9 Ocak 2008
SOSYAL güvenlik sisteminin içinde bulunduğu durum Türkiye ekonomisinin gelecekteki istikrarsızlığına yönelik en büyük tehditlerden biridir. Artık, durumun vahametini anlatmak için "acil çözüm gerekir" cümlesi dahi hafif kalmaktadır.
Her yıl bütçenin faiz dışındaki harcamalarının yaklaşık beşte biri gibi bir meblağ sosyal güvenlik sisteminin açıklarına gitmektedir. Sistemin açıkları milli gelirimizin neredeyse yüzde 5’i civarındadır. Sosyal güvenlik sistemi giderek yaşlılara gelir yaratan değil, çalışanlara ikinci maaş veren bir sistem haline gelmiştir.
KARARLILIK
1990’lara kadar nakit açığı vermiyor diye her gelen hükümet sosyal güvenlik sistemini altından kalkamayacağı yüklerin içine soktu. Sistemin kapsamı genişletildi. Emeklilik yaşı düşürüldü. Sağlık hizmetleri genişletildi. Gelirlerini artırma yönünde yapılacak fazla bir şey yokken, her gelen sistemin harcamalarının daha da artmasına neden oldu.
Bir noktada, sisteme katkıda bulunanlar, sistemden yararlananların maliyetini karşılayamaz oldu. Bugün, çalışan yaklaşık iki kişi bir emekliye bakmak durumunda geldi. 1990’ların sonlarına doğru bütçeden sosyal güvenlik sisteminin açıkları için gereken para arttıkça durumun vahameti anlaşıldı. Ama, siyasi açıdan sevimli olmadığı için konu çeşitli hükümetlerce savsaklanıp durdu.
Uzun süre şimdiki hükümet de konuya ciddi bir biçimde eğilmekten kaçındı. İlk ciddi hamle 2006 yılında yapıldı. Ama, reformun can alıcı noktaları Anayasa Mahkemesi’ne takıldı. Ardından, seçim yılına girilmesiyle, reform rafa kalktı.
Geçen hafta hükümet ve konuyla ilgili sivil toplum kuruluşları bir araya geldi. Toplantının açılışında Başbakan’ın yaptığı konuşma hem konunun ciddiyetinin yeterince anlaşıldığı hem de böyle bir reformun ardında siyasi kararlılığın olduğu izlenimi verdi. Başbakan, "biz elimizi taşın altına koyacağız" dedi. Sosyal güvenlik reformu daha önce hiç Başbakan düzeyinde bu denli açıklıkla sahiplenmemişti. Bu açıdan, gelişmeler sevindiricidir.
KÜRESEL KAYGILAR
Gündemdeki sosyal güvenlik reformundan mucizeler beklememeliyiz. Gerçekçi bir reform ne 2008 ne de 2009 yıllarında sistemin bütçe üzerindeki yükünü kayda değer bir biçimde azaltmayacaktır. Ama, yapılacak reform 2010’ları, 2020’leri kurtaracaktır. Türkiye ekonomisinin uzun dönemli istikrarı önündeki en büyük tehditlerden biri ortadan kaldırılmış olacaktır.
Bu yıl sosyal güvenlik reformunu bir daha üzerinde konuşmamak üzere uygulamaya koyduğumuzda 2008 ve daha sonraki yıllar bir başka açıdan kurtarılmış olacaktır. Böyle zor bir reformun kararlılıkla uygulamaya konması siyasi otoritenin ekonomik istikrarın tesisi konusunda ne derece kararlı, samimi ve ciddi olduğunun en önemli göstergelerinden biri olacaktır. Dolayısıyla, hem iç hem de dış yatırımcıların beklentileri olumlu yönde etkilenecektir.
Özellikle 2008 yılında Türkiye’nin ekonomik birimlerin beklentilerini olumlu tutmasının önemi oldukça fazla. Gelişmiş ülkelerdeki karışıklıklar ve küresel düzeydeki belirsizlikler, bizim gibi hammadde ve emtia zengini olmayan, ama dikkat çekici boyutlarda cari işlemler açığı veren (dış kaynaklara ihtiyacı olan) gelişmekte olan ülkeler uyguladıkları ekonomi politikalarında çok daha kararlı ve ciddi olmaya zorluyor. Küresel ekonomilerin kırılganlığının giderek arttığının tartışıldığı bir dönemde kırılganlığın azaltılması yönünde atılacak adımlar Türkiye ekonomisini öne çıkarabilir.
Böyle bir yaklaşım ekonomik büyümeye de, enflasyonla mücadeleye de önemli katkılar yapacaktır. Bakalım, bu kez başarılabilecek mi?
Yazının Devamını Oku 8 Ocak 2008
2007 yılı sonu itibariyle yıllık enflasyon yüzde 8.4 oldu. Hedef açık farkla ıskalandı. Demek ki, enflasyon hedefine odaklı para politikasında bir sorun var.
