27 Mayıs 2004
<B>FİNANS</B> <B>piyasaları</B> miyopiktir denir. Önlerini ancak görürler, biraz uzağı görmekte zorlanırlar. Önemli olan bugündür. Yarın, yarın düşünülecek bir gündür. Finans piyasaları sürü psikolojisiyle hareket eden piyasalardır denir. Piyasadaki oyuncular rakiplerin ne yapacağını önceden tahmin edip rakiplerden önce hareket etmeye çalışırlar. Onlar için kısa dönemde temel dengeler değil, ‘haber’ önemlidir.
FARKLI KILAVUZLAR
1997 yılındaki Güneydoğu Asya Krizi’nde ve hemen sonrasında piyasaların takip ettiği en büyük gösterge Hong Kong Menkul Kıymetler Piyasası idi. Bütün dünya piyasaları Hong Kong piyasasının endeksi olan Hang Seng’e göre hareket ederdi.
Hang Seng düştüyse bütün dünyada hisse senetleri değer yitirir, Hang Seng yükseldiyse, bütün dünyada hisse senetleri değerlenirdi. Hisse senetlerinin arkasındaki şirketler kaybolmuş, dünyanın belli başlı menkul kıymet piyasalarını Hang Seng yönlendirirdi.
Heng Seng’in önemi Güneydoğu Asya Krizi’nin gidişatının bir endeksi haline gelmesinden kaynaklanıyordu. Endeks yükselmişse, krizden çıkılmakta olduğu düşünülüyordu. Endeks düştüğünde ise krizin devam etmekte olduğu anlaşılıyordu.
Daha iki hafta öncesine kadar, Amerika Merkez Bankası’nın (FED) faizleri artırıp artırmayacağı konuşuluyordu. Herkes FED Başkanı Alan Greenspan’in ağzından çıkan laflara bakıyordu.
Piyasaları FED yönlendiriyordu. Bu arada, Amerikan Hazinesi’nin faizleri ve bankalar arası piyasada faizler bir puana yakın arttı. Bu artış FED’in etrafında yapılan spekülasyonlar kadar etkili olmadı. Piyasa faizleri artırmıştı, ama FED’in onayı bekleniyormuş gibi bir hal yaratıldı.
Şimdi, FED’in ne yapacağı en azından bir süre için unutuldu. Yerine, petrol fiyatlarının daha da yükselip yükselmeyeceği gelip oturdu. Dünya piyasalarını birkaç haftadır petrol fiyatları yönlendiriyor. Petrol fiyatları arttığında piyasaların morali bozuluyor. Petrol fiyatları düştüğünde, piyasalar bayram yapıyor. Gözler petrol fiyatlarına odaklanmış durumda.
Petrol fiyatlarının daha da tırmanması, dünyada topyekûn ekonomik durgunluk ve daha yüksek enflasyon olarak algılanıyor. Dolayısıyla, piyasa kendine yeni bir kılavuz buldu. Petrol haberleri piyasaları yönlendirmeye başladı. Petrol İhraç Eden Ülkeler Teşkilatı’nın (OPEC) toplantıları önemli hale geldi. FED Başkanı’nın yerini OPEC Başkanı aldı. En azından şimdilik durum böyle.
Haziran ayının başında yeniden FED’in faizler konusunda ne yapacağı konuşulmaya başlanacak. FED Başkanı yeniden öne çıkacak. Amerika’da faizler arttığı halde, artan faizler değil, FED’in ne yapacağına odaklanan finans piyasalarını görmeye başlayacağız.
Finans piyasaları miyopiktir ve sürü psikolojisiyle hareket eder. Ama, böyle olmaları finans piyasalarının gerçekleri algılamadığı anlamına alınmamalıdır. Orta dönemde, finans piyasaları için ekonomideki temel eğilimler her şeyden daha önemlidir.
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2004
<B>İKİ </B>olasılıktan biri doğru: Ya <B>idare, hukuku saymıyor</B> ya da <B>hukuk sistemi idarenin tasarruflarına karşı önyargılı</B>. Hukukçulara sorarsanız idare hukuka saygılı değil. İdarecilere sorarsanız hukuk siyaset yapıyor. Bir üçüncü olasılık daha var. Olaya göre, iki taraf da haklı olabilir.
Türkiye 1980’li yılların başında ‘özelleştirme’ konuşmaya başladı. Özelleştirmeyi konuşan ilk ülkelerden biriyiz. Ama, özelleştirme hukukunu oluşturan yasa ancak 1994 yılında çıkarıldı. O yıla kadar birçok özelleştirme kararı yargıdan döndü. İdare bir anlamda hukuku ikinci plana atıp kamu mallarını satmaya çalıştı. Sanki, hukuk haklıydı gibi bir tablo çıktı ortaya.
