Ercan Kumcu

Faizler dünyada yükselirken Türkiye’de düşer mi?

16 Ağustos 2004
<B>DÜNYADA </B>faizler artmaya devam ediyor. <B>Amerika</B> ve <B>İngiltere</B> ekonomilerinin ısınması nedeniyle hissedilen enflasyonist baskıların üzerine <B>petrol fiyatlarının</B> durdurulamayan yükselişi eklendi. Dünyayı enflasyon korkusu sardı. Amerika Merkez Bankası (FED) son bir ay içinde iki kez faizleri artırdı. FED faizleri toplam 0.5 puan arttı. Yıl sonuna kadar FED’in faizleri 1 puana kadar artırması şaşırtıcı olmayacaktır.

İngiltere ilkbahar aylarından başlayarak faizleri artırmaya başladı. İngiliz Merkez Bankası (Bank of England) şimdiye kadar dört kez faiz artırımına gitti. Toplam olarak son altı ayda Bank of England’ın faiz artırımı 1 puan oldu. Yıl sonuna kadar İngiltere’de faizlerin biraz daha artması gündemde.

Avrupa’da işler biraz daha karışık. Tatmin edici bir ekonomik büyümeye geçemeyen Avrupa’nın büyük ekonomileri bir yandan bütçe açıklarını azaltamazken, diğer yandan Avrupa Merkez Bankası’nın (AMB) faiz indiriminden fayda ummaya başlamıştı. Petrol fiyatlarının fırlamasıyla bu umut şimdilik öldü diye düşünülebilir.

AMB’nın kamuoyuna yaptığı son açıklamalar enflasyon tehdidinin kısa dönemde onlar için de önemli olduğunu ve mücadele edilmesi gerektiğini ortaya koyuyor. Petrol fiyatlarında kayda değer bir düşme olmadığı taktirde, AMB de yıl sonuna kadar bir ya da birkaç faiz artırımına gidebilir. Siyasetçiler bundan hoşlanmayacaklardır.

Aynı durum Japonya için de söz konusudur. Kaldı ki, son dönemlerde Japonya’daki ekonomik büyüme beklentilerin de üzerine çıktı. Japon Merkez Bankası da daha petrol fiyatları bir tehdit oluşturmamışken ‘deflasyon’ lafını bırakıp ‘enflasyon’ lafını telaffuz etmeye başlamıştı.

Dünyada hal böyleyken, tarım fiyatlarının düşmesinden kaynaklanan mevsimsel hareketlerle Türkiye’de haziran ve temmuz aylarında aylık enflasyonun düşük çıkması Merkez Bankası’nın bir faiz indirimine gidebileceği beklentisini yarattı. Normal şartlarda, böyle bir beklenti gerçekçi olabilirdi. Ama, şimdi iki önemli etken Merkez Bankası’nın faizler konusundaki kararını etkileyecektir.

Dünyada petrol fiyatlarının artması hiç kuşkusuz Türkiye için de önemli bir enflasyonist tehdit oluşturmaktadır. Bu tehdit Türkiye için çok daha ciddidir. Çünkü, Türkiye daha düşük enflasyon ortamına yeni alışmaya çalışmaktadır. Enflasyondaki düşüşün kalıcı olup olmayacağı ekonomik birimlerin kafasında hala büyük bir soru işaretidir.

Enflasyonun başını kaldırıyor gibi yapması beklentileri temelden bozabilecektir. Dolayısıyla, Merkez Bankası, ‘enflasyon başını kaldırıyor’ görüntüsü vermemek için elindeki bütün silahlarla mücadele edecektir. En azından, kendine verilen misyon bunu gerektirir.

Merkez Bankası’nın elindeki en önemli silahlardan biri faizlerdir. Bu aşamada, faizleri indirmek petrol fiyatlarından gelen tehdide aldırmamak olur. Halbuki, Merkez Bankası’nın açıklamaları bu tehdidi ciddiye aldıklarını göstermektedir.

İkinci önemli etken iç talebin önlenemez yükselişidir. İç talep patlaması yalnızca cari açığın büyümesine neden olmuyor, aynı zamanda, enflasyon tehdidini de beraberinde getiriyor. İç talebin kontrol edilmesinin vurgulandığı bir ortamda Merkez Bankası’nın faiz indirmesi bir anlamda ‘yangına körükle girmek’ olacaktır.

İçinde bulunduğumuz ortam Türkiye’de reel faizlerin arzulanandan daha yüksek olmasını gerektirmektedir. Bir anlamda, iç talep büyümesinin ve buna bağlı olarak hızlanan ekonomik büyümenin maliyeti yüksek reel faizlerle ödenmektedir.

Bu konuyu hafta içinde daha ayrıntılı inceleyeceğim.

Fiyat-miktar politikaları

PLANLI
ekonomilerde ekonomi politikalarının temeli miktarı kontrol etmektir. Üretim miktarı kontrol edilir. Yatırım miktarı kontrol edilir. Banka krediler planın gerektirdiği biçimde dağıtılır. Ama, miktarlarla beraber aynı zamanda fiyatlar da kontrol edilmeye çalışıldığından, ekonomide bazı mallarda kıtlık, bazı mallarda fazlalık olur.

Ekonomi politikalarının değişmez kuralı şudur: Hem fiyatı hem de miktarı kontrol edemezsiniz. Birinden birini seçmek zorundasınız.