Enflasyonla mücadelede en başarılı yıl 2004 yılıydı denebilir. Yıl sonu hedefinin yüzde 12 olduğu bir yılda haziran ayında yıllık enflasyon yüzde 7.1’e kadar düştü ve yıl sonunda yüzde 9’u biraz aştı. Yıl sonu hedefinin yüzde 4 olduğu 2007 yılının temmuz ayında enflasyon yüzde 6.9’a kadar düştü ama yıl sonunda yüzde 8.4 oldu.
ENFLASYONDA OYNAKLIK
2004 yılının ikinci yarısından 2005 yılının son çeyreğine kadar ortalama enflasyon yüzde 8 civarında, ama dar bir aralıkta salınma eğilimi gösterdi.
2006 yılının birinci çeyreğinden itibaren ise enflasyon artış eğilimine girdi. 2006 yılı ortasında yaşanan döviz kurlarındaki çalkantı zaten artma eğiliminde olan enflasyonun üzerine tuz biber ekti.
2006 yılının ilk üç ayından sonra enflasyondaki artış eğiliminin ardında
2005 yılının son çeyreğinde gevşeyen para politikasının etkisi küçümsenemez. O dönemde Türkiye ekonomisine yoğun bir biçimde giren dövizlerin bir bölümünü alan Merkez Bankası bilançosunu çok hızlı büyütmeye başladı. Bilançonun yıllık büyümesi yüzde 40’ı, Merkez Bankası Parası’nın (toplam Türk Lirası yükümlülükleri) yıllık büyümesi yüzde 90’ı aştı.
2006 yılı ortasındaki para politikasındaki sıkılaştırma enflasyon eğilimlerine değil, döviz kurundaki çalkantılara bir tepki olarak geldi.
2006 yılı ortasından sonra enflasyondaki oynaklıklar belirgin bir biçimde arttı. Grafiklerde üçer ve altışar aylık toplam fiyat endekslerinin bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde artışlar veriliyor. Yıllık artışların grafikleri hem TÜFE için hem de dışsal etkenlerle fiyatları oynaklık gösterebilen bazı maddeleri dışarıda bırakan (H) endeksi için veriliyor.
3 aylık enflasyon grafiğinden görüldüğü gibi, 2006 yılının başından itibaren üçer aylık ortalama enflasyon artış eğilimine giriyor, ama "
temel enflasyon" olarak alınan H endeksindeki artış yavaşlamaya devam ediyor. H endeksi enflasyonu 2006 yılının ortasında (nisan-haziran dönemi) artış eğilimine giriyor ve 2007 yılının başında TÜFE enflasyonunu büyük ölçüde yakalıyor.
PARASAL BASKI
2007 yılının ortasından itibaren üçer ve altışar aylık endekslerde düşme eğilimi görülüyor. Eğilim yılın son çeyreğinde yeniden tersine dönüyor.
3 aylık TÜFE toplamının bir önceki yılın aynı dönemine göre yüzde artışı 2007 yılının eylül ayı itibariyle artmaya başlıyor. H endeksindeki aynı bazdaki düşüş eğilimi de aşağı yukarı aynı dönemde duruyor. Tesadüfe bakın ki, bu aylarda Merkez Bankası’nın kısa vadeli faizleri indirmeye başlaması ile çakışıyor
. Bu tesadüf doğal olarak faiz indirimlerinin zamanlamasını konusunda soru işaretleri doğuruyor.
Son dönemde Merkez Bankası döviz alımlarına devam ettiği halde, bilançosundaki büyümeyi önleyebiliyor, ama elden çıkaracak YTL varlığı olmadığı için
Merkez Bankası Parası’ndaki büyümeyi önleyemiyor. Toplam Türk Lirası yükümlülüklerdeki yıllık artış yüzde 40’ı geçmeye başladı. Dolayısıyla,
enflasyon üzerinde yeniden parasal baskılar oluşmaya başladı. Dışsal etkenleri de hesaba kattığımızda, enflasyon daha uzun süre hedefin oldukça üzerinde seyredecek gibi görünüyor.
Yazının Devamını Oku 7 Ocak 2008
Ortaya bir laf atılıyor. Gerçekten ne söylendiği fazla irdelenmeden, söylenen doğruymuş gibi kabul ediliyor. Bir süre sonra, yanlış ya da gerçeği fazla yansıtmayan cümleler çok kullanılan sloganlar haline geliyor. İktisadi konularda da bu çeşit doğruyu yansıtmayan sloganlara çok rastlanıyor. Söylenenin gerçekten doğruyu yansıtıp yansıtmadığı üzerine fazla kafa yorulmuyor.
