18 Mayıs 2004
<B>ORTALIK </B>sakinken <B>ekonominin kırılganlığı</B>nın azaldığı yönünde izlenim elde etmek kolaydır. Ama, kandırıcıdır. Kırılganlığın gerçekten sınanması fırtınalı ortamlarda olur.
Tüm ekonomiler kırılgandır. Gelişmiş ekonomilerin kırılgan olup olmadıkları çok tartışılmaz, çünkü o ekonomilerdeki mal, hizmet ve sermaye piyasalarındaki fiyat hareketleri keskin ve sık değildir. Gelişmekte olan piyasalarda ise fiyatlar çok keskin bir biçimde ve sıkça oynayabilirler. Kırılganlık da buradan gelir.
Keskin fiyat hareketlerine hiçbir ekonominin dayanması mümkün değildir. Örneğin, New York Borsası’nın keskin düşüşlerinden sonra Amerikan ekonomisinde alışılmışın dışında ekonomik durgunluk yaşanması tesadüf değildir. Asya ve Rusya Krizleri’nden sonra Batı bankalarının (özellikle Avrupa’da) mali açıdan zor duruma düşmüş olmaları da tesadüf değildir. Hareketler setleşince, kırılgan olmayan ekonomiler de kırılgan olmaya başlıyorlar.
AMAÇLAR
Türkiye ekonomisinin kırılgan olmadığını ya da artık kırılganlığının azaldığını savunmak çok anlamlı olmamaktadır. Her ekonomi gibi, Türkiye ekonomisi de kırılgandır. Hatta, birçok başka ekonomiye göre, Türkiye ekonomisi çok daha fazla kırılgandır. Çünkü, Türkiye ekonomisi henüz kalıcı bir istikrarı yakalayabilmiş değildir. Yaşanan krizler ekonomik birimlerin hafızalarında daha çok yenidir.
Kısa dönemde amaçlarımızdan biri fiyat hareketleri karşısında ekonomiyi sarsabilecek etkenleri ortadan kaldırmak olmalıdır. Yani, ekonomide bir çeşit amortisörlere ihtiyaç vardır. Bir ekonomideki en önemli amortisör genelde mali sektör, özel olarak da bankacılık sektörüdür. Mali sektör ekonomide oluşabilecek şokları emici bir işlev görür.
Mali sektörün böyle bir görevi görebilmesi için her şeyden önce kendisinin sağlam olması gerekmektedir. Sağlam mali sektör yalnızca bilançoların düzgünlüğü ile değil, aynı zamanda kar yaratabilme gücü (kendi kendine kaynak yaratma) ile tanımlanmaktadır. Dolayısıyla, kısa dönemde kar yaratabilen bir mali sektör oluşturmak zorundayız.
Uzun dönemdeki amaçlarımızdan biri ekonomik istikrarı sağlayarak keskin fiyat değişmelerini önleyecek bir ortamı yaratmak olmalıdır. Kırılganlığın nedenini ortadan kaldırdığımızda, amortisörü de zorlamamış olacağız.
MALİ SEKTÖR
Tüm ekonomilerin kırılganlığı mali sektörle başlar. Ekonomide hiçbir sektör, mali sektör kırılmadan kendi kendine kırılmaz. Önce mali sektör kırılır. Ardından, ekonomideki tüm sektörler çatırdamaya başlarlar. Dünya ekonomi tarihinde mali sektörün dışında oluşmuş hiçbir ekonomik kriz yoktur.
Mali sektör, yalnızca tasarrufların değerlendirilip yeniden tahsis edildiği bir mekanizma değil, aynı zamanda ekonomideki ödemeler sisteminin de çekirdeğidir. Dolayısıyla, mali sektörün kırılması mali sektörü kullanmayanlara dokunmaz diye bir kural da geçerli değildir. Para ödeyen ve para tahsil eden ekonomideki her birim mali sektörün bir parçasıdır. Mali sektörün sorunlarından kendini ayıramaz.
Türkiye’de de tüm krizler mali sektör yoluyla gelişmiş ve derinleşmiştir. Yaşadığımız bütün krizlerde fiyat hareketlerinin çok sert olduğunu gözlemliyoruz. Fiyat hareketleri çok sert olmadığı ortamlarda dahi, Türkiye’de mali sektör kendi iç sorunları nedeniyle bazen amortisör görevini iyi yapamamaktadır. Üzerinde durulması gereken nokta da budur.
Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 17 Mayıs 2004
<B>Cari işlemler açığı</B> mutlaka korkulması gereken bir olgu değildir. Ama, dikkat edilmesi gereken ve itina isteyen bir iktisadi büyüklüktür. İçinde yaşadığımız çalkantı iç mi yoksa dış etkenlerden mi kaynaklanıyor sorusunun cevabı bize fazla bir şey kazandırmaz. Çünkü, çalkantı yaşanmaktadır; sinirler bozulmaktadır; her şeyden önemlisi, bugünlere kadar iyi getirdiğimiz makro ekonomik dengeler tehdit altındadır.
Çalkantının nedeni dış etkenlerse, önlem almaya ihtiyaç yoktur diye bir yaklaşım benimseyemeyiz. Dış etkenleri değiştiremeyeceğimize göre, dış etkenlerin olumsuzluklarını asgariye indirecek bir strateji benimsemek zorundayız.