Serbest piyasa ekonomilerinde ekonomi politikalarının temeli gerektiğinde göreli fiyatları etkilemektir. Fiyatları etkilemeye yönelik politikalar aynı zamanda miktarı da kontrol etmeye çalışmaz. Bu nedenle de, yanlış işler yapılmıyorsa, serbest piyasa ekonomilerinde kıtlık yoktur. Fiyatlar oynaktır.

Eskiden kalma içgüdüyle, ekonomi politikalarını oluşturanlar bazen hem miktarı hem de fiyatı etkilemenin yollarını ararlar. Örneğin, tüketim çok arttığı için kamu bankalarına talimat verip tüketici kredilerini kesmeye çalışmak böyle bir içgüdüden kaynaklanmaktadır.

Bankalara dönüp ‘aklınızı başınıza alın, çok tüketici kredileri vermeyin’ gibi moral baskı yaratmaya yönelik mesajlar vermek de aynı içgüdünün sonuçlarıdır. Var olan iştahı yok gibi varsaymak, fiyatın getirdiği olguları fiyatı değiştirmeden ortadan kaldırmaya çalışmak 1950 model ekonomi politikalarıdır.

Tüketici kredilerindeki artıştan ekonomi politikaları yapıcıları rahatsızsa, rahatsız olmaları gereken yer faizlerin düşüklüğü olmalıdır. Ama, bir taşla iki kuş vurma dürtüsü bazen en basit iktisadi kuralları dahi insanlara unutturabilmektedir.

Bu konuyu da daha sonra daha ayrıntılı bir biçimde ele alacağım.

Karar doğru zamanlama yanlış

TİCARİ
krediler üzerinden alınan yüzde 3 kaynak kullanımı destekleme fonu (KKDF) kesintisinin kaldırılması çok yerinde bir karardır. Bu çeşit ek maliyetler mali piyasalarda aracılık maliyetlerini artırmaktadır.

Bankalar 100 liralık fon toplamak için 20 liralık bir maliyete katlanıyorsa, kredi kullananlar 100 liralık bir fon için 40 liralık maliyet ödemektedirler. Fonların bankalara olan maliyetiyle kredi kullananlara olan maliyeti arasındaki fark devletin koyduğu çeşitli vergi ve vergi benzeri yüklerle çok açılmıştır. Ticari kredilerde KKDF kesintisinin kalkması bu farkı kapatacak bir gelişmedir. Doğrudur.

İç talep yükselişinin önlenemediği bir ortamda, ticari kredilerin göreli olarak ucuzlatılmış olması ise iç talep artışına üretimin daha kolay tepki vermesini sağlayacak bir gelişme olmuştur. Örneğin, geçmişte KKDF kesintisinden kaçmak için bir yıldan uzun krediler kullanılarak yapılan ithalatlar şimdi normal ticari kredilerle aynı maliyetlerle, hatta daha ucuza yapılabilecek bir duruma gelmiştir.

KKDF’nin ticari krediler üzerinden alınmasının durdurulması doğru bir kararın yanlış bir zamanda uygulanmasına çok iyi bir örnek olmuştur. Karar IMF’nin zorlamasıyla alınmıştır. Bu çeşit konularda IMF de konjonktürü iyi takip etmesi gerekir.

Şimdi, ticari kredilerden kaldırılan KKDF’nin tüketici kredileri üzerine konması planlanmaktadır. İki yanlışla bir doğru bulunmaya çalışılmaktadır. Serbest piyasa bu çeşit düzenlemelerin arkalarından dolaşmayı iyi bilir. Yerel önlemler işe yaramaz.
Yazının Devamını Oku

Rekabet üzerine çeşitlemeler (11)

15 Ağustos 2004
<B>Eskiden </B>yüksek okul mezunu eleman arayan neredeyse tüm işverenler aradıkları elemanlarda, kalitesi iyi diye bilinen <B>üç-beş üniversiteden mezun olmaları</B> şartını verdikleri ilanlarda açıkça belirtirlerdi. İlk bakışta bu uygulama çok büyük haksızlık olarak görülürdü. O dönemlerde ‘rekabet’ kavramı Türkiye’de çok iyi bilinmediğinden, konuya rekabet açısından değil, adalet açısından bakılırdı. Başka üniversitelerden mezun olanlara haksızlık yapıldığı düşünülürdü.

Şimdi durum değişti. Bu çeşit şartlar aramanın emek piyasasında rekabeti sakatladığı düşünülüyor. Artık, işverenlerin verdiği eleman arama ilanlarında üniversite ismi verilmiyor.

Müracaat bazında, tüm üniversitelerden mezun olanlar aranan eleman kriterlerini tutturabiliyorlar. En azından, görünürde böyle bir durum yaratılıyor. Eleme kapalı kapılar arkasında yapılıyor. Yine, bilinen üç-beş üniversiteden mezun olmayanlar değerlendirmeye dahi alınmıyorlar. Ama, bu şekilde emek piyasasında açıkça rekabetin engellenmediği düşünülüyor.

İYİ OKUL SİNYALİ

İşverenlerin eleman aramada yaptığı rekabete aykırı bir durum değildir
. İstedikleri kalitedeki elemanı beş bin kişi arasından seçeceklerine beş yüz kişi arasından seçmek durumunda kalıyorlar. Ama, beş bin kişiyi değerlendireceklerine beş yüz kişiyi değerlendirerek eleman seçme maliyetini düşürüyorlar. Tüm üniversite mezunlarını değerlendirmeye almayarak çok iyi bir elemanı kaçırma olasılığının maliyetini eleman aramada yaptıkları maliyet tasarrufu ile karşılanmış oluyor.

