Ercan Kumcu

Rekabet üzerine çeşitlemeler (4)

6 Haziran 2004
<B>REKABETİN önündeki en büyük engellerden biri aynı sektörde kamu ve özel sektör şirketlerinin beraberce bulunmalarıdır.</B> Özel sektörde, sermayesini yitiren şirketler yeni sermaye koymadıkça sektörden giderler. İflas ederler. Ama, kamu kuruluşlarında durum farklıdır. Çalışanlarının maaşlarını dahi ödeyemeyen kamu kuruluşları yaşamlarını sürdürebilirler. Çünkü, arkalarında Hazine vardır. Dipsizmiş gibi görünen kuyudan su çekilir.

Kamu kuruluşlarının zarar etmeleri neredeyse tercih edilir. Böyle şirketlerle aynı sektörde özel sermayeli şirketler nasıl rekabet edebilirler ki? Rekabetin birinci şartı sektörde faaliyet gösteren tüm şirketlerin aynı iktisadi kurallar içinde çalışmalarıdır.

BELEDİYE OTOBÜSLERİ

Kamu kurumları ürettikleri ve sattıkları malları dilediği gibi fiyatlandırabilir. Onlar ‘kamu görevi
’ yapmaktadırlar. Kamu görevi nedir? Daha bu terimin ne demek olduğunu öğrenemedim. Halka satılan her şey ya da halka verilen her hizmet ‘kamu görevi’ kapsamına giriyormuş gibi bir izlenim ediniyorum. Böyle bir tanım olamaz!

Yıllarca Sümerbank iç çamaşırı ve gömlek üretti. Sümerbank bu faaliyetiyle kamu görevi mi ifa ediyordu? Hiçbir belediye otobüsüne trafik kurallarını çiğnediği için ceza kesildiğini gördünüz mü? Göremezsiniz. Çünkü, belediye otobüsleri kamu görevi yapmaktadırlar. Cezayı zaten otobüsün sürücüsü ödeyecektir. O da zaten ne kadar ücret alıyor ki? Kamu, kamuyu korumaktadır.

Özel halk otobüslerine hatalı hareket ettikleri için caza kesilmesi normaldir. Onlar da kamu görevi yapmaktadırlar, ama devlet değillerdir!

Belediye otobüsleri bayramlarda bedava yolcu taşıyabilirler. Halkımızın bayramlarda akrabalarını ve dostlarını ziyaret edebilmelerini çok görmemeliyiz! Ama, özel halk otobüsleri aynı şeyi yapamazlar. Çünkü, onların mazot parasını ve sürücülerinin ücretlerini birilerinin ödemesi gerekir. Arkalarında Hazine yoktur.

Uzun yıllardır İstanbul’daki birçok belediye otobüsü (İETT) araç plakası diye bir şey kullanmamaktadır. Plakanın konması gereken yere İETT araca kendi verdiği numarayı yazmaktadır. Plakası olmadığına göre, büyük bir olasılıkla İETT motorlu taşıtlar vergisi de ödememektedir. Neden ödesin ki? İETT bir kamu görevi ifa ediyor ve vatandaşları ucuz taşıması gerekiyor. Ucuz olması için de plaka takamaz, vergi ödeyemez!

Özel halk otobüsleri aynı şekilde davranabilirler mi? Hayır. Onlar özel sektördür. Devletin koyduğu kurallara uymak zorundadırlar. Ama, aynı sektörde İETT ile rekabet etmek durumundadırlar.

MALİYET

Devleti devlet yapan en önemli unsurlardan biri devletin tüm kişi ve kurumlara, kendi kurumları da dahil, eşit uzaklıkta durmasıdır
. Devlet kendi kuruluşlarına rekabet içinde oldukları özel sektör şirketlerine göre daha yakın durduğunda, ne rekabetten söz edebiliriz ne de devletin görevini tam olarak yaptığını iddia edebiliriz.

Yazılı ya da yerleşik uygulamadaki kurallar özel sektörü devletten korumak yerine, devleti özel sektörden korumak mantığı ile hazırlanıp uygulandığında, rekabet ortadan kalkar. Uzun dönemde yük yine vergi verenlerin sırtına biner. Çünkü, ekonomide her şeyin bir maliyeti vardır.
Yazının Devamını Oku

Yakaladığımızı vergilendirmenin çarpıklıkları

4 Haziran 2004
<B>UZUN </B>dönemli yatırımların vergisi ya çok düşük olmalıdır ya da bu çeşit yatırımlar vergi dışı tutulmalıdır. Teşvik edilecek en önemli yatırımlar getirisi uzun vadede ortaya çıkacak yatırımlardır. Çünkü, ileride bu yatırımların sağlayacağı gelirlerden çok daha yüksek vergi gelirleri elde etmek mümkün olacaktır. Yani, uzun dönemli yatırımları vergilendirmeyerek devlet de, bir anlamda, daha yüksek vergi gelirleri elde etmek için ileriye dönük yatırım yapmış olacaktır.

