Ercan Kumcu

2007’de bankalarımız

18 Ocak 2008
SAĞLIKLI ve güçlü bir bankacılık sistemi sürdürülebilir ekonomik büyümenin ön şartlarındandır. 2001 yılında tarihinin en sert dayağını yedikten sonra Türkiye’de bankacılık sistemi hızlı bir düzelme sürecine girdi. Bu dönemdeki yüksek ekonomik büyüme sektörün düzelmesinin önemli bir itici gücüydü. Gözetim ve denetimin kalitesinin yükselmesi de sektörün toparlanmasını hem başlattı hem de hızlandırdı. Bankacılık, temelde, risklerin idaresidir. Sistemde sağlıklılık ve sağlamlık, bankaların yaptıkları iş hacmine göre sermaye yapıları, karlılıkları, batık kredi oranlarının düşüklüğü ve likiditeleri gibi bir takım göstergelerle ölçülür. Bütün bu kriterlerde bankalarımız 2007 yılında daha da iyi duruma gelmiş görünüyorlar.

BANKACILIK YAPILIYOR

Bankalarımızın 2007 yılına yönelik yıl sonu kesin verileri henüz açıklanmadı. Ama, öncü göstergeler bankalarımızın 2007 yılını çok iyi geçirdiklerini gösteriyor.

Bankacılık sektörünün toplam öz kaynakları 28 aralık 2007 tarihi itibariyle 73 milyar YTL oldu, bir önceki yıla göre yüzde 26 arttı. Öz kaynakların toplam aktiflere oranı yüzde 13’e yükseldi. Yani, aynı iş hacmi daha yüksek öz kaynaklarla yapılmaya başlandı. Bu, tek başına çok olumlu bir gelişmedir.

Bankalarımız artık daha fazla kredi veriyorlar. 2007 yılında banka kredileri yüzde 26 arttı. Buna karşılık, ellerinde tuttukları menkul kıymetlerdeki (devlet iç borçlanma senetleri) artış yalnızca yüzde 3 oldu. Ortalama enflasyonun yüzde 9 olduğu bir yılda, kredilerdeki reel artış dikkat çekicidir.

Mevduat artışı yüzde 14 oldu. Bankalar artan kredilerini daha çok öz kaynak artışı ve dış borçlanma ile karşıladılar. Kredi/mevduat oranı 2002 yılı sonunda yüzde 38 civarındaydı. Her yıl bu oran yükseldi. 2007 yılında kredi/mevduat oranının yüzde 80’e yaklaştığı tahmin ediliyor. Bankalarımız artık açıkça çok daha fazla bankacılık yapıyor.

Sektör göreli olarak hálá çok küçük. 2003 ve 2004 yıllarında milli gelire oran olarak yüzde 70’den yüzde 80’lerin üzerine çıkan toplam bankacılık sektörü büyüklüğü son üç yıldır yüzde 85 düzeyinde sabitlenmiş görünüyor. 2007 yılında toplam bankacılık sektörü bilançosunun milli gelire oranının yüzde 86-87 civarında olacağı tahmin ediliyor. Avrupa’da bu oran milli gelirin birkaç katı civarında.

Bankalarımızın takipteki net alacaklarının (karşılık ayrılmamış takipteki krediler) toplam kredilere oranı yüzde 0.4 civarında. Bu, batırılan kredilerin çok büyük ölçüde öz kaynaklardan düşürülmüş olduğunu gösteriyor. Toplam brüt takipteki alacaklarda toplam kredilerin yüzde 3.6’sı kadar. Bu oran 2002 yılında yüzde 6’ya yakındı.

KARLILIK ARTIYOR

Toplam krediler içinde bireysel kredilerdeki artış geçmişe göre biraz hız kesmiş gibi görünse de, büyüme devam ediyor. Bireysel krediler 2007 yılında yüzde 36 arttı. Bu oran 2005 yılında yüzde 71, 2006 yılında yüzde 48 idi. Bireysel krediler içinde tüketici kredilerindeki artış yüzde 42 olurken, kredi kartları yoluyla verilen kredilerdeki artış yüzde 21’de kaldı. Konut kredileri 2007 yılında yüzde 39 artarken, oto kredileri yüzde 8 düştü. Bireysel krediler tasarruf mevduatının yüzde 40’ına yaklaştı.

Yani, artık hane halkları kendi mevduatlarını daha fazla kendileri kullanma eğilimi içindeler. Bu sevindirici bir gelişmedir.

Bankaların 2007 yılı kárları hakkında henüz bir bilgimiz yok. Ama, 2007 yılının bankalar için çok kárlı bir yıl olduğunu tahmin etmek zor değil. Kárlılığın artmasına bankacılık sektörünün büyümesine ivme kazandıracak en önemli gelişmelerden biri olarak bakmak gerekir.
Yazının Devamını Oku

Dış ticarette hacim büyüyor fiyatlar artıyor

17 Ocak 2008
DIŞ ticaret rakamları belli bir para cinsinden ölçülüyor. Konuşulan rakamlar ihracat ya da ithalattaki atışların miktar artışlarından mı yoksa fiyat artışlarından mı kaynaklandığı hakkında bir fikir vermiyor. Dış ticaretteki gelişmeleri miktar ve değer ayrımı yaparak incelemek dış ticaretin yapısını anlamakta faydalı oluyor. Bu amaca yönelik olarak Türkiye İstatistik Kurumu 2003 yılı 100 kabul edilerek aylık bazda ihracat ve ithalatın miktar ve birim değer endekslerini yayınlıyor. Endeksler yılda bir kez güncelleniyor. Dolayısıyla, son yıldaki verilere geçici olarak bakmak gerekiyor.

ENDEKS GELİŞMELERİ

İthalat birim değer endeksinin ihracat birim değer endeksine bölünmesiyle dış ticaret haddine ulaşılıyor
. Dış ticaret haddinin zaman içindeki değişimi göreli olarak ithalat ve ihracat değerlerinin birbirlerine göre olan göreli değer değişmelerini veriyor. İthalat birim değer endeksinin ihracat birim değer endeksinden daha hızlı artması dış ticaret haddinin aleyhimize değiştiğini gösteriyor./images/100/0x0/55eb0b76f018fbb8f8a76c59

2007 yılının kasım ayına kadar, geçen yılın aynı dönemine göre, son bir yıllık ortalama ithalat birim değer endeksi yüzde 9.5 artarken, ihracat birim değer endeksi yüzde 11.5 arttı. Yani, dış ticaret haddi son bir yılda lehimize değişti. Aynı miktar ithalatı daha az miktarda ihracat yaparak ödeme imkanımız oldu.

Aynı dönemde ihracat ve ithalat miktarları da artış gösterdi. Bu dönemde, ihracat miktar endeksi yüzde 12.4 artarken, ithalat miktar endeksindeki artış yüzde 9.1’de kaldı. Kısacası, miktar olarak daha fazla malı daha fazla birim değerden ihraç ediyoruz.

Grafikte 2005 yılından bu yana aylık bazda ihracat ve ithalatın birim değer endekslerindeki gelişmeler veriliyor. Grafikten de görüldüğü gibi, hem ihracatta hem de ithalatta birim değer endeksleri 2005 yılında düşüyor. Yıl sonuna doğru ihracat birim değer endeksindeki düşüş ithalata göre biraz daha sert oluyor.

2006 yılında her iki endekste de artış başlıyor. 2006 yılı sonunda ihracat birim değer endeksindeki artış yüzde 3.5 olurken, ithalat birim değer endeksindeki artış yüzde 9’a yaklaşıyor. Ticaret haddi aleyhimize dönüyor. Dış ticaret haddindeki kaybı (bozulmayı) 2007 de az da olsa kapabiliyoruz (ters çevirebiliyoruz).
Yazının Devamını Oku

Faizlerin inmesi ödüllendirmedir

16 Ocak 2008
PARA politikası açısından, kalıcı fiyat istikrarı, ulaşılması arzu edilen son noktadır. Bir benzetme yapmak gerekirse, fiyat istikrarı ekonomide yolun düzgün bir biçimde asfaltlanması ve işaretlenmesi gibidir. İyi asfaltlanmış ve işaretlenmiş bir yolda, araba kullanırken, kasise düşmek ya da yanlış işaretleme nedeniyle hata yapmak gibi riskler ortadan kalkar. Sürücü yoldaki trafiğe göre hızlı ya da yavaş gidebilir. Riskler hala vardır. Ama, riskler yolun durumundan kaynaklanmaz. Arabayı devirmek hala olasıdır.

