2 Şubat 2005
<B>SERMAYE </B>hareketleri serbest bırakıldıktan sonra birçok Türk bankası <B>yurt dışında şubeler açtı</B>, yurt dışında <B>banka kurdu</B> ya da yurt dışındaki <B>bankalara iştirak</B> etti. Bu yaklaşımda hukuki olmayan hiçbir taraf yoktu. Türkiye’deki bankalar açısından, amaç, yurt içindeki aracılık maliyetlerinden kaçmaktı.
Yurt dışındaki Türk bankalarının şubelerinin Türkiye’de verdiği krediler toplam kredilerin yüzde 15’ine ulaştı. Türk bankalarının sahip olduğu yurt dışındaki bankaların asıl işi de çoğunlukla Türkiye’deki müşterilerine bankacılık hizmeti vermekten başka bir şey olmadı. İçinde yaşanan şartlarda, Türkiye’deki müşterilere yurt dışından hizmet vermek hem banka için hem de müşteriler için daha ucuz oluyor.
RİSK ARTIYOR
Kredi arayan Türk şirketinin itibarı iyiyse, bir Türk bankasından teminat mektubu karşılığında yurt dışından bir yıldan birkaç gün fazla vadeli kredi alarak finansman maliyetlerin düşürmek mümkün olabiliyor. Yurt içindeki kredi müşterisi daha da itibarlıysa, hiç Türk bankalarına bulaşmadan yurt dışındaki bankalardan doğrudan da kredi bulabiliyor.
Türkiye’deki bankalara kalan, Türkiye’de yerleşiklerden kredi arayıp yüksek maliyete rıza gösterenler oluyor. O kesim de, doğal olarak, zaten daha riskli kesim oluyor. Yani, aracılık maliyetlerinin yüksekliği sonucunda Türkiye’de faaliyet gösteren bankalar zorunlu olarak daha yüksek kredi riski ile çalışmak durumunda kalıyorlar. Kredi riski daha düşük müşteriler yabancı bankalarla işlerini daha ucuza hallediyorlar.
Türkiye ekonomisi daha istikrarlı bir hale geldikçe, Türkiye’nin ülke olarak kredi riski daha da düşecektir. Kredi riskinin düşmesi yabancı mali sistemin Türkiye ekonomisi ile daha fazla ilgilenmesini de beraberinde getirecektir. Bugün yurt dışından kredi bulamayıp Türkiye’deki bankalara mahkum olan bir kesim yarın Türkiye’nin kredi itibarı arttıkça yurt dışındaki mali sistemle çalışmaya başlayabilecektir.
Kısacası, aracılık maliyetleri yüksek kaldıkça, daha az riskli kesim yurt dışındaki mali sisteme kayarken, riskli kesim Türkiye’deki bankaların üzerine yıkılacaktır. Türk bankalarının yurt dışı ile olmayan rekabet gücü artan kredi riskiyle daha da başa çıkılmaz bir hale gelecektir. Böyle bir sistem ekonomik istikrarın en büyük tehditlerinden biri olacaktır.
YÜKLER AZALMALI
Bugüne kadar mali sistem devlet gelirlerinin ana kaynaklarından biri olarak görüldü. Sonuçta, vergi ve vergi benzeri yüklerle mali sistem hem rekabetçi olmaktan uzaklaştı hem de geldiği boyut itibariyle göreli olarak cüce kaldı. Gelinen noktada, mali sistem hem ekonomik büyüme açısından hem de risk iştahı açısından ekonomik istikrarın tehditlerinden biri olma özelliğini kaybetmedi.
Sorunun çözümü mali sitem üzerindeki vergi ve vergi benzeri yüklerin belli bir program içinde azaltılmasıdır. Bu çeşit yükler azaltılamadığı sürece, mali sistem yurt dışına taşınacaktır. Yurt içindeki mali sistem riske boğulacaktır. Kayıt dışı mali sistem büyümeye devam edecektir. Yani, devlet gelir elde etmeye çalışırken, vergi matrahı giderek erimeye devam edecektir.
Ekonomik politikaları oluştururken artık yalnızca gelirleri azamiye çıkarmak ya da büyümeyi artırmak gibi kaba hedefleri değil, mikro bazda, verimlilik, risk, rekabet ve dinamik olarak kaynakların dağılımının ekonomik dengeler üzerindeki etkilerini göz önüne almak zorundayız. Aksi taktirde, ekonominin suratına yumruğun nereden geleceğini bilemeyiz.