EĞİTİM

Harcamalarını kısamayan ve gelirlerden doğru dürüst vergi alamayan devlet yakaladığını vergilendirmektedir
. Uzun dönemli yatırımların ileride kendisine çok daha büyük gelirler getireceği gerçeğini göz ardı etmektedir. Günü kurtarmaktadır.

Örneğin, emeklilik fonlarına yatırılan paraların kazançları vergiden muaf olmalıdır. Çalışanın da, işverenlerin de bu fonlara yaptığı katkıların vergi matrahından düşülebilmesi ve nemaların vergi dışında tutulması emeklilik fonlarını büyütecektir. Mali sistem büyüyecektir.

Bu fonlar ileride emekli olacak bugünkü çalışanlara çok daha büyük gelirler sağlayacaktır. İşte, o dönemde, bu gelirler vergilendirilerek devletin geçmişte kaybettiği vergi gelirleri katlanmış bir biçimde geri alınacaktır.

Uzun dönemli yatırımların başında eğitim gelmektedir. Eğitimli insanlarımız arttıkça, ilerideki kazançları da artacaktır. Ailesinin mali durumu iyi olan çocukların özel okullara gitmesi devletin üzerinden bir yük atması anlamına gelir. Yani, özel okullara giden çocuk sayısı arttıkça, devletin eğitime harcadığı para göreli olarak azalmaktadır.

Ama, devlet, özel okullara ödenen eğitim giderleri üzerinden yüzde 8 katma değer vergisi (KDV) almaktadır. Okulun verdiği yemek üzerinden yüzde 18 de KDV almaktadır. Bir anlamda, eğitimin insanın en temel ihtiyaç maddelerinden biri olduğu göz ardı edilmektedir. Ailelere ‘çocuklarınızı özel okullara gönderme, gelsinler devlet okullarında bedava okusunlar’ denmektedir.

Devlet, kısa dönemde üç kuruş vergi alacağım diye çocuklarını özel okullara gönderebilecekken devlet okullarına gönderen ailelere dolaylı bir sübvansiyon vermektedir. Eğitimi vergilendirmek, aslında eğitimi ‘astarı yüzünden daha pahalı’ hale getirmektedir.

Halbuki, uzun dönemde eğitim harcamaları vergi dışı olan çocuklar göreli olarak daha yüksek ücretlerle iş bulduklarında devlete çok daha fazla vergi verir hale geleceklerdir. Üstelik, devletin parasıyla değil, ailelerin parasıyla eğitilmiş olacaklardır.

KREDİLER

Aynı şekilde, eğitim kredisinin faizi üzerinden yüzde 10 kaynak kullanımı destekleme fonu kesintisi yapılmaktadır. Kredinin faizleri yüzde 5 banka ve sigorta muamele vergisine tabidir. Yani, çocuğunu özel okulda okutmaya çalışan ailelerin bu amaçla aldıkları kredilerin maliyeti artırılmaktadır. Kısacası, ailelerin çocuklarını özel okullara göndermeleri teşvik edileceğine, kösteklenmektedir.

Eğitim çok pahalı bir yatırımdır. Getirisi, eğitim düzeyi yüksek bir toplum ve ileride eğitilmiş insanın daha fazla gelir elde etmesidir. Bu denli pahalı bir yatırımın tümünün devlet tarafından yapılabilmesi birçok ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de mümkün değildir. Özel okulların yaygınlaşmasından başka bir seçenek yoktur.

Dolayısıyla, kısa dönemli kaygıları bir tarafa bırakıp ailelerin çocuklarını özel okullara göndermelerini teşvik eden bir mekanizma kurmak bir zorunluluktur. Bu yaklaşımın kısa dönemde harcamaları azaltarak orta-uzun dönemde de vergi gelirlerini artırarak devlete de getirisi olacaktır.
Yazının Devamını Oku

Kredi kuruluşları yasası bütünlük arz etmeli

3 Haziran 2004
<B>Bugünlerde, </B>tasarı halindeki <B>Kredi Kuruluşları Yasası</B> elden ele dolaşıyor. Yasalaştığında, yürürlükteki Bankalar Kanunu yerine geçecek. Bu aşamada, içeriğinden çok böyle bir yasanın kapsamını tartışmak daha önemlidir.

Adına bakılacak olursa, bu yasanın tüm kredi veren kuruluşları kapsayacağı düşünülebilir. Ama, tasarı yalnızca bankaları ve özel finans kurumlarını kapsamaktadır.

Leasing ve faktoring gibi diğer finans hizmetlerinin lisansının da Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu (BDDK) tarafından verileceği söylense de, bugün bu lisanslara sahip olanların BDDK ile ilişkilendirilip ilişkilendirilmeyeceği çok açık değildir. Yani, denetim ve gözetim BDDK’ya geçmektedir. Ama, düzenleme Hazine’de kalmaktadır.