Sorun içeriden kaynaklanıyorsa, ya sorunu yaratan iç etkenleri ortadan kaldıracağız ya da bunu beceremiyorsak, yine sorunu asgariye indirecek başka önlemler alacağız. Olaya gelip geçici olarak bakıyorsak, ki bazı çevrelerde bu görüş ağır basmaktadır, ciddi riskler almaktayız. Kurlar fırlarsa, cari işlemler açığı sorunu da kendiliğinden çözümlenir anlayışı yanlıştır.
Türkiye geçen yıl 7 milyar dolara yakın cari işlemler açığı verdi. Açığın büyük bir kısmı nereden geldiği belli olmayan fonlarla karşılandı. Bu yıl, bazı tahminlere göre 9 milyar doların üzerinde, bazı tahminlere göre 13 milyar dolara yakın cari işlemler açığı verileceği söyleniyor. Bu açığı nasıl karşılayacağız?
Döviz kuru düzeltme yaptı, dolayısıyla cari işlemler açığı söylendiği kadar yüksek olmaz edebiyatıyla işi geçiremeyiz. Çünkü, cari işlemler açığı ne olursa olsun, kısa dönemde önemli olan o cari açık düzeyini karşılayacak gerekli fonları bulmaktır. Yani, beklentilerin olumlu olduğu bir ortamda 13 milyar doları çok rahat borçlanabilirken, beklentilerin olumsuz olduğu bir ortamda 5 milyar dolarlık açığı dahi karşılayamayacak duruma düşebiliriz. Ekonomide her şey görelidir.
Yaşanan ortamda daha yapıcı tutum Türkiye’nin dış borçlanma ihtiyacını azaltırken, dış borçlanma olanaklarını artırmak olmalıdır. Bunun tam tersi değil.
Beklenmedik bir gelişme olmazsa, gelişmekte olan piyasalara akan fonların 2004 yılında da artacağı tahmin edilmektedir. Dolayısıyla, Türkiye’de işler iyi giderse, cari işlemler açığı için borçlanmak sorun olmayacaktır. Ama, Türkiye hariç, bütün gelişmekte olan piyasalarda cari işlemler açığında çok ciddi azalmalar olacağı da tahmin edilmektedir.
Örneğin, Institute of International Finance (IIF) tahminlerine göre, bu yıl gelişmekte olan piyasalara akacak fonlar 194 milyar dolardan 225 milyar dolara çıkacaktır. Buna karşılık, gelişmekte olan piyasaların cari işlemler açığı 105 milyar dolardan 53 milyar dolara düşecektir.
IIF’in Avrupa’daki yükselen piyasalar tanımında Bulgarisatan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Romanya, Rusya, Slovakya ve Türkiye vardır. Bu ülkelerin toplam cari işlemler açığının 2004 yılında 9.1 milyar dolar olacağı tahmin edilmektedir. Yani, Türkiye tek başına Avrupa’daki diğer yedi ülkenin vereceği cari işlemler fazlası kadar bir açık verecektir. Biraz korkutucu değil mi?
Biz en büyük döviz açığını verip en yüksek fon akımını nasıl sağlayacağız?
Kurtuluşumuz kur-faiz konusunu rafa kaldırmaktadır
Türkiye bizler için uzun sayılacak bir aradan sonra yeniden kur ve faiz konuşmaya başladı. İktisatçılara yeniden talep arttı. İktisatçılar yeniden en çok izlenen meslek mensubu oldular. Bu iyi bir gelişme değildir.
Türkiye ekonomisinin kurtuluşu kur ve faiz konularının konuşma konusu olmaktan çıktığı zaman olacaktır. Her gün ‘kur ne olacak?’ ve ‘faiz ne olacak?’ sorularıyla yatıp kalkan bir toplumun iyi giden bir ekonomisi olamaz.
Çok acele bir biçimde ekonomide yeniden gündemi değiştirmek zorunluluğu vardır. Aksi taktirde, arzuladığımız ve özlediğimiz ekonomik istikrarı yakalamamamız mümkün olamayacaktır. Tam istikrarı yakalamak üzereyiz derken, yeniden bulduğumuz fırsatı ıskalama riski ile karşı karşıya kalabiliriz.
Ekonomik istikrar yalnızca mal ve hizmet fiyatlarındaki istikrardan değil, aynı zamanda, finans piyasalarında oluşan kur ve faiz gibi fiyatların da istikrarından geçmektedir. Ekonomik istikrar ancak top yekun sağlandığında, kur ve faizlerdeki dönemsel oynamalar ekonomik birimleri rahatsız etmeyecektir. Ama, daha o noktadan çok uzaklardayız.
Dolayısıyla, son altı aydır ısrarla gündeme sokulmak istenen kur ve faiz konuları ve sonuçta bu değişkenlerde yaratılan oynaklıklar Türkiye ekonomisinin kaldıramayacağı boyutlara gelmiştir. Bu kısır döngüden çıkışın tek yolu hükümetin kararlılıkla kur ve faizlerde istikrarı sağlayacak önlemleri almasıdır.
Önlemler mutlaka Resmi Gazete’de yayınlanacak tarzda kararları içermeyebilir. Bazen, belli görüşlerin ve yaklaşımların güçlü bir biçimde kamuoyu ile paylaşılması da çok önemli olumlu etkiler yapabilir.