Yazının Devamını Oku 1 Şubat 2005
<B>GEÇEN </B>haftaki bir yazımda parasal göstergelerdeki gelişmeleri satır başlarıyla verdim. Parasal göstergelerdeki en dikkat çekici gelişmeler, enflasyon son üç yıl içinde hızla indiği halde, toplam TL mevduatlarının milli gelire oranında bir artış olmadığı, döviz mevduatlarının artmaya devam ettiği ve TL mevduatlarının vadesinin hala çok kısa olduğu idi.
Bu üç gelişme tek bir olguya işaret etmektedir: ekonomik birimler enflasyon düştüğü halde TL’ye çok rağbet etmemektedirler. Yatırımcılar tutucu davranmaktadırlar. Dolayısıyla, bankacılık sistemi milli gelirimize göre küçük kalmaya devam etmektedir.
Toplam banka bilançoları Avrupa Birliği’nde milli gelirin ortalama birkaç katı iken, bizde dörtte üçü civarındadır.
DIŞ FİNANSMAN
Bankacılık sektörünün küçüklüğü sağlıklı ekonomik büyümenin ve kalıcı ekonomik istikrarın önünde en büyük engellerden biridir. Ekonomik büyüme hızlandığında iç kaynaklarla (TL mevduatlarındaki artış yoluyla) büyüyemeyen bankacılık sektörü ancak dış borçlanmalar yoluyla kaynak yaratabilmektedir. Yani, dış borçlarımızın artmasının arkasında yalnızca cari işlemler açığının büyümesi olgusu yatmamaktadır.
1995-97 döneminde de ekonomi aralıksız üç yıl üst üste yüzde 8’lere varan bir büyüme performansı göstermişti. Cari işlemler açığı bugünkü düzeyinin yarısı kadar bile değildi. Dış ticaret açığı azami 22 milyar dolar (geçen yıl 35 milyar dolara yaklaştı) olmuştu. Bankalarımız ekonomik büyümeyi dış borçlanma yoluyla finanse etmişlerdi. Alınan dış borçlar, bankaların kur riski almalarıyla cari işlemler açığı yoluyla harcanmamış döviz rezervlerinin artmasına neden olmuştu.
Kısacası, cari işlemler açığı yoluyla Türkiye ekonomisi dış borçlanma ihtiyacı içinde olmasa dahi, ekonomik büyümenin finansmanı için bankalarımız iç kaynaklar yoluyla büyüyemediğinden dış borçlanma yoluyla (şimdi eskisi kadar döviz riski almasalar da müşterilerine aynı riski aldırmaktadırlar) kaynak yaratmak zorunda kalmaktadırlar.
Sürdürülebilir ekonomik büyüme ve kalıcı istikrarın bu boyuttaki bir bankacılık sektörü ile gerçekleştirilmesi olanaksızdır. Çünkü, üretim yapısı ne olursa olsun, ekonomi ithalat talebinin dışında mali sektörü büyütebilmek için dış finansmana muhtaçtır. Dış finansmanın gelip gelmeyeceği yalnızca iç dinamiklerdeki gelişmelere değil, dış etkenlere de bağlıdır.
Örneğin, 1998-99 yıllarında yaşanan ekonomik daralmanın arkasında Rusya ve Asya krizleri vardır. Türkiye ekonomisi kendi dışındaki küresel gelişmelerin olumsuzluklarını yaşamıştır. Zaten bozuk olan dengeler dış gelişmelerle daha da bozulmuştur.
YETERSİZLİK
Bankacılık sektörünün, ekonominin geldiği boyutlarda, yetersizliği giderek artmaktadır. Sektörün büyümesi ve ekonomik büyümeye kendi başına katkı yapabilmesi ekonomik birimlerin TL’ye güvenlerinin artmasıyla gerçekleşebilecektir. TL’ye güven arttıkça TL mevduatları büyüyecek, vadeler uzayacak, krediler bankaların kendi iç kaynaklarıyla finanse edilebilecek ve bankacılık sektörü reel anlamda büyüyebilecektir.
Bankacılık sektörünün boyutları milli gelirimizin bir kaç katı olduğunda, ekonomik büyüme için yabancı kaynak bağımlılığı da azalacaktır. Yıllarca yüksek enflasyon altında yaşamanın verdiği belirsizliklerle kalıcı istikrar ve sürdürülebilir büyüme için daha alınacak çok yolumuz vardır.