FARKLI KURULUŞLAR

Almanya
’da bankacılığı düzenleyen yasa aynı zamanda tüm kredi kuruluşlarını da kapsar. Ama, bizdeki tasarı, adını kullandığı halde, birçok kredi kuruluşunu dışarıda bırakmış görünüyor. Bu önemli bir eksikliktir. Hatta, büyük bir yanlıştır.

Ne isim altında olursa olsun, halkın parasını kullanıp da üçüncü kişilere borç veren her kurum kredi kuruluşudur. Bankalardan borç alarak (dolaylı) kredi veren kuruluşlar da halkın parasını kullanmaktadırlar. Dolayısıyla, hangi isim altında olursa olsun, kendi parası (sermaye) dışında para toplayabilip kredi verebilen şirketler kredi kuruluşu kapsamına alınmalıdır. Çünkü, kağıttan şato yıkıldığında, herkes birbiri üzerine yıkılacaktır.

Leasing ve faktoring firmaları bankalardan borç alarak ve/veya piyasa olanak tanıdığında, borçlanma senedi çıkararak para toplamakta ve kredi vermektedirler. O halde, bu kurumlar BDDK’nın denetim ve gözetiminde olmalarının dışında, BDDK tarafından düzenlenmelidir.

Sermaye piyasasında iş gören aracı kurumlar repo ya da başka isimler altında halktan para toplamaktadırlar. Müşterilerine kredi vererek hisse senedi almalarına yardımcı olmaktadırlar. O halde, aracı kurumlar da (sermaye piyasasının düzenlenmesi hariç) BDDK’nın hem gözetim ve denetiminde olmalıdırlar hem de BDDK tarafından düzenlenmelidirler.

Tüketici kredisi veren kuruluşlar bankalardan borç alabilmektedirler. Piyasa olanak tanıdığında borçlanma senedi ihraç edip doğrudan halktan para toplayabilmektedirler. Belli ürünlerin satışını hızlandırmak için o ürünlerin alıcılarına kredi vermektedirler. O halde, tüketici kredi kuruluşları da BDDK’nın gözetim ve denetimi altında olmalıdırlar. Bağlı olacakları düzenlemeler BDDK tarafından yapılmalıdır.

AMA TEK OTORİTE

Yeni Kredi Kuruluşları Yasası
ancak bu şekilde bir bütünlük arz edecektir. Aksi taktirde, yürürlükteki Bankacılık Yasası’na birkaç ekleme (önemsiz olduklarını söylemek istemiyorum) olacaktır. Yapılması gereken bugün Hazine Müsteşarlığı ya da SPK bünyesinde gerçekleştirilen banka dışı finans kurumlarının tümünün, düzenlenmeleri, gözetim ve denetiminin BDDK’ya geçmesidir. Bazı kurumlar yetkilerini kaybedecek diye bir kaygı duyulmamalıdır. Bu kaygıyla Türkiye çok zaman kaybetmiştir.

Finans sisteminin top yekun düzenlenmesi, gözetim ve denetimi tek elde toplanmalıdır. Gözetim ve denetin yeknesak olacak ve farklı finans kuruluşları arasında mevzuatın arkasından dolanmayı amaçlayan paslaşmalar asgariye indirilmiş olacaktır. Düzenlemeler arasında çelişki olmayacak ve finans sistemindeki kuruluşlar tek bir otoriteyle ilişkide olacaklardır. Tek bir otoriteye raporlama yapacaklardır.

Yeni tasarının elbette eleştirilecek çok yanı vardır. Ama, daha tasarı çok hamdır. Gelişmeye ihtiyacı vardır. Dolayısıyla, tartışma aşamasında tasarı mutlaka daha iyiye gidecektir. Ama, tartışma ilk önce tasarının ‘kapsama alanı’ üzerinde olmalıdır.
Yazının Devamını Oku

Reel faizler bir sorun mu?

2 Haziran 2004
<B>Ekonomide </B>ileriye dönük güven verilemeyince yatırımcılar yaratılan <B>riskler</B> için ek getiri bekliyorlar. Dolayısıyla, reel faizler yüksek oluyor. Güven verilmese de, enflasyon düştüğünde, en büyük borçlu olan devletin geriye dönük olarak ödediği reel faizler çok daha büyük oluyor.

Bir çelişki gibi görünse de, devletin enflasyonu düşürme konusunda sözünde durması maliyetleri artırıyor. Devletin yatırımcıları aldatması ise, bir kerelik dahi olsa, borçlanma maliyetlerini düşürüyor.

GEÇMİŞ VERİLER

Anka Bülteni’nin yayınladığı verilere göre, 2000 yılında gerçekleşen enflasyon göz önüne alındığında, devlet 1999 yılında yaptığı borçlanmalarda yüzde 35 reel faiz ödemek durumunda kalmıştı
. Çünkü, enflasyon geçmişe göre çok düşmüştü. 1999 yılındaki nominal faizler 2000 yılındaki enflasyona göre yüksek kalmıştı.