İstatistiklere güvenmeliyiz
Tarihi boyunca kendini yönetenlerce aldatılan toplumların kamu otoritesinin söylediklerine inanması neredeyse olanaksız oluyor. Bir devlet kurumunun yayınladığı istatistiklere bazı kesimlerin inanmak istememesi de galiba buradan kaynaklanıyor.
Enflasyonun son iki yıldır düşmekte olduğuna insanlar inanmak istemiyorlar. İşin içinde biraz da bilgisizlik var. Çoğu kişi enflasyonun düşmekte olmasıyla fiyatların düşmesini aynı şey sanıyorlar. Enflasyon düşüyorsa, fiyatlar neden hala artıyor diye soruyorlar.
Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) enflasyon rakamlarıyla oynadığı iddia ediliyor. Burada, DİE’nin savunuculuğunu yapacak durumda değilim. Geçmişte, DİE yayınladığı bazı istatistiklerle oynamış da olabilir. Bilmiyorum, duymadım. Ama, bazı rakamların beklediğimiz yönde çıkmaması nedeniyle, DİE’nin rakamlarla oynadığı iddiasını öne sürmek çok büyük haksızlıktır.
Brezilya’nın hiperenflasyon yaşadığı dönemlerde kamu otoritesi enflasyon rakamlarıyla oynamış. Olay kanıtlanmış. İç ve dış çevreler kamunun yayınladığı rakamlara inanmaz olmuşlar. O tarihten sonra, özel bir araştırma vakfı Brezilya’da fiyat istatistiklerini yayınlamaya başlamış. Bugüne kadar da bu kuruluşun rakamları Brezilya’nın doğru fiyat istatistikleri olarak kamuoyu tarafından kabul görüyor. Rakamları beğenmedik diye kendimizi Brezilya’ya benzetmemeliyiz.
Bizde de İstanbul Ticaret Odası gibi kurumlar fiyat istatistikleri yayınlamaktadırlar. Endekslerin kapsadığı mallar farklı olduğundan, rakamlar da doğal olarak farklı çıkmaktadır. Ama, DİE’nin rakamlarla oynadığı yönünde herhangi bir şüphe uyandıracak bir gelişme de şimdiye kadar gözlenmemiştir.
Çalıştığı kurumda beklediğini bulamayan üçüncü sınıf memurların beşinci sınıf görüşlerine ve izlenimlerine dayanarak serbest ekonominin en önemli unsurlarından biri olan bilgi akışının ortasında bulunan DİE gibi bir kurumun yayınladığı rakamlar konusunda kamuoyunda şüpheler yaratmak herkese zarar verir. Kanıt varsa, bunu ortaya çıkarmak herkesin görevidir. Ama, dedikodu ile kamu kurumlarına onarılmayacak zararlar verilmemelidir.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2004
<B>REKABET</B> kavramı çok ilginçtir. Ne anlama geldiği kişiden kişiye çok değişebilir. İktisadi açıdan, <B>rekabet, hiçbir dış müdahale olmadan herhangi bir piyasada alıcıların ve satıcıların kendi iradeleri doğrultusunda serbestçe işlem yapabilmeleri olarak tanımlanabilir</B>. Rekabeti bozucu dış etkenler devlet tarafından yaratıldığı gibi, doğal olarak teknoloji tarafından da oluşabilir. Örneğin, üretim arttıkça (ölçek ekonomisi) devamlı bir biçimde ortalama maliyetlerin düşürülebildiği bir teknolojide üretim doğal olarak tekelleşme (bir çeşit doğal tekeller) eğilimine girecektir. Rekabet ortamı bozulacaktır.
DURUMA GÖRE
Görünüşe bakılacak olursa, kapitalist toplumlarda herkes rekabet taraftarıdır. Gerçek ise pek o kadar açık değildir. Aslında, rekabet, çoğu kez alıcılar tarafından arzulanan, piyasadaki satıcılar tarafından ise çok fazla benimsenmeyen bir kavramdır.
Rekabeti bozucu şartların aleyhe çalıştığı durumlarda üreticiler rekabet şartlarından şikayet ederler. Dış etkenler rekabeti bozsa dahi, üreticilerin lehine çalıştığında, rekabetten şikayet eden üretici bulamazsınız. Bir anlamda, uygulamada, rekabet kavramı çıkarlar yönünde hizmet veren değişken bir niteliğe bürünmüştür.
Bir örnek verelim. Sabit kur rejiminde, ithalatın sınırlandırılması yoluyla iç piyasada üretim yapıp ucuz girdiler sağlayarak üretimini destekleyen bir şirket neden rekabet şartlarının yokluğundan şikayet etsin ki? Rekabet olsa, ithalat serbest olacak. Kendisi o mali içerde üretemeyecek. Üretse, satamayacak. Bu durumdan şikayet edecek olanlar ucuz dövizle aynı malı ithal edebilecek başka şirketlerle malın tüketicileri olacaktır.
İthalatın kısılması ya da yasaklanması sayesinde üretim yapan bir şirket ithalatın serbest bırakılmasından ve sabit döviz kuru politikasından vazgeçilmesinden neden memnun olsun? Ama, aynı şirket işçilerinin sendikalaşması yoluyla piyasa fiyatı üzerinde ücret tespitini rekabeti bozan bir ortam olarak nitelendirecektir.
Kısacası, rekabet iktisadi çıkarlara hizmet ettiği sürece savunulan bir kavramdır.