Yazının Devamını Oku 31 Ocak 2005
<B>ANLAMAKTA </B>güçlük çeksek de, değiştiremeyeceğimiz bazı gerçekler var. <B>Ekonomik istikrarın sağlanacağına yönelik beklentiler güçlendikçe, paramız değer kazanacaktır</B>. Diğer şartların yanında, kurlarda istikrar sağlanabildiği ölçüde ekonomik istikrarın kalıcı olarak tesisi mümkün olacaktır. Bu gerçeği değiştirmek mümkün değildir. Dış ticaretten sorumlu Bakan’ın döviz kurlarının düzeyini beğenmemesi durumu değiştirmez. Yılın ikinci yarısında kurların artacağı kehanetinde bulunması da kurların artmasını arzulayanlar açısından ciddiye alınacak bir müjde değildir.
Arada bir siyasi şahsiyetlerin kurlar konusunda kehanette bulunması ‘siyasi sevimlilik’ adına yapılıyorsa, çok büyük bir yanlış yapılmaktadır. Çünkü, bu çeşit beyanatlar belirsizlikleri artırmakta, ekonomik birimlerin beklentilerini çarpıtmaktadır.
2000 yılındaki hükümet istikrar programını sahiplenmemiş görünerek bu yola çok saptı. Sonunda, ekonomi ellerinde kaldı. Belirsizliklerin artması ve beklentilerin çarpıtılması ekonomik istikrardan beklenen nimetlerin elde edilmesini geciktirmektedir.
MÜDAHALE
Geçen hafta bir dolar 1.3 YTL’ye yaklaştığında, Merkez Bankası döviz piyasasına doğrudan müdahalede bulunarak kurların daha fazla düşmesini engellemeye çalışmıştır. Müdahalenin nedeni olarak döviz piyasasındaki dalgalanmaların önlenmesinin amaçlandığı vurgulanmıştır. Halbuki, kurlar dalgalanmıyordu. Açıkça, kurlar düşüyordu. Dalgalanma iki taraflı olur. Halbuki, döviz piyasasındaki hareket son dönemde tek taraflıydı.
Aksini iddia etse de, çok doğal olarak Merkez Bankası’nın kurların düzeyi üzerinde bir fikri vardır. Müdahale ettiğine göre, kurların son günlerde geldiği düzeyi Merkez Bankası beğenmemiştir.
Farklı şekilde ifade edilse de, müdahalenin amacı, olmayan dalgalanmayı azaltmak değil, dolar kurunun 1.3 YTL’nin altına gelmesini önlemek olmuştur. Bu gerçeğin açıkça ifade edilmesi büyük bir olasılıkla piyasalar açısından çok daha verimli olacaktır. Beklentilerin doğru oluşturulması açısından çok daha faydalı olacaktır.
‘Dalgalı kur rejimi’ ilkesine uymadığından bu gerçeğin açıkça ifade edilmesinden kaçınılmaktadır. Ama, gerçek değişmemektedir.
DÜŞÜŞE DEVAM
Türkiye ekonomisinin düşen kurlarla mücadelesi ancak üretimde verimliliğin artırılması yoluyla olacaktır. Üretimde verimliliği artıramayanlar çok zorlanacaklardır. Kurların düşmesi aynı zamanda verimlilik artışının gerçekleşmesini de zorlayacaktır. Bu süreçten kaçış yoktur. Paramızın değer kaybedebileceği beklentilerini oluşturmaya çalışmak süreçten kaçış değil, ekonomik istikrardan fedakarlık etme anlamına gelir.
Paramızı çok sevmiyoruz. Paramızın değer kazandığı dönemlerde şikayetlerimiz artıyor. Değeri artan parayla nasıl yaşayabileceğimizin hesabını yapacağımıza, paramızın değerini düşürmeyi yeğliyoruz. Bu tavrımız, iktisadi açıdan, ekonomik istikrarın aslında bizler için öncelikli olmadığı izlenimini veriyoruz.
Kim ne derse desin, 2005 yılı 2004 yılından makro ekonomik göstergeler açısından iyi bir yıl olacaksa, YTL, dolar ve Euro’dan oluşan sepete göre reel bazda değer kazanmaya devam edecektir. Bunun aksini gerçekleştirmeye çalışmak 2005 yılında bizleri 2004 yılını arar duruma sokacaktır.
Bütün bunlar işimize gelmeyebilir. Ama, gerçek budur.
Yazının Devamını Oku 30 Ocak 2005
<B>DEVLETİN</B> mülkiyetindeki mallar <B>kamunun</B> <B>malıdır.</B> <B>Kamunun malları</B> halktan toplanan vergilerle edinilmiştir. Bu nedenle, kamunun malları dolaylı olarak halkın mallarıdır. Kamu malı (public goods), halk tarafından topluca kullanılıp bir bireyin kullanımının başka bireylerin aynı malların kullanımını etkilemediği mallardır. Örneğin, sokaklar, parklar kamu mallarıdır. Bir kamu malının mülkiyeti devlette de olabilir, özel bir şahısta ya da kurumda da olabilir.
Kamu hizmeti ne yasalarda ne de iktisat yazınında açıkça tanımlanmamış bir olgudur. Ama, çoğunlukla, kamu hizmeti halka verilen toplu hizmet olarak tanımlanıyor. Terimin başında belki de ‘kamu’ kelimesi olması dolayısıyla kamu hizmetinin kamu sektörü tarafından verildiği gibi yaygın bir izlenim de vardır. Tanım bu denli geniş olunca, tüm hizmetleri kamu hizmeti olarak tanımlamak mümkün olabiliyor.
DEVLETİN ÖNCELİĞİ
Bizim gibi ülkelerde ‘kamu’ sözcüğü kutsallaştırılmıştır. Dolayısıyla, kamunun malı da, kamu malı da, kamu hizmeti de kutsal sayılır. Söz konusu kutsallık yasalarımıza da yansımıştır. Örneğin, kamu bir çok konuda bireylerin önüne konmuştur. Kamu alacakları bireysel alacakların önüne konabilmektedir. Kamu şirketlerinin iflas etmeleri söz konusu olmamaktadır. Kamu mallarını haciz etmek mümkün değildir.
Kısacası, yasalarımız genellikle ‘devleti bireylere karşı koruma’ mantığı içinde hazırlanmıştır. Halbuki, modern demokrasilerde yasalar ‘bireyleri devlete (kamu gücüne) karşı koruma’ mantığı ile hazırlanır.
Ulaşılmak istenen hedeflerden biri ‘devleti bireylere karşı korumak’ olunca, kamunun olduğu her yerde, yasalardan, uygulamalardan ve alışkanlıklardan kaynaklanan rekabetin sakatlanması olgusu yaşanır. Devlet baskındır. Böyle bir ortamda, devletin olduğu hiçbir yerde ya da alanda rekabetten söz edilemez. Bazı yasalarda yer alan ‘devletin müdebbir bir tüccar gibi hareket etmesi’ ilkesi hiçbir zaman çalışmaz. Çünkü, devletin önceliği vardır. Devletin müdebbir bir tüccar olması gerekmez.
KAMU ÇIKARI
Halkın vergileriyle finanse edilen ‘devlet’ denilen bir hükmi şahsiyet bireylere karşı önceliği olduğunda, iktisadi açıdan, ‘devlet çıkarı’ ya da ‘kamu çıkarı’ denilen bir başka olgu ile karşı karşıya kalınır. İktisadi olarak ‘devlet çıkarı’ öyle bir şeydir ki, yasalarla ve uygulamada korunduğunda tüm halkın çıkarlarının korunduğu gibi bir izlenim verilir. Halbuki, bu doğru değildir.
Örneğin, buğdayın fiyatını dünya fiyatının iki katı tespit edip buğday ithalatına vergi koymak bir çıkar uğruna yapılan uygulamalardandır. Bu yolla buğday üreticilerinin çıkarları korunduğu açıktır. Ama, bu uygulamayla buğdayı tüketenlerin çıkarlarının korunduğu iddia edilemez.
Aynı şekilde, belediye sınırları içinde imar planlarını değiştirip özel mülkiyetin değerini dışsal bir biçimde değiştirmek de çoğu zaman ‘kamu çıkarı’ adına yapılır. Mülkiyetin değeri bazı durumlarda artar, bazı durumlarda azalır. Sonuç ne olursa olsun, bu şekilde özel mülkiyet üzerinde bir risk yaratılır. Riskin olduğu yerde rant vardır.
Bir toplumda devletin rolü iyi tanımlanmadığında (muğlak tanımlandığında), ne rekabet bilincinin gelişmesi mümkün olabilir ne de rekabet şartları tartışmasızca tesis edilebilir. Rekabet devletin izin verdiği ölçüde olur. İzinle gelen rekabet de rekabet denemez.
Yazının Devamını Oku 28 Ocak 2005
<B>BÜTÇE </B>açıklarının finansmanı için Hazine’nin yaptığı borçlanmalardan oluşan toplam borç stokunun yapısı değişiyor. 2001 yılı krizi sonucunda toplam borç stoku içinde Hazine’nin kamu kuruluşlarına vermek zorunda kaldığı iç borçlanma senetlerinin göreli önemi azalıyor.
İç borçlar 2004 yılında 194 katrilyon liradan 225 katrilyon liraya geldi. İç borçlardaki artış yüzde 15.5 oldu. Tüm yıl için milli gelir rakamlarını henüz bilmesek de, iç borçların milli gelir içindeki payının 2004 yılında çok fazla azalmadığını tahmin etmek çok zor değildir.
2003 yılında toplam iç borçların neredeyse yarısı piyasa ve kamu kuruluşları arasında paylaşılmışken, 2004 yılında Hazine’nin piyasaya olan toplam iç borçlarının payı yüzde 63’e yükseldi. Hazine giderek kamu kuruluşlarına olan borçlarını öderken, piyasa borçlanmalarıyla finansman sağlıyor. Dolayısıyla, iç borç stoku giderek faizlere daha duyarlı hale geliyor. Piyasaya olan iç borçlardaki artış 2004 yılında yüzde 38.6 oldu.
Nakit sağlanmadan ihraç edilen iç borçlanma senetlerinin payı yüzde 33’den yüzde 26’ya düştü. Yani, Hazine çeşitli nedenlerle üstlendiği borçları nakit olarak ödemeye 2004 yılında da devam etti.
Sabit faizli iç borçların toplam içindeki payı 2003 sonunda yüzde 35 iken geçen yıl sonunda yüzde 42’ye geldi. Bu olumlu bir gelişmedir. İç borçlar içinde döviz üzerinden ve dövize endeksli borçların payı ise aynı dönemde yüzde 23’ten yüzde 18’e geriledi. Döviz kuru riskinden kurtulabilmek için Hazine bu oranı hızla düşürmelidir.
DIŞ BORÇLAR
Hazine’nin dış borçları 2003 yılı sonunda 63 milyar dolar civarındayken, 2004 yılı sonunda 68 milyar doların biraz üzerine geldi. Artış dolar bazında yüzde 8 gibi görünse de, büyük bir olasılıkla, dış borçlardaki artışın tümü doların değerinin düşüşünden kaynaklanmıştır. Bir başka deyişle, Hazine 2004 yılında bütçe açıklarını iç borçlanmalarla finanse ederken, dış borçlarını yeni borçlanmalarla çevirmiştir. Net bazda dış borç kullanmamış görünmektedir. Dolayısıyla, dış borç stokunun milli gelir içindeki payı düşmektedir.
Dış borç stoku içinde en büyük pay yüzde 27 ile IMF’ye olan borçlarla, yüzde 43.4 ile tahvil piyasalarından alınan dış borçlardır. Önümüzdeki dönemde IMF’ye net dış borç ödeyicisi durumunda kalacağımızdan, dış borçlar içinde tahvil piyasası ve yabancı bankalardan sağlanan kredilerin payının artması beklenmelidir.
Dış borçlanma açısında da Hazine giderek piyasa dinamiklerine açık hale gelmektedir. Bu bağlamda, dış borçların döviz cinsi kompozisyonu ile faiz yapısı giderek daha fazla önem kazanmaktadır.
İç Borçlar (Katrilyon TL)
Miktar Pay (%)
2003 2004 2003 2004
Piyasa 101.8 141.1 52.4 62.9
Kamu sektörü 92.6 83.3 47.6 37.1
Toplam 194.4 224.5 100.0 100.0
Dış Borçlar (milyar USD)
Miktar Pay (%)
2003 2004 2003 2004
IMF 16.7 18.4 26.3 26.9
Hükümetler 6.9 6.5 10.9 9.5
Ticari Bankalar 6.1 6.0 9.6 8.8
Tahvil 26.8 29.7 42.3 43.4
Diğer 6.9 7.8 10.9 11.4
Toplam 63.4 68.4 100.0 100.0
Yazının Devamını Oku 27 Ocak 2005
<B>DÖVİZ </B>ve <B>TL</B> mevduatlarından oluşan toplam para arzı (repo dahil) 2004 yılında yüzde 22 arttı. Bu büyüklüğün yüzde 37’si hala döviz cinsinden tutuluyor. Döviz mevduatları TL bazında yüzde 10 arttı. Toplam mevduatların 42’si döviz mevduatlarından oluşuyor. Toplam mevduatların milli gelirimize oranı 2001 yılı sonundan bu yana düşüyor.
Banka dışı kesimlerin Hazine bonolarına olan ilgisi geçen yıl da devam etti. Yurt dışında yerleşiklerin tuttuğu devlet iç borçlanma senetlerindeki artış yüzde 150 oldu.
KREDİ VE MEVDUAT
Ekonomik büyümeye paralel olarak bankaların verdikleri krediler de arttı. Geçen yıl TL kredileri yüzde 90 artarken, döviz kredileri yüzde 7 arttı. Kredilerdeki en büyük artış bireysel kredilerde (tüketici kredileri ve kredi kartları) oldu.
Tüketici kredileri 2004 yılında yüzde 50 artarken, kredi kartlarına borçlar yüzde 110 arttı. Sorunsuz banka kredilerinin yüzde 33’ü bireysel kredilerden oluştu.
Bankaların raporlamalarına göre, yurt içi şubelerden açılıp sorunlu hale gelen krediler 2004 yılında azalma eğilimi gösterdi. Bankalarca karşılıklar ayrıldıktan sonra geriye kalan sorunlu kredi stoku 2003 yılı sonunda 1.5 katrilyon lira iken geçen yıl sonunda 840 trilyon liraya düştü. Toplam sorunlu kredilerin sorunsuz kredilere oranı aynı dönemde yüzde 17’den yüzde 7’ye geriledi.
Toplam sorunsuz TL kredilerinin yaklaşık yüzde 15’i bankalarımızın yurt dışı şubelerinden açılmaya devam ediyor. Geçen yıl bu alanda önemli bir değişiklik yaşanmadı.
Sorunlu hale gelmiş bireysel krediler toplamın yüzde 2.6’sı civarında. Bu oran 2001 yılı sonunda yüzde 6.9 idi. Sorunlu hale gelen bireysel kredilerde göreli bir azalma söz konusu. Sorun, tüketici kredilerinden çok kredi kartlarında yaşanıyor. Örneğin, sorunlu tüketici kredileri miktarı geçen yıl mutlak olarak aynı kalırken, sorunlu kredi kartı borçlarındaki artış yüzde 120 oldu.
Bankalarca toplanan mevduatın krediye dönüşmesi artıyor. 2003 yılı sonunda sorunsuz kredilerin toplam mevduata oranı yüzde 34 iken, geçen yıl sonunda yüzde 44 oldu. Mevduatların büyük bir bölümü bankaların bilançolarında hala kredi dışındaki varlıkları karşılıyor.
Kamu bankalarındaki mevduat artışı özel bankalara göre daha fazla. Ama, kamu bankalarında toplam mevduatların yüzde 74’ü TL mevduatlarıyken, bu oran özel bankalarda yüzde 45 civarında.
Mevduatların ortalama vadesi çok düşük. 2003 yılı sonunda 2.7 ay olan toplam mevduatların ortamla vadesi geçen yıl sonunda 2.8 ay olmuş. TL mevduatlarının ortalama vadesi 2.8 aydan 3 aya gelmiş.
DEVLET BORÇLANMALARI
Bankaların bilançolarındaki toplam devlet iç borçlanma senetleri geçen yıl yüzde 17 artarak 115 katrilyon liraya ulaştı.. TL cinsinden devlet iç borçlanma senetlerindeki artış yüzde 19 oldu.
Devletin iç borçlanma ihtiyacı banka bilançolarını şekillendiren en büyük etken olmaya devam ediyor. Devletin iç borçlarının milli gelire oranı 2002 sonunda yüzde 55 iken 2003 ve 2004 yılları sonunda yüzde 54 civarında sabitlenmiş görünüyor. Bankaların açtığı sorunsuz kredilerin milli gelire oranı da geçen yıl yüzde 19 ile ancak 2001 yılı düzeyine (yüzde 18 idi) geldi.
Bu rakamları zaman buldukça yorumlayacağım.
Yazının Devamını Oku 26 Ocak 2005
<B>BASINDA </B>bankaların vatandaşları soymaya başladığı yönünde haberler çıkmaya başladı. Gazetelerde ‘<B>Taksi 3 YTL, bankadan para havale etmek 25 YTL</B>’ türünden başlıklar atılıyor. Sahiplerince soyulan bankalar şimdi vatandaşı soymaya kalktığı yönünde bir izlenim veriliyor. Gerçek ise çok farklı. Düne kadar bankalarımız müşteri kapabilmek için neredeyse tüm bankacılık hizmetlerini çok ucuza ya da ücretsiz veriyordu. Hatta, elektronik fon transfer sistemi (EFT) yoluyla gönderilen havaleleri ücretsiz yaparak bankalar verdikleri hizmetin üstüne para veriyor durumuna düşüyorlardı. Çünkü, EFT sistemini kullanmak için bankalar bir masraf üstlenmek durumundadırlar.
YENİ DÖNEM
1980 öncesi mevduat müşterisi bulabilmek için apartman dairesi ve otomobil veren bankalarımız 1980 sonrası piyangoculuk işinden çıktılar. Devletin belirlediği faizden mevduat toplayıp yine devletin belirlediği faizlerden kredi verme dönemi kapandı. Bu, bankacılık sektörü için önemli bir aşamaydı.
1980 sonrası dönemde, serbest faiz ve serbest kur rejimi altında, bankalarımızın kendilerinden beklenen ‘müdebbir tüccar’ yaklaşımıyla idare edildiğini iddia edemeyiz. Gözetim ve denetimin zayıflığı bankalarımızın risk alma yaklaşımını çarpıttı ya da çarpılmasına izin verdi. Bu da bir aşamaydı. 2001 Krizi ile bu dönem de kapandı.
Şimdi, bankaların verdiği hizmetler ücretli olmak zorundadır. Bankacılık sektörü için bu da önemli bir aşama olacaktır.
2001 Krizi ile bankacılık sektörü belki de tarihinin en büyük darbesini almıştır. Alınan darbenin şiddeti elbette Türkiye’de bankacılık yapma alışkanlıkları ile yakından ilgiliydi. Ama, alınan darbenin nedenleri ne olursa olsun, bankalar bugün kar edebilme mücadelesi vermektedirler. Sermayelerini korumaya çalışmaktadırlar.
Faizler düşmekte ve faiz marjları hızla daralmaktadır. Yani, bankalar, mevduat toplayıp kredi vermekle eskisi kadar çok para kazanamamaktadırlar. Gelir getirici alanlara yatırıp getiri elde edebilecekleri serbest sermayeleri ya yoktur ya da çok azdır.
Banka sermayelerinin büyük bir bölümü hala nakit bazda gelir getirmeyen sabit kıymetlere ve iştiraklere bağlanmıştır. Adet olarak bankaların sayısı azalmakla beraber, bankacılık sektöründe istihdam da ciddi boyutlarda düşmüştür. Yine de, bankalarımız düşen gelirlerine paralel olarak masraflarını kısamamışlardır. Bilanço büyüklüğüne göre, bankalarımızın faiz dışı giderleri çok yüksektir.
Böyle bir ortamda, bankaların verdikleri hizmet karşılığında ücret almaları kadar doğal bir şey olamaz. Teknik deyimiyle, bankacılık sektörü faiz dışı gelirlerini artırmak zorundadır. Bu nedenle, havale ücretleri artmıştır. Bu nedenle, daha önce hiç bilinmeyen ‘hesap işletme bedeli’ adı altında mevduat sahiplerinden sabit bir ücret alınmaktadır. Önümüzdeki dönemde, daha buna benzer birçok yeni hizmet bedelleri icat edilecektir.
HESAP ZAMANI
Bankaların müşterileri elbette yeni durumdan şikayetçi olacaklardır. Ama, şikayetin bir faydası yoktur. İçinde yaşanan şartlarda, bankaların müşterileri aldıkları hizmetin maliyetini düşürmek için arayışa girmek zorundadırlar.
Tek bir hizmetin pahalı ya da ucuz olmasına bakmaksızın, bankaların müşterileri toplam alınan hizmetin maliyetini asgariye indirme çabası içinde olmalıdırlar. Bunu yaparken de, bankaların riskini iyi hesaba katmak zorundadırlar. Sağlam banka ve ucuz hizmet dengesini iyi hesaplamak gerekmektedir.
Artık, hesap yapma zamanı banka müşterileri için de başlamıştır.
Yazının Devamını Oku 25 Ocak 2005
<B>1980</B>’li yılların başında <B>Dünya Bankası</B>’nın en büyük müşterilerinden biri Türkiye idi. O dönemde gerçekleştirilen birçok yapısal reform Dünya Bankası’nın ‘program kredileri’ ve ‘sektör uyum kredileri’ ile desteklenmişti. O dönemde, neredeyse bugün IMF’ye olan borcumuz kadar Dünya Bankası’na borçluyduk.
1980’li yılların sonuna doğru ilişkiler soğudu. Hükümet ekonomik istikrarsızlığa son verecek adımları atmakta isteksiz davrandı. Dünya Bankası da IMF ile bir programda anlaşmadan Türkiye ekonomisini desteklemek istemedi. Sonuçta, Dünya Bankası’ndan net olarak para alan değil, ödeme yapan bir ülke durumuna düştük.
Aradan geçen süre içinde IMF ile çeşitli istikrar programları yaptık. Ama, Dünya Bankası ile ilişkiler bir türlü eski sıcak havasına kavuşamadı. Özellikle 2001 yılından sonra ekonomide birçok önemli adımlar atıldı. Doğru dürüst hiçbiri Dünya Bankası’ndan parasal destek görmedi. Halbuki, Dünya Bankası destek vermeye hazır görünüyordu.
Son dönemde, IMF’yi zorunlu olarak çok ciddiye aldık. Halbuki, IMF’den aldığımız kadar para alabileceğimiz Dünya Bankası’nı boş verdik. Dünya Bankası, IMF’ye göre çok daha uzun vadeli borç veren bir kurumdur. Çeşitli konularda bize teknik danışmanlık yapabilecek kapasiteleri vardır. Dünya Bankası’nı dışlamak hatadır.
REFORMLARA DESTEK
Türkiye çok ciddi ve acı verici yapısal reformları yürürlüğe koyma aşamasına gelmiştir. Reformların bir bölümü ekonomik istikrarı kalıcı yapacak niteliktedirler. Bir kısım reformlar da Avrupa Birliği’ne uyum kapsamında gündeme gelecektir.
Her iki çeşit reform sürecinde Dünya Bankası’nın desteğini sağlamamız birkaç açıdan önemlidir. Reformların kısa dönemli olumsuz etkilerini hafifletecek parasal destek sağlanabilecektir. Dünya Bankası’ndan teknik destek alarak reformların oluşturulması ve uygulanması daha sağlam temellere oturtulabilecektir. Önümüzdeki yıllarda IMF’ye ödeyeceğimiz paralar için çok daha uzun vadeli finansman bulunabilecektir.
Gündemdeki yapısal reformlar geçiş dönemi isteyen konulardır. Örneğin, tarım ve sosyal güvenlik reformları bir hamlede çözülebilecek sorunlar değildir. Geçiş dönemlerinin iktisadi ve sosyal maliyetlerinin olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla, reformlardaki geçiş döneminin bir takım zorlukları Dünya Bankası’nın mali desteği ile hafifletilebilir.
IMF ISRARLI
1999 yılı sonundan Bu yana IMF ile üzerinde uzlaşılan standby düzenlemelerinde yapısal reformlar vurgulandı. Bazılarını uyguladık. Bazılarını savsakladık. Makro ekonomik veriler olumlu geldikçe, IMF de yapısal reformlar konusunda çok fazla ısrarcı olmadı. İlk kez, bu yıl yapılacak yeni standby düzenlemesinde IMF yapısal reformlar konusunda eskisine göre çok daha ısrarcı bir tavır alıyor.
IMF ısrar etmeyince, biz de Dünya Bankası ile ciddi bir ilişki içine girmeyi lüzumlu görmedik. Dünya Bankası’nı ciddiye almamızın arkasında biraz da bu neden yatıyordu. Ama, şimdi farklı bir konuma geldik. Geldiğimiz konumda, Dünya Bankası ile sıkı ilişkiler içine girmemiz bizim çıkarımıza olacaktır.
Yazının Devamını Oku