2001 yılındaki krizle devlet yatırımcıları aldatmış oldu. Enflasyon aldı başını gitti. Dolayısıyla, 2000 yılında devletin borçlanmalara ödediği reel faiz eksi 11 oldu. Devlet 2000 yılındaki borçlanmalarında reel olarak çok kar etti, ama yeni borçlanmalarında yatırımcılar öçlerini aldılar. 2001 yılındaki borçlanmaların 2002 yılındaki enflasyona göre reel maliyeti yeniden yüzde 35 oldu.

2002 yılında artık enflasyonun düşmekte olduğu daha geniş kesimler tarafından fark edilmeye başlandı. Devletin borçlanmasının reel maliyeti 2003 enflasyonuna göre yüzde 23’e düştü. Enflasyonun düştüğü görüldüğü halde, reel faizler yüksek seyretmeye devam etti. Geçmişin günahları ödeniyordu.

Bu yılın ilk beş ayında enflasyon birçok kesimin beklentilerinin de ötesinde düştü. Ek olarak, Irak Savaşı nedeniyle yılın geçen yılın ilk dört ayında nominal faizler yüksek olmuştu. Dolayısıyla, 2003 yılının ilk dört ayındaki borçlanmaların 2004 yılının ilk dört ayında gerçekleşen enflasyona göre reel maliyeti yüzde 42’ye kadar yükseldi.

Eğer saçmalamazsak, gelecek yıl bu aylarda enflasyon yine tek haneli rakamlarda olacaktır. Bugünkü faizler düzeyinde, devletin ödeyeceği reel faiz yüzde 12 civarında gerçekleşecektir. Mayıs ayında saçmalayıp kur ve faizler yükselince, ödenecek beklenen reel faiz yüzde 16’ya fırlamıştır.

Bu düzeydeki reel faiz mutlak anlamda yüksektir. Ama, yakın geçmişimiz göz önüne alınıp riskler düşünüldüğünde, bu düzeydeki reel faizlerin düşük dahi kaldığı iddia edilebilir.

EKONOMİK BÜYÜME

Reel faizlerin düşük ya da yüksek olduklarına piyasadaki yatırımcılar karar vereceklerdir. Bugünkü reel faiz düzeyinde enflasyonun daha da inmesi gerçekleşemiyorsa, reel faizler düşük kaldı demektir. Enflasyon hızla düşmeye devam ediyorsa, reel faizlerin yüksek kaldığı iddia edilebilir.

Reel faizler gerçek bir ekonomik istikrarı yakalayana kadar Türkiye ekonomisi için önemli bir sorunmuş gibi görülecektir. Ama, bu reel faizler düzeyinde dahi ekonomi yüzde 6 civarında büyümeye devam edebiliyorsa, reel faizleri bahane edip enflasyonu düşürme hedefinden taviz verilmesini savunmak ciddiyetle bağdaşmamaktadır.

2002 yılında ödenen reel faiz yüzde22’nin üzerindeydi, ekonomik büyüme yüzde 7’nin üzerinde gerçekleşti. 2003 yılındaki reel faiz yüzde 18’ler düzeyindeyken, ekonomik büyüme yüzde 6’ya yaklaştı. Bu yıl yüzde 12-16 civarındaki reel faizler ekonomik büyümeyi rahatsız etmiyordu. Her zamanki gibi, ekonomik büyümeyi rahatsız edecek olgu kur ve nominal faizlerin beklentilerin ötesinde yükselmesidir. Yani, yatırımcıların aldatılmasıdır.
Yazının Devamını Oku

Uzun dönemli bütçe güveni artırır

1 Haziran 2004
<B>TÜRKİYE ekonomisi </B>iyi yolda giden, ama hala <B>riskli</B> bir ekonomidir. İçerde de, dışarıda da ekonomiyle ilgilenenler böyle düşünmektedirler. Risk, kamu sektörü finansmanından kaynaklanan borçların çevrilebilirliği ve makro ekonomi alanında alınan mesafenin kaybedilmesidir. Dolayısıyla, bütçe uygulaması önemli olmaktadır. Yapısal reformların uygulamaya geçirilmesi beklenmektedir. Kurların ve faizlerin gelişimi dikkatle izlenmektedir. Ekonomi iyi gittiği halde, reel faizlerin yüksekliği ekonomiyle ilgilenen tüm çevreleri kaygılandırmaktadır.

Türkiye ekonomideki riskleri asgariye indiren, yatırımcılara güven veren ve ne yaptığını bilen bir tutum takınmak durumundadır. Son bir aydır mali piyasalarda gözlenen çalkantı ekonomik birimleri bir kez daha heyecanlandırmıştır. Bir anlamda, son dönemde yaşananlar ekonomideki risklerin büyüklüğü konusunda herkese bir fikir vermiştir.

BEŞ YILLIK PLANLAR

Hükümetin yaz sonuna doğru bir yılın ötesini kapsayan bir programı
açıklama niyeti kaygıları dağıtabilecek nitelikte bir gelişmedir. Çok olumlu bir adımdır. Yatırımcıların bir ölçüde önünü görmelerine olanak tanıyabilecek bir girişimdir. Geleceğe yönelik kaygıları giderebilir. Kamu borçlarının çevrilebilirliği konusunda şüphecileri ikna edebilecek bir çalışma olacaktır.