Dolayısıyla, rekabetin ne olduğu oturulan koltuğa göre farklı algılanmaktadır. Bu nedenle de, kamu otoritesi, rekabetin ne olduğunu tanımlayıp rekabet şartlarını bozan ve rekabeti engelleyen evrensel boyutlardaki olgu ve davranışları denetleyen bir tutum almak zorundadır. Ortada inkar edilemeyecek bir kamu sorumluluğu vardır. Konuya hakem gerekmektedir.
Kamu otoritesi böyle bir tutum ya da rol almaya ehil midir? Bu konuda da çeşitli sorunlar vardır. Çünkü, kamu otoritesi rekabetin taraflarından biridir.
Kamu sektörü ya iktisadi faaliyetin bir parçası olarak rekabeti bozabilmekte ya da getirdiği kurallarla rekabetçi şartları ortadan kaldırabilmektedir. Böyle durumlarda, kamu otoritesinin oluşan rekabetten uzaklaştırıcı şartları tarafsız bir biçimde değerlendirmesi beklenmemelidir.
Kamu otoritesi doğal olarak kendinin taraf olmadığı alanlarda rekabet şartlarını oluşturucu ve düzenleyici rolünü göreli olarak daha iyi oynamaktadır. Yani, teorik bazda, kamu sektörünün taraf olmadığı sektörlerdeki rekabetçi ortamı denetlemek kamu otoritesi tarafından hem daha kolay hem de daha bilimsel olmaktadır. Uygulama ise çok farklı bir konu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Gelecek pazar günü devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 14 Mayıs 2004
<B>TÜRKİYE’de </B>oturup Amerikan ekonomisini takip etmeye çalışmanın ilk bakışta çok faydalı bir iş olmadığı düşünülebilir. Ama, küreselleşen ekonomik ilişkiler sonucunda, Amerikan ekonomisinin hapşırmasıyla dünyanın birçok ülkesinin yataklık olacağı da aşikardır.
Geçen ay sonunda sanayileşmiş yedi büyük ülkesinin (G-7) Maliye Bakanları ve Merkez Bankası Başkanları bir araya geldiler. Dünya ekonomisinin gidişatı konusunda fikir alış-verişinde bulundular. Aynı amaçlar için işbirliğinin yollarını aradılar.
RİSKLER
Ekonomik büyüme açısından en tatminkar performansı gösteren ülke hiç kuşkusuz Amerika’dır. Amerikan ekonomisinin büyümesi dünyanın diğer bölgelerindeki ekonomiler için de bir lokomotif olmaktadır. Son aylarda Amerikan ekonomisi yüzde 6’nın üzerinde büyüyerek son yirmi yılın rekorunu kırmaktadır. Son veriler büyümeyle beraber Amerika’da istihdamın da ciddi boyutlarda arttığına işaret etmektedir.
Biraz da Amerikan ekonomisindeki gelişmelerden kaynaklanarak Japon ekonomisi iç talep artışının çok da olmadığı bir dönemde yüzde 4’ün üzerinde bir büyüme göstermiştir. Gelişmekte olan ülkelerin de bir çoğunda ekonomik büyüme tatminkardır denebilir. Ekonomik büyümenin tatminkar olmadığı ülkelerde de büyümenin hızlanması beklenmektedir. Kısacası, Amerikan ekonomisinin önderliğinde küresel bir ekonomik büyüme sürecinin başlaması umulmaktadır.
Ekonomide her iyi gelişme beraberinde olumsuzlukları ya da riskleri de getirir. Amerikan ekonomisinde de ileriye dönük en büyük risk artan bütçe açıklarıdır. Artan bütçe açıkları büyük ölçüde artan cari işlemler açığı yoluyla karşılanmaktadır. Amerika’nın cari işlemler açığı milli gelirlerinin yüzde 5’ine ulaşmıştır.
Bush İdaresi’nin vergi oranlarını düşürmesi ve harcamaları artırması ekonomik büyümeye küçümsenmeyecek bir katkı yaptıysa da, bütçe açıklarını hızlandıran bir unsur olmuştur. Artan bütçe açıklarının zamanlaması da bir anlamda kötü olmuştur. Çünkü, belli bir süre sonra Amerika’da sosyal güvenlik sistemi ve sağlık sigortası programları yeniden ciddi boyutlarda açık vermeye başlayacaktır.
Yapı itibariyle sürdürülebilir olmayan bu sistemler sağlık alanında ortalama enflasyonun üzerindeki fiyat artışları ve yaşlanan nüfus nedeniyle finansman açısından çok daha kötü duruma gelmişlerdir.
ELEŞTİRİLER
İleriye dönük bütçe gelişmelerindeki kötümser hava Amerika’da enflasyon, faiz oranları ve dolarının geleceği konularında ciddi endişelere neden olmaktadır. Özellikle, Avrupa ve Japonya bu gelişmeleri dünya ekonomisine bir tehdit olarak görmektedir. Amerikan devletinin toplam borçlarının küçümsenmeyecek bir kısmı (yüzde 50’si civarında) hala yabancıların elinde bulunmaktadır.
G-7 toplantılarında bu endişelerle eleştirilen Amerikan İdaresi dünyanın diğer ülkelerine ekonomik büyümeyi hızlandırıcı ve kalıcı yapacak politikaları uygulamaya koymaları için baskı yapmaktadır. Orta dönemde, Amerika büyüyerek ekonomik sorunlarını çözmeyi planlamaktadır. Ama, kısa dönemde bazı zorluklar yaşama olasılıkları oldukça fazladır.