GERÇEK KUR
Döviz kurları gerçeği yansıtmıyor: Kur bir fiyattır. Fiyat arz ve talep dengesine göre oluşur. Arz ve talebin eşit olmadığı yerde dışsal etkenlerle fiyat bir başka yerde oluşmuşsa, fiyat gerçeği, yani arz-talep dengesini yansıtmıyor demektir. Dalgalı kur rejiminde döviz kurlarına müdahale olmadığı taktirde, böyle bir durum söz konusu değildir.
Merkez Bankası kurları yapay olarak düşük tutuyor: Bir anlamda, bu da döviz kurlarının gerçeği yansıtmadığı savıyla aynı anlama geliyor. Merkez Bankası’nın kurları arz-talep dengesinin ima ettiği düzeylerden daha düşük tutabilmesi için piyasaya döviz satması gerekir. Yani, ek döviz arzı yaratarak fiyatın düşmesini sağlaması gerekir. Halbuki, Merkez Bankası tam tersini yapmaktadır.
2001 yılı sonu ile 2007 yılı sonu arasında Merkez Bankası’nın Türk Lirası yükümlülüğü (Merkez Bankası Parası) 44.9 miyar YTL arttı. Bu dönemde Merkez Bankası’nın piyasadan net döviz alımları yoluyla bastığı para 59.7 milyar YTL oldu. Ama, döviz alımları yoluyla piyasaya çıkardığı paranın 14.8 milyar YTL kadarını Türk Lirası varlıklarını azaltarak (elden çıkararak) geri çektiğinden, bu dönemde basılan toplam Türk Parası 44.9 milyar YTL oldu. Bu dönemdeki ortalama dolar kurundan hesaplarsak, Merkez Bankası’nın piyasadan aldığı net döviz miktarı bu dönemde 42.2 milyar dolar olmuş. Yani, Merkez Bankası döviz kurlarının düşmesi yönünde değil, yükselmesi yönünde faaliyet göstermiş. Açıktan dövize talep yaratmış.
ENFLASYON VE CARİ AÇIK
Döviz kurları düşük tutarak enflasyon düşürülüyor: Kurların düşük kalması enflasyonu düşürme çabasında ayak bağı olmuyor. Ama, enflasyondaki düşüşü kurların düşüklüğüne bağlamak yanlış.
1988 yılı sonu ile 1993 yılı sonu arasında Türk Lirası reel olarak yüzde 49.4 değerlendi. Ama, tüketici fiyatları enflasyonu 1988 yılında yüzde 73.7 iken 1993 yılında ancak yüzde 66.1 olabildi. Buna karşılık, 1999 yılı sonunda 2007 yılı sonuna kadar Türk Lirası reel olarak yüzde 47.8 değerlendi (yaklaşık 1988-1993 dönemi kadar). Enflasyon ise 1999 yılında yüzde 64.8 iken 2007 yılının kasım ayında yıllık yüzde 8.4 oldu. Demek ki, enflasyonu düşürmek için 2000-2007 döneminde 1989-1993 döneminden farklı bir şeyler yapılmış.
Yüksek faiz cari işlemler açığımızı büyütüyor: Yüksek faiz aslında tüketimi ve yatırımları azaltır. Dolayısıyla tasarrufları artırır. Cari işlemler açığı ise yurt içindeki net tasarrufların artmasıyla değil, azalmasıyla oluşur. Dolayısıyla, cari işlemler açığını artıran yüksek faizler değil.
Türkiye’de net tasarruflar son altı yıldır hızla azalıyorsa, aslında, faizlerin de yüksekliğinden söz etmek biraz garip oluyor. Yüksek olarak görülen bu faizlerde dahi tüketimi ve yatırımları artırıp tasarrufları azaltıyoruz.
Galiba, Türkiye ekonomisi iktisadi teorilere sığmıyor! Yoksa, sığıyor da, biz mi farkında değiliz?
Yazının Devamını Oku 6 Ocak 2008
MERKEZ Bankası kısa vadeli faizleri indiriyor, ama tüketicilerin mal ve hizmetlere olan talebinin artmamasını istiyor. Öyleyse, kısa vadeli faizleri neden indiriyor? Ders kitapları merkez bankalarının reel ekonomiyi etkileme gücünün faizlerden kaynaklandığını söyler. Para arzı artırılarak faizlerin düşmesine zemin hazırlanır. Daha düşük faiz düzeyinde tüketiciler daha fazla tüketim, yatırımcılar daha fazla yatırım yaparlar. Sonuçta, ekonomide toplam talep artar. Üretim düzeyi yükselir. Bu şekilde, merkez bankaları ekonomik büyümeye katkı yapmış olurlar.
KREDİ KARTLARI FAİZLERİ
Merkez Bankası, Türkiye’de komik durumlara düşürülüyor. Kredi kartları yoluyla yapılan borçlanmalarda bankaların isteyecekleri azami faiz yasanın emriyle Merkez Bankası tarafından belirleniyor. Halbuki, Merkez Bankası’nın bu konuyla hiçbir alakası yok.