Her şeyde olduğu gibi, plan ve programlarda da, önemli olan bu dokümanları hazırlamak kadar yazılan ve söylenenlerin kararlılıkla uygulanmasıdır. Daha birinci günden yazılanların kağıt üzerinde kalacağı yönünde verilecek bir izlenim faydadan çok zarar getirecektir. Örneğin, bu yılın başında daha bütçe yürürlüğe girer girmez bütçeyi delen kararların alınması bir ‘güven bunalımı’ yaratmıştı.

Türkiye geçmişte de bir yılın ötesini kapsayan çok programlar hazırlayıp ulusal ve uluslararası kamuoyu ile paylaşmıştı. Hiçbirine uyulmamıştı. Doğal olarak, her seferinde söylediklerine inanılmayan bir ülke görünümü vermiştik.

Beş yıllık kalkınma planları bu uygulamaya çok iyi örneklerdir. Planlı dönemin ilk yılları bir tarafa bırakılırsa, hiçbir beş yıllık planla aynı dönemin gerçekleşmeleri birbirini tutmamıştır. Plan hiçbir zaman uygulamayı yönlendirmemiştir.

Dolayısıyla, artık beş yıllık planlar Anayasal bir zorunluluk olma dışında, hazırlanmasının hiçbir önemi olmayan dokümanlar olmuştur. Hazırlandıklarında, gazetelerin ekonomi sayfalarını bir gün kadar işgal edip ondan sonra unutulmuşlardır. Beş yıllık planlar her defasında bir rakamlar yığınına dönüştürülüp rakamların nasıl gerçekleşebilecekleri yuvarlak laflarla havada bırakılmıştır.

HER ŞEY UYGULAMADA

Yaz sonuna doğru açıklanacak program artık alışılmış bu hataları içermemesi gerekir. Yalnızca üç yıl sonra kamu kesimi borç yükünün ne olacağı belirtilmemeli, bu orana varabilmek için neler yapılacağı da tarihler vererek anlatılmalıdır
. Hangi yapısal reformların öncelikli olduğu tespit edilmeli ve tarih verilerek hangi yapısal reformların hangi çerçevede ele alınacakları açıklanmalıdır. Daha sonra da, söylenenler kararlılıkla uygulamaya konmalıdır. Hükümet kendini bağlamalıdır.

Aksi taktirde, açıklanacak program bütçe açıklarının milli gelir içindeki paylarını verecek. Afaki faiz ve kur varsayımlarıyla ilerideki yılların ne kadar güllük ve güneşlik olacağını vurgulayacaktır. Ne olacağı söylenecek, ama nasıl olacağı konusunda hükümet de dahil olmak üzere hiç kimsenin bir fikri olmayacaktır. Dolayısıyla, söylenenlerin hiçbirinin gerçekleşme olasılığı olmayacaktır.

Türkiye bunu çok yaptı. Yapılanın hiçbir işe yaramadığını çok iyi biliyoruz.
Yazının Devamını Oku

Normalleşme kurların ve faizlerin düşmesi demektir

31 Mayıs 2004
<B>EKONOMİDE</B> sıkıntı geçince kurlar da, faizler de düşecektir. Öyle de olmaktadır. Dolayısıyla, yaratılan sıkıntılar nedeniyle ‘<B>kurlarda bir düzeltme</B>’ bekleyenler yine yanılmaktadırlar. Yaşananları ‘kurlarda kalıcı bir düzeltme’ olduğu yönünde yorumlayan ekonomi birimleri bir kez daha hata yapmışlardır.

Ekonomik istikrara giderken kurların enflasyonla paralel seyretmesi olanaksızdır. Kurlar enflasyonla paralel gidiyorsa, ekonomik istikrar gelmiyor demektir. Kurların enflasyonla beraber artması ya da sıçramalar yapması bir rahatsızlık belirtisidir ve ekonomiyi istikrardan uzaklaştırıcı bir rol oynar. Kurlar ve faizler aynı yönde hareket ederler. Çünkü, gelişmeler beklentilerin olumlu ya da olumsuzluğundan kaynaklanırlar.

Yurt dışı piyasaların sakinleşmesi Türkiye ekonomisine de yaradı. OPEC’in açıklamalarıyla yaratılan petrol fiyatlarının daha fazla artmayabileceği beklentisi yurt dışı piyasaları sakinleştirdi. Dünyanın belli başlı borsaları bu gelişmelerle artmaya başladı.

Siyasi bir şok olmadığı sürece, Türkiye’de de kısa dönemde bir rahatlama olması şaşırtıcı değildir. Avrupa Birliği’nden gelen sıcak mesajlar havayı daha da olumlu yapmaktadır. Son bir kaç gündür yaşananlar bu gerçeği yansıtmaktadır. Olumlu hava Türkiye’de kendi çabalarımızla da desteklenmelidir.