Emek piyasasında rekabet bozulmuş gibi bir durum yaratılıyor. Bilinen üç-beş üniversite dışındaki üniversitelerden mezun olanlara şans verilmemiş oluyor. Bu mezunlara şans verilmediği doğrudur. Ama, mezun olunan okul da emeğin kalitesini belirleyen tartışılmaz unsurlardan biridir. İşverenler bu noktadan hareketle söz konusu uygulamayı yürütüyorlar. Yanlış yapma olasılığı her zaman vardır.

YANLIŞ SİNYAL

Örneğin, çok iyi bir üniversite olmadığı bilinen bir üniversiteden çok kaliteli bir mezun çıkabilir. Öğrenci kendi gayretleriyle en iyi üniversiteden mezun olmuş birisine göre çok daha iyi olmuş olabilir. Üniversite ismine göre seçim yapan bir işveren bu kişiyi kaçıracaktır. Bu olasılığı bilerek hareket etmektedir.

Böyle bir mezun belki daha düşük bir ücretle
o kadar da iyi olmayan bir iş yerinde, tatminkar olmayan bir konumda çalışmaya başlayacaktır. Kendini yaptığı işte gösterdikçe şirketler arasında atlama yapacaktır. Belki, mezun olduğunda müracaatı dikkate dahi alınmayan bir şirketin en iyi yöneticilerinden biri olacaktır.

Burada, çalışanın kaybı, kariyeri boyunca elde edeceği gelirin düşüklüğü ve iş tatmininin azlığıdır. Ama, emek piyasasında rekabet bozulmuş değildir. Sorun, iş arayan adayın olası işverenlere gönderdiği sinyalin yanlışlığıdır.

Bu olayla mücadele iş ilanlarında üniversite adı vermeyi durdurmak değildir. İşverenlerin kararlarına karışmak mümkün değildir. Sorunun çözümü, üniversiteler arasındaki kaliteyi en iyide birbirine yaklaştırmaktır. Özellikle üniversitelerin çoğunun devlet tarafından yönetildiği ülkemizde bu konu çok daha önemli olmaktadır.
Yazının Devamını Oku

Devletin ayıbı durduruldu

13 Ağustos 2004
<B>UZUN </B>süredir, <B>Enerji Üst Kurulu’</B>nun bazı ihalelerde bilançosu en büyük on bankanın teminat mektubunu kabul edileceği yönündeki iş kararını eleştirmek istedim. Ama, bu kriterin dışındaki bir banka ile özdeşlemem nedeniyle, kendimi tuttum. Eleştirimin, objektif de olsa, yanlış anlaşılmasından kaygı duydum.

Gazetelerden öğrendiğime göre, Rekabet Kurulu’nun devreye girmesiyle bu uygulamadan vazgeçilmiş. Rekabet Kurulu konuya rekabetin engellenmesi açısından bakarak Enerji Üst Kurulu’nu uyarmış. Konu kapanmıştır. Dolayısıyla, bir ilkeyi hatırlatmak için görüşlerimi dile getirmemde bir sakınca yoktur.

Rekabet Kurulu’nun bir devlet uygulamasına karşı çıkması sevindiricidir. Ama, konu, rekabetten çok, devletin uyması gereken bir ilke açısından çok daha önemlidir.

RİSK SINIRLAMASI

Bankalara bankacılık yapabilme lisansı veren devlettir. Lisans yoluyla, devlet tüm dünyaya lisans verdiği bankaların güvenilir
olduğunu tasdik etmektedir. Devlet, vatandaşlarının lisans verdiği bankalara para yatırmalarında makul ölçüler içinde bir sakınca olmadığını beyan etmektedir. Bu beyanı yapamadığı zaman, devletin lisansı da geri alması gerekmektedir.

Ekonomideki birimler istedikleri bankayla istedikleri boyutta çalışabilirler. Şirketler ya da kişiler bazı bankalarla çalışmayabilirler. Bazı bankalar bazı ekonomik birimler için çok daha güvenilir olabilir. Ama, bankalar arasında bu ayırımcılığı devletin kendisi yapamaz. Çünkü, bankalara bankacılık lisansı veren devlettir.

Bu ilkeden yola çıkarak devletin sistemdeki tüm bankalardan sınırsız garantileri kabul etme zorunluluğu olduğu çıkarılmamalı. Aksine, devlet de kendi çıkarlarını korumak durumunda olan bir kurumdur. Devletin çıkarları halkın çıkarlarıdır.

Bankaların üstlenebileceği iş hacmi paralelindeki güvenilirliği sermayeleriyle ve sermayelerini nasıl kullandıkları ile doğru orantılıdır. Dolayısıyla, devlet bir bankanın riskini almaktan kaçınamaz, ama alacağı riski sınırlayabilir. Küçük bankaların daha küçük boyuttaki risklerini alabilir, büyük bankaların ise çok daha büyük risklerini taşıyabilir.

Böyle bir tutum ayırımcılık değil, risklerin dağıtılması ve sınırlandırılmasıdır. İktisadi bakış açısı da bunu gerektirir.