Merkez Bankası’nı bu yolla hane halklarının muhatabı durumuna düşürmek aslında para politikasının itibarına da darbe vurmaktadır. Ciddi bir komiklik yaşanmaktadır.
Merkez Bankası kredi kartı borçlarına uygulanabilecek azami faizi belli bir formüle göre belirleme yolunu seçti. Bu formül, bazen Merkez Bankası’nın ekonomi yönlendirme isteğine paralel bir sonuç verebilir, bazen de tam tersi.
Geçenlerde, Merkez Bankası kredi kartları borçlarına uygulanabilecek azami faizi düşürdü. Ardından da bir açıklama yaparak düşen faizlere bakarak tüketicilerin harcamalarını artırmamalarını tavsiye etti. Eğer Merkez Bankası tüketicilerin kredi kartları yoluyla tüketimlerini artırmalarını istemiyorsa, faiz neden düşürüldü? Belli ki, formül faizlerin düşürülmesini emretti. Düşündürücü ve komik değil mi?
Birinci yanlış, kredi kartları yoluyla yapılan borçlanmaların faizlerinin serbest olmaktan çıkarıp Merkez Bankası’nı bu faizleri tespit etmeye memur etmektir. İkinci yanlış, uyguladığı formül ne sonuç verirse versin, Merkez Bankası’nın kredi kartları faizlerini belirledikten sonra tüketicilere tavsiyelerde bulunmasıdır. Kendini konudan soyutlamaya çalışmak yerine, konunun muhatabı haline getirmesi Merkez Bankası’nın itibarını zedeler.
DOLAYLI VERGİLER
Katma değer ve özel tüketim vergisi gibi dolaylı vergilerin sosyal adalete daha uygun vergiler olduğu iddia ediliyor. Bu da biraz komik kaçıyor. her şeyden önce, vergi denilen kavramın sosyal adaletle hiçbir ilgisi yoktur. Ama, devletin harcamaları için gerekli olduğundan vergi sistemi düşük gelirleri daha az hırpalayan bir biçimde oluşturulur.
Bu açıdan, dolaylı vergiler sosyal adalet açısından en kötü vergilerdir. Gelir düzeyi arttıkça artan oranlarda gelir vergisi alınması sosyal adalet açısından daha uygundur. Düşük gelirliler gelirlerinin çok daha büyük bir bölümünü harcamak zorunda olduklarından, aslında, dolaylı vergiler, gelir arttıkça gelire oranla daha az verilen vergiler sınıfına girmektedir.
Asgari ücret kazanan biri gelirinin ne kadarını tasarruf edip dolaylı vergilerden kurtulacaktır? Buna karşılık, aylık geliri 10 bin YTL olan bir aile gelirinin kaçta kaçını tasarruf edip dolaylı vergilerden kaçabilecektir?
Vergide adalet, ödenen vergi miktarıyla değil, gelirin yüzdesiyle hesaplanır. Gelir düştükçe, dolaylı vergilerin toplam gelirler içindeki payı artma eğilimindedir. Dolayısıyla, sosyal adalet açısından bakıp şimdiki vergi sistemini savunmak oldukça fazla yaratıcılık istiyor.
Yazının Devamını Oku 4 Ocak 2008
TÜRKİYE’de teşvik mekanizmasının hiçbir şeyi teşvik etmediği uzun süredir söylenir. Gerçekten de, her şey teşvik edilerek hiçbir şey teşvik edilmemektedir. Kamu kaynakları teşvik sistemiyle büyük ölçüde israf edilmektedir. Bir yandan kamu kaynakları israf edilirken, diğer yandan harcamaların daha büyük bir bölümünün vergi gelirleri yoluyla finanse edilebilmesi için katma değer vergisi (kdv) gibi dolaylı vergilere ağırlık verildi.
Gelirlerden vergi alamayan devlet dolaylı vergilere abandı. Şimdi de, yeni gelir ihtiyacı olduğunda kdv gibi vergiler seçici olarak artırılarak ek kaynak yaratılmaya çalışılıyor.
Bunun son örneği de
finansal kiralama yoluyla yapılan yatırımlarda uygulamaya girdi.
TALİHSİZLİK
Yatırımları teşvik için karmaşık bir çok sistemler kuran devlet bu kez
finansal kiralama yoluyla yağılan yatırımlar üzerinden alınan kdv’nin oranını yüzde 1’den yüzde 18’e yükseltti.
Yalnız alınan malın değeri üzerinden yüzde 18 kdv ödenmeyecek, aynı zamanda yatırımcının ödeyeceği faizler de yüzde 1 yerine yüzde 18 kdv’ye tabi olacak.
Son altı yıldır alıştığımız ekonomik büyüme oranının düşmesiyle büyümenin yeniden nasıl canlandırılabileceği konusunda kafa yormak yerine,
bu uygulamayla ekonomik büyüme yanlış bir dönemde aslında baltalanıyor.