Özelleştirme yasası çıktıktan sonra da hukuk ile idare arasındaki çatışma bitmedi. Hukuku oluştu derken, birçok önemli özelleştirme girişimi bir şekilde yine hukuka takıldı. Hukukun uygulanmadığı örnekler oldu. Çeşitli gecikmeler yaşandı. Her gecikmenin bir maliyeti oldu.
İTİBAR KAYBI
Türkiye çok önemli fırsatları kaçırdı. 1990’lara kadar sosyalist idare altında yaşayan Orta ve Doğu Avrupa ülkeleri özelleştirmelerinin büyük bir bölümünü tamamladı. Biz hálá Telekom’u, Petkim’i ve TÜPRAŞ’ı satmaya çalışıyoruz. Bütün bu şirketlerin piyasa değerleri düştü. On yıl önce alacağımız paraların üçte birini alamayacak duruma geldik. Özelleştirmenin esasını kaçırdık.
Neydi sorun? İdare gerçekten özelleştirme yapmak istemiyor mu? İstiyormuş gibi görünüp hukuku bahane mi ediyor? Özelleştirmeye yönelik belli bir direncin olduğu biliniyor. Hükümetler bu direnci mi kıramıyorlar?
Nedeni ne olursa olsun, Türkiye’nin özelleştirme konusunda gösterdiği performans hem yerli hem de yabancı yatırımcıları özelleştirmeden soğutmaktadır. Fiyat da düşmektedir, potansiyel alıcıların kalitesi de düşmektedir.
Borçlarını çevirip çeviremeyeceği tartışılan bir ortamda, devlet itibar kaybetmektedir. Özelleştirmede kaybedilen zamanın ekonomik faturası da ağırlaşmaktadır. Özelleştirmede geç kalınması daha önce yapılan özelleştirmelerde elde edilen gelirlerin de çar-çur edilmesine neden olmaktadır.
Kısacası, iktisadi durumu kalıcı olarak düzeltmeye yönelik olması gereken özelleştirme, ülke ekonomisi üzerinde bir yük haline gelmektedir. İleriye dönük beklentiler bozulmaktadır. Kritik dönemlerde piyasaları olumsuzluğa iten bir diğer ‘kötü haber’ olmaktadır.
ESKİ SOSYALİSTLER
Özelleştirmeyi ‘idarenin hukukla bir mücadelesi’ ekseninden çıkarmanın yolu özelleştirmeyi ilgilendiren hukuk sistemini tartışmaya izin vermeyecek bir biçimde yeniden oluşturmak ve titizlikle uygulamaktır. Aksi takdirde, idare ile hukuk arasındaki görünürdeki mücadele devam edecektir. İki taraf da birbirlerini suçlayacaktır. Bu arada, olan Türkiye ekonomisine olmaktadır. Servetimizin değeri düşmektedir.
Son beş yıldır Orta ve Doğu Avrupa’nın eski sosyalist ülkeleri bizim tahayyül dahi edemeyeceğimiz yabancı sermaye çekebilmişlerse, başarılarının çoğu Avrupa Birliği’ne üye olacak olmalarından değil, hukuk sistemini yerine oturtup özelleştirmeyi başarıyla yürüttüklerindendir. Biz bu perspektifi kaçırmış görünüyoruz.
Yazının Devamını Oku 25 Mayıs 2004
<B>UZUN</B> süre ekonomik istikrarsızlık içinde boğuşup da bir dizi ekonomik reformları tamamlayıp uzun süredir istikrar içinde yaşayan ülkelerin başında <B>Şili</B> gelir. 1970’lerde Şili, Latin Amerika’nın en istikrarsız ülkelerinden biriydi. Hiperenflasyonu yaşayan ülkelerden ilkiydi. Ekonomik yapı tamamen çökmüştü. Bir yıl öncesinin Arjantin’inden hiçbir farkı yoktu, belki daha bile kötüydü.
Şili bir dizi ekonomik reformu kararlılıkla ve başarıyla uygulamaya koydu. Bugün herkese örnek gösterilen Şili’nin sosyal güvenlik sistemi o dönemin ürünlerindendir. Mali sistemleri çok kısa sürede büyüdü. Enflasyon çok kısa sürede düştü. Uzun süre ekonomik büyüme konusunda sıkıntı çektiler. Şimdi, Latin Amerika’nın en istikrarlı ülkesi Şili oldu.
ŞEKLİN ÖNEMİ
Şili’nin başardığı ekonomik reformların başında ‘para reformu’ gelir. Para reformu sayesinde Şili’de enflasyon kısa sürede tek haneye düşüp kalmıştır. Merkez Bankası Yasası’nı yeniden yazmışlardır.
Yasanın birinci maddesi, para politikasının tek amacının fiyat istikrarını korumak olduğu yazılıdır. İkinci maddesi ise, hiçbir başka yasa yoluyla Merkez Bankası Yasası’nda belirtilmeyen bir görevin Merkez Bankası’na verilemeyeceği yazar.
İlk bakışta şekle yönelik bir düzenleme gibi görünse de, Merkez Bankası’na kendi yasası dışında başka hiçbir gücün yön veremeyeceğinin sağlam temellere oturtulması, para politikasının ve ekonomik istikrarın aslında güvencesidir. İleriye dönük beklentileri şekilmiş gibi görünen düzenlemeler ve bu düzenlemelerin yarattığı güven ortamı oluşturmaktadır.
TC Merkez Bakası Yasası da, Şili’ninki kadar olmasa bile değişmiş haliyle eskiye göre çok ileri bir yasadır. Bu yasanın, Türkiye’de enflasyonun kısa sürede düşürülmesinde payı küçümsenemez. Aynı para politikası uygulansaydı dahi, para politikasına yönelik yasal güvence olmasaydı, enflasyonla mücadelede bu denli başarılı olamazdık.
Türkiye’de hálá Merkez Bankası’na başka yasalar yoluyla görev verilebilmektedir. Örneğin, yürürlükteki Bankalar Kanunu’nda bir para politikası aracı olan mevduat munzam karşılıklarını değiştirme ve biriken cezai faizleri azaltma ya da silme yetkisi, Bankacılık Üst Kurulu’na bırakılmıştır (Madde: 14-6, paragraf: b). Bu alanda Merkez Bankası’nın görüşünün alınması yeterli değildir, onayı gerekir.
Aynı şekilde, Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu’na olağanüstü durumlarda Merkez Bankası’nın avans vereceği Bankalar Kanunu’nda yazılıdır (Madde: 14-5, paragraf: b). Vadenin ve diğer şartların Merkez Bankası ile istişare edilerek saptanması durumu kurtarmamaktadır. Burada da bankanın onayı istenmelidir.
Yürürlükteki Bankalar Kanunu’nun yerine gelecek olan tasarı halindeki Kredi Kurumları Kanunu da benzer hükümler içermektedir.
Bu çeşit düzenlemeler gerekebilir. Hükümlerin kendisini eleştirmek başka bir konudur. Ama, Merkez Bankası’na görev çıkaran ve para politikasını çok yakından ilgilendiren konular başka yasalar yoluyla değil, Merkez Bankası Yasası’nda yerlerini almalıdırlar. Hükümet ve Meclis, Merkez Bankası’na verecekleri görevleri ancak kendi yasası yoluyla tanımlamalıdır, başka hiçbir yerde değil.
Ancak bu yolla para politikasının kuralları bir bütünlük oluşturabilir. Ekonomik istikrarın teminatı para politikası ve para politikasının ilkelerini tespit eden Merkez Bankası Yasası’dır.
Yazının Devamını Oku 24 Mayıs 2004
<B>İKİ</B> yıldır enflasyonu indirmeye yönelik çabaların sonuçları tek kelime ile başarılıdır. <B>2001 Krizi</B>’nin sonucu olarak yüzde 100’e gelen enflasyon yıllık bazda yüzde 10 civarına düşmüştür. Enflasyon düşerken, ekonomik büyüme de uzun dönemli ortalamanın üzerinde olmuştur. Gösterilen performans küçümsenemez.
Gelinen noktada, hem enflasyon dinamiklerinden kaynaklanan hem de dış etkenlerin oluşturduğu bazı olumsuzluklar vardır. Olumsuzluklardan morallerin bozulmaması, aksine, enflasyonu kalıcı olarak düşürmeye yönelik çabaların daha da yoğunlaştırılması gerekmektedir.
Otuz yıldır ilk kez enflasyonu kalıcı olarak tek haneli rakamlara indirebilecek bir şansı yakalamış bulunmaktayız. Şansımızı iyi değerlendirmek durumundayız.
Dünya piyasalarında petrol fiyatlarının yükselmesi yalnızca Türkiye’de değil, bütün dünyada kısa ve orta dönemde enflasyon için çok önemli bir tehdit oluşturmaktadır. Dışarıdan gelen bu tehditle mücadelenin tek yolu sıkı para ve maliye politikalarından geçmektedir. Dünya 1973 ve 1978 petrol krizlerini bu yolla aşmayı başarmıştı.
Son dönemlerde döviz kurlarının yüzde 20’ye yakın artması kısa dönemde enflasyonu olumsuz etkileyecek bir olgudur. ‘Aşırı değerli’ Türk Lirası söylevleriyle enflasyonla başarılı bir mücadele yapamayız. Enflasyonla başarılı mücadele, reel olarak değeri artan Türk Lirası’nın mikro düzeyde yarattığı olumsuzlukları yine mikro düzeyde ancak verimlilik artışları yoluyla olur.
Ekonominin son bir buçuk yıldır artarak ısınması enflasyonla mücadelenin önünde bir başka tehdit oluşturmaktadır. Bazı makro ekonomik dengelerin orta dönemde sürdürülemeyebileceği beklentisi ileriye dönük fiyat beklentilerini de olumsuz etkilemektedir. Bu aşamada, enflasyonla mücadeleyi yalnızca Merkez Bankası’na bırakmak çok gerçekçi değildir. Henüz o noktaya gelebilmiş değiliz.
Yaz aylarında tarım fiyatlarındaki gevşemeyle aylık bazda enflasyon rakamları son iki aydır gözlenen enflasyondan daha düşük çıkacaktır. Ama, yaz aylarının mevsimsel avantajlarını da tam olarak kullanamayacağımız anlaşılmaktadır. Dolayısıyla, yıl sonunda hedeflenen enflasyon rakamları civarında bir gerçekleşme başarı sayılmalıdır.
Enflasyonun hedeflenenin üzerinde çıkması ise beklentiler yoluyla yeni enflasyonist dinamikleri devreye sokabilecektir. Bu riski ortadan kaldırmanın tek yolu daha sıkı para ve maliye politikalarından geçmektedir.
Hangi açıdan bakarsak bakalım, ekonomik büyümenin bugün geldiği nokta makro ekonomik dengeler üzerinde
çeşitli rahatsızlıklar yaratmaktadır. İktisadi açıdan piyasadaki rahatsızlıkların önemli bir kaynağı da budur.
Piyasalar tedirginliği üzerinden atamıyor
ORTALIK bir kez karışınca durulması hem kolay olmuyor hem de zaman alıyor. Büyük bir dikkatle belli yerlere getirilen dengeler bir anda bozuluveriyor. O ya da bu nedenle, üç haftadır mali piyasalarda gözlenen tedirginlik devam ediyor.
İyi haberlere çok önem verilmiyor. Kötü haberler abartılarak mali piyasalara yansıyor. Tedirginlik dönemlerinde piyasaların böyle davranması normal karşılanmalı. İyimserlik dönemlerinde de bunun tam tersi oluyordu. Spekülatif karakterleri nedeniyle, bizim mali piyasalarımız uçlarda dolaşırlar.
Dolar/Euro kurundan bağımsız olarak dolar kuru 1 milyon 550 bin liranın altına gelmekte zorlanıyor. İyi bir haber kurlarda hafif bir düşüşü getirdikten sonra yeniden tırmanış başlıyor. Böyle ortamlarda, yeni olumsuz haberler üretmekten kaçınmamız gerekmektedir.
Faizler ise yüzde 30’un üzerine çıktı. Kurlara göre daha az bir oynaklık gösterse de, reel faizlerin yüksekliği yeniden borçların çevrilebilirliğini sorgulatacaktır. Bir anlamda, bu gelişme de Merkez Bankası’nın elini kolunu bağlamaktadır. Yani, bazı dengeleri yerine oturtmak için gerekebilecek bazı ekonomi politikası araçları kısa dönemde ‘kullanılabilir’ olmaktan çıkmaktadır.
Piyasalara ileriyi görebilecek bazı verilerin verilmesi tedirginliği azaltıcı bir rol oynayabilecektir. Aksi taktirde, önümüzdeki birkaç ay içinde çıkacak yeni ekonomik veriler tedirginliği daha da artırıcı bir rol oynayabilirler. Her zaman olduğu gibi, beklentilerin doğru idaresi yeniden çok önemli bir konuma geldi.
Dış ticaret verileri
BİR yılı aşkın bir süredir ithalat ile ihracat arasındaki fark artmaktadır. Dış ticaret açığı ve ona bağlı olarak cari işlemler açığı ekonomik gündemin orta yerine oturmuştur.
Bu yılın mart ayında ithalat ve ihracat rakamları rekorlar kırmıştır. Yalnızca mart ayı verilerine bakarak ne ‘ihracat patladı’ diyebiliriz ne de ‘ithalat aldı başını’ gidiyor diyebiliriz.
Mart ayında dış ticaret istatistiklerinin şişmesi şubat ayındaki bayram nedeniyle çalışılan gün sayısının azlığından (yalnızca 17 gün) kaynaklanmaktadır. Yani, şubat ayına ait olması gereken bazı ithalat ve ihracat rakamları mart ayına sarkmıştır. Dolayısıyla, rakamlar şişmiştir.