REKABET

Enerji Üst Kurulu
’nun bazı bankaların teminat mektuplarını kabul etmemesi elbette rekabeti de sakatlayan bir uygulamaydı. Ama, rekabetin sakatlanmasıyla zarar görecek olan Enerji Üst Kurulu değil, Enerji Üst Kurulu’nun ilgilendiği ihalelere katılacak olan firmalardı. Bu açıdan, Enerji Üst Kurulu’nun böyle bir karar alması rekabet açısından çok eleştirilecek bir konu değildir. Bir kurum bu anlamda rekabeti sınırlamakta özgürdür.

Kuruluşlar istediği şirketi ihaleye davet eder, istediklerini ihale dışında bırakabilirler. İstedikleri bankayla çalışabilirler. İstediklerini, dışarıda bırakabilirler. Ama, devletin böyle bir lüksü yoktur. Çünkü, banka lisansı veren devlettir. Devlet lisans verdiği bankalarda ancak alacağı riskin boyutuna karar verir, risk alıp almamaya değil. O karar lisans verilirken verilmiştir.

Bir bankada devlet ya da devletin bir organı hiç risk almak istemiyorsa, vatandaş neden alsın ki?
Yazının Devamını Oku

Üretim tam gaz gidiyor

12 Ağustos 2004
<B>İMALAT sanayii </B>üretimi rekorlar kırıyor. Birçok ölçüme göre, geçen yılla karşılaştırıldığında, bu yıl <B>imalat sanayii üretimindeki büyüme ikiye katlandı</B>. Geçen yılın ilk altı ayında yüzde 7 büyüyen imalat sanayii üretimi bu yıl aynı dönemde yüzde 15 arttı. Üretimdeki artış hızlanarak devam ediyor. Bu yılın ilk üç ayında geçen yılın aynı dönemine göre, imalat sanayii üretimi yüzde 12.2 artmıştı. İkinci üç aydaki artış aynı bazda yüzde 17.1 oldu.

ÜRETİM-İTHALAT

Son dönemlerde sıçrama yapan sektörler olarak deri, giyim eşyası, kimya, elektrikli eşyalar sektörleri
öne çıkıyorlar. Üretimdeki artışın tümünü ihracat artışına bağlamak giderek zorlaşıyor. İç talep artışı yalnız ithal mallarına değil, iç üretimdeki tüm sektörlere dağılmış durumda.

Toplam üretimde en büyük paya sahip olan hizmetler sektörünün üretimi inşaat dışında sanayi üretimi ile yakından ilgilidir. Bu yıl inşaat sektöründe de bir canlanma görülmektedir. O halde, tarım kesimini dışarıda bırakırsak, bu yıl ekonomik büyümenin geçen yılın oldukça üzerinde gerçekleşeceği tahminini yapmak çok yanlış olmayacaktır.

İç üretimle ithalat birbirinin tamamlayıcısıdır. Toplam ithalatımızın yüzde 85’inden fazlası ara malları ve sermaye (yatırım) mallarıdır. Dolayısıyla, Türkiye’de üretim olmadan doğru dürüst ithalat da olmaz. Ya da, ithalat olmadan doğru dürüst üretim olmaz. İthalat artışının frenlenmesinin yolu bu nedenle üretim artışlarını makul düzeylere çekmekten geçer.

VERİMLİLİK

Çok kısa dönemde Türkiye’nin ithalata dayalı üretim, hatta ithalata dayalı ihracat yapısını değiştirmek mümkün değildir. O nedenle, büyüme stratejisi bu yapıyı göz önüne alarak şekillendirilmelidir. Aksi takdirde, borçlanabildiği kadar üretimini azamiye çıkaran bir ülke durumundan kurtulmamız mümkün değildir.

Üretim rakamlarının sevindirici tarafı, üretimdeki enerji girdisinin göreli olarak azalmasıdır. Grafikten de görüldüğü gibi, 2002 yılının ekim ayından bu yana, yıllık bazda, enerji üretimindeki artış imalat sanayii üretiminin altında kalmıştır. Bu alanda verimlilik artışı, Türkiye’nin üretim potansiyelini artırıcı bir etkendir.
Yazının Devamını Oku

Nüfusta istikrar olmadan...

11 Ağustos 2004
<B>UZUN </B>dönemli iktisadi sorunlarımızın başında ekonominin kaldıramayacağı hızda <B>büyüyen nüfus</B> gelmektedir. Nüfus hızlı artınca, bu hıza ayak uyduracak bir eğitim ve öğretim sistemi kurmak gerekiyor. Arzulanan eğitim ve öğretim sistemini kurabilmek için yeterli kaynaklara ihtiyaç duyuluyor. İhtiyaç duyulan kaynak devamlı artıyor.

Artan nüfusa istihdam sağlamak için ekonomik büyümenin de hızlı olması gerekiyor. Yeterli hızda ekonomik büyüme sağlayabilmek için çoğu zaman kaynaklar yetersiz kalıyor. Türkiye bütün bu çelişkileri yaşamıştır ve yaşamaya da devam etmektedir. Sıkıntının adına ‘kaynaklarımız kıt’ adı verilmiştir.

KAYNAK YETER Mİ?

İkinci Dünya Savaşı yılları hariç, Türkiye’nin nüfusu 1990’lara kadar yılda yüzde 2-3 aralığında büyümüştür. 1950’li yıllarda nüfus artışı yıllık yüzde 3’e çok yaklaşmıştır. Doğum oranları bu rakamların daha da üzerindedir. Dolayısıyla, bebek ölümlerindeki düşüşe paralel olarak okul çağına gelmiş nüfus artışı genel nüfus artışının çok üzerinde gerçekleşmiştir
.