Riskler hala vardır. Siyasi gerginlik ekonomik istikrarı bozucu bir rol oynayabilir. Gelişmekte olan piyasalara karşı uluslararası finans çevrelerinin takınabileceği olumsuz bir tutum mutlaka Türkiye ekonomisini de olumsuz etkileyecektir. J.P. Morgan’ın gelişmekte olan piyasalara yatırımlara yönelik olumsuz tavsiyeleri sayılara artabilecek başka kuruluşlarca da desteklenmesi halinde durum pek parlak olmayabilir. Önümüzdeki aylarda açıklanacak enflasyon rakamları ve cari işlemler dengesi verileri de moralleri bozabilir. AB’nin yıl sonuna doğru beklentilerimiz dışında alabileceği bir tavır herkesi şaşırtabilir.

Bu risklere karşılık, bazı olumlu adımların da atıldığını gözlüyoruz. Yaz ayları sonunda, hükümetin 2005 yılı ve sonrasına yönelik birden fazla yılı kapsayacak bir ekonomik programı açıklama niyeti son derece önemli ve faydalıdır. Hafta içinde bu konuyu daha ayrıntılı ele alacağım.

Bir aydır finans piyasalarında yaşananlar ‘bir hapşırma’ olarak kalabilirler. Elbette, her hapşırmanın bazı kalıntıları olacaktır. Bazı olumsuzluklar yaşanacaktır. Sonuçta, piyasaların hapşırtılmasının aslında o kadar da istenilen bir durum olmadığı kavranacaktır. İstikrarsızlık, aslında kurların gidişatından mağdur olduklarını düşünen kesimler için de son derece olumsuz bir durumdur.

Kurlardan şikayet etmek yerine istikrarsızlıktan şikayet etmek çok daha yapıcı bir tutumdur. Bunca krizlerden ve deneyimlerden sonra bunu hala kavrayamamış olmak üzücüdür.

Olumlu hava devam ettiği sürece döviz kurlarının da, faizlerin de yönü aşağı yönde olacaktır.

Ekonomik istikrarın önemi

Ekonomik
istikrarsızlıkla otuz yıllık deneyimimiz ekonomiye bakış açımızı da alt-üst etti. Enflasyonu indirmeye yönelik çabalara ekonomik büyümeye ve istihdam yaratmaya düşman politikalar olarak bakılmaya başlandı. Sanayicide de, tüccarda da, esnafta da, sade vatandaşta da çok yanlış bir izlenim oluşuyor.

Ekonomi politikalarının temel ve öncelikli amacı ekonomik büyümeyi sağlayıp istihdamın artırılmasıdır. Enflasyonun düşüp ekonomik istikrarın gelmesi bu ortamı sağlayacaktır. İstikrarsız bir ortamda ekonomik büyümeyi sağlamaya çalışmak akıntıya karşı çekilen kürek gibidir. Sürdürülemez. Sürdürülemediği gibi, sürdürülebilir ortamı yeniden tesis etmeyi giderek zorlaştırır. İşte, biz şimdi tam bu durumu yaşıyoruz.

Devletin borçları neden arttı? Devletin bütçesi neden faiz ödeme bütçesi haline dönüştü? Verimliliği olmayan yatırımlar neden yapıldı? Otuz yıldır ekonomik istikrar içinde yaşamış olsaydık, bütün bunlar olur muydu?

Şimdi yaşadığımız sıkıntılar ithal malı ekonomik politikalardan değil, istikrarı ikinci plana atarak ekonomik büyümeyi sağlamaya çalışan otuz yıllık sorumsuz kamu finansmanı politikalarından kaynaklanmaktadır.

Sorunu dışarıda arayacağımıza geçmişimizde aramak bizleri daha doğru sentezlere götürecektir. İthal malı ekonomi politikaları olmayacağı gibi, yerli, kendimize özgü ekonomi politikaları olması gibi bir komiklikte yoktur. Kendimizi aldatmayalım.

Enflasyon rakamları iyi yorumlanmalı

BU
hafta mayıs ayı enflasyon rakamları açıklanacak. Mayıs ayı ile beraber tarım fiyatlarındaki artış duracağından, ortalama enflasyon geçmiş aylara göre daha düşük çıkacaktır. Örneğin, geçen yıl mayıs ayında tarım fiyatları yüzde 0.6 düşmüştü.

Önemle takip edilmesi gereken enflasyon kalemi özel sektör imalat sanayi enflasyonudur. Son dönemlerde aylık bazda yüzde 1’in oldukça altında giden özel sektör imalat sanayi enflasyonu nisan ayında yüzde 1.1 oldu.

Akaryakıt fiyatlarındaki artış ve döviz kurlarındaki kıpırdanmayla birlikte mayıs ayında bu kalemdeki enflasyonun yüzde 1’in üzerinde çıkma olasılığı çok fazladır. Dolayısıyla, tarımdan gelen olumlu etki özel sektör imalat sanayi enflasyonundaki kıpırdanmayla bir ölçüde dengelenecektir.