Fiyat istikrarı da böyledir. Ekonomik birimler uzun dönemli planlarını rahatça yapabilirler. Yine, risk alacaklardır. Ama, riskler hiç hesapta olmadan fiyatların artmasından kaynaklanmayacaktır. Ufukta sis olmayacaktır.

CEZA VE ÖDÜL

Normal şartlarda, merkez bankaları hem fiyat istikrarını tehdit etmeyecek hem de ekonomik büyümenin önünde engel olmayacak bir biçimde para politikası uygulamaya çalışırlar. Buna nötr para politikası denir. Para politikasının bu duruşunun ima ettiği kısa vadeli faizlere de nötr faizler denir.

Çeşitli nedenlerle fiyat istikrarının bozulması yönünde riskler oluştuğunda, merkez bankaları faizleri artırırlar. Para politikası sıkılaştırılır. Riskler dışsal ya da içsel olabilir. Örneğin, bizim gibi gelişmekte olan ülkelere gelen paraların kurumasıyla döviz kurları üzerinde oluşacak baskıların enflasyonu tehdit etmesi durumunda, kısa vadeli faizler artacaktır. Bir anlamda, yüksek cari işlemler açığı yaratan ekonomi cezalandırılacaktır.

Aynı şekilde, fiyat istikrarına yönelik riskler artan kamu açıklarından da kaynaklanabilir. Yine, artan kısa vadeli faizler devletin maliye politikasını ve dolayısıyla ekonomik birimleri cezalandıran bir işlev görecektir.

Fiyat istikrarına yönelik risklerin olmadığı ya da asgaride olduğu dönemlerde ise kısa vadeli faizler düşecektir. Ekonomik birimler ödüllendirilecektir.

Konuya böyle yaklaşıldığında, fiyat istikrarının sürdürülmesi adına merkez bankalarının cezalandırıcı ya da ödüllendirici rol aldıkları görülüyor. Cezayı hak eden bir ortamda merkez bankalarının cezayı geciktirmesi, yani kısa vadeli faizleri zamanında artırmaması daima fiyat istikrarının bozulmasıyla sonuçlanır. Bu da cezalandırma gereken yerde dolaylı ödüllendirmedir.

Benzer bir biçimde, ödüllendirme gereken bir ortamda, merkez bankalarının ödüllendirmeyi geciktirmesi, yani enflasyon riski olmadığı halde kısa vadeli faizleri düşürmemesi, ekonomik büyümeden gereksiz fedakarlık anlamına gelir. Ödüllendirme gereken bir durumda cezalandırma söz konusu olur.

HANGİSİ YANLIŞ

Cezalandırma ya da ödüllendirmenin zamanını iyi tespit etmek para politikasını "sanat" yapan en önemli unsurdur. Enflasyon hedeflemesi politikası, para politikasında cezanın ve ödüllendirmenin ne zamanlar olabileceğinin kamuoyu ile şeffaf bir biçimde paylaşmanın bir yoludur.

Gelişmiş ülkelerden fiyat istikrarının bozulmakta olduğu sinyalleri geliyor. Türkiye’de enflasyon hedeflenenin iki katından fazla gerçekleşiyor. Ama, kısa vadeli faizler iniyor. Yani, bu ekonomiler bir anlamda ödüllendiriliyor. Cezalandırma yerine ödüllendirme olduğunda, fiyat istikrarının bozulması ya da hiç oluşmaması şaşırtıcı olmuyor.

O halde, bir yerde birileri yanlış yapıyor. Yapılanlar yanlış değilse, para politikasının fiyat istikrarı odaklı olduğu yargısının yanlış olması gerekiyor. Bu ülkelerde nötr faiz daha mı düşük?
Yazının Devamını Oku

Gelişmekte olan ülkelerde politika alternatifleri

15 Ocak 2008
AMERİKAN ekonomisi durgunluğa girebilir, ama dünya ekonomileri kendilerini kurtarabilir yönündeki teorinin mimarları gelişmekte olan ülkelerde genişleyici politikalar öneriyorlar. Amerika’nın durgunluğa girmesiyle oluşacak kürsel talep boşluğunun gelişmekte olan ülkelerde iç talebi canlandırarak doldurulabileceği savunuluyor. Çin ekonomisindeki büyüme devam ettiği taktirde, hammadde ve diğer emtia fiyatlarında radikal bir düşme olmayacağı hesaplanıyor. Çünkü, bu malların fiyatlarının artışında da Çin’den gelen artan talebin neden olduğu düşünülüyor. Dolayısıyla, Çin iç talebi canlandıracak politikalar uygularsa, Amerika’dan gelecek sorunların bulaşıcı olma etkisi büyük ölçüde frenlenecek deniyor.