Başka ülkelerin büyümesiyle Amerika’nın kısa dönemde ekonomik sorunlarını çözebilme olasılığı yok gibidir. Amerikan İdaresi kısa dönemde bütçe harcamalarında çok ciddi kesintiye gitmek durumundadır.
Yazının Devamını Oku 13 Mayıs 2004
<B>BUGÜNLERDE </B>en çok konuşulan konuların başında <B>cari işlemler açığının giderek artmakta</B> olduğu gelmektedir. Gerçekten de, bu yılın ilk iki ayında cari işlemler açığı 3 milyar dolara ulaşmıştır. Yıl sonu tahminleri, yaz aylarında açığın artış hızının düşeceği varsayımı altında dahi, cari işlemler açığının önlem alınmadığı takdirde 13 milyar dolar civarında olabileceği yönünde yoğunlaşmaktadır. Bu tahmin, Merkez Bankası Başkanı’nın ‘kritik’ olarak nitelendirdiği, tahmini milli gelirimizin yüzde 5’i civarındadır.
Kritik düzeye ulaşmadan bir şeyler yapmak gerekmektedir. Bu aşamada, ‘gerekirse ek önlemler alınabilir’ demek yetmemektedir. Döviz kurlarının ani fırlatmak çözüm olmamaktadır. Ek önlemler alınmalıdır.
Aksi takdirde, söylevleriyle uyumlu hareket edecekse, Merkez Bankası faiz artırımı yoluna gitmek zorunda kalacaktır. Asıl sorunu çözmeden kurlara doğrudan müdahale etmek de çözüm olmayabilir. Dövize müdahale hükümetin alacağı ek tedbirlerle çok daha etkili bir silah olacaktır. Dolayısıyla, faiz artırımının da, kamu borçlarının dinamiği göz önüne alındığında, tavsiyeye şayan olduğu söylenemez.
KUTSAL EŞİTLİK
Ekonomide ‘iki kere iki dört eder’ cinsinden bir eşitlik vardır. Buna kutsal eşitlik diyelim: Bir ekonomide cari işlemler açığı (fazlası) yurt içindeki tasarruf açığına (fazlasına) eşittir. Tasarruf açığı, toplam tasarrufların aynı dönemde yapılan yatırım harcamalarından az olduğu durumu ifade etmektedir. Yurt içindeki tasarruf açığı da kamu ve özel sektör tasarruf açıklarının (ya da fazlalarının) toplamıdır.
1990’lı yıllardan bu yana özel sektör tasarruf fazlası vermektedir. Kamu sektörü ise tasarruf açığı vermektedir. Özel sektörün tasarruf fazlasının kamu sektörünün tasarruf açığını kapatmaya yetmediğinden, çoğu yıllar Türkiye ekonomisi cari işlemler açığı vermektedir.
2001 yılı krizinden sonra, kamu sektöründe konulan faiz dışı fazla hedefiyle tutarlı bir biçimde, kamu sektörünün tasarruf açığı azalmaktadır. Fakat, aynı dönemde özel sektörün tasarruf fazlası da azalmaktadır. Özel sektörün tasarruf fazlasındaki azalma kamu sektöründeki tasarruf açığının azalmasından daha hızlı olduğundan, Türkiye’nin toplam tasarruf açığı yıldan yıla artmaktadır. Dolayısıyla, 2001 yılından bu yana cari işlemler açığı da yıldan yıla artmaktadır.
YÜK KAMUYA
Amaç, cari işlemler açığının artışını önlemekse, yapılması gerekenler o denli karmaşık değildir. Özel sektörün tasarruf fazlasındaki azalmanın hızı düşürülecek, ama kamu sektörünün tasarruf açığı daha hızlı düşürülecektir. Yani, özel sektör de, kamu sektörü de eskiye göre daha fazla tasarruf yapacaktır.
Kamu sektörü açısından bunun anlamı faiz harcamalarını artırmadan faiz dışı fazlanın artırılmasıdır. Gerek 2002 gerekse 2003 yıllarında, milli gelirimizin oranı olarak kamu sektörünün faiz dışı fazlası hedeflenen yüzde 6.5’in altında kalmıştır. Bu yıl yüzde 6.5’lik hedefin üzerine çıkmaya çalışmalıyız. Borç idaresi açısından değil, genel dengeleri iyileştirmek açısından da bu strateji önemli olmaktadır.
Özel sektörün tasarruf fazlasını artırmak reel faizlerin daha da artmasını gerektirir. Birçok açıdan bu yola sapmak doğru değildir. Dolayısıyla, ekonomik uyumun yükünün en büyük kısmı kamu sektörü tarafından yüklenilmelidir. Konu, reel faizleri artırmadan kamu sektörünün tasarruf fazlasını artırıp toplam yurt içi tasarruf açığını azaltmaktır.
Yazının Devamını Oku 12 Mayıs 2004
<B>‘DÖVİZ çıksın önemli değil’ </B>deyip dengelerin bu şekilde yerine oturacağını düşünenler bir kez daha yanıldıklarını görüyorlar. Döviz kurlarının yükselmesi kendi başına önemli olmayabilir, hangi hızda yükseldiği önemlidir. Son iki hafta içinde Türk parası yüzde 18’e yakın devalüe olmuştur. Bunun adı dalgalı kur sistemi olamaz!