Genel eğilimlere bakıldığında, dış ticaret açığının büyümekte olduğu ise gayet açıktır. Grafikten bu gerçek çok daha açık bir şekilde görülmektedir.
İki yıl evvel 12 aylık bazda 8.5 milyar dolar olan dış ticaret açığı bu yılın mart ayı itibariyle 25 milyar doları (üç kat artış) aşmıştır. Dış ticaret açığı 2001 yılının şubat ayında rekor kırmış ve 27.5 milyar dolar olmuştu. Eğilim devam ederse, rekorumuzu bu yılın haziran ya da temmuz ayında egale edeceğiz.
İthalat artışının arkasında ara mallar ithalatı vardır. Kamuoyunun izlenimlerinin aksine, Türkiye doğru dürüst tüketim malları ithal etmemektedir. Tüketim malları ithalatının toplam içindeki payı yüzde 12-13 civarındadır. Unutmayalım ki, refahın kaynağı tüketimdir. Yatırım da, üretim de sonuçta tüketim için yapılan faaliyetlerdir.
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2004
<B>Rekabeti </B>engelleyen etkenlerin kaynakları dört grupta toplanabilir: <B>devletin düzenlemeleri</B>, teknolojiden gelen <B>doğal engeller</B>, piyasadaki <B>firmaların anlaşmaları</B> ve bir ya da birden fazla firmanın piyasadaki diğer firmaları <B>fiyat dışı politikalarla piyasa dışına itmeye</B> çalışması. Saptaması göreli olarak kolay, fakat engellemesi o denli kolay olmayan rekabeti engelleyici etkenlerin başında firmaların fiyat dışı politikalarla birbirlerini engelleyici faaliyetleri gelir. Bu konuda kamu otoritesi de fazla bir şey yapamaz. Bu durum yalnızca Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde benzerlikler gösterir.
FİYAT DIŞI ENGEL
Dikkat edilirse, bazı lokantalar yalnızca bir markanın içeceğini satarlar. Rakip firmanın ürettiği içecekleri müşterilerine sunmazlar. Bu davranışın nedeni içecek firmasının o lokantaya yalnızca kendi içeceklerini satması için bir takım çıkarlar sağlamasından kaynaklanır.
Örneğin, bazı içecek firmaları lokantaya toplu bir para verir. Lokantanın duvarlarına kendi reklamlarını astırır. Belli dönemler için satış hedefleri koyarak lokantanın yalnız kendi içeceklerini satmasını ister.
Dağıtımda bakkal türü yapılanmanın yaygın olduğu ülkelerde bazı mallar temel mallardır. Örneğin, Türkiye’de kibrit bakkalların en temel mallarından biridir. Kibrit satarken yanında belli bir marka sucuğun, belli bir marka ampulün ya da sütün satılması mecbur kılınabilir. Bakkal yalnızca kendine söylenen markaları satmak durumunda kalabilir. Karşılığında bedava buzdolabı ya da reklam panosu alabilir.
Bütün bunlar rekabeti engelleyici faaliyetlerdir. Çünkü, fiyat dışında farklı çıkarlar sağlayarak rakiplerin fiyat ve kalite yoluyla rekabet etmeleri engellenmektedir. Tam rekabet şartlarının oluşturulabilmesi için bu çeşit engeller ortadan kaldırılmalıdır.
Reklamlarda rakip firmanın ürettiği malları kötülemek yerine kendi ürettiği malı tanıtmak bir ilke haline gelmiştir. Negatif reklamlar da rekabeti engelleyici etkenlerdendir.
Bazı ülkelerde ispatlanabilecek gerçekler kullanılarak rakip firmaların isimleri reklamlarda kullanılabilmektedir. Örneğin, X marka çamaşır tozunun Y marka çamaşır tozundan daha fazla aktif temizleme maddesi içerdiği reklamlarda konu edilebilmektedir. Bu rekabeti yaralayıcı bir davranış mıdır?
Tüketiciyi bilgilendirmek üzere yayınlanan bazı dergiler belli bir ürün dalında rekabet içindeki malları değerlendirmektedir. Örneğin, X marka otomobil çarpmalara en dayanıklı, Y marka otomobil de en dayanıksız olarak ilan edilebilmektedir. Bu yolla rekabet engellenmekte midir?
KOLAY DEĞİL
Bu konulardaki görüşler çok farklıdır. Bir açıdan, ürünler hakkında objektif kriterlere göre değerlendirilerek azami bilgi verilmektedir. Bu rekabeti artıran bir etkendir. Rekabetin kalite üzerindeki olumlu etkisini artırıcı bir rol oynar. Diğer taraftan, üzerine vazife olmadan bir firmanın malını kötülemek (değerlendirme objektif dahi olsa) başkalarına zarar vermektir. Fiyat ve kalite arasındaki bağı koparma riski yarattığından, rekabeti bozucu bir işlev görür.