Ne olursa olsun, nasıl olursa olsun, vergi geliri peşinde koşan devlet herhalde finansal kiralama şirketlerinin iş hacminin artmasına bakarak
yeni bir vergi matrahı bulduğunu düşündü.
Halbuki, finansal kiralama şirketlerinin iş hacmindeki artış yalnızca kdv’nin yüzde 1 olmasından değil,
son yıllarda yatırımların çok hızlı bir biçimde artmasından kaynaklanıyordu.
Grafikte 2000 yılının son çeyreğinden 2007 yılının üçüncü çeyreğine kadar yıllık bazda özel sektör yatırımlarının yüzde değişmeleri veriliyor.
2002 yılının sonundan itibaren özel sektör yatırımları hızla artmaya başlıyor. 2004 yılının ortalarında artış yıllık yüzde 50’ye kadar varıyor. 2006 yılının ikinci yarısından sonra özel sektör yatırımlarındaki artış belirgin bir yavaşlamaya giriyor.
2007 yılının üçüncü çeyreği itibariyle yüzde 4.8’e kadar geriliyor. Benzer bir eğilimi yatırım malları ithalatında da gözlemek mümkün.
Durum böyleyken,
yatırım iştahını körelten bir uygulamanın başlamış olması ekonomik büyüme açısından bir talihsizlik olarak nitelendirilebilir.
AMAÇ NE?
Amaç iç talebin olası artış hızını yavaşlatıp enflasyonla mücadeleyi kolaylaştırmaksa, söyleyecek fazla bir şey olmayabilir. Ama, amaç gerçekten buysa, yalnızca yatırım değil, tüketim artışını da frenleyecek önlemler uygulamaya konmalıdır.
Yatırım amaçlı finansal kiralamalarda kdv oranının artırılmasını iç talep kontrolünün bir parçası olarak görmek konuyu fazla abartmak olur. Bu alandaki kdv artışını, sonuçları fazla düşünülmeden uygulamaya geçirilen
gelir artırmaya yönelik bir girişim olarak değerlendirmek daha doğru olur.
Statların koltuklarının finansal kiralama yoluyla alınması şaşılacak bir şey de değildir. Yatırım yalnızca inşaat ve makine de değildir.
Keşke,
Maliye Bakanlığı böyle bir uygulamaya başlamadan önce uygulamanın makro ekonomik ve sektör bazında sonuçlarını irdeleyebilecek kamu kurumlarına danışsaydı! Vergi sistemini yaz-boz oyunu yapma riskinden kaçınsalardı.
Yazının Devamını Oku 3 Ocak 2008
TÜRK Lirası’nın uzun bir süredir reel olarak değer kazanması doğal olarak bazı şirketleri ve sektörleri zorluyor. Zorlanmanın arkasında birkaç önemli neden var. Birincisi, uluslararası rekabetin dinamiği içinde bazı şirketler ve sektörler zaten zorlanacaklardı. İkincisi, zorlanan şirketler yeni dengelere uyum sağlayabilmek için gerekli verimlilik artışlarını çeşitli nedenlerle sağlayamadılar.
Genelde, ayakta kalmanın tek yolu olarak Türk Lirası’nın değer kaybetmesi görülüyor. Bir anlamda, "devalüasyon" ekonominin belli bir bölümü için "oksijen" gibi görülmeye başlandı. Bir kereye mahsus bir kur ayarlamasıyla sorunların çözülebileceği düşünülüyor. Çözüm o denli kolay değil.
ÇÖZÜM DEVALÜASYON MU?
Konuya daha analitik yaklaşma eğiliminde olanlar böyle bir çözümün yaratacağı olumsuzlukların da farkındalar. Onlara göre, kısa süre için olumsuzluklar göğüslenerek ekonomide yaşlanan zorluklar aşılabilir. Yani, bir süre için enflasyonun artması dünyanın sonu değildir. Ama, sürekli değerlenen bir parayla dünyanın sonunu yakında görebiliriz.
Tarihimiz boyunca ekonomik sorunların aşılmasını hep paramızın değerini düşürerek bulmaya çalışmışız. Ama, paramızın değerinin düşmesini zorunlu kılmayacak ekonomik dengeleri oluşturmaktan hep kaçınmışız. Dolayısıyla, belli devrelerde hep paramızın değerini düşürmek zorunda kalmışız. Bu kısır döngüyü bir türlü kıramıyoruz.
Bir paranın değerinin düşmesini zorunlu kılan en önemli etken enflasyondur. Enflasyonu ihmal edilebilir düzeylere indiremediğimiz sürece "devalüasyon" olgusuyla her zaman yaşamak zorunda kalacağız. Çözüm, biraz enflasyon yaratarak "suni solunum" yoluyla ekonomik birimleri rahatlatmak değil, enflasyonu indirerek suni solunuma gerek duyulmayacak ortamı yaratmaktır. Yani, kalbi düzeltip damarları açmak gerekiyor.