1950 ile 1970 yılları arasında ilkokulda okuyan çocukların sayısı yılda yüzde 5’in üzerinde artmıştır. İlkokulda okuyan çocukların sayısı 1.6 milyondan 20 yılda 5 milyona çıkmıştır. İlkokulu okutmak durumunda olduğumuz çocuk sayısı 3 kattan fazla artarken milli gelirimiz de yaklaşık aynı oranda artmıştır. Ama aynı dönemde nüfusumuz da 20 milyondan 35 milyona gelmiştir. Yani, kişi başına milli gelirimiz 2 kat artmışken, ilkokulda okutmak zorunda olduğumuz çocukların sayısı 3 kat artmıştır.

1970’lerde ve sonrasında nüfus artışı yüzde 2.5’in altına düşmüştür. Ama hálá nüfus hızla artmaktadır. 1980’den sonra nüfus artışı biraz daha yavaşlamıştır. 1990’larda nüfus artışı yüzde 1.8’e kadar düşmüştür. Nüfus artışındaki düşüş sevindiricidir, ama yeterli değildir.

Zorunlu eğitim sekiz yıla çıkarıldıktan sonra 1-8. sınıfta okuyan öğrenci sayısındaki artış yeniden yüzde 5’lere tırmanmıştır. Son iki yıldır bu gruptaki öğrenci sayısı sabit kalmaktadır denebilir. Zorunlu temel eğitim gören öğrenci sayısı 10.3 milyondur. Yani, toplam nüfusumuzun yüzde 15’i temel eğitim görmektedir. Bu çok büyük bir kitledir.

Bu kitleye ileride kendilerine istihdam olanakları yaratabilecek bir eğitim verilmeye çalışılmaktadır. Kaynaklar kısıtlıdır. Yanlış politikalar kaynakları daha da kısıtlı yapmaktadır. Konuya tersinden bakarsak, kaynaklarımız belki makul düzeydedir, ama kaynak ihtiyacımız çok fazladır denebilir. O halde, bir yandan kaynaklarımızı artırırken, diğer yandan kaynak ihtiyacımızı da dizginlemek zorundayız.

KALICI ÇÖZÜM

Nüfusu bu denli genç olan bir ülkede, sosyal güvenlik kuruluşlarına
bütçeden yapılan yardım 20 katrilyon liraya yaklaşmışken, Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütçesi 13 katrilyon lira civarındadır. Sanki, eğitemediğimiz kişilere emekliliklerinde bakıyormuşuz gibi bir izlenim veriyoruz.

Ekonomik istikrarın temelinde mutlaka nüfustaki istikrar yaratmaktadır. 1970 sonrası yaratılan enflasyonun arkasında nüfusun yarattığı baskı küçümsenemez. Bu baskı devam ettiği sürece, gelecekte de mutlaka istikrarı bozabilecek siyasi iktidarlar olacaktır. Popülizm prim yapmaktadır.

Nüfus artışının baskısı hem eğitimde hem de sosyal ortamda üretimdeki verimlilik artışlarıyla beraber daha da hissedilmeye başlanacaktır. Şimdi, enflasyonun düşmesinin getirdiği bir verimlilik artışı yaşıyoruz. İleride teknolojinin ister istemez tetikleyeceği bir verimlilik artışını gözleyeceğiz. Bu ortamda, bu nüfus artışıyla Türkiye ekonomisinin sorunlarını kalıcı bir biçimde çözebilmesi çok zordur.
Yazının Devamını Oku

Tutunacak çapa bulundu

10 Ağustos 2004
<B>HÜKÜMET, </B>yapması gerekeni <B>‘acaba yapmasam daha mı iyi’</B> diye zaman kaybettikten sonra yaptı. Geçen nisan ayında IMF ile yeni bir <B>stand-by</B> düzenlenmesi yapılacağı açıklansaydı, bazı çalkantılar yaşanmayacaktı. Reel faizler bugünün altında olacaktı. Yine de, daha büyük çalkantılar yaşamadan eski çapaya yeniden tutunduk.

Önümüzde çok riskli bir dönem vardır. Siyasi gelişmelerin ekonomiye yansıması kaçınılmazdır. Avrupa Birliği’nden yaratılan beklentiler çerçevesinde tam üyelik için koşulsuz müzakere tarihi alırsak, ekonomide beklentiler şimdikinden de olumlu olacaktır.

Avrupa Birliği ile olan ilişkilerimiz beklendiği gibi gitmediğinde, ekonomide de beklentiler tersine çevrilebilecektir. İşte o aşamada, Türkiye ekonomisinin raydan çıkmayacağı beklentisini yaratacak bir çapa gerekmektedir. O çapa IMF olacaktır.

Avrupa Birliği ile müzakerelere başladığımızda, makro ekonomik ve yapısal konular IMF ile bir program yapılması durumunda çok kolay aşılacaktır. İktisadi konularda müzakereler mikro konulara odaklanacaktır. O konuların önemli bir kısmı da zaten on yıl önce kabullenilmiş gümrük birliği mevzuatından gelmektedir. Bu konularda müzakereden çok, uygulama önemli olacaktır.