Görüldüğü gibi, rekabet, anlaması da, uygulaması da kolay olan bir alan değildir. Böyle olunca, rekabetin önünü açmak da zor bir süreç olmaktadır.
Yazının Devamını Oku 21 Mayıs 2004
<B>DÜNYA </B>ekonomilerinin yaşadığı <B>petrol krizlerinin</B> hiçbirinde ham petrol fiyatları varil başına 40 dolara fırlamamıştı. Son günlerde petrol fiyatları 40 dolar civarında dolanıyor. Bazı çevrelere göre, petrol fiyatları varil başına 50 dolara kadara çıkabilir. Bu çok ciddi bir gelişmedir.
Gelişmenin ciddi olması Türkiye ekonomisinin petrol fiyatlarının geldiği düzeyde zorlanacağı anlamına alınmamalıdır. Varil başına ham petrol fiyatı 40 ya da 50 dolar oldu diye Türkiye ekonomisi batmaz.
Tüketim miktarı aynı kalacağı varsayımı ile dahi, bu düzeydeki fiyatlarla toplam petrol faturası 4 milyar dolardan 6 milyar doların biraz üzerine çıkacaktır. Yılda 70 milyar dolar ithalatı olan bir ülke için bu artış bir döviz sorunu yaratmaz.
ENFLASYON
Petrol fiyatının sorun yaratması iki alanda karşımıza çıkacaktır. Birincisi, enflasyonu kalıcı olarak indirmeye çalıştığımız bir dönemde enerji fiyatlarının artması hem enflasyon beklentilerini hem de gözlenen enflasyonu olumsuz etkileyebilecektir. Arızi gözlemlere dayanarak uygulanan politikalara olan güven zedelenebilecektir.
Dolayısıyla, enerji fiyatlarının artışı nedeniyle ortalama enflasyondaki yükselme kamuoyu ile iyi paylaşılmalıdır. Enerji dışı enflasyon ve çekirdek enflasyon gibi kavramların kamuoyuna daha iyi anlatılması gerekmektedir. Çünkü, ekonomi politikalarının etkileyebileceği değişkenler bu büyüklükler olacaktır.
Bir başka sorun, eskiden kalma içgüdülerimize kapılıp dünya piyasalarında artan petrol fiyatının iç piyasaya yansıtılmamasıdır. Enflasyon rakamları olumsuz etkilenmesin diye artan petrol fiyatlarının iç piyasaya yansıtılmaması faydasından çok zarar verecek nitelikte olacaktır. Hükümet bu konuda şimdiye kadar doğru kararlar almıştır.
Artan petrol fiyatlarının iç piyasaya yansıtılmaması kamu kesimi açığını petrolün sübvansiyonu nedeniyle artacaktır. Kısa dönemde enflasyon rakamları şişirilmesin diye orta dönemde enflasyon yaratacak bombanın pimi çekilmiş olacaktır. Bu, en kötü tepkidir. Aksine, artan petrol fiyatlarının her kuruşu iç fiyatlara yansıtılmalıdır.
Bütün dünya aynı sorunu yaşamaktadır. Bütün dünyada, enerji fiyatlarının artması nedeniyle enflasyon artış eğilimine girecektir. Önemli olan enerji dışı fiyatlardaki artışın makul ölçülerde tutulması ve artan petrol maliyetinin ekonomilerde enflasyon ile beraber bir ekonomik durgunluk yaratmamasıdır.
EK MALİYET
İktisatçıların deyimiyle, dünya ekonomileri şimdi ‘arz yönlü bir şok’ yaşamaktadır. Benzer bir durum 1973 ve 1978 yılları sonunda da yaşanmıştı. Enflasyon ile beraber ekonomik durgunluk aynı anda yaşanmıştı. Dünya ekonomileri ve Türkiye içine girdikleri girdaptan disiplinli para politikası ve sorumlu kamu maliyesi ile çıkabildiler.
Birçok gelişmiş ülkede maliye politikalarının gevşediği bir dönemde olası sorunlarla başa çıkabilmek için yeniden sorumlu maliye politikalarına geri dönmek çok daha fazla önemli olmaktadır.
Türkiye açısından birkaç olumsuz gelişme kaçınılmazdır: Enflasyon hedeflenenden biraz daha yüksek çıkacaktır ve çıkmalıdır; yurt dışından enflasyon ithal etme riski ile karşı karşıyayız; artan döviz açığımızın yanında petrol faturasının şişmesiyle de ek bir maliyet söz konusudur.