PARA AKIMI

IMF eski baş iktisatçısı Rogoff’un da yazarlarından biri olduğu bir çalışmada, 1970’lerde gözlenen para akımı (recycling) olgusunun 2000’lerde de bir başka biçimde gerçekleştiği savunuluyor. 1970’lerde artan petrol fiyatlarıyla petrol üreticisi ülkeler tasarruflarını gelişmiş ülkelerin finans sistemine akıtmıştı. Gelişmiş ülkelerin finans sistemi de bu kaynakları daha pahalılaşan petrol tüketimlerini finanse etmek için gelişmekte olan ülkelere borç vermişti. Dünyada faizler artıp gelişmekte olan ülkeler aldıkları borçların servisinde zorlandığında, borç krizi baş göstermişti.

2000’li yıllarda benzer bir akım farklı bir biçimde gerçekleşti. Gelişmekte olan ülkelerin fazla tasarrufları yine gelişmiş ülkelerin finans sistemine akıyor. Fakat, bu kez paraya ihtiyacı olan kesim gelişmekte olan ülkeler değil, gelişmiş ülkelerin riskleri büyük yoksul kesimi. Batılı finans çevreleri gelişmekte olan ülkelerin tasarruflarını, riskleri gözetmeden gelişmiş ülkelerin yoksul kesimine konut kredileri yoluyla aktardılar. Faizlerin artmasıyla bu kesim borçlarını servis etmekte zorlandı. Kriz çıktı.

Krizle mücadele yine genişleyici politikalarda aranıyor. Halbuki, gelişmekte olan ülkelerin çoğunda zaten içsel nedenlerle genişleyici para politikaları uygulanıyor. Örneğin, Çin’de banka kredilerindeki artış rekor düzeylerde. Geçen yıl faizler on kez artırıldığı halde, iç talep büyümesi dizginlenemedi. Ekonomik büyümenin yüzde 11.5’e yaklaşacağı tahmin ediliyor. Buna karşılık, Çin’de enflasyon hızlı bir yükseliş içinde. Son verilere göre, Çin’de yıllık enflasyon yüzde 7’yi aştı. Gelişmekte olan diğer ülkelerin çoğunda da enflasyon ya düşmüyor ya da yükselme eğiliminde.

ÇÖZÜM ENFLASYON MU?

Bu şartlarda, gelişmekte olan ülkelerin genişleyici politikalara kurtarıcı olarak bakmaları ekonomik büyümeden çok fiyat istikrarını daha da bozma olasılığını artırıyor. Gevşek para politikası ve artan bütçe açıklarıyla yeniden istikrar odaklı politikalara dönmek ise zaman alıyor.

Aslında, yapılması gereken istikrar odaklı ekonomi politikaların devamı ve piyasaların kendilerini yeni bir dengeye getirmelerini beklemek gibi görünüyor. Gelişmiş ülkelerde varlık fiyatlarının düşmesini engellemeye çalışmak, gelişmekte olan ülkelerin sattığı hammadde ve diğer emtia fiyatlarında oluşabilecek düşme eğilimlerinin önüne geçmek amaçlarıyla genişletici politikalar ancak nominal olarak fiyatların düşmelerini engelleyebiliyor. Göreli fiyatlar yeni dengede mutlaka değişiyor. Yani, enflasyon yaratarak sorun çözülmeye çalışılıyor.
Yazının Devamını Oku

Gelişmiş ülkelerde politika alternatifleri

14 Ocak 2008
2008 yılında gelişmiş ülkelerde büyümenin düşeceği, buna karşılık enflasyonun yükseleceği tahminleri giderek ağırlık kazanıyor. Amerikan ekonomisi tüm dünyaca çok yakından takip ediliyor. Şu sıralarda uluslararası piyasa dinamiklerini belirleyen tek ülke Amerika. Her ne kadar, "Amerikan ekonomisi durgunluğa girse de, dünyanın diğer ekonomilerine bir şey olmaz" yönünde teoriler geliştirilse de, Amerika’nın hapşırması durumunda tüm dünyanın yatağa düşebileceğinden korkuluyor.