Bir paranın değerinin düşmesini zorunlu kılan bir diğer önemli etken üretimde verimlilik artışlarının rekabet içindeki diğer ülkelerin gerisinde kalmasıdır. Verimlilik artışı sağlayamadan, diğer ülkelerin verimlilikte gerisinde kalarak "devalüasyon" yoluyla çözüm bulunabileceği düşüncesi yanlıştır. Bu yaklaşım da suni solunumdan farksızdır. Kalıcı çözüm verimlilik artışlarına odaklanmaktır.
ÇIKMAZ YOL
Geldiğimiz noktada, çözüm kur ayarlaması değil, bugünkü kur dinamikleri içinde yaşamayı becerebilmektir. Ekonomik birimler geçmişteki deneyimleriyle "bir gün kurlar zaten ayarlanır" beklentisiyle seslerini yükseltiyorlar. Bu şekilde, devalüasyon beklentileri de giderek güçleniyor. Biraz enflasyon yaratarak dünyanın sonu gelmez anlayışı daha çok taraftar bulmaya başlıyor.
Halbuki, döviz kurlarının zordaki şirketleri ve sektörleri kurtarabilecek düzeye gelmesi Türkiye ekonomisinin çok ciddi bir krize girmesi anlamına gelir. Böyle bir ortamda, kurlar yoluyla sağlanmaya çalışılan suni solunum damarların kesilmesiyle hiçbir işe yaramayacaktır.
Türkiye ekonomisinin kurtuluşunun birbirinden ayrılamayacak iki yolu vardır: enflasyonun düşürülmesi ve üretimde verimlilik artışları. Bu iki gelişmeyi engelleyecek ya da tersine çevirecek yaklaşımlar ekonomiyi çıkmaza götürmekten başka bir işlev görmez.
Yazının Devamını Oku 2 Ocak 2008
EKONOMİK istikrara ulaşma sürecinde en önemli parametrelerden biri ekonomideki çeşitli düzeylerde ücret ayarlamaları olmaktadır. Yüksek enflasyona alışmış bir ülkede ücret ayarlamaları geçmiş enflasyona endekslenme eğiliminde olur. Halbuki, enflasyonu düşürmeye kararlı bir idare döneminde, enflasyonun düşmekte olduğu bir süreçte, geçmiş enflasyona endeksli ücret ayarlamaları reel ücretlerin kabul edilebilir düzeylerin çok üzerinde artması anlamına gelir.
Bu yaklaşım, ne ekonomik büyüme ne de enflasyonu düşürme çabalarına yardımcı olur. Aksine, bu çabaları baltalar.
PERSPEKTİF KAYMASI
2001 Krizi’nden sonra sağlanan başarının önemli unsurlarından biri sosyal barışı bozmadan reel ücretlerin ciddi bir biçimde düşürülmesi ve o noktadan sonra da reel ücret artışlarının üretimde sağlanan verimlilik artışlarının çok altında kalabilmiş olmasıydı. Yani, makro ekonomik başarının arkasında ücretli kesimin reel durumunun geçmişe göre ciddi boyutlarda bozulması vardı. Bunun karşılığı göreli olarak hızlı bir biçimde düşen enflasyon ve yüksek büyüme oldu.
Rakamlarla ifade edecek olursak, özel sektör imalat sanayinde kısmi işgücü verimliliği 1997 yılında 100 iken 2006 yılı sonunda 165 oldu. 2001 yılı sonuna göre işgücü verimliliği yılda ortalama yüzde 7 civarında arttı. Özel sektör imalat sanayinde saat başına reel ücret 1997 yılında 100 iken, 2006 yılında ortalama 93.3 oldu. 2002 yılından 2006 yılına kadar saat başına reel ücretlerdeki artış yılda ortalama yüzde 2.8’u biraz geçti.
Enflasyonun düşme eğiliminde olması, geçmiş enflasyona göre değil, ileriye dönük hedef enflasyona göre ücret ayarlamaları yapılmasını bir ölçüde kolaylaştırdı. Türkiye makro ekonomik açıdan bu fırsatı iyi kullandı. Şimdi, bu konudaki itibar hızla eriyor.
Son iki yıldır, gerçekleşen enflasyon hedeflenenin iki katı oluyor. Bu aşamada, ücret ayarlamaları için hedef enflasyonu gösterge olarak almak giderek zorlaşıyor. Bir anlamda, enflasyon düşerken işler ne denli kolaysa, düşmediği, hatta yükseldiği dönemlerde de işler o denli zorlaşıyor. Halbuki, makro ekonomik açıdan, enflasyon hedefinin ücret ayarlamalarındaki önemi şimdi çok daha önemli hale geldi.
