19 Ocak 2005
<B>SON </B>aylarda en çok konuşulan konulardan biri <B>Euro/dolar paritesi</B> oldu. Euro 1999 yılının başında ilk çıktığında 1 Euro 1.17 dolar kadardı. Dolara karşı önce düştü. 2001 yılının ortasında 1 Euro 0.83 dolara kadar geriledi. Sonra yükselmeye başladı. Bu yılın başında 1 Euro 1.36 dolara kadar geldi.
Euro ilk dönemde dolara karşı yüzde 30 kadar değer yitirdi. Daha sonra, geldiği en düşük noktadan yüzde 68 oranında değer kazandı. Avrupa ile Amerika arasında ciddi bir enflasyon farkı olmadığına göre, iki para arasındaki parite değişmeleri reel değişmeler olarak alınabilir.
Bu denli büyük boyutlarda ve kısa sürede yaşanan reel parite değişmeleri doğal olarak ülke ekonomilerini ciddi boyutlarda etkileyecektir. Üretilen malların rekabet gücü değişmektedir. Almanya gibi ihracatın önemli olduğu ekonomiler zorlanacaktır. Parite oynamalarının getireceği yükü asgaride tutmak için değişen rakabet gücünü karşılayacak başka gelişmeler olmalıdır.
VERİMLİLİK
İki ülke parası arasındaki parite (döviz kuru) çeşitli nedenlerle değişebilir. Kurları belirleyen ilişkiler çok karmaşıktır. Kurları hareket ettiren ve en iyi bilinen formül iki ülke arasındaki enflasyon farkıdır. Enflasyon farklarının kurlara yansımasını öngören teori, mal ve hizmetlerin serbestçe dış ticarete konu olacağını, üretim faktörlerinin (işgücü ve sermaye) serbest dolaşımı olmadığını ve ekonomideki üretkenliğin(teknoloji) değişmediğini varsayar.
Diğer varsayımlar aynı kalmak kaydıyla, enflasyonu eşit iki ülke parası arasındaki parite iki ülkedeki verimlilik (prodaktivite) değişmesinden etkilenecektir. Üretkenliği artan ekonominin parası daha değerli olacaktır.
Sermayenin ülkeler arasında serbestçe dolaşmasına izin verildiğinde, bütün bu ilişkiler karmakarışık olmaktadır. Çünkü, mali piyasalar, mal ve hizmet piyasalarına göre çok daha hızlı dengeye gelmektedirler. Dolayısıyla, kısa dönemde, döviz kurları sermaye hareketlerinin yönüne göre hareket edebilmektedir. Orta-uzun dönemde ise, enflasyon farkları, üretimdeki verimlilik gibi etkenler döviz kurları üzerinde etkili olabilmektedir.
Sermaye hareketleri her zaman uzun dönemli etkenlerin doğrultusunda döviz kurlarını oynatmayabilir. Hatta, orta-uzun dönemde değer kaybetmesi gereken bir para sermaye hareketleri nedeniyle kısa dönemde değer kazanabilir. Bir paranın kısa dönemde değer kazanmasını kalıcı kılmak ancak uzun dönemli etkenlerin de paranın değer kazanması yönünde hareket etmesiyle sağlanabilir.
Paramızın son yıllarda değer kazanmasının kalıcı olması bu nedenle üretimdeki verimliliğin artmasına bağlıdır. Yani, kısa dönemli eğilimleri uzun dönemde kalıcı kılacak gelişmeleri sağlamaz zorundayız.
ZOR İŞ
Avrupa’da ise, durum bizden çok daha farklıdır. Avrupa’nın büyük ekonomilerinde verimlilik sorunu vardır. Özellikle Almanya ve Fransa gibi ülkelerde verimlilik artmamakta, hatta düşmektedir. Amerika’da ise son on yılda çok ciddi boyutlarda verimlilik artışı yaşanmıştır. Yani, Euro’nun dolara karşı son yıllarda değer kazanmış olması verimlilik artışının Amerikan ekonomisi lehine geliştiği bir ortamda olmuştur. Dolayısıyla, Euro’daki kısa dönemli hareketin orta-uzun dönemde Avrupa’da verimlilik artışı sağlanamadığı taktirde kalıcı olması çok olası değildir.
Avrupa’nın, özellikle de Almanya ve Fransa’nın, Amerika’da enflasyon patlamadığı taktirde, orta-uzun dönemde bu kurlarla yaşaması zor görünmektedir.
Gelecek salı gününe kadar yazılarıma ara veriyorum. İyi bayramlar dilerim.
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2005
<B>GELİŞMEKTE </B>olan ülkelerin makul ölçülerde cari işlemler açığı (döviz açığı) vermeleri normal karşılanmaktadır. Çünkü, <B>cari işlemler açığı yurt dışından tasarruf ithal etmek anlamına gelmektedir</B>. Daha hızlı gelişebilmek için gerekli kaynakların bir kısmı da cari işlemler açığı yoluyla temin edilmektedir.
Sorun, cari işlemler açığının finansmanının çeşitli nedenlerle sekteye uğrayıp dış borç bulamamak (dış tasarrufları ithal edememek) nedeniyle cari işlemler açığını düşürmek zorunda kalınabilmesidir. Finansmanı riskli olmayan boyutlarda cari işlemler açığı vermeyi hedeflemek sürdürülebilir büyüme açısından en akılcı stratejidir.
FIRSAT VE RİSK
Tabloda gelişmekte olan belli başlı bazı ülkelerin cari işlemler dengesi ve borç yaratmayan yabancı sermaye girişleri verilmektedir. Eksi rakamlar cari işlemler açığını ya da sermaye çıkışını göstermektedir.
Gelişmekte olan ülkelerin çoğu 2004 yılında cari işlemler fazlası vermektedir. Yani, döviz açığı olmadığı için borçlanmak zorunda değillerdir. Bu ülkelerin çoğu, aynı zamanda, ciddi boyutlarda yabancı sermaye çekebilmektedirler. Kısacası, birçok gelişmekte olan ülke önemli boyutlarda döviz rezervleri biriktirmektedir.
Cari işlemler açığı veren çoğu ülke de ciddi boyutlarda yabancı sermaye çekebildiğinden, aslında cari işlemler açığının finansmanı amacıyla borçlanmaları göreli olarak azdır. Bu tabloda en çok dikkati çeken ülke Türkiye’dir. Cari işlemler açığı büyüktür. Yabancı sermaye girişi göreli olarak azdır. Dolayısıyla, cari işlemler açığının finansmanı için dış borçlanma gereksinimi göreli olarak fazladır.
Bu tablo Türkiye ekonomisi açısından hem bir fırsata hem de önemli bir riske işaret etmektedir. Bir fırsat söz konusudur, çünkü, yılda 240 milyar dolar akan gelişmekte olan piyasalarda Türkiye gerçekten borçlanma ihtiyacı içinde olan sayılı ülkelerden biridir. Yani, Kimsenin borçlanmak istemediği bir ortamda, herhangi bir şok yaşanmadığı sürece, Türkiye’nin borç bulabilmesi göreli olarak kolay olabilecektir.
Bu tablo önemli bir riske de işaret etmektedir. Gerçekten borçlanma ihtiyacında olan bir ülke olarak Türkiye’nin göreli riski diğer gelişmekte olan ülkelere göre daha fazla olarak algılanabilecektir. Finans piyasaları genellikle borçlanma ihtiyacı olmayanlara borç vermeyi daha çok severler. Dolayısıyla, risk algılamasına göre, Türkiye’ye akacak fonlar hem miktar olarak kısıtlı kalabilir hem de borçlanmanın maliyeti yüksek olabilir.
2005 yılı ve sonrasında iç ve dış riskleri iyi yönetebilmek ekonomik büyümenin devamlılığının ön şartlarından biri olacaktır.
Gelişmekte olan piyasalarda cari denge (milyar USD, 2004)
Ülkeler Cari Borç
denge doğurmayan
yabancı
sermaye akımı
Avrupa
Bulgaristan - 1.7 1.8
Çek Cumhuriyeti - 3.9 3.5
Macaristan - 7.7 4.2
Polonya - 5.6 3.4
Rusya 34.6 - 3.8
Slovakya - 0.6 1.3
Türkiye - 15.3 3.1
Asya
Çin 57.0 71.0
Endonezya 5.5 2.3
Hindistan 10.6 14.4
Malezya 11.0 4.5
Tayland 7.0 2.5
Latin Amerika
Arjantin 3.9 1.2
Brezilya 8.3 9.5
Meksika - 11.2 14.6
Peru - 0.2 1.2
Şili 1.5 -1.5
Venezuela 14.8 0.7
Not: Institute of International Finance tahminleri
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2005
<B>IMF</B> ile yapılacak üç yıllık standby düzenlemesi Türkiye ekonomisi için çok önemli bir ‘çapa’ görevi görecektir. İçinde yaşadığımız şartlarda bu çapaya her zamankinden daha fazla ihtiyacımız var. IMF ile ilişkilerimizi savsaklamak çapanın taraması anlamına gelir. Yani, Türkiye ekonomisinin sağa sola yalpalamayacağı konusundaki güvence yatırımcılar gözünde yara alır. Halbuki, iç ve dış yatırımcıların Türkiye ekonomisi konusunda olumlu beklentilere sahip olması iç ve dış açıklarımızın sorunsuz olarak finansmanı için vazgeçilmez bir unsurdur.
TAZE PARA LAZIM
IMF ile uzlaşma geçen yılın aralık ayı ortasında sağlandı. Uzlaşmanın IMF Yönetim Kurulu’na sunulabilmesi için Türkiye’nin bazı alanlarda öncü kararlar (bankacılık, gelir idaresi ve sosyal güvenlik) alması gerekiyordu. Noel tatilinin de araya girmesiyle, standby düzenlemesinin ocak ayı ortasında yürürlüğe girmesi bekleniyordu.
Bizim almamız gereken öncü kararlarda gecikme söz konusu. Biz geciktikçe, standby düzenlemesinin yürürlüğe girmesi gecikiyor. Bu aşamada bir sorun çıkmasa da, bir süre sonra, yerli ve yabancı yatırımcılar kaşlarını kaldırmaya başlayacaklardır.
Herkes biliyor ki, yeni yürürlüğe girecek standby düzenlemesinin odaklandığı alan yapısal reformlardır. Daha işin başında bazı kararları almakta zorlanıyorsak, reformları nasıl yapacağız? Kararlılık mesajı vereceğimize, kararsızlık sinyalleri gönderiyoruz.
Geçen yılı 15 milyar dolar civarında bir cari işlemler açığı ile kapadık. Önlem alınmadığı taktirde, bu yıl da benzer bir açıkla karşı karşıya kalabiliriz. Yani, yurt dışı piyasalardan 15 milyar dolar civarında taze para bulmak söz konusu olabilecektir. Daha yılın başında Hazine’nin bir atışta iki milyar dolar borçlanabilmesi bizleri şımartmamalıdır.
ŞARTLAR
Bu boyuttaki bir finansman ihtiyacını karşılayabilmemiz için birbiriyle aynı anlama gelen iki şartı sağlamak zorundayız:
1. IMF’nin desteğini alıp gözlerini üzerimizde tutmak,
2. Kamu finansman açıklarındaki düşüşü kalıcı kılacak önlemlerin (yapısal reformlar) alınması.
İkinci şartı yerine getirip iç ve dış yatırımcıları bu konuda ikna edemediğimiz taktirde, enflasyonu düşürmek de, ekonomik büyümeyi yüksek tutacak cari işlemler açığını finanse etmek de mümkün olamayabilecektir.
2005 yılı 2004 yılına çok benzeyen bir yıl olabilecektir. Yani, enflasyondaki düşüş sürebilir. Türkiye ekonomisi yüzde 5’in üzerinde ardı ardına dördüncü yıl büyüyebilir. Kamunun borç stokunun milli gelir indeki payı düşmeye devam edebilir. Yabancı sabit yatırımlar için giderek daha cazip bir ülke haline gelebiliriz.
Böyle bir senaryonun olmazsa olmaz şartı çapayı taratmamaktır. Çapa taradığı taktirde, Türkiye ekonomisini çok büyük risklere açık hale getirmiş oluruz.
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2005
<B>‘Kamu hizmeti’ </B>kavramı Türkiye’de neredeyse kutsallaştırılmıştır. Nerede kurallara aykırı bir iş yapılsa, ‘<B>ne yapalım kamu hizmeti yapıyoruz</B>’ denir. Kamu hizmeti yapmak sanki insanlara otomatik olarak ayırımcı bir konum verir. Bu terimle ilk kez ben çocukken tıp doktoru olan rahmetli babam otomobille sürat yaparken yakalandığında tanışmıştım. Polis arabamızı durdurduğunda, babam, ‘kamu hizmeti yapıyorum, bir hasta için hastaneye gitmek için acele ediyorum’ demişti. Polis selam verip bizi salmıştı. Halbuki, baba-oğul geziyorduk.
REKABET ÖNLEYİCİ
Nedir kamu hizmeti? En geniş anlamı ile kendinden başka insanlara hizmet kamu hizmeti olarak algılanıyor. Yani, bir lokanta da kamu hizmeti yapıyor. Bir minibüs, otobüs ya da bir taksi şoförü de kamu hizmeti yapıyor. Halbuki, onlar kamu hizmeti yapmıyorlar. Ücreti karşılığı bir hizmet satıyorlar.
Kamu hizmeti çok daha dar kapsamlı bir kavramdır. Kamu hizmeti, kamuya başkalarının veremeyeceği hizmeti sunmaktır. Çoğu kez, kamu hizmeti, geçen hafta söz ettiğim kamu malı üretmektir. Örneğin, milli savunma bir kamu hizmetidir. Emniyeti sağlamak doğal olarak bir kamu hizmetidir. Ambulans ile bir hastayı hastaneye yetiştirmek bir kamu hizmetidir. Gece görev yapan nöbetçi eczane de kamu hizmeti yapmaktadır. Dolayısıyla, bu çeşit hizmetin günlük yaşamda önceliği olması doğaldır.
Kamu hizmeti kavramını çok geniş tuttuğumuzda ve kutsallaştırdığımızda, ortaya anlaması güç komiklikler çıkmaktadır. Her şeyden önemlisi, ‘kamu hizmeti’ kavramının girdiği yerde ‘rekabet’ kavramı çok ciddi yaralar almaktadır. Bir anlamda, rekabetten kaçmak için kamu hizmeti kavramı bahane olmaktadır.
Belediye otobüslerinin çoğu plaka kullanmamaktadır. Trafik otoritesi bu otobüslerin trafiğe çıkmalarını engellemelidir. Engellendiğinde, bir kamu hizmeti aksayacaktır. Dolayısıyla, kamu hizmeti adına kurallara uymamak norm haline gelmektedir. Halbuki, aynı kamu hizmetini yapan halk otobüslerinin böyle bir lüksü yoktur.
Bir belediye otobüsü şoförünün trafik kurallarını çiğnediği için ceza aldığını hiç gördünüz mü? Belediye otobüsleri hiç trafik kurallarını çiğnemezler mi? Arabanıza bir belediye otobüsü çarpıp hiç hatanın onda olduğu tespit edilmiş midir?
Bu soruların yanıtları hep hayırdır.Çünkü, onlar kamu hizmeti yapmaktadırlar. Otobüsü tutup şoföre ceza yazmak kamu hizmetini aksatacaktır. Kaldı ki, şoför ne kadar aylık alıyor ki, bir de trafik cezası versin!?
YASAL TANIM
Kamu hizmeti cezaya tabi bir hatayı affedebilme gücüne sahip olabilmektedir. Yani, kamu hizmeti kutsaldır. Kamu hizmetinin, bu denli geniş tanımlanıp kutsallaştırılmasıyla, iktisadi rekabet de, sosyal rekabet de, ayaklar altına alınmaktadır. Adaletin farklı oluşmasına çanak açılmaktadır. Suiistimal teşvik edilmektedir
Aslında, kamu hizmeti kavramı muğlak değil, yasalar çerçevesinde tanımlanmalıdır. Bir önceliği olacaksa, öncelikler yasalarla saptanmalıdır. Neyin kamu hizmeti olduğu iyi bilinmelidir. Başa dönersek, kamu hizmeti kamu sektörünün verdiği bir hizmet midir? Öyleyse, Sümerbank ayakkabı fabrikası bir kamu hizmeti mi görmektedir?
Bu çeşit kavramların açık ve doğru tanımlanması rekabet kavramının da daha doğru temellere oturmasını sağlayacaktır.
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2005
<B>DEVLETİN </B>bazı öyle görev ve yetkileri vardır ki, bunlar ne başkasına devredilebilir ne de devlet bu görevlerden kaçabilir. Aksi olduğunda, devlet, devlet olmaktan çıkar. Örneğin, vergi koymak ve toplamak devletin işidir. Dış ilişkiler devletin kaçamayacağı işlerdendir. Savunma devletin asli görevlerindendir.
Hazine, devlet içindeki en eski kurumlardan biridir. Devletler oluşurken ordularını kurmazdan önce Hazine’lerini oluşturmuşlardır. Çünkü, parasız hiçbir şey yapılamamaktadır. Güçlü devlet güçlü Hazine’den geçer.
HAZİNE’NİN İŞLEVLERİ
Hazine devletin kurumsal kimliğinin temsilcisidir. Devlet malları Hazine’ye kayıtlıdır. Tüm devlet kurumları kullandıkları sabit kıymetlerin kullanma hakkına sahiptirler. Mülkiyet, devlet adına, Hazine’ye kayıtlıdır.
Böyle bir kurumun çeşitli işlevlerinin farklı kurumlarca paylaşılması görünüşte sevimli gibi dursa da, karışıklıktan başka bir işe yaramaz.
Kuzey Avrupa modelinden yola çıkarak Hazine dışında ayrı bir borç idaresi kurulması düşünülebilir. Ama, böyle bir yola gidilecekse, artık Hazine’nin borçlanması da durdurulmalıdır. Borç idaresi Hazine içinde ayrı bir bölüm olabilir. Ama, borç idaresinin Hazine dışına çıkarılması bugünkü şartlarda pek mümkün değildir.
Borçlanmaya devam edilip borç stokunun idaresi başka bir kuruma geçtiğinde, ne borçlanan ne yaptığını bilecektir ne de borçları idare eden kurum. Her ikisi de farklı bir kurumda toplandığında, nakit açığını veren Hazine ile koordinasyon sorunu yaşanacaktır. Koordinasyon gerekiyorsa, koordinasyon, tek bir amire rapor eden aynı kurum içinde çok daha kolay olacaktır.
IMF ve Dünya Bankası gibi şimdi Hazine’nin koordinasyonunda olan dış ekonomik ilişkilerin, adında ‘dış’ olması nedeniyle, Dışişleri Bakanlığı’nda olması düşünülebilir. Ama, düşünce yanlıştır. Çünkü, ekonominin hiçbir tarafını izlemeyen bir kurumun dış ekonomik ilişkileri yürütebilmesi mümkün değildir. Zaten yürütememiştir de. IMF ve Dünya Bankası ilk kurulduklarında ilişkileri Dışişleri Bakanlığı götürmüştür. Bugünkü yapı daha sonra kurulmuştur.
Son atmış yıllık tarihinin elli yılından fazlasını IMF ile geçirmiş bir ülkede IMF ve Dünya Bankası ilişkilerini Hazine’den başka bir kurum götüremez (birçok gelişmiş ülkede olduğu gibi, kalıcı ekonomik istikrar oluşturulduğunda, IMF ilişkileri Merkez Bankası’na verilebilir).
Değişen şartlarda, artık Hazine’de olmaması gereken işlevler de vardır. Örneğin, mali sektörün bazı parçalarını (sigortacılık) denetleyip gözetleyen birimler Hazine’de değil, bir bütünlük sağlamak açısından mali sektörün büyük bir bölümünden sorumlu kurumlarda olmalıdır.
YENİDEN YAPILANMA
Hazine’nin 1980’li yılların başlarında Maliye Bakanlığı’ndan ayrılıp bir müsteşarlık haline getirilmiş olması çeşitli açılardan eleştirilebilir. Ama, bu eleştirileri yanıtlamanın yolu Hazine’yi dağıtmak ya da kimliğini ortadan kaldırmak değil, Hazine ile diğer ekonomik birimlerin daha etkin bir işbirliği içine sokulmasını sağlamaktır.
Daha etkin işbirliği ne Hazine’yi yeniden Maliye Bakanlığı’na bağlamakla ne de Hazine’nin çeşitli işlevlerini başka kurumlara dağıtmakla olur. Bu çeşit çözümler kurumlar arasındaki iktidar mücadelesinin bir sonucu olmasının ötesinde bir yere gitmez. Zaman içinde oluşan kurumlar arası kültür farklılıklarını göz ardı edemeyiz.
Çözüm, Hazine, Devlet Planlama Teşkilatı, Gelirler İdaresi, Dış Ticaret Müsteşarlığı, Gümrük Müsteşarlığı, Devlet İstatistik Enstitüsü gibi kurumların aynı Bakan’a rapor etmesini sağlamaktır. Bu bakanlığın adı ‘Ekonomi Bakanlığı’ olabilir. Koordinasyon kurumları dağıtmakla değil, kurumlar arası iletişimin artırılmasıyla ve siyasi amir sayısının azaltılmasıyla sağlanabilir.
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2005
DEVLETİN bazı öyle görev ve yetkileri vardır ki, bunlar ne başkasına devredilebilir ne de devlet bu görevlerden kaçabilir.Aksi olduğunda, devlet, devlet olmaktan çıkar. Örneğin, vergi koymak ve toplamak devletin işidir. Dış ilişkiler devletin kaçamayacağı işlerdendir. Savunma devletin asli görevlerindendir.Hazine, devlet içindeki en eski kurumlardan biridir. Devletler oluşurken ordularını kurmazdan önce Hazine’lerini oluşturmuşlardır. Çünkü, parasız hiçbir şey yapılamamaktadır. Güçlü devlet güçlü Hazine’den geçer.HAZİNE’NİN İŞLEVLERİHazine devletin kurumsal kimliğinin temsilcisidir. Devlet malları Hazine’ye kayıtlıdır. Tüm devlet kurumları kullandıkları sabit kıymetlerin kullanma hakkına sahiptirler. Mülkiyet, devlet adına, Hazine’ye kayıtlıdır.Böyle bir kurumun çeşitli işlevlerinin farklı kurumlarca paylaşılması görünüşte sevimli gibi dursa da, karışıklıktan başka bir işe yaramaz. Kuzey Avrupa modelinden yola çıkarak Hazine dışında ayrı bir borç idaresi kurulması düşünülebilir. Ama, böyle bir yola gidilecekse, artık Hazine’nin borçlanması da durdurulmalıdır. Borç idaresi Hazine içinde ayrı bir bölüm olabilir. Ama, borç idaresinin Hazine dışına çıkarılması bugünkü şartlarda pek mümkün değildir.Borçlanmaya devam edilip borç stokunun idaresi başka bir kuruma geçtiğinde, ne borçlanan ne yaptığını bilecektir ne de borçları idare eden kurum. Her ikisi de farklı bir kurumda toplandığında, nakit açığını veren Hazine ile koordinasyon sorunu yaşanacaktır. Koordinasyon gerekiyorsa, koordinasyon, tek bir amire rapor eden aynı kurum içinde çok daha kolay olacaktır.IMF ve Dünya Bankası gibi şimdi Hazine’nin koordinasyonunda olan dış ekonomik ilişkilerin, adında ‘dış’ olması nedeniyle, Dışişleri Bakanlığı’nda olması düşünülebilir. Ama, düşünce yanlıştır. Çünkü, ekonominin hiçbir tarafını izlemeyen bir kurumun dış ekonomik ilişkileri yürütebilmesi mümkün değildir. Zaten yürütememiştir de. IMF ve Dünya Bankası ilk kurulduklarında ilişkileri Dışişleri Bakanlığı götürmüştür. Bugünkü yapı daha sonra kurulmuştur. Son atmış yıllık tarihinin elli yılından fazlasını IMF ile geçirmiş bir ülkede IMF ve Dünya Bankası ilişkilerini Hazine’den başka bir kurum götüremez (birçok gelişmiş ülkede olduğu gibi, kalıcı ekonomik istikrar oluşturulduğunda, IMF ilişkileri Merkez Bankası’na verilebilir).Değişen şartlarda, artık Hazine’de olmaması gereken işlevler de vardır. Örneğin, mali sektörün bazı parçalarını (sigortacılık) denetleyip gözetleyen birimler Hazine’de değil, bir bütünlük sağlamak açısından mali sektörün büyük bir bölümünden sorumlu kurumlarda olmalıdır.YENİDEN YAPILANMAHazine’nin 1980’li yılların başlarında Maliye Bakanlığı’ndan ayrılıp bir müsteşarlık haline getirilmiş olması çeşitli açılardan eleştirilebilir. Ama, bu eleştirileri yanıtlamanın yolu Hazine’yi dağıtmak ya da kimliğini ortadan kaldırmak değil, Hazine ile diğer ekonomik birimlerin daha etkin bir işbirliği içine sokulmasını sağlamaktır. Daha etkin işbirliği ne Hazine’yi yeniden Maliye Bakanlığı’na bağlamakla ne de Hazine’nin çeşitli işlevlerini başka kurumlara dağıtmakla olur. Bu çeşit çözümler kurumlar arasındaki iktidar mücadelesinin bir sonucu olmasının ötesinde bir yere gitmez. Zaman içinde oluşan kurumlar arası kültür farklılıklarını göz ardı edemeyiz. Çözüm, Hazine, Devlet Planlama Teşkilatı, Gelirler İdaresi, Dış Ticaret Müsteşarlığı, Gümrük Müsteşarlığı, Devlet İstatistik Enstitüsü gibi kurumların aynı Bakan’a rapor etmesini sağlamaktır. Bu bakanlığın adı ‘Ekonomi Bakanlığı’ olabilir. Koordinasyon kurumları dağıtmakla değil, kurumlar arası iletişimin artırılmasıyla ve siyasi amir sayısının azaltılmasıyla sağlanabilir.
button
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2005
<B>Cari </B>işlemler açığının geldiği nokta herkesi şaşırttı. 2004 yılının başında cari işlemler açığı <B>10 milyar doların altında</B> hedeflendi. Yılın ortasında, cari işlemler açığının 13.5 milyar dolara varabileceği söylendiğinde, şaka yapıldığı düşünüldü.
Son veriler 2004 yılındaki cari işlemler açığının 15 milyar doları dahi geçmiş olabileceğini gösteriyor. Yani, doğru dürüst yabancı sabit sermaye yatırımı çekemediğimiz bir ortamda milli gelirimizin yüzde 5’inin üzerinde bir dış açık veriyoruz.
Dış açıkla beslenen bir büyüme sürdürülebilir olabilir mi? Sorunun yanıtı bir anlamda çok basittir. Dış alem bize borç verdiği sürece yüksek büyüme sürdürülebilir denebilir. Çeşitli nedenlerle dış alem bize verdiği borçları azaltmaya karar verirse, durum vahim olur.
BİR ÖRNEK
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için bir örnek faydalı olabilir. Ayda 1000 YTL geliri olan bir kişisiniz. Kredi kartı limitiniz de 2000 YTL. Bir ilke olarak kredi kartı borcunuzu 500 YTL’nin üzerine çıkarmıyorsunuz. Böyle bir durumda, bankanız kredi kartı limitinizi 2000 YTL’den 1000 YTL’ye indirmesi sizin açınızdan hiç bir şey değiştirmez.
Bir başka senaryoyu düşünün. Kredi kartı limitinizi sonuna kadar kullanıyorsunuz. Her ay minimum ödemeleri yaparak kredi kartı yoluyla bankanıza 2000 YTL borçlu durumdasınız. Bankanız kredi kartı limitinizi 2000 YTL’den 1000 YTL’ye indirmeye kalktığında, bir aylık maaşınızla kredi kartınıza olan borçlarınızı indirmek durumunda kalacaksınız. Yani, bütün ay aç gezeceksiniz.
Örnek elbette çok gerçekçi olmayabilir. Ama, önemli bir konuya parmak basıyor. Kredinizi limitlerde kullandığınızda, hayat standardınızın ne olacağının kararını size borç verenlere bırakmış oluyorsunuz. Yüksek cari işlemler açığı ile yüksek ekonomik büyüme sağlamak da buna benzer bir şey oluyor.
Türkiye, tarihi boyunca borçlanabildiği sürece ekonomik büyümesini azamiye çıkarmaya çalışmış bir ülkedir. Sürdürülebilir, istikrarlı bir büyüme yerine, riskleri göz ardı ederek büyümeye öncelik veren bir ülkeyiz. O nedenle de, ekonomik büyümede çok ciddi kesintiler yaşamış bir toplumuz. Yani, kredi limitimizi sonuna kadar kullanmaktan çekinmiyoruz.
Halbuki, sürdürülebilir büyüme, kredi limitlerini sonuna kadar kullanmakla değil, limiti gelirimize oranla makul ölçülerde kullanmakla elde edilebilecek bir olgudur. Kredi kartlarının sayısını artırmakla değil, kredi kullanma iştahımızı dizginleyebildiğimiz sürece sürdürülebilir büyümeyi gerçekleştirebileceğiz. Kredi verenler limitlerinin sonuna kadar kredi kullanan müşterilerini hiç sevmezler.
KREDİ ARTTI
Avrupa Birliği’ne tam üye olmak için müzakerelere başlamak üzere olan bir ülke olarak sahip olduğumuz kredi kartı sayısı arttı. Dolayısıyla, kredi limitimiz arttı. Kredi limitimizin artmasıyla harcamalarımızı artırırsak, elbette daha hızlı büyüyeceğiz. Harcamalarımızı finanse edebildiğimiz sürece de, sorun yokmuş gibi algılayacağız. Halbuki, asıl sorun o aşamada başlayacak.
Dış açık finanse edilebildiği sürece önemsiz bir konu değildir. Finansman olanakları kısıldığında, sorun bizim sorunumuzdur. Çözümü hem zordur hem de çok acı verir. Acı çekme olasılıklarını indirecek tek yol iç talep büyümesinin kontrolüne önem vererek dış borçlanma ihtiyacını makul düzeylere indirmektir.
Cari işlemler açığının geldiği boyut itibariyle dünyada giderek yalnızlaşıyoruz. Bu alanda dikkat çeken bir ülke haline geldik. Gelişmekte olan ülkelerdeki cari işlemler dengesi gelişmelerini bir başka yazıda ele alacağım.
Yazının Devamını Oku 12 Ocak 2005
<B>BANKACILIK </B>sisteminde kamu bankalarının varlığı rekabeti çarpıtan bir unsurdur. İşin tabiatı gereği, kamu bankaları yoluyla Hazine ‘<B>parasal otorite</B>’ rolünü oynamaya devam etmektedir. Kamu bankalarının yöneticilerinin atanma usulünü değiştirmekle kamu bankalarının varlığı sorunu çözülmemektedir, belki hafifletilmektedir.
Yılın ortasında mevduat garantisinin sınırlandırılması doğru yönde atılmış bir adımdır. Ama, mevduat garantisinin sınırlandırılması kamu bankalarının olduğu bir ortamda özel bankaları rekabetçi olmaktan çıkarmaktadır. Çünkü, kamu bankalarındaki mevduat, hissedar yapısı nedeniyle sınırsız güvence altında olmaya devam etmektedir.
Hata, mevduat garantisini sınırlandırmak değil, kamu bankalarının sektörde varlıklarını sürdürmeleridir.
HANGİ REKABET?
Kamu bankalarını ticari ilkeler doğrultusunda kararlar alan, kárlarını azamiye çıkarmaya çalışan ekonomik birimler olarak düşünmek zordur. Fiyat kırarak tüketici kredilerini artırmaya çalışabilmektedirler. Daha sonra, iç talep genişlemesinden hükümet şikayetçi olunca, kamu bankaları tüketici kredilerini kesebilmektedirler. Bir bakan kamu bankalarına bu yönde talimat verdiğini kamuoyuna açıklayabilmektedir.
Ticari ilkelere göre karar almayan ve kárlarını azamiye çıkarmaya çalışmayan hiçbir ekonomik işletme piyasadaki rekabet şartlarını bozmadan hayatiyetini devam ettiremez. Kamu bankaları bu kurala en güzel örneklerden biridir. Bolca kár etmiş olmaları durumu değiştirmez.
Tablodan da görüldüğü gibi, çarpık rekabet şartları içinde kamu bankaları piyasa paylarını artırmaktadır. Kamu bankalarında TL mevduatları özel bankalara göre daha hızlı artmaktadır. Döviz mevduatları 2003 yılında özel bankalarda düşerken kamu bankalarında artmaya devam etmiştir. 2004 yılında da döviz mevduatları kamu bankalarında çok daha hızlı artmıştır. Mevduat sahipleri, doğal olarak, mevduat garantisinin sınırlandığı bir ortamda, kamu bankalarına daha çok güvenmektedirler.
HANGİ OTORİTE?
Mevduat güvencesi sınırlandığında, mevduat sahipleri açısından kamu bankalarının çekici olması kadar doğal bir durum olamaz! Özel bankalar kamu bankalarının bu avantajını mevduat sahiplerine ancak daha yüksek faizler teklif ederek yok edebilirler. O zaman, kárlılıkları ne olacak? Rekabeti bozan da budur.
Bir ekonomide özel sermayeli bankalar olacak diye bir kural yoktur. Bankacılık kamu sahipliğinde yapılacaksa, dolaylı yollardan değil, bunun adı doğrudan konmalıdır.
Kredilerde de durum farklı değildir. Kamu bankalarının verdikleri krediler 2004 yılında özel bankaların çok üzerinde artmıştır. Özel bankalar kamu bankalarının kredi faizleri ile yarışabilirler mi?
Yarışmaya kalkarlarsa, ilk önce denetim otoritesi devreye girmelidir. Ama, rekabetin bozulması durumunda denetim otoritesi herhalde kendine bir görev düştüğünü düşünmüyor. Acaba, konu rekabet otoritesinin mi sahasına giriyor?
Yazının Devamını Oku