2000’li yıllarda dünya ekonomik büyümesinin motoru durumundaki Amerika’nın duraksaması (motorun durması), doğal olarak dünyanın geri kalanı için iyi haber olmayacaktır. Şimdi, Amerikan ekonomisinin büyümesinin yavaşlaması değil, yeniden sert bir ekonomik durgunluktan korkuluyor.

BÜYÜME KAYGISI

Amerika’dan son gelen veriler herkesi korkuttu
. Konut fiyatlarının hızla değer yitirmesiyle Amerikan tüketicisinin dengesi bozuldu. Amerikalılar son altı yıldır artan konut değerlerini nakde dönerek tüketimlerindeki artışı büyük ölçüde finanse etmişlerdi. Alan Greenspan bu olgudan sıkça söz ediyordu, ama bir şey de yapmıyordu.

Konut fiyatlarının düşme eğilimine girmesiyle oluşan yeni dengede Amerikan hane halklarının tüketimlerinin olumsuz etkileneceği zaten tahmin ediliyordu. Noel döneminde satışların parlak geçmemesi olumsuz beklentileri daha da güçlendirdi.

Amerikan ekonomisine yönelik fabrika siparişleri gibi öncü göstergeler de moralleri bozuyor. Son olarak istihdam verilerinin de çok kötü gelip işsizlik oranında (yüzde 5) bir sıçrama gözlenince, Amerikan ekonomisine yönelik reçete yazanlar çoğaldı.

Nedenleri farklı da olsa, Amerikan ekonomisinde yaşananlar 1970’lerdeki gelişmelere benzemeye başladı. Petrol ve enerji fiyatlarının fırlayıp konut fiyatlarının hızla düşüş eğilimine girmesiyle aslında göreli olarak küçümsenmeyecek bir arz yönlü şok yaşanıyor. Aynı 1970’lerde olduğu gibi, Amerikan Merkez Bankası (FED) para politikasını gevşeterek ekonomiyi canlandırma peşinde. En azından varlık fiyatlarının daha da fazla düşmesinin önüne geçilmek isteniyor. Zaten enflasyon baskılarının arttığı bir dönemde gevşek para politikası, doların da değer kaybetmesiyle, enflasyonu olumsuz etkiliyor. Beklentiler bozuluyor. Para politikası ekonomik büyümeye de yardımcı olamıyor.

1970’LER SENERYALORI

İçlerinde eski Hazine Bakanı Larry Summers’ın da bulunduğu bir grup etkin iktisatçılar sorunun çözümünün tek başına para politikasıyla olamayacağını iddia edip bütçe açıklarının artırılması (milli gelirin yüzde 0.5’ kadar fiskal uyarma) yoluyla da ekonomik büyümeye katkı yapılması gerektiğini savunuyorlar. Yani, aynı 1970’lerde olduğu gibi, arz yönlü bir şoka talep yönlü politikalarla tepki verip enflasyonu azdırma, ekonomik büyümeye de bir çare bulamama noktasına geliniyor.

Her ne kadar iş başındaki Hazine Bakanı bütçe yoluyla büyümeyi uyarma konusunda aceleci olmayacaklarını açıklasa da, seçimlerin baskısıyla Amerika’da bütçe açıklarının artacağını beklemek gerçekçi olacaktır. Bush İdaresi’nin vergileri düşürme planları yaptığı da söylentiler arasında. Gidişat 1970’lere çok benzemeye başlamıştır. Sonuçlar da benzediğinde, Amerikan ekonomisinde küçümsenmeyecek bir durgunluk ve artan enflasyonu görmek şaşırtıcı olmayacaktır.