Bu aşamada enflasyon hedefinden uzaklaşılabileceği yönünde bir yorum yapmak yanlıştır. Ama, geçen yılın son dönemleriyle bu yılın ilk üç ayındaki gelişmeler 2004 yılında enflasyonun yıllık bazda hedefin de
0altında gerçekleşebileceği olasılığını çok artırmıştı. Şimdi, bu olasılığın giderek düştüğünü gözlemekteyiz.

Enflasyonun bundan sonraki seyri büyük ölçüde petrol fiyatlarıyla döviz kurlarındaki gidişattan etkilenecektir. Mevsimsel olarak tarım fiyatlarındaki gerilemeyle birlikte aylık enflasyonun düşük çıkması beklenmelidir. Özel sektör imalat
sanayi endeksindeki artışlar ise son dönemin ortalamalarının biraz üzerinde olabilecektir.

Grafikten de görüldüğü gibi, 2003 yılının başından beri yıllık bazda tarım kesiminin lehine gelişen tarım fiyatları-imalat sanayi fiyatları dengesi (makas) yaz aylarıyla beraber imalat sanayi lehine gelişme sürecine girecektir. Bu sürecin tüketici fiyatları enflasyonu üzerinde de olumlu bir etkisi olacaktır.
Yazının Devamını Oku

Rekabet üzerine çeşitlemeler (3)

30 Mayıs 2004
<B>EKONOMİNİN</B> temeli hukuktur. Hukukun doğru olmadığı ya da işlemediği yerde ekonomik ilişkiler de kaosa sürüklenir.Hukuk sistemi özel mülkiyetin hem yaratıcısı hem de koruyucusudur. Hukuk olmadan ekonomi olmaz.

Ekonomik ilişkilerde rekabet de hukuk sistemi tarafından oluşturulur ve kollanır. Dolayısıyla, rekabet hukuku bir ülkedeki rekabetin derecesini ve derinliğini saptar. Rekabeti yoğunlaştıran tarafsız bir rekabet hukuku yaratamadığımız sürece ekonomide ‘rekabet’ olgusundan da söz edemeyiz.

HUKUK VE EKONOMİ

Hukuk denince akıllara ilk gelen meslek grupları hakimler
ve avukatlardır. Rekabetten anlayan hakim ve avukatlarımızın olması rekabetin tesisi ve korunması açısından elbette önemlidir. Ama, en az o denli önemli bir başka konu, hukuk sistemimizin içinde, hangi faaliyetin rekabetçi, hangi faaliyetin rekabet dışı olduğunu analiz edebilecek, karar verme konumunda olmayıp analiz yapabilme bilgeliğinde insanların olmasıdır.

Bu çeşit insanlar hem hukuku çok iyi bilmelidirler hem de iktisat teorisini. Bir anlamda, rekabet konularıyla ilişkili insanların hem hukukçu hem de iktisatçı olması gerekmektedir. Yalnızca hukuk bilmek yetmemektedir. Yalnızca iktisatçı olmak sorunlara çözüm getirmemektedir.

Rekabet hukukunun geliştiği yıllarda belli başlı Amerika Birleşik Devletleri üniversiteleri böyle bir ihtiyacın olduğunu fark etmiş ve belli başlı üniversiteler hukuk artı iktisat alanında çifte doktora programları oluşturmuşlardır. Amerika’da hukuk zaten lisans üstü bir eğitimdir. Dolayısıyla, böyle bir programa giren öğrenci hem hukuktan hem de iktisattan doktora almaktadırlar.

Hukuk ve iktisatta beraber doktora öğrenimi görmüş kişilerden hem iyi akademisyenler hem de uygulama alanında avukatlık ve hakimlik yapan kişiler yetişmiştir. Bu kişiler Amerika’da rekabet hukukunun gelişmesine çok önemli katkılar yapmışlardır.

Türkiye’de de bu çeşit eğitim almış sınırlı sayıda kişiler mevcuttur. Sayıları çok azdır. Giderek karmaşıklaşan ekonomik yapıda ihtiyaca cevap vermemektedir. Rekabet hukukumuz çoğunlukla hukuk bilmeyen iktisatçılarla (benim gibi) iktisat bilmeyen hukukçular tarafından oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu yaklaşım hem yetersiz hem de yanlıştır.

ÖNCÜLÜK GEREKİYOR

Üniversitelerimiz hem sayı bakımından hem de kalite bakımından giderek artmaktadır. Çeşitli temel dallarda lisans ve lisans üstü eğitimler vermektedirler. Görebildiğim kadarıyla, finans mühendisliği gibi uç dallarda eğitim vermek nedense daha çekici gelmekte, aslında piyasanın ihtiyacı olduğu ‘hukuk artı iktisat’ gibi alanlar boşlanmaktadır
, önemsenmemektedir.