Yazının Devamını Oku 20 Mayıs 2004
<B>HER </B>ülkenin çeşitli konularda sivrilmiş kahramanları vardır. Çoğunlukla ülkeyi bağımsızlığına kavuşturan <B>siyasi ve askeri kahramanlar</B> hatırlanır. Diğerleri isimsiz kahramanlar olarak tarihin sayfaları arasında kalır. Türkiye’nin de ekonomik alanda kahramanları vardır. Ama, iktisatla ilgilenmeyenler bu kahramanları bilmezler. Hatta, iktisatla ilgilenenler arasında dahi bu kahramanları bilenlerin sayısı azdır.
Örneğin, T.C. Merkez Bankası’nın 1931-38 yılları arasında görev yapan ilk başkanı olan Selahattin Çam’ı (o dönemde Genel Müdür deniyordu) kim bilir? Halbuki, Selahattin Çam bir merkez bankası yöneticisinin çeşitli çevrelere nasıl dik durması gerektiğini kendinden sonraki nesillere öğreten kişidir. Belki farkında olmasalar da, çoğu T.C. Merkez Bankası Başkanı ondan ‘duruş’ öğrenmişlerdir. Gelenekler ve tarih insanlara çok şey öğretir.
MALİYE REFORMU
Avrupa Birliği’nin yeni üyelerinden Polonya’nın da iktisat alanında bir kahramanı var: Wladyslaw Grabski. Zengin bir toprak ağasının oğlu olarak 1874 yılında dünyaya gelen Grabski iyi bir eğitim almış. Önce Varşova, sonra Paris Sorbonne Üniversitesi’nde eğitim görmüş. Babadan kalma çiftliğe geri dönmüş, tarımla uğraşmış ve ülkesinin ekonomik, siyasi ve sosyal sorunlarıyla ilgilenmeye başlamış.
Ülkesinin bağımsızlığını kazanması yolunda önemli çalışmalar yapmış. Çok kısa süre Tarım Bakanı olarak görev yaptıktan sonra Birinci Dünya Savaşı sonrası Versailles barış görüşmelerinde Polonya Delegasyonu’nda bulunmuş.
Grabski 1920 yılında Maliye Bakanı olur. Devlet bütçesini denkleştirmeye çalıştığı için sevilmez ve istifa etmeye zorlanır. Olağanüstü bir dönemde, 1923 yılı sonunda Başbakan ve Maliye Bakanı olur. Köklü bir maliye reformu yapar.
Maliye reformunun bir parçası olarak devletten ve Maliye Bakanlığı’ndan tamamen bağımsız, bir anonim şirket statüsünde Polonya Merkez Bankası’nı (Narodowy Bank Polski) kurar. O dönemde Polonya’da dolaşımda olan Alman Mark’ını toplayıp altına bağlı Zloty’yi dolaşıma çıkarırlar.
Polonya’nın iktisadi alandaki inşasında önemli bir yer tutan Wladyslaw Grabski şöyle der: ‘Sağlıklı bir ekonomik kalkınmanın ve devletin mali gücünün temeli sağlam ve güçlü bir paradır. Böyle bir parayı yaratmak ve korumak için tüm ülke çok ciddi özverilerde bulunmak zorundadır.’
Polonya bu ayın başında Avrupa Birliği’ne tam üye oldu. Üyelik kolay olmadı. Çok ciddi özverilerde bulundular. Birçok iniş-çıkış ve acılardan sonra, seksen yıl önce Grabski’nin çizdiği yolda yılmadan yürüdüler. Başardılar. Daha da gidecek yolları var.
GÜÇLÜ PARA
Polonya Hükümeti 2004 yılını Wladyslaw Grabski Yılı ilan etti. Bu yolla, Polonya Merkez Bankası’nın yalnızca kurucusuna saygı gösterilmiş olmuyor, aynı zamanda tüm Polonya toplumu, gelinen yerin korunması ve daha ileri gidilebilmesi için yeni özverilere hazırlıklı olunması konusunda uyarılıyor.
Bize ters gelse de, ‘güçlü ekonomi dünyanın her yerinde güçlü paradan geçiyor.’ Parasının değerli olduğundan bu denli şikayet eden tek ülke herhalde Türkiye’dir. Daha özverinin ne demek olduğunu tam anlayabilmiş değiliz galiba. Bu şartlarda, paramızın değeri düştükçe sevinen bir millet olarak başımızın dertten çıkmaması normal oluyor.
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2004
<B>MALİ sektörün </B>durumu ekonomideki <B>kırılganlık</B> konusundaki tartışmaların tam ortasındadır. Dolayısıyla, kırılganlık dendiğinde, işe <B>mali sektörden</B> başlamak durumundayız. Türkiye mali sektörün yapılanması konusuna hiçbir zaman ciddiyetle yaklaşmamıştır. Sorunlar kaba hatlarıyla aşağı yukarı bilinmektedir. Ama, ‘işleyen alet tamir edilmez’ yaklaşımıyla, sanki mali sektör işliyormuş gibi düşünülüp ‘dokunursam bozulur’ anlayışıyla ne sektörün sorunları ciddiyetle tartışılmıştır ne de bilinen sorunlara akılcı çözümler üretilmiştir.