1970’li yılların sonunda gördüğümüz gibi, bu gidişle, bugün düşürülen faizlerin hızla yükseltilip enflasyonla mücadeleye öncelik veren bir anlayışla yeniden etrafın temizlenmesine çalışılmasını görmek de şaşırtıcı olmayacaktır.
Yazının Devamını Oku

Merkez Bankası’nın başkentte olması egemenliğin simgesi

13 Ocak 2008
GEÇENLERDE Başbakan çok kararlı konuştu. "Tartışmaya gerek yok, yasayı çıkarır Merkez’i İstanbul’a taşırız" dedi. Aslında konu tartışılmalı.

Parlamentonun üzerinde hiçbir güç olmadığı biliniyor. Dolayısıyla, yasa çıkarsa, Merkez Bankası İstanbul’a taşınır. Ama, yasalar da, tarihe, kurumları oluşturan kahramanlarına, bilime, kurucuların felsefesine ve evrensel değerlere saygılı olmak durumundadır.

EGEMENLİK SEMBOLÜ

Bir ülkenin kendi parasını basması egemenliğin en önemli unsurlarından biridir
. Merkez Bankası ülkede para basma yetkisine sahip tek kurum olarak, ulusal egemenliğin en görünür kurumlarından biridir. Bir ülkede ulusal egemenliğin sembolü başkenttir. Bu nedenle Merkez Bankası Ankara’da kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası Cumhuriyet’in değerlerinden biridir.

Evrensel merkez bankacılığı anlayışı bu bakış açısıyla oluşmuştur. Merkez bankası başkentlerinde olmayan ülkeleri örnek vermek doğru değildir. Çünkü, bu örnekler örnek değildir. Onlar göreli olarak çok yenidirler.

Dünya’da ilk merkez bankası 17’nci yüzyılda İsveç’te kuruluyor. Modern anlamda ilk merkez bankası olarak 19’uncu yüzyılda kurulan İngiltere Merkez Bankası (Bank of England) gösterilir. Amerika’da çeşitli denemelerden sonra bugünkü merkez bankası (FED) 1900’lü yılların başında kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın kuruluş yasası da 1930’da kabul edilmiştir. Göreli olarak Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası dünyadaki eski merkez bankalarından biridir.

Bütün bu merkez bankaları ülkelerinin başkentlerinden idare edilirler. Bu, işlevlerini başkentten yürüttükleri anlamına gelmez. Ticari faaliyetin yoğun olduğu (bankaların merkezlerinin olduğu) kent başkentin dışında bir kentse, bir merkez bankasının günlük operasyonları o kentte yapılır. Örneğin, FED’in merkezi Washington’dadır, ama operasyonlarının önemli bir bölümü New York’taki şubesi yoluyla gerçekleştirilir.

Merkez bankalarının başkentte oturmaları bir simgedir. Kurucularının felsefelerini yansıtır. Evrensel bakış açısının sonucudur. Her şeyden önce, egemenlik anlayışının bir parçasıdır. Yasa çıkararak bütün bunlar gözardı edilebilir. Ama, doğru olmaz.

Hindistan’ın merkez bankası başkentin dışındadır. Ama, merkez bankaları içinde göreli olarak çok yenidir. Aslında, başkentin dışında olmasıyla, Hindistan’da Merkez Bankası kanalıyla (para basarak) ekonomik gelişme simgelenmek istenmiştir. Bu bakış açısı o dönemde kalkınma iktisatçıları arasında oldukça popülerdi.

İddia edildiği gibi merkez bankalarının başkentte olmasıyla siyasi etkinin artacağı çok doğru değildir. Siyasi etkilerden arınmış olarak çalışmak yasa, siyasi otoritenin bakış açısı ve toplumun kafa yapısıyla ilgili bir konudur. FED’in üzerinde göreli olarak siyasi baskı fazla yoktur, ama Hindistan’da merkez bankası üzerindeki siyasi baskı özellikle kuruluşunun ilk yirmi yılında çok daha fazlaydı.

SAYGI DUYMALIYIZ

Başbakanımız parlamentoda sağladığı çoğunlukla "Merkez Bankası İstanbul’a ta-şı-na-cak" diyebilir ve dediğini gerçekleştir de. Konu, hükümetin muktedir olup olmadığı değil, yapılmak istenenin doğru olup olmadığıdır.