YAŞAM ZORLAŞABİLİR
Geçekleşen enflasyonun yüzde 9 civarında, bütçe harcamalarının yüzde 10 civarında arttığı bir yılda, ücret ayarlamalarını hedeflenen enflasyon olan yüzde 4 civarında tutmanın zorluğu ortada. Popüler deyimiyle, böyle bir yaklaşım kemer sıkmanın ücretlilerden istendiği anlamına geliyor. Yukarıdaki rakamlar ücretlilerin son beş yıldır ne denli kemer sıktığını zaten gösteriyor. Şimdi, enflasyonu hedef doğrultusunda indirememenin zorlukları karşımıza çıkıyor. Daha da kötüsü, enflasyonu indirmeyi gerçekten arzu etsek de, enflasyonu hedeflenen doğrultuda indirmenin önüne barikatlar konmuş oluyor. Ekonomide görünmeyen katılıklar yaratılıyor.
Geçen yılın son günlerinde asgari ücretlerde yapılan ayarlamalar açıklandı. İlk yarı için yüzde 4, ikinci yarı için yüzde 5 ücret artışları yapılacağı kararlaştırıldı. Yani, asgari ücret hedeflenen enflasyonun yüzde 4 olduğu bir dönemde yüzde 9 civarında artırılmış oldu. Bu da zaten, geçen yılki enflasyon civarında bir rakamdır. Yani, asgari ücret artışı bir anlamda geçmiş enflasyona endekslenmiş oldu.
Ekonomide itibar kaybının sonuçları farklı boyutlarda ve farklı kanallarda karşımıza çıkar. İtibar kaybının en önemli sonuçlarından biri fiyat istikrarının giderek ulaşılması zor bir hedef haline gelmesidir. Bu alanda ölçü kaçtığı takdirde, olumlu beklentilerle gerçekleşen Türk Lirası’nın reel değer kazanması sürecinde üretim giderek daha zorlaşabilir.
Yazının Devamını Oku 1 Ocak 2008
2008 yılı hem gelişmiş ülkelerdeki rahatsızlıkların hem de yurt içindeki siyasi kararsızlığın ve ataletin gölgesinde geçecek gibi görünüyor. Her iki unsur da yurt içindeki beklentileri yakından ilgilendiriyor. Yeni yılın tümünü ve gelecek yılları şekillendirecek en önemli unsurlardan biri IMF ile ilişkilerin alacağı biçim. Bu aşamada Türkiye’nin Uluslararası Para Fonu (IMF) ile yine güçlü bir program yaparak yoluna devam etmesi Türkiye dışında oluşabilecek olumsuzluklara karşı önemli bir sigorta görevi görebilir. 2007 yılında IMF ile ilişkiler çok ciddiye alınmadı. Aynı yanlışı bu yıl tekrarlamanın maliyeti içinde yaşanan şartlarda daha ağır olabilir.
IMF ile yapılabilecek güçlü bir program bir dizi reformları içerecektir. Reformların zamanında ve kararlılıkla uygulamaya konulması yurtiçindeki beklentileri de olumlu etkileyecektir. Türkiye ekonomisi 2002 yılında olduğu gibi yeni bir ivme kazanabilecektir. Aksi taktirde, oluşacak olumsuz dinamiklerle geriye düşüş söz konusudur. Bir anlamda, düşmemek için yükselmek zorundayız.
ENFLASYON
2008 yılına düşmeyen enflasyon ve düşen ekonomik büyüme ile girdik. Elektrik ve doğalgaz gibi alanlarda yapılacak fiyat ayarlamalarıyla enflasyon görünümü bir süre daha bozuk seyredecek. Bu aşamada ücret ayarlamalarının, belki de haklı nedenlerle, geçmiş enflasyona göre yapılması enflasyondaki katılıkları artırabilecektir.
Düşen büyüme karşısında Merkez Bankası üzerinde hedef enflasyon yerine ekonomik büyümeye daha fazla önem vermesi yönünde oluşan baskıların artması ve Merkez Bankası’nın bu baskılara dayanamaması enflasyonun geleceği açısından talihsizlik olur. Merkez Bankası’nın oluşan baskılara direnebilmesi halinde dahi, oluşan olumsuz dinamiklerle bu yıl da enflasyon yine hedefin oldukça üzerinde gerçekleşecek gibi görünmektedir.
Enflasyona odaklı kararlı bir para politikası uygulanması durumunda, 2008 yılı sonunda enflasyonun yüzde 5.5-7.5 aralığında oluşması olasıdır. Ama, ekonomik büyümeyi önemseyen bir para politikası uygulanması durumunda, enflasyondaki olası bant yüzde 9-12 aralığıdır. Böyle bir durumda, enflasyon hedeflemesi de ciddiyetini iyice yitirecektir. Hedef, hedef olmaktan çıkıp rüya haline dönüşecektir. Zaten, şimdi de biraz bu duruma geldi.