Her gün 20-30 bin lira artan dolar kuru doğal olarak sinirleri bozmakta ve piyasaları bir kargaşaya sürüklemektedir. ‘Ne olacak bu döviz kuruna?’ soruları sıkça sorulmaya başlanmıştır. Yani, parmaklar tetiklere doğru uzanmaya başlamıştır.
YARATILAN SORUNLAR
Payı küçük de olsa, sorunun bir bölümü doların Euro karşısında 1.23’lerden 1.18’lere gelmesinden kaynaklanabilir. Dolar-Euro paritesi dolar cinsinden son dönemlerde dolar lehine yüzde 5 kadar artmıştır. Dolar kurunun Türk Lirası karşısında benzer oranda artması normaldir. Ama, durum normalin dışına taşmıştır.
Amerika dolarına endeksli Türkiye ekonomisinde hiçbir yatırımcı konuya bu açıdan yaklaşmamakta, tüm dikkatler dolar kurunun kısa dönemde artmasına odaklanmaktadır. Sepet bazında Türk Lirası değer kaybetmese de, dolar karşısında Türk Lirası’nın değer kaybetmesi sorun yaratmaktadır. Bu Türkiye’nin göz ardı edilemeyecek bir gerçeğidir.
Döviz kurundaki gelişmelerinin tetiklediği bir başka konu sermaye piyasalarındaki fiyat hareketleridir. Hazine’nin yurt dışında ihraç ettiği borçlanma senetlerinin değerleri düşmekte ve o çeşit senetlerin teminat gösterilerek alınan dış borçlar çözülme noktasına gelmektedir. Yani, piyasada nakit dövize olan talep artmaktadır.
Bu süreç kurların daha da artmasına neden olmaktadır. Aynı süreç içinde likidite ihtiyacı artmakta ve TL cinsinden Hazine borçlarının faizleri de artmaktadır. İkinci piyasada faizlerin yüzde 32’lere gelmesi bir alarm işareti olarak alınmalıdır. Reel faizin yüzde 10 civarında olması düşük olarak görülebilirdi. Ama, reel faizlerin yüzde 20’leri geçmesi yeniden borç dinamiğini sorgulatacak bir gelişmedir.
Gelecek ay, 2001 yılının ortasında yapılan TL borçlanma senetlerinin dövize çevrilmesi yönündeki takas işlemlerinin bir kısmının vadesi gelmektedir. Şimdiye kadar bu konu en azından kamuoyunda fazla ciddiye alınmadı. Ama, son gelişmeler karşısında, şimdi, sorun çözülmesi için kucağımızda duruyor.
Doğal olarak, bu takas işleminden alacaklı olan yatırımcılar alacaklarını nakit döviz olarak almak istemektedirler. Dövizde likit olmak istemektedirler. Hazine’nin bu durumda nakit dövize ihtiyacı vardır. Hazine, ya Merkez Bankası’ndan döviz satın alacak ya da yurt dışından borçlanma yapacaktır. Birincisi tavsiyeye şayan değildir, ikincisini şu sıralarda gerçekleştirmek pek mümkün görünmemektedir. Hazine’nin bu sorunu görmemesi ise başka boyutta sorunlar yaratabilir.
ÇEKİLECEK ACILAR
Olaylar üst üste gelmekte ve kaygılar kargaşalığa doğru ilerlemektedir. Piyasalara durumun kontrol altına alınabileceği yönünde inandırıcı mesajlar verilmesi gerekmektedir. Böyle bir tavrı hükümetten başka alacak bir merci de yoktur. Zaman kaybının ekonomik dengeleri çok kısa sürede olumsuza çevirebileceği unutulmamalıdır.
Büyümeden feragat etmeyelim derken büyümeyi unutmak çok daha acı verir.
Yazının Devamını Oku 11 Mayıs 2004
<B>Bugünlerde </B>gazetelerin birinci sayfalarında en fazla kullanılan deyimlerden biri <B>pozitif ayrımcılık</B> oldu. Bir çok alanda olduğu gibi, <B>pozitif ayırımcılık</B> deyimine farklı kişiler farklı anlamlar verebiliyorlar. Bu yazıda, pozitif ayrımcılık, toplumun bazı kesimlerinin çeşitli nedenlerle toplumun çoğunluğu tarafından kabullenilebilir adillik sınırları içinde muamele görmemesi nedeniyle devlet tarafından yasal yollarla toplumun tüm kesimlerinin söz konusu toplum kesimini kayırmaya zorlaması olarak anlaşılmalıdır.
Örnek vermek gerekirse, toplum, kadınların istihdamını çeşitli nedenlerle engelliyorsa, devlet yasa çıkararak iş yerlerinde belli oranda kadın çalıştırılmasını zorunlu kılarak pozitif ayırımcılık yapabilir.
İYİ ÖRNEK
Pozitif ayrımcılık sosyolojik ve siyasi açıdan haklı, hatta mutlak surette gerekli görülebilir. İktisadi açıdan ise pozitif ayrımcılık yapmanın siyah, beyaz ve gri alanları vardır.