Hiçbir şeye önem vermiyorsak, Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nı yıllar süren çalışmalardan sonra kuranlara; önce Ziraat Bankası’nın Ankara’daki binasının bodrum katında çalışmaya başlayıp daha sonra Almanlara kendi binasını yaptıranlara; Cumhuriyet’in değerlerine saygı duyalım. Onlardan daha öğrenecek çok şey var.
Yazının Devamını Oku

Dış borçların yapısı

11 Ocak 2008
TÜRKİYE’nin dış borçları 2007 yılının eylül ayı itibariyle 237 milyar dolar oldu. Ekonomik büyümenin hızlanmaya başladığı 2002 yılının eylül ayına göre, dış borçlar dolar bazında yaklaşık iki kat arttı. Euro bazındaki artış ise yüzde 32 oldu. Milli gelirimize göre bakacak olursak, dış borçlarımız 2002 yılının eylülünde o tarih itibariyle son on iki ayın milli gelirinin yüzde 76’sı iken, 2007 yılının eylül ayında aynı bazda yüzde 52’si olmuş. Aslında, gelirimize göre dış borçların göreli büyüklüğü düşmüş. Bu iyi bir gelişme.

DEVLET TUTUCU

Dış borçlarımızın yapısındaki asıl değişiklik yurt dışından borçlanan farklı kesimlerin göreli ağırlığı ile toplam dış borçların vade yapısında gerçekleşti.

Kısa vadeli borçlar vadesi bir yıldan az olan borçlardır. Vadesi bir yıldan fazla olan borçlar orta-uzun vadeli olarak sınıflandırılır. Bu sınıflamaya göre, 2002 yılının eylül ayında kısa vadeli dış borçların toplam dış borçlar içindeki payı yüzde 12 iken, 2007 yılının eylül ayında yüzde 17’ye çıkmış. Bu artışı doğal karşılamak gerekir. Unutmayalım ki, dış ticaret bağlantılı olan dış borçların önemli bir bölümü kısa vadelidir. Bu dönemde Türkiye’nin dış ticaret hacmi (ihracat ve ithalatın toplamı) yıllık 80 milyar dolardan 259 milyar dolara geldi.

Bankacılık kesimini de özel sektör içinde sınıflarsak, özel sektörün toplam dış borçları 2002 yılı eylül ayında 41.5 milyar dolarken, 2007 yılının eylül ayında 147.6 milyar dolar oldu. Özel sektörün toplam dış borçlarındaki 106 milyar dolarlık artışın 41 milyar doları bankacılık kesiminden, 65 milyar doları banka dışı özel sektörden kaynaklandı. Tesadüfe bakın ki, bu dönemdeki toplam cari işlemler açığı da 106,5 milyar dolar oldu.

Kamu sektörü dış borçlanma konusunda geleneksel olarak tutucu bir tavır alır. Genellikle, kamu sektörü için dış borçlanmada hedef, vadesi gelen anapara dolaylarında yeniden borçlanmak, borç faizlerini bütçe gelirlerinden ya da iç borçlanma ile karşılamaktır. Kriz dönemleri hariç, devletin bütçenin finansmanı için dış borçlanmaya gitmek gibi bir stratejisi yoktur.

Son beş yılda devletin dış borçları 62.7 milyar dolardan 74.1 milyar dolara geldi. Artışın çok önemli bir bölümü kur farklarından kaynaklanmaktadır. Dış borçları Euro cinsinden ölçseydik, kamunun dış borçlarının son beş yılda 11 milyar Euro kadar azaldığını görebilecektik.

BORÇLANMADA ARTIŞ

Genel olarak Türkiye ekonomisinin dış borçlarında kaygı verici bir durum söz konusu değil
. Bankacılık sektörünün dış borçları toplam bilanço büyüklüğünün yüzde 10’undan biraz fazla. Dışa açık bir ekonomide bu oranın düşük bile kaldığı iddia edilebilir.

Özel sektörün dış borçları milli gelirimizin yüzde 20’sinin biraz üzerine geldi. Bu oran da korkutucu olmaktan uzaktır. Konunun kaygı veren yanı özel sektörün dış borçlarının artış hızı ve borçlanma biçimidir.