IMF’SİZ BAŞARMAK

Cari işlemler açığının artıyor olması ekonomide bir başka kaygı kaynağıdır.
Hangi önlem alınırsa alınsın, yumuşak iniş hedefleniyorsa, cari işlemler açığı bir süre daha (belki yaz ayları hariç) artarak devam edecektir. IMF ile bir program yapılıyor olması bu kaygının şiddetini azaltacaktır. Beğensek de, beğenmesek de, kamuoyu ‘IMF bu işi çözer’ beklentisine girecektir.

Aynı şekilde, petrol fiyatlarının artmasıyla dünya ekonomilerinin içine girdiği belirsizlik bir şekilde Türkiye’ye de yansıyacaktır. Burada da, IMF bir çeşit kalkan görevi görebilecektir.

Bu noktada hükümet, ‘artık Türkiye’nin IMF olmadan da kendi yolunu bulabildiği’ izlenimini yaratabilecek bir şans yakalamıştır. IMF’nin zorlamasını beklemeden, cari işlemler açığını azaltacak önlemlerin alınması hem içeride hem de dışarıda ‘Türkiye IMF’siz de yapabiliyormuş’ izlenimini yaratacaktır. Maalesef, şimdi böyle olduğuna kimse inanmıyor. Bunu göstermek zorundayız.

TİRYAKİLİK

IMF ile yapılacak yeni stand-by düzenlemesi cebimize yeni para koymayacaktır.
Dolayısıyla, artan cari işlemler açığını finanse etmek için IMF’ye güvenemeyiz. IMF’den gelecek denen para önümüzdeki yıllarda cebimizden çıkması planlanan (IMF’ye vadesi gelen borçlarımız) paraların bir süre daha çıkmaması anlamınadır.

Üzerlerine yıkılmayalım diye IMF de cari işlemler açığının daha makul düzeylerde olması konusunda bastırmaya başlayacaktır. Bunun işaretleri şimdiden alınmaya başlanmıştır. Yeni programda da iç talebin idaresi önemli bir konu olacaktır. Bu nedenle, bu konuda da bir şeyler yapmak için son dakikayı beklemek ‘IMF’siz yapamıyorlar’ izlenimini daha da güçlendirmekten başka bir işe yaramayacaktır.

Kritik bir noktada tutunacak bir çapa bulduk. Ama bu çapaya tutunurken, artık böyle bir çapaya ihtiyacımız kalmadığına ekonomik birimleri inandırmamız gerekmektedir. Aksi takdirde, yeni stand-by düzenlemesi bitmeye yakın, aynı konuları yeniden konuşuyor olacağız. Bir anlamda, IMF ile bir program içinde yaşamak da tiryakilik olabilir.
Yazının Devamını Oku

Petrol fiyatları dünya ekonomilerinde kaygı yaratıyor

9 Ağustos 2004
<B>DÜNYADA </B>petrol fiyatları tarihi rekorlar kırıyor. Petrol fiyatının artması <B>enerji maliyetlerinin</B> genelde artması demektir. Petrol ithalatçısı durumundaki ülkelerde enerji maliyetinin artması üretimi olumsuz etkilemektedir. Enflasyon kıpırdamaktadır. İşsizlik artmaktadır.

Avrupa uzun süredir tatmin edici bir ekonomik büyüme performansı sergileyemedi. İşsizlik çok yüksek. Üretimde verimlilik düşük. Birçok Avrupa ülkesi çalışma saatlerini artırmanın planlarını yapıyor. Emek piyasası daha esnek hale getirilmeye çalışılıyor.

Avrupa Birliği’ne on yeni üyenin katılmış olması Avrupa’nın zengin ülkelerine ek bir yük oluşturacak. Almanya ve Fransa gibi ülkelerde bütçe açıkları Avrupa Birliği sınırlarının üzerine çıktı. Bu ülkeler bütçe açıklarını kontrol etmekte zorlanıyorlar. Sosyal güvenlik sistemi orada da en büyük sorunlardan biri. O nedenle, çalışanı cezalandırıp çalışmayanı ödüllendiren sosyal güvenlik sistemi yeniden yapılandırılıyor.

Bütün bu sorunların üzerine, petrol fiyatlarının varil başına 40 doların üzerine çıkıp 50 dolara kadar çıkabileceği beklentisinin yaratılmasıyla Avrupa ülkeleri çok daha zor ekonomik şartlarla karşı karşıya kaldı. Uzun süre Avrupa’da faiz oranlarının düşüp ekonomik canlanmanın başlayacağı beklentisi varken, şimdi petrol fiyatlarındaki artıştan kaynaklanan enflasyonla mücadele gündeme girdi.

Enflasyonla mücadele edebilmek için Avrupa’da faizlerin artması gündeme gelebilir. Yeni oluşan şartlarda, Avrupa Merkez Bankası’nın (AMB) yeni bir kuruluş olması bu konuda ek belirsizlikler de yaratmakta. Enflasyonla mücadele kapsamında AMB ilk ciddi sınavını verecek. Enflasyon konusunda itibar kazanabilmesi için AMB’nın para politikasında gereğinden fazla tutucu davranması beklenebilir. Benzer bir durum Japonya için de söz konusu olabilir.

Bu şartlarda, kısa dönemde Amerika Birleşik Devletleri ekonomisi hariç, dünyanın gelişmiş ekonomileri yeniden enflasyon ortamında üretim düşmesi (resesyon) ve daha yüksek işsizlikle karşılaşabilirler. Stagflasyon denen sorun yeniden gündeme gelebilir.