RİSKİN YÖNETİMİ
2001 yılındaki krizle beraber konuya eskiye göre biraz daha ciddiyetle yaklaşılmıştır. Ama, yeterli mesafe alınamamıştır. Sermaye yeterliliği üzerinde durulmuş, ama sermaye yeterliliği ile kar üretme arasındaki ilişki göz ardı edilmiştir. Batan bankalar yoluyla milyarlarca dolar ödemek durumunda kalan devletin bir de yaşayan bankalara para dökmesi o dönemde istenmemiştir. Konu, bankaların devleti soyması olarak algılanıp çözümsüzlük tercih edilmiştir.
Gelinen noktada, mali sektörün sermaye durumu sektör içindeki kuruluşların kar üretebilme kabiliyetini ciddi bir biçimde sınırlamaktadır. Bankalarımız hala sermayelerinin çok büyük bir bölümünü bankacılık dışında değerlendirmektedir. Üretilen karlar arızidir. Sermaye piyasalarındaki fiyatların olumlu yönde hareket etmesi nedeniyle bankacılık kar etmektedir. İşler tersine döndüğünde ise durum çok farklıdır.
2001 yılındaki krizin öğrettiği bir başka boyut bankacılıkta risk yönetiminin önemidir. Kağıt üzerinde bu konuda bazı mesafeler alındı. Ama, uygulama açısından, mali sektörümüzde tatmin edici boyutta bir risk yönetimi olduğu iddia edilemez.
Arzulanan boyutta risk yönetimini bankalarımızda uygulamaya koymuş dahi olsak, ani ve keskin fiyat hareketleri karşısında hangi risk yönetimi bankalarımızı olası zararlardan koruyacaklardır? Risk yönetimi olasılıkların yönetimidir.
Riskler gerçekleştiğinde, her şey aynı yönde hareket etmektedir. Yani, ekonomik ortam bozulduğunda, bankaların kredi portföyü de, menkul kıymet portföyü de aynı zamanda bozulmaktadır. Kaldı ki, on gün içinde faizlerin yüzde 20’den yüzde 30’a fırladığı, kurların yüzde 20 artabildiği bir ortamda risk yönetiminden söz etmek de çok anlamlı olmamaktadır.
YAPILABİLECEKLER
Ekonomik şartlar nedeniyle risk yönetiminin fazla anlamlı olmadığı ve kar üretmenin zaten zor olduğu bir ortamda, doğal olarak, bankalarımız daha fazla risk alma eğilimine girmektedirler. Alınan riskler, alındıklarında ‘masum’ ve ‘kabul edilebilir’ gibi görünseler de, şartlar değiştiğinde, sektördeki kırılganlıkların kaynağı olmaya aday olmaktadırlar.
Örneğin, karsızlık nedeniyle döviz faizlerinin düşük olduğu ortamda neredeyse tüm döviz varlıklarını daha iyi faiz veriyor diye döviz kredilerine ve Hazine’nin döviz üzerinden borçlanma senetlerine yatıran mali sektör bir anda dövizde likit olmamak gibi bir duruma düşebilmektedir.
O halde, ekonomideki kırılganlığı azaltıcı önlemleri düşünürken bazı temel noktaları gözden kaçırmamak durumundayız. Önemine ve etkilerine göre sıraladığımızda, aşağıdaki şartların yerine getirilmesi ekonomideki kırılganlıkları önlemese de, hafifletici olacaktır.
Ekonomik istikrarın kalıcı olarak sağlanmasıyla fiyat hareketlerinin ani, keskin ve sık olmasının önüne geçmek,
Bilançolarını yeniden yapılandırarak kendi kendine kalıcı bir biçimde kar üretebilen bir mali sektör yaratmak,
Mali sektördeki risk yönetimini kağıt üzerinden alıp uygulamaya taviz vermeden geçirmek ve uygulamayı çok sıkı bir biçimde denetlemek.
Kısa dönemde yapılması gerekenler makro ekonomik dengeleri bozucu ya da sarsabilecek nitelikte dahi olabileceklerdir. Ama, kısa dönemli maliyetleri yüklenmekten kaçınmamız orta dönemde bizi çok daha büyük maliyetlerle bizi karşı karşıya bırakabilecektir. 2001 yılında öyle olmadı mı?
Gençlik ve Spor Bayramımız kutlu olsun.
Yazının Devamını Oku