Finans mühendisliğine karşı değilim. Ama, Alan Grenspan’in dediği gibi, ‘Finansal buluşlar bankacılığın esasını değiştirmez. Bankacılığın esası ölçülebilirlik, kredibilite ve risk yönetimi olarak kalacaktır.’ Finans mühendisliği dünyayı değiştirmeyecektir, ama hukuk ve iktisat bilen insanlarımız daha emekleme durumundaki rekabet hukukumuzu çok daha ileri götürebilecektir.

Bu çeşit eğitimin verilmesi için Rekabet Kurumu’nun da öncülük etmesi üniversitelerimizi yüreklendirecektir diye düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku

Borçlanmaya ihtiyacı olmayanlara borç verilir

28 Mayıs 2004
<B>YILIN </B>ilk üç ayında cari işlemler açığımız 5 milyar doları geçti. Nisan ve mayıs aylarında da artış hızı devam edip yaz aylarında biraz durulacak. Sonbaharla birlikte, <B>ekonomik büyümede bir yavaşlama olmadığı taktirde, cari işlemler açığı artmaya devam edecek</B>. Mutlak olarak da, milli gelirimizin bir oranı olarak da cari işlemler açığında bu yıl bir rekora doğru gidiyoruz. Bu çeşit rekorlar kırmak tehlikelidir. Tehlike bu denli büyük bir açığın finansmanından kaynaklanmaktadır. Konu abartılmamakta, risklere dikkat çekilmektedir.

KREDİ DEĞERLİLİĞİ

Finans piyasalarında genellikle borçlanma ihtiyacı olmayanlara borç vermek istenir. Çünkü, en sağlam borçlu, borçlanma ihtiyacı içinde olmayanlardır
. Uluslararası finans piyasasında kredi değerliliği yüksek ülkeler borçlanma ihtiyacı içinde olmayan ülkelerdir. Fon akımları genellikle o ülkelere gider.

Bir ülkedeki döviz rezervlerinin büyüklüğü artık kredi değerliliği konusunda bir parametre olarak eski önemini kaybetmiştir. Kriz çıkıp döviz rezervleri bitmeye yüz tuttuğunda IMF’ye yaslanıldığından, IMF krizleri önlemek için ülkenin döviz rezervlerinin kullanılmasına karşı çıkmaktadır. Dalgalı kuru sisteminin işi çözeceğini savunmaktadır. Dolayısıyla, yüksek döviz rezervleri olduğu halde, Türkiye’de dahil olmak üzere, krize girmiş bir çok ülke vardır.

Yüksek düzeydeki cari işlemler açığının finansmanı için dünya piyasalarından belli bir fon akımını sağlamak artık eskisinden çok daha önemli olmaktadır. Çünkü, devletten devlete krediler çok azalmış, fon akımlarının büyük bir bölümü özel sektörün fon akımı haline gelmiştir. Kredi değerliliği daha fazla ekonomik kıstaslara oturtulmaya başlanmıştır. Kredi değerliliği de fon akımlarının bir kılavuzu haline gelmiştir.

REKABETÇİ ORTAM

Tabloda Institute of Internation Finance
kuruluşunun 2004 yılına ait gelişmekte olan piyasalara gitmesi beklenen bölgeler bazında özel sektör fon akımı tahminleri verilmektedir. Aynı şekilde, bölgeler bazında, 2003 yılına ait yurtiçi gayri safi milli hasıla tahminleri ile 2004 yılında beklenen cari işlemler dengesi verilmektedir.

Dikkat edilirse, Avrupa dışındaki tüm bölgelerde 2004 yılında cari işlemler fazlası beklenmektedir. Avrupa’da cari işlemler açığının beklenmesi Türkiye’den kaynaklanmaktadır. En fazla gelire sahip Asya/Pasifik bölgesi hem en büyük cari işlemler fazlasını vermektedir hem de bu bölgenin en yüksek fon akımı alması beklenmektedir. Kredi değerliliği sorunu yaşayan Latin Amerika’ya yüksek bir gelire sahip olmasına rağmen daha az bir fon akımı olacağı tahmin edilmektedir.

Avrupa bölgesine doğru da hatırı sayılır bir fon akımı beklenmektedir. Buraya gidecek fon akımlarının daha çok Avrupa Birliği’ne yeni giren ülkelere ve petrol fiyatları sayesinde dengelerini düzelten Rusya’ya olması beklenmektedir.

Bu rekabetçi ortamda, Türkiye’nin cari işlemler açığının finansmanı için yeterli fonları bulabilmesi ancak kredi değerliliğini artırmasıyla kolaylaşacaktır. Yani, döviz kurları arttı diye sevinirken, yaratılan mini krizler işimizi zorlaştırabilir.

Latin Amerika = Arjantin, Brezilya, Şili, Columbia, Ekvator, Meksika, Peru, Uruguay ve Venezüella.

Avrupa = Bulgaristan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Romanya, Rusya, Slovakya ve Türkiye.

Afrika / Orta DoĞu = Cezayir, Mısır, Fas, Güney Afrika ve Tunus.

Asya / Pasifik = Çin, Hindistan, Endonezya, Malezya, Filipinler, Güney Kore ve Tayland.
Yazının Devamını Oku