Şirketler daha çok Türkiye’deki bankalardan aldıkları teminat mektupları karşılığında dış borçlanma yapabiliyorlar. Sonuçta, şirketlerin yurt dışına olan yükümlülükleri de dolaylı olarak Türkiye’deki bankaların dış yükümlülüğü haline geliyor. Konuya böyle baktığımızda, bankalar dahil özel sektörün dış borçları banka bilançolarının üçte birini geçmiş görünüyor. Bu rakam beş yıl önce yüzde 20 civarındaydı.
Yazının Devamını Oku

Dış borçlar

10 Ocak 2008
PİYASALAR derinleşip finansal araçlar çeşitlendikçe dış borç kavramının içeriği de değişiyor. Aynı paralelde, dış borçları analiz ederken de eskiye göre farklı bir bakış açısı getirmek gerekiyor. 1980’li yılların başında ve daha önce Türkiye’de dış borçlanma yapabilen tek ekonomik birim devlet ve Merkez Bankası idi. Onların aldığı borçların miktarı ve vadesi önceden tespit edilmişti. Kamu sektörü yalnızca kendi finansmanı için değil, özel sektörün dış finansmanı için de borçlanırdı. Dış ekonomik ilişkiler devletin onayında yürürdü.

O dönemlerde dış borç krizi denince kamunun yeni dış borçlanma yapamadığı ve/veya vadesi gelmiş dış borçları ve faiz yükümlülüklerini yeni borçlanmalarla finanse edemediği anlaşılırdı. Artık devir değişti.

DEVLET

1980’li yıllardan sonra, kambiyo rejiminde sağlanan serbestlikle artık ekonomik birimler kendi ihtiyaçları için kendileri, dış borçlanma yapabiliyorlar. Devlet kendi ihtiyacı için, özel sektör de kendi ihtiyaçları için dış borçlanma yapıyor. Dış borçlanma merkezi olmaktan çıkıp rekabet içinde ekonomi içinde dağıldı.

Dış borçlanma özel sektör açısından yalnızca döviz ihtiyacı için değil, genelde finansman ihtiyacı için de yapılabiliyor. Bu anlamda, dış piyasalar özel sektör açısından borçlanılan para cinsinden bağımsız bir finansman kaynağı oldu.

Çok uzun süredir devlet normal şartlarda bütçe finansmanı için dış borçlanmaya gitmiyor. Kamuda dış borçlanma daha çok eski borçların idaresi ve yeni yatırımlar için yapılıyor. Kriz dönemlerinde IMF’den alınan borçlar son yıllarda kamunun dış borçlarını etkileyen önemli unsurlardan biri oldu.

Devletin dış borçlanmasının bir bölümü son yıllarda doğrudan olmaktan çok dolaylı bir biçimde gerçekleşiyor. Türkiye’de ihraç edilen devlet iç borçlanma senetlerini yurtiçinde oturanlar gibi yabancılar da satın alabiliyor. Yabancıların alıp tuttuğu Hazine bonoları dış borç oluyor. Yabancı yatırımcıların Türkiye’ye ilgi duyup Hazine bonosu aldığı dönemlerde, devletin cebine taze beş kuruş girmediği halde, devletin dış borcu artıyor. Türkiye’den yabancı yatırımcılar çıktığında ise yabancıların elindeki Hazine bonoları yurtiçinde oturanlara satılıyor ve kamunun dış borcu azalmış oluyor.

ÖZEL SEKTÖR

Dış borçlanmada, özellikle 2000 yılı sonrasında, daha yoğun faaliyet gösteren kesim özel sektör
. Özel sektör dış ticaret hacminin gelişimine paralel olarak ticaret bağlantılı borçlanmalar yapıyor. Yatırım finansmanı için yatırım malları üreticilerinden doğrudan borçlanabiliyor. Doğrudan yurt dışındaki bankalardan Türkiye’deki bankaların teminat mektupları karşılığı borçlanabiliyor. Bu paraları yatırım finansmanında ya da işletme sermayesi olarak kullanabiliyor. Bazı özel sektör firmaları yurt dışında bono ya da tahvil dahi ihraç edebiliyorlar. Bir anlamda, özel sektör açısından yurt dışından borçlanması Türkiye’deki bankalardan doğrudan borçlanmanın yerini aldı.

Doğal olarak, dış borçlanmanın da yapısı zaman içinde değişti. Türkiye’nin dış borç yapısı özel sektör ağırlıklı hale geldi. Son beş yıldır artan dış borçların çok daha büyük bir bölümünü özel sektör gerçekleştirdi.

Yarın rakamlarla devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku