11 Şubat 2005
<B>KONUT </B>kredilerinin başlayacağı lafı herkesin iştahını kabarttı. Konu, hükümetin ekonomik gündeminde ön sıralara oturdu. Acilen bir yasa tasarısı hazırlandı. Şimdi, <B>ekonominin ilgili kesimleri yasanın kendi çıkarlarına hizmet etmesi için çalışıyor</B>. Siyasetçiler vatandaşların bu yolla uzun vadeli ucuz kredi alıp ev sahibi olacağını düşünüyor. Enflasyonun düştüğüne inanmakta zorluk çeken halkın konut kredileri yoluyla rahatlayacağı ve enflasyondaki düşüşün nimetlerinden yararlanacağı düşünülüyor.
Vatandaşlar uzun vadeli kredi alıp kira öder gibi kredi taksitlerini ödeyerek ev sahibi olacağını düşünüyor. Bankalar konut teminatı karşılığında teşvikli krediler verip kar edeceklerinin hesabını yapıyor. Bu piyasaya yurt dışından milyarlarca dolarlık fonların geleceğinin hesapları yapılıyor.
Konut kredilerinde bankalar her türlü vergi teşvikinin getirilmesini istiyor. Hatta, vade uyumsuzluğu açısından en riskli kredilerden biri olduğu halde, bankalar konut kredileri için tahsis edilmesi gereken sermaye oranının sıfır ya da çok küçük olmasını istiyor.
Konut inşaatı yapanlar bitmemiş konutlara da kredi verilebilmesini istiyor. Bu şekilde, 2001 krizinden beri başını kaldıramayan inşaat sektöründe işlerin açılacağı hesabı yapılıyor.
Siyasetçiler ve vatandaşlar konut kredilerinde aylık ödemenin mümkün olduğu kadar küçük olmasını arzu ediyorlar. Kısacası, herkes konut kredilerinden bir şeyler umuyor. Galiba, her derde deva ‘asprin’ gibi bir ilaç bulundu.
ŞARTLAR
Enflasyonun yüzde 10, reel faizlerin yüzde 10’un üzerinde olduğu bir ortamda, konut kredilerinin aylık ödemeleri oldukça fazladır. Kağıt kalemle hesap yapıldığında, bugünkü şartlarda dar gelirli vatandaşların konut kredisi alabilme olanağının fazla olmadığı anlaşılacaktır.
Bütün bu keşmekeş arasında konut kredilerinin tanımının dahi yapılması unutuluyor. Bir konutu ipotek ederek alınan uzun vadeli kredinin konut kredisi olduğu sanılıyor. Türkiye’deki bankalar şimdiye kadar konutları ipotek ederek milyarlarca YTL’lik işletme ve yatırım kredileri vermişlerdir. Şimdi bu kredilerin tümü konut kredileri mi olacak? Şimdi bankalarca pazarlanan konut kredileri gerçekten bu tanıma girecek mi?
Konut kredisi karşılığında ipotek edilecek konut, