BANKACILIK, riskin yönetimi sanatıdır denir. Ama, riskin en kötü yönetildiği sektörlerin başında bankacılık sektörü gelir.
Yalnız bizde değil, dünyada da bu böyledir. Kısa vadeli kár kaygılarıyla, riskin arttığı göz ardı edilir. Kazançlar kaybedildiğinde, alınan risklerin büyüklüğünün farkına varılır.
Uluslararası düzeyde risk kavramının bankaların denetim ve gözetiminde kullanılması, 1970’lerdeki Latin Amerika krizleriyle yoğunlaştı. Batı bankaları çok büyük zararlar yüklendiler. Birçok banka tamamen devletleştirildi. Devletleştirilmeyenlere devlet yardım etti. Birçok ülkede bankacılık krizleri çıktı.
Riskin en ciddi bir biçimde bankaların günlük hayatına sokulmasına, 1980’li yıllarda, alınan kredi risklerine paralel bankaların yeterli sermaye sahibi olması (semaye yeterliliği) zorunluluğu getirilerek başlandı. Elde tutulan varlıkların risklerine göre ağırlıklandırılmış toplamının toplam sermayenin belli bir katından fazla olmaması kuralı getirildi.
OPERASYONEL RİSK
Sermaye hareketlerinin serbestleşmesi ve yeni mali araçların keşfiyle yalnızca elde tutulan varlıkların yeniden nakde dönme riskini ölçmek yeterli olmamaya başladı. Örneğin, elde tutulan bir devlet bonosu istendiği zaman satılabilir. Ama, hangi fiyattan? Alınan fiyattan daha düşük bir fiyata satıldığında, yine zarar söz konusu olacaktır. O halde, yalnızca kredi riski değil, fiyat riski ya da piyasa riski de önemlidir.
Yeni mali araçların yaratılmasıyla (türev araçlar) kredi riskini de, piyasa riskini de ölçmek zorlaştı. Riskin ölçülmesinin ötesinde, bilanço içindeki farklı varlıkların dağılımlarına karar vermek zorlaştı. Bankanın çeşitli kademelerinde yetki kullanımının sınırlarını tespit etmek neredeyse olanaksız hale geldi. Aynı mal farklı renklere boyanarak farklı bir malmış gibi görünmeye başladı. Bir anlamda, finans kurumlarının idaresi zorlaştı.
İşlem bazında (operasyonel) hataların yapılması riski arttı. Basit dolandırıcılık olaylarının dışında, masum hatalarla milyonlarca dolar zarara uğramak söz konusu oldu.
Bütün bu risklere karşı uluslararası finans çevreleri, özellikle gelişmiş on ülkenin merkez bankaları ve bankacılık sektörünün denetiminden sorumlu kuruluşları (Basel II kuralları) bankaların aldıkları kredi, piyasa ve operasyonel risklere paralel bir sermaye tabanına sahip olmalarını mecbur kılmanın hazırlıklarını yapıyorlar.
BASEL II
Kredi ve operasyonel risklerin nasıl ölçüleceği konusu henüz tartışmalı. Deneyimlerle daha iyi hale getirilecek. Ülkeler arasında bazı esneklikler getirilecek. Piyasa riskini ölçmek, diğerlerine göre daha gelişmiş bir durumda. Ama bu riskler nasıl ölçülürse ölçülsünler, bankaların eskiye göre daha fazla sermayeye ihtiyaçları olacağı kesindir.
Avrupa Birliği, Basel II denen bu yeni düzenlemeleri kural olarak kabul ettiğini açıkladı. Amerika Birleşik Devletleri bu kuralları uluslararası bankalarında uygulatacağını, ama yerel bankaların bu kurallara uymasının zaman alacağını söyledi.
Bizim de bu kurallara uymayı hedeflediğimiz biliniyor. Ama kuralların uygulamaya geçirilmesi, Avrupa Topluluğu’ndaki kadar hızlı olmayabilir. Daha varlıkların riskleriyle ağırlıklı sermaye yeterliliği kavramını ciddi bir biçimde yeni uygulamaya koyduk. Bu süreci hızlandırabilmek için hem bankalarımızın altyapılarını güçlendirmemiz, hem de bankalarımızı sermaye açısından daha iyi bir yere getirmemiz gerekiyor.
Gidecek çok yolumuz var. Ama gitmek zorunda olduğumuz bu yolda engelleri şimdiden düşünüp planlamamızı hedefi gözeterek yapmak zorundayız.