1970’lerdeki petrol şokları döneminde Bundesbank (Almanya Merkez Bankası) gelişmiş ülkeler arasında en başarılı merkez bankalarından biriydi. Aynı başarı elbette AMB’ndan da beklenecektir. Bu kez, Avrupa’daki gelişmiş ülkelerin maliye politikaları da sorunları çözüme kavuşturacak bir yapıda olmak zorundadır. Avrupa’da savsaklanan yapısal reformların devreye girmeleri beklentileri olumluya çevirmek açısından daha da önem kazanmıştır.

Kısa dönemde ise, petrol fiyatlarının yeniden varil başına 30 doların altına inmesinden başka dünya ekonomilerinin rahatlatacak bir neden görünmüyor.

Petrol fiyatları bizde de sorun olabilir

TÜKETTİĞİ
petrolün büyük bir kısmını ithal etmek durumunda olan Türkiye’de de petrol fiyatlarının fırlaması sorunlar yaratabilecektir. Bizdeki sorunu farklı kılan taraf enflasyonla mücadelenin daha başında olmamızdır.

Petrol fiyatlarındaki artış akaryakıt fiyatlarına biraz yansımıştır. Artış devam ettiği sürece akaryakıt fiyatlarının artması normal karşılanmalıdır. Dolayısıyla, enflasyon, hem petrol ürünlerinin fiyatlarının artmasıyla doğrudan hem de bu ürünleri kullanan imalatlardaki maliyet baskısıyla dolaylı olarak olumsuz etkilenecektir.

Yüzde 10 civarına inen enflasyonda, beklentilerin katılığı nedeniyle bir duraksama olabileceği beklenirken, enflasyonun daha fazla düşemeyebileceği yönündeki beklentiler artan petrol fiyatlarıyla güçlenebilecektir. Dolayısıyla, enflasyonla mücadeledeki kararlılık konusunda şüphe yaratıcı davranışlardan kaçınmanın önemi şimdi daha da artmıştır.

Enflasyonla mücadele edildiği görüntüsü vermek için petrol ürünlerinden alınan vergilerin düşürülmesiyle akaryakıt fiyat artışlarını önleme politikası faydadan çok zarar getirebilecektir. Petrol fiyatlarının artmasıyla ekonomik büyümede birkaç puanlık azalma aslında Türkiye ekonomisi için faydalı dahi olabilecektir.

Kamu kesimi gelirlerinden feragat ederek yurt içinde petrol ürünlerinin fiyatlarının artmamasına çalışmak orta dönemde sıkıntı yaratabilecek bir uygulamadır. 1970’li yıllardaki petrol şokları döneminde Türkiye böyle bir strateji izlemiştir. O dönemde, şartlar bugünkünden farlı da olsalar, petrol fiyatlarındaki artışın olumsuz etkileriyle en iyi mücadele eden ülkelerden biri Almanya idiyse, en kötü mücadele veren ülkelerden biri Türkiye olmuştu. Aynı hatayı tekrarlamak gerekiyor.

Yükselen piyasaların bazıları daha riskli

PETROL
ihraç eden ülkeler için petrol fiyatlarının artması bu ülkeler için arayıp da bulamayacakları bir fırsat yarattı. Yükselen piyasalar (emerging markets) olarak adlandırılan ülkeler içinde Meksika ve Rusya şimdi böyle bir durumda. Petrol fiyatlarındaki tarihi artışların sayesinde, iki ülkede de ekonomik performans beklentilerin çok üzerinde seyrediyor.

2000’li yılların başlarında büyüme konusunda zorluklar yaşayan Meksika’da ekonomik büyüme yeniden yüzde 4’lerde bekleniyor. Cari işlemler açığı milli gelirlerinin yüzde 2’sinin altına geriledi. Dış borç stoku milli gelirlerinin yüzde 25’i civarında istikrara kavuştu. Enflasyon 2000’li yıllardan hemen önce çift haneliyken, yüzde 4’lere kadar geriledi. Reel faizler yüzde 3-4 civarına düştü.

Rusya’da da durum çok farklı değil. Ekonomik büyüme yüzde 7 civarına çıktı. Enflasyon yüzde 20’lerden yüzde 10’a geriledi. Cari işlemler dengesi milli gelirlerinin yüzde 5’inden daha yüksek bir düzeyde fazla veriyor. Buna rağmen, Rusya ciddi bir sermaye akımı çekiyor.

Aynı anda, Rusya’da küçümsenmeyecek bir sermaye kaçışı yaşanıyor. Bu yıl 8.5 milyar dolara civarında sermaye kaçışı olduğu söylense de, döviz rezervlerinin düzeyi yeni rekorlar kırıyor. Kamu sektörü finansman dengesi artıda. Bankalar arasındaki gecelik faizler yüzde 1’in altına düştü.

Madalyonun diğer yüzünde petrol ithal etmek durumunda olan yükselen piyasalar var. Türkiye’nin de içinde olduğu bu grup hem petrol fiyatlarının artmasıyla üretimde ek bir maliyet üstlenmek durumundalar, hem de gelişmiş ülkelerdeki faizlerin artma olasılığının artışıyla borçlanmaları daha pahalı olabilecektir.