Aynı iş yerinde, aynı işi yapan, aynı verimliliği gösteren ve aynı yetki-sorumluluklarla donanmış bir kadın ve bir erkek aynı ücreti almalıdırlar. Böyle bir durumda erkeğin kadına göre daha fazla ücret alması ayrımcılıktır. Dolayısıyla, pozitif ayırımcılık ilkesi altında bu durum önlenmelidir. Uygulama yöntemi tartışılsa dahi, bu senaryo pozitif ayrımcılık ilkesinin beyaz alanındadır.
Üniversitelerde, öğrencinin başarısına bakmadan belli oranlarda farklı etnik gruplardan öğrenci alımını zorunlu kılmak pozitif ayrımcılık ilkesinin gri alanına girer. Her etnik gruba eşit şans tanınmalıdır. Ama, herkese eşit şart tanımak için başarılı öğrencileri alan bir üniversiteye aynı başarı düzeyinde olmayan öğrencileri almak üniversitenin ortalama verimliliğini düşüreceği gibi, başarılı öğrencilerin şanslarını kısacaktır.
Farklı başarı düzeyindeki öğrencilerle üniversitelerin aynı çatı altında farklı iki program yürütmelerine neden olunacaktır. Farklı etnik grupları üniversiteler içinde doğal bir ayırımcılığa tabi tutulacaktır. Bu uygulama gri alandadır. Haklı gibi görünse de, ne anlama geldiği pek açık değildir. İstenilen sonuca ulaşılması zordur.
KÖTÜ ÖRNEK
Pozitif ayrımcılık uygulamasının bir de siyah alanı vardır. Bu alana en iyi örnek de, pozitif ayrımcılık konusunda çok fazla tecrübesi olmayıp işleri yüzüne gözüne bulaştıran Türkiye’dedir.
Türkiye’de suç işeyip cezasını tamamlamış eski mahkumların iş yerlerinde belli bir oranda çalıştırılması yasa gereğidir. Yasaya uyulmadığında, iş yeri ceza ödemek durumundadır. Eski mahkumların eğitim ve deneyimleri işyerinin özelliklerine uyduğu sürece bir sorun yoktur. Uygulama çok haklı gibi görünmektedir.
Aynı yasa, bankaların eski hırsız ve dolandırıcıları istihdam etmesini istemektedir. Yani, kediye ciğer emanet edilmek istenmektedir. Bu uygulama pozitif ayrımcılık ilkesinin çok kötü bir biçimde uygulanmasına çok iyi bir örnektir.
Birçok alanda olduğu gibi, iyi niyetle getirilen pozitif ayrımcılık ilkesi günlük siyasetin elinde oyuncak olup çok kötü bir biçimde uygulanabilir. Konuyu tartışırken işin bu boyutu gözden kaçırılmamalıdır.
Yazının Devamını Oku 10 Mayıs 2004
<B>TÜRKİYE</B>’de döviz piyasası <B>spekülatiftir</B>. Yatırımcıların hepsi <B>spekülatör</B> olduğundan, olumsuz en ufak bir haber ya da gelişme piyasa oyuncularının sinirlerini bozmaktadır. Son dönemlerde piyasanın sinirlerini bozacak oldukça fazla neden vardır.
Döviz kurları aşağı ya da yukarı yönde yüksek oranda dalgalandığında
piyasadaki işlem hacmi hemen daralmaktadır. Kurlar aşağı gittiğinde, piyasada dövizin alıcısı yoktur. Kurlar yukarı gittiğinde, piyasada dövizin satıcısı yoktur.
Böyle bir piyasada, 15-20 milyon dolar için alıcı ya da satıcının olması döviz kurlarını yüksek oranlarda değiştirebilmektedir. Yani, böyle dönemlerde döviz kurlarının piyasayı dengeye getiren fiyatlar olduğunu iddia etmek olanaksızdır.
Döviz kurları belli bir noktada istikrar bulduğunda, piyasada yine işlem hacimleri artmaktadır. Yine alıcılı ve satıcılı bir piyasa oluşmaktadır. Piyasaya istikrar gelmektedir. Kısacası, döviz piyasasının sorunu çalkantılı dönemlerde hacimsizliktir.
Türkiye yılda 70 milyar dolar ithalat yapmaktadır. Her iş günü ortalama 300 milyon dolar ithalat için döviz talebi oluşmaktadır diye bir varsayım yapılabilir. Döviz piyasasının hacimsiz olduğu bir dönemde bu büyüklük döviz kurlarını ciddi oranlarda oynatabilir.
Çalkantılı dönemlerde ihracatçı da doğal olarak kazandığı dövizleri bozdurmaya çekinmektedir. Belki kurlar biraz daha artar beklentisiyle, döviz arzı kısılmakta, daha fazla artmadan döviz alma
telaşı içinde olanlar nedeniyle de döviz talebi artmaktadır.
Bu dönemlerde piyasayı sakinleştirecek bir ‘piyasa yapıcısı’ olması gerekir. Dalgalı kur sistemi içindeyiz diye böyle bir piyasa yapıcısının varlığını istemediğimizden çalkantılar içinde boğuşup duruyoruz. Ama, iktisadi açıdan böyle bir piyasada belirlenen kurlar için ‘dalgalı kur’ diyemeyiz. İktisadi dengelerimizi ‘dalgalı kur’ hikayesiyle çok büyük risklerin içine atıyoruz.
Enflasyon artar mı?