Yüzde 4 enflasyon hedefi bütçede ciddi çaba ister
2008 yılında Türkiye ekonomisine yönelik en büyük risklerden biri kamu kesimi finansman dengesine yönelik uygulamalar olabilir. Geçen yıl kamu kesimi finansman açıklarında hedefler tutmadı. Bu yıl daha zayıf, ama daha gerçekçi hedefler belirlendi. Bu hedeflere varılması dahi çaba ve kararlılık gerektiriyor.
Bütçe açığı, 2007 yılında 15 milyar YTL kadar olacağı tahmin edilirken, 2008 de 18 milyar YTL olacağı hedeflenmektedir. Enflasyon hedefine göre, bütçe açığında öngörülen artış küçümsenmemelidir. Bütçe giderlerinde yüzde 10’a yakın, gelirler de ise yüzde 10’un biraz üzerinde artışlar hedeflenmektedir. Hedef enflasyonun yüzde 4 olduğu bir dönemde bütçe hedeflerini tutturmak ciddi bir çabaya ihtiyaç gösteriyor.
Programa alınan fiyat ayarlamaları ve fiyatlandırma mekanizmalarıyla, kamu iktisadi kuruluşlarının finansman dengesi bu yıl geçen yıldan daha iyi olabilir. Ama, bütçedeki bu hedefler dahi enflasyona odaklı para politikası uygulamalarını zora sokabilir.
Dış açıklar kırılganlık unsuru olmayı sürdürecek
DÜŞÜK ya da yüksek, ekonomik büyüme oldukça, dış açıklar artmaya devam eder. Normal şartlarda dış açıkları finanse edecek uluslararası sermaye hareketleri hacmi müsait görünmektedir. Çalkantılı dönemlerde dış açıkların büyüklüğü elbette kırılganlık unsuru olmaya devam edecektir. Bu aşamada, Türkiye açısından önemli olan artan dış açıkların yaratabileceği kırılganlıkları ekonomiye esneklikler kazandırarak telafi etmeye çalışmaktır. Yani, yurt dışının güvenini sarsacak ortamları yaratmaktan kaçınmak zorundayız. Her yıl 50 milyar dolar taze yurt dışı kaynak bulmak şımarıklık yapma lüksümüzü giderek yok etmektedir.
IMF destekli güçlü bir orta vadeli programın yeniden uygulamaya girmesi ekonomik büyümeyi hızlandıran, enflasyon düşüşünü kolaylaştıran bir olgudur. Böyle bir durumda, döviz kurlarında istikrarı yakalamak da kolay olacaktır. Türk Lirası’nın reel anlamda değer kaybetmesi ancak yurtiçi ve yurtdışında beklentilerin radikal bir biçimde bozulmasıyla gerçekleşebilir. Kısacası, kriz yaratmadığımız sürece, YTL değer kazanacaktır. En azından, değer yitirmeyecektir.
Büyüme için karamsar olmaya neden yok
EKONOMİK büyüme konusunda o denli kötümser olmak için fazla neden yoktur. Türkiye’de ekonomik büyüme yurt dışından giren taze yabancı kaynağa ve döviz kurları konusundaki beklentilere endekslidir.
Özellikle gelişmiş ülkelerdeki rahatsızlıkların yılın ilk üç ayında azalması durumunda çok farklı bir görünüm oluşabilir. Türkiye’deki ekonomik birimlerin yurt dışından taze para akışında bir sorun olmayacağı yönünde oluşacak beklentileriyle döviz kurlarında istikrarın bozulmayacağı görüşü hakim olduğunda, ekonomik büyüme yeniden hızlanabilecektir.
Olumlu beklentileri tetikleyecek en önemli unsur yapısal reform programına sadık kalmaktır. Bunun yanında, özelleştirme programının aksamadan devamı ve bu yolla gelecek sabit sermaye yatırımları da beklentileri olumlu yönde etkileyecektir. Olumlu bir ortamda ekonomik büyüme bu yıl yüzde 6’ı aşabileceği gibi, olumsuzlukların devam etmesi durumunda ekonomik büyümenin yüzde 3’ün altına gelmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Ekonomik büyümenin nerede gerçekleşeceği ile Merkez Bankası’nın kısa vadeli faiz politikası arasında bir ilişki aramak yanlıştır. Dolayısıyla, enflasyona odaklı güçlü bir para politikası uygulaması dahi ekonomik büyümedeki performansı etkilemeyebilecektir, hatta beklentilerin iyileşmesi yoluyla büyümeye destek verecektir.
Yurt dışı yatırımcıların Türkiye’ye yönelik orta-uzun vadeli beklentilerinde kalıcı bir olumsuzluk yaratmamak için son dönemde gözlenen büyümedeki yavaşlamanın geçici bir olgu olduğunu göstermek zorundayız. Türkiye ekonomisine çeşitli alanlarda esneklik kazandıracak reformların kararlılıkla uygulanmasının önemi bu açıdan da çok büyüktür.
Yazının Devamını Oku