Bu grup ülkelerin risklerinin arttığı beklentisinin güçlenmesiyle, bu ülkelere giden sermaye akımları yavaşlayabilecektir. Dünya ekonomilerindeki risklerin artmasıyla uluslararası sermaye yine anavatanlarına dönme eğilimine girebilir. Yani, ülkeler arası sermaye akımları yavaşlayabilir.

Sermaye akımının yavaşlamasından etkilenecek ülkeler arasında Güneydoğu Asya ekonomileri, Avrupa Birliği’ne giren yeni ülkeler ve Türkiye sıralanabilir.

Petrol fiyatlarının daha makul düzeylere düşmesi herkesi sevindirecektir. Çünkü, petrol fiyatlarının artmasına sevinen Meksika ve Rusya gibi ülkeler uluslararası şartların bozulmasıyla olumsuz yönde de etkileneceklerdir.
Yazının Devamını Oku

Rekabet üzerine çeşitlemeler (10)

8 Ağustos 2004
<B>Rekabet </B>güdüsünü öldüren en önemli uygulamalardan biri <B>rekabet içinde kazananın kazandırılmaması, kaybedenlerin ise kaybettirilmemesidir</B>. Genellikle, devlet ya da kural koyucu hedefi iyi belirlenmemiş ya da sonuçları iyi değerlendirilmemiş dürtülerle rekabetin sonuçlarını bu yolla değiştirebilmektedir.

Bu çeşit uygulamalar yalnızca iktisadi faaliyetlerin düzenlenmesinde değil, hayatın başka alanlarında da sıkça görülmektedir. Sonuçta, ya rekabet söz konusu olmamakta ya da yeni uygulamalar çerçevesindeki rekabet tarafları olabileceğinden daha kötü bir noktada buluşturmaktadır.

ÖRNEKLER

1980’lerin başında 1. Lig’de bir Ankara takımı yok diye Ankaragücü
’nün merkezi bir kararla 1. Lig’e terfi ettirilmesi bu çeşit bir uygulamadır. Rekabetin sonucunda gerçekleşmesi gereken bir durum merkezi bir kararla Ankaragücü takımına hediye edilmiştir. Rekabette kaybeden kazandırılmıştır. Kazananlar kaybettirilmediğinden haksızlık yapılmadığı düşünülmüştür. Halbuki, rekabet sonucunda kazananların ayrıcalıkları ellerinden alınmıştır. Yarışta birinci gelmenin anlamı kalmamıştır. Yani, kazananın göreli üstünlüğünün önemi kalmamıştır.

Eğitim sistemimizde sıkça af uygulamalarına yer verilmesi de benzeri bir durumdur. Kimi öğrenciler ders yılı boyunca çalışarak sınıflarını geçerler. Kimi öğrenciler ise çıkarılan aflardan yararlanarak defalarca kurtarma sınavlarına girerler. Sonunda, onlar da sınıfı geçerler. Yine, kaybeden kazandırılmıştır. Kazananların ayrıcalıkları ellerinden alınmıştır. Ders yılı boyunca çok çalışmanın gereği ortadan kalmıştır. Dolayısıyla, eğitimdeki kalite, eğitim üretimindeki verimlilik olumsuz etkilenmiştir. Çünkü, yeteri kadar baskı yapıldığında, yeni aflar çıkarılabilmektedir. Kaybedenin kazandırılmamasının adına mağduriyet denmeye başlanmıştır.

Gereğinde çeşitli maliyetler yüklenip vergisini zamanında ödeyenler vergi affından yararlananlara göre daha kötü duruma gelmektedirler. Hangi nedenlerle olursa olsun, vergisini zamanında ödemeyenler devletin gelirlerinin artırılması bahanesiyle kaybetmişken kazanmış duruma sokulmaktadır. Vergisini zamanında ödeyenler ise ilerideki yıllarda eskisi kadar titiz olmalarının gereksizliğini öğrenmektedirler. Bu şekilde, aslında devletin vergi gelirleri azalmaktadır. Gelirler azaldıkça, devlet bir başka vergi affı çıkarmaya mecbur kalmaktadır. Kaybedenin kazandırılması herkesin kaybetmesine neden olabilmektedir. Ama, siyasi platformda mağduriyet önlenmiş gibi görünmektedir.

AYIRIMCILIK

Rekabetin gelişmesine katkıda bulunan oluşumlardan en önemlilerinden biri kendi dinamikleri içinde oluşan rekabet şartlarının yarattığı sonuçlara saygı duymaktır. Merkezi otorite ya da kural koyucu rekabetin sonuçlarına çeşitli nedenlerle saygı duymadığında, ‘ayırımcılık’ başlar. Ayırımcılık rekabetin tam aksi kutbundadır.

Ayırımcılık oyunun sonucunu baştan tespit etmek gibidir. Çocukların oynarken kendilerine göre oyunun kurallarını kazanacakları şekilde değiştirmeye çalışması ile çeşitli alanlarda kaybedenin kazandırılması ya da kazananın kaybettirilmesi arasında sonuçları açısından hiçbir fark yoktur.

Rekabetten uzaklaşıp ayırımcılık çizgisine yaklaşıldığında, genellikle kamu çıkarı bu geçişin nedeni olarak gösterilir. Halbuki, çoğu durumda, elde edilen sonuçlar, tüm kamunun çıkarına olmaktan ziyade, ayırımcılık yapılan küçük bir kesimin çıkarına olur. Tüm kamu toplu olarak bir maliyet öder.
Yazının Devamını Oku