NİSAN ayında özel sektör imalat sanayi fiyat artışları son bir yıldır alıştığımızın dışında yüksek çıktı. Bu gelişmenin arkasında iki önemli neden vardı:
1. Yılın ilk aylarında kamu sektöründeki ortalamanın üzerindeki fiyat artışları özel sektör fiyatlarına yansıdı.
2. Geçen yılın büyük bölümünde hızlanarak artan iç talep artışı büyük ölçüde tüketici fiyatlarına yansımıştı. Şimdi, toptancıların, perakendecilerin artan karlarını paylaşması söz konusu olmaktadır.
Mayıs ayı ile beraber tarım fiyatlarındaki artış duracak ve yaz sonuna kadar tarım fiyatları düşmeye başlayacaktır. Dolayısıyla, ortalama enflasyonun tarım fiyatlarının yılın ilk dört ayında çok yüksek olması nedeniyle yüksek seyretmesi duracaktır. Normal şartlarda, toptan eşya fiyat artışlarının tüketici fiyatlarına yaklaşması söz konusu olacaktır.
Şartlar maalesef normalden uzaklaşmaktadır. Mart ayı sonundan bu yana dolar kuru yüzde 15 artmıştır. Döviz kurlarındaki hareketlilik kısa süren bir sıçrama olmaktan çıkıp piyasaların asabını bozan bir hal almıştır. Dolayısıyla, döviz kurlarındaki artış mutlaka enflasyon rakamlarını yansıyacaktır.
Fiyatlar aşağı doğru esnek değillerdir. Ama, şartlar oluştuğunda, yukarı doğru esneklikleri neredeyse sonsuzdur. Yani, şartlar uygun dahi olsa, satıcılar fiyatlarını düşürmekten kaçınırlar. Sigarada yaşandığı gibi, kurlar düştüğü halde, sigara fiyatları düşmemiştir, sigara üreticilerinin karları artmıştır.
Ama, maliyetler arttığında, zararı uzun dönem yüklenemeyecekleri için üreticiler fiyatları çok çabuk artırabilmektedirler. İç talep şartlarının şimdiki gibi uygun olması halinde, fiyatların, maliyetlerdeki artış nedeniyle yukarı yöndeki hareketi çok daha çabuk ve kolay gerçekleşebilmektedir.
Belli bir süre içinde, kurların düşüşüyle enflasyonun yavaşlaması mümkündür, ama fiyatların düşmesi o denli mümkün değildir. Buna karşılık, kurların yükselişi ithalata bağımlı ekonomilerde mutlaka iç fiyatları olumsuz etkileyecektir. Döviz piyasasında sükunet yakın zamanda sağlanamazsa, çok yakında kur-enflasyon ilişkisinin eskisinden farklı olmadığını göreceğiz.
Her ülkede olduğu gibi, Türkiye’de de enflasyon rakamlarını tehdit eden bir diğer unsur petrol fiyatlarının rekorlar kırmasıdır. Enerji fiyatındaki artışlar iç piyasaya yansıdığında, enflasyonda geçici yükselmeler görebiliriz. Başka olumsuzluklar olmadığı taktirde, bu çeşit kıpırdanmalar hedeften şaşma olarak alınmamalıdır.
Cari açık kaygılandırmalı mı?
DÖVİZ açığını kendi bastığınız parayla karşılayamadığınız sürece artan cari işlemler açığından kaygılanmak gerekir. IMF Başkan Yardımcısı Anne Krueger’in gerek özel sohbetlerde, gerekse kamuoyu önünde Türkiye’de artan cari işlemler açığından kaygı duymadıklarını söylemesi konunun önemini değiştirmiyor.
Cari işlemler açığı borçlanabildiğiniz sürece beraber yaşayabileceğiniz iktisadi bir olgudur. Açığın büyümesi önce açığın karşılanması için borç verenleri kaygılandırmaktadır. Dolayısıyla, kaygı duyulması gereği başkalarının kaygı duymalarından kaynaklanmaktadır.
Yılın ilk iki ayında cari işlemler açığı 3 milyar dolara yaklaştı. Önümüzdeki aylarda durumun daha da sevimsiz hale gelebileceği biliniyor. Yetkililerin kaygılanmadıkları yöndeki mesajları piyasaları telaşa sevk etmemek amacıyla da olsa, böyle bir kayıtsızlık izlenimi başlı başına kaygılanmamız gerektiğinin bir başka işaretidir.
İngiltere’nin geçen hafta ikinci kez faizleri artırması, Amerika’nın yakın gelecekte faizleri artırmaya başlayabileceği ve gelişmekte olan piyasalara fon akışının yavaşlayabileceği beklentisi cari işlemler açığı artan ülkeleri daha riskli bir sınıfa sokacaktır. Petrol fiyatlarının rekor düzeye fırladığı bir ortamda, petrol ithal eden gelişmekte olan ülkelere gelişmiş ülkelerin finans piyasaları çok olumlu bakmayacaklardır.
Bütün bunlar bir arada düşünüldüğünde, cari işlemler açığını daha makul düzeylerde tutabilmenin yollarını aramalıyız. Aksi taktirde, rüzgarlar tersten estiğinde, zaten ekonomi kendi düzeltmesini yapacaktır. Ama, o çeşit düzeltme çok sert olur. Önerilen, ‘yumuşak iniş’ ve ‘ince ayar’ yapmaktır.
Yazının Devamını Oku