasyonu yüzde 2 olarak hedefleyen Avrupa Merkez Bankası açısından gelinen nokta kabul edilebilir bir düzeyin üzerinde.
Enerji ve gıda maddelerini dışarıda bırakan emel enflasyon Euro bölgesinde 2006 yılı sonunda yüzde 1.6 iken 2007 yılı sonunda yüzde 2.3’e geldi. Artık, arz yönlü olumsuz şok temel enflasyona da etki yapmaya başladı.
Benzer bir gelişme Amerika’da da yaşanıyor. Amerika’da tüketici fiyatları 2006 yılı sonunda yüzde 2.5 iken 2007 yılı sonunda yüzde 4.1 oldu. Temel enflasyon hala yüzde 2.2 ile yüzde 2.7 arasında salınıyor. Ama, üretici fiyatları yıllık bazda yüzde 6’ının üzerinde seyrediyor.
ŞAŞIRMAYALIM
Gelişmiş ülkeler enflasyonist bir döneme giriyorlar. Finans piyasalarındaki karışıklıklar merkez bankalarının yükselen enflasyon tehdidine karşı gerekli tepkiyi vermelerini şimdilik engelliyor. Ortaya çarpıcı bir durum çıkıyor.
Finans piyasalarının rahatlaması için merkez bankaları faizleri düşürerek sermayenin maliyetini azaltmaya çalışıyorlar. Ama, aslında sermayenin maliyeti giderek artıyor.
Önümüzdeki dönemde gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere enflasyon ihracı da söz konusu olabilecek. Zaten, kendi iç dinamikleri ve küresel şartlarla gelişmekte olan ülkelerde de enflasyon arzulanan düzeylerin üzerinde seyrediyor ve artıyor.
1970’lerdeki senaryoyu 2000’lerin ilk yarısında yaşamak şaşırtıcı olmayacaktı. Yaşanmadı, şaşırdık. Şimdi, 1970’lerdekşi senaryo gerçekleşecekmiş gibi görünüyor. Yine şaşırıyoruz. Galiba, şaşıracak fazla bir şey yok.
Yarın gelişmekte olan ülkelerdeki enflasyona ve olası diğer gelişmelere değineceğim.
Yazının Devamını Oku 22 Ocak 2008
İŞGÜCÜ istatistikleri anketlere dayanan verilerdir. Kullanılan metodoloji ne denli iyi olursa olsun, kaçınılmaz olarak hatalar yapılır. Ama, aynı metodoloji ile yapılan anket çalışmalarının verdiği sonuçlar zaman içindeki eğilimleri, nicelik olarak olmasa da, nitelik olarak yansıtır.
Kayıt dışı istihdamın çok yoğun olduğu ülkemizde anketlerden çıkan sonuçları gerçek verilerle kontrol etme olanağı da çok yoktur. Türkiye’de 2007 yılının ekim ayı itibariyle 22.8 milyon kişinin istihdam edildiği düşünülmektedir.
İstihdam edildiği düşünülen bu nüfusun 10.7 milyon kişisi popüler tabirle kayıt dışıdır. Kentlerdeki kayıt dışı istihdam 4.6 milyon kişi görünmektedir. Bunların 2 milyonu ücretli olarak bir iş yerinde çalışmaktadır, ama bir sosyal güvenlik kuruluşuyla ilişkilendirilmemiştir. Yani, kayıt dışıdır.
Bu şartlarda,
anket sonuçlarını kağıt üzerindeki verilerle karşılaştırıp kalite kontrolü yapmak doğal olarak zorlaşmaktadır.
KENT-KIR FARKI
2000’li yıllardaki ekonomik büyümenin istihdam artışına aynı paralelde yansımadığı iyi biliniyor. 2000 yılında ortalama 21.5 milyon kişi istihdam edilirken, 2007 yılının ilk on ayında istihdam edilenlerin sayısı ortalama 22.8 milyon kişi oldu. Son altı yılda ortalama 1.3 milyon kişiye istihdam sağlandı. Halbuki bu dönemde, toplam işgücü nüfusu 2.2 milyon arttı. Üstelik, işgücüne katılım oranı yüzde 50’den yüzde 47’ye düştü. Yani, çalışma yaşında olup da daha az oranda insanlar çalışmak istediler. Buna rağmen,
istihdam artışı, işgücü nüfusundaki artıştan çok daha az oldu.
Sorunun bir bölümü kent ve kırsal nüfus demografisinin değişmesinden kaynaklanıyor.
Ketlerde işgücüne katılan nüfus 2000-207 yılları arasında 3 milyon kişi artarken, istihdam edilenlerin sayısı da 2.3 milyon kişi artıyor. İşgücüne katılma oranında da çok az da olsa bir artış var.
Kırsal alanda gelişmeler tam tersine.
Kırsal alanda son altı yılda işgücü 800 bin kişi dolaylarında azalıyor. Buna karşılık istihdamdaki azalma 1 milyon kişi oluyor. Çalışma yaşındaki nüfus ise 500 bin kişi kadar artıyor.
TARIMDA İSTİHDAM
Kısacası,
kentlerde istihdam yaratılıyor. Ama,
kırsal alandan kentlere gelen nüfusla, kentlerde yaratılan iş olanakları herkese yetmiyor. Grafikten de izlenebileceği gibi, özellikle son iki yılda tarımdaki istihdam (sol eksen) düşerken, tarım dışındaki istihdamda (sağ eksen) kararlı bir artış gözleniyor. Tarım dışı istihdamın artışındaki göreli yavaşlama da dikkat çekici.
Bu eğilimler çerçevesinde,
tarım kesiminden tarım dışı kesime olan nüfus hareketini tarım kesiminde istihdam olanaklarını artırarak denetim altına almak en akılcı yolmuş gibi görünüyor. Üç-beş yılda bir tarımın desteklenmesi politikasında değişikliğe giderek bunun ne denli başarılabileceği önemli bir soru işareti.
Yazının Devamını Oku 21 Ocak 2008
SON zamanlarda döviz kurlarındaki gelişmeler faizlerin yüksekliğine bağlanmaya başladı. Popüler deyimle, Türkiye’de faizler o denli yüksek ki, ülkeye olukla döviz giriyor ve döviz kurları doğal olarak düşüyor. Ülkeye olukla para girmesinin ardında faizlerin yüksekliği olabilir. Ama, tek neden faizlerin yüksekliği değildir. Dikkat edilirse, aynı faiz düzeyinde dahi, bazı dönemler yabancı yatırımcılar. faiz kazandırıcı yatırımlardan çıkmakta, bazı dönemlerde de aynı faiz düzeyinde bedava mal bulmuş gibi faiz kazandırıcı finansal yatırımlara girmektedir. Yani, yabancı yatırımcıların kafasında faizlerin düzeyinden başka parametreler de vardır. Bütün bu parametrelere "risk iştahı" diyelim.
Faizler değişmediği halde, yabancı yatırımcıların tavır değişiklikleri risk iştahlarından kaynaklanıyor. Risk alma iştahları açıldığında bizim gibi piyasalara giriyorlar, çeşitli nedenlerle risk iştahları kaçtığında, bu piyasalardan çıkma eğilimi gösteriyorlar.
RİSK İŞTAHINA GÖRE POLİTİKA
Son dönemlerde yabancılar devlet iç borçlanma senetlerinden çıktığı halde, faizlerde ve kurlarda fazla bir oynama olmadı. Çünkü, yabancı sattı, yerli (bankalar dahil) aldı. Bir başka ifadeyle, yabancı çıktı, yerli girdi.
Döviz kurları düşmesin diye faiz düzeyine görev çıkarıyorsak, doğrudan ya da dolaylı olarak faiz düzeyini ülkeye giren döviz miktarını ayarlayan bir mekanizmanın parçası yapmak istediğimiz anlaşılır. Bundan çıkan politika stratejisi şudur: yabancıların risk iştahı arttığında, faizler düşürülmeli, yabancıların risk iştahı azaldığında faizler yükseltilmeli.
Faiz düzeyine böyle bir görev çıkarmak yerlilerin Türk parasına olan talebi ile ilgilenmeyip yabancıların Türk parası talebine göre para politikasının şekillendirilmesi anlamına geliyor. Bir başka açıdan, "enflasyonu bırak, döviz kurlarına bak" anlayışı para politikasına hakim olmuş oluyor. Para politikası yabancı yatırımcıların risk iştahına göre şekillenmiş oluyor. Bu olmayacak bir yaklaşım değildir, ama yanlıştır.
Kaldı ki, özellikle son bir yıldır Türkiye’ye gelen dövizler yabancıların Türkiye’de faiz kazanmak için getirdiği dövizler değil, doğrudan yabancı sermaye ve özel kesimin doğrudan yurt dışından borçlanmaları yoluyla gelen dövizlerdir.
ÖDEMELER DENGESİ
Ödemeler dengesi istatistiklerindeki gelişmeler 2006 yılının aralık ayından 2007 yılının kasım ayına kadar ayrıntılı incelenirse ortaya çıkan tablo şöyle özetlenebilir:
Son bir yılda Türkiye ekonomisine net bazda 47.9 milyar dolar yabancı kaynak girmiştir. Bu toplamın 16.2 milyar doları net bazda doğrudan yabancı yatırımlardır. Yani, özelleştirme ya da başka yollardan yabancıların Türk şirketlerini almaları yoluyla ülkeye giren dövizlerden Türk yatırımcıların yabancı ülkelerde yaptıkları doğrudan yatırımların düşülmesiyle elde edilen rakamdır.
Doğrudan net borçlanma yoluyla Türkiye ekonomisine giren para 32.4 milyar dolar olmuştur. Bu borçlanmanın çok önemli bir bölümü bankalar ve banka dışı özel kesimdir. Son bir yılda, Türkiye’nin faizlerinden yararlanmak için gelen paraları da kapsayan portföy yatırımları net bazda -760 milyon dolar olmuştur.
Böyle bir ortamda Türkiye’deki faizler yabancıların risk iştahına göre mi oluşmalıdır?
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2008
VERGİ ahlakı dendiğinde konunun iki boyutu da birden düşünülmelidir. Birincisi, vergi verme ahlakıdır. Onun bizde olmadığını iyi biliyoruz. İkincisi, vergi koyma ahlakıdır. Bu konuda gidecek daha çok yolumuz var.
Demokrasilerin en temel ilkelerinden biri vergi koyma ve vergi oranlarını tespit etmeye yetkili tek kurumun Parlamento olmasıdır. Parlamento bu yetkisini hiçbir şart altında bir başkasına devredemez.
Vergi koyma ahlakı konusunda sorunlarımızdan biri demokrasinin bu temel ilkelerinden birini fazla ciddiye almamamızdan kaynaklanıyor. Parlamento vergiyi koyuyor. Vergi oranının ne olacağının tespiti yetkisini belli sınırlar içinde Hükümet’e bırakıyor. Hükümetler de bir gecede aldığı bir kararla belli vergi de oranı yükseltebiliyor ya da indirebiliyor. Kararı parlamenterler de ya günlük gazetelerden ya da Resmi Gazete’den öğreniyorlar.
REAYA MUAMELESİ
Vergi koymanın bir ayağı devlete harcamaları ile uyumlu belli bir vergi gelirini sağlamaktır. Aynı önemde, vergi koymanın bir başka ayağı, konan verginin ya da değiştirilen vergi oranının ekonomik birimlerin kararlarını ne şekilde etkileyeceğinin iyi araştırılmasıdır. Son yıllarda birinci ayak öne çıktı, diğeri çoğunlukla göz ardı edildi.
1999 yılının son günlerinde devletin belli ekonomik şartlarda belli bir faiz oranı ile geçmişte sattığı borçlanma senetlerinin faiz geliri üzerine getirilen vergiyi hatırlayın. Hukuki olarak gelirlerden alınıyormuş gibi görünen yeni vergi aslında iktisadi açıdan servet vergisiydi. Yasa on dakikada çıktı. Parlamenterle dahi neye karar verdiklerini anlayamadılar. Verginin muhatapları konuyu ertesi gün öğrendiler. Üstelik, konu bir başarıymış gibi kamuoyuna tanıtıldı. Ama, vergi koyma ahlakı ayaklar altına alındı.
Ekonomi bir süreçtir. Ekonomik faaliyetler ocak ayının birinde başlayıp aralık ayının son gününde bitmez. Çoğunlukla alınan ekonomik kararlar ile alınan kararların uygulanması arasında belli bir zaman geçer. Geçen zaman içinde, alınan kararların üzerine oturduğu parametreler radikal bir biçimde değiştiğinde bir biçimde "ekonomik zarar" oluşur. Oluşan ekonomik zarar, ister özel, ister kamu sektörüne ait olsun, sonuçta tüm ekonomi için zarardır. Vergi çeşitleri ve oranları da alınan ekonomik kararların üzerine oturduğu en önemli parametrelerdendir. Vergi koyma ahlakı da konunun bu yanıyla devreye girer. Demokrasilerde verginin muhatabı "reaya" muamelesi görmez.
KISIRDÖNGÜ KIRILMALI
Hangi dürtüyle olursa olsun, yeni bir vergi konması ihtiyacı doğduğunda ya da uygulamadaki bir verginin oranının değişmesi gündeme geldiğinde, öneri kamuoyunda, ama özellikle yeni uygulamanın muhatapları arasında tartışılır.
Yeni bir vergi konması ya da bir vergi oranının artırılması her zaman muhataplarının itirazı ile karşılaşacaktır. İtiraz edilmesi önerinin uygulanamayacağı anlamı taşımaz. Ama, yeni uygulama belli bir süre verilerek ilerideki bir tarihte başlatılır. Ekonomik birimler hesaplarını ileride oluşması beklenen şartlara göre yaparlar. Bu şekilde, ekonomik süreç içinde oluşabilecek "ekonomik zarar" asgaride tutulmaya, hatta zararın hiç oluşmamasına çalışılır. Vergi koyma ahlakı bunu gerektirir.
Vergi verme ahlakının olmadığı bir toplumda vergi koyma ahlakının çok gelişmiş olması elbette beklenemez. Vergi koyma ahlakı olmayan devlet vatandaşlarının vergi verme ahlakı sahibi olmalarını da bekleyemez. Ama, bu kısırdöngüyü kırması gereken kurum demokrasilerde devlet olmak zorundadır.
Yazının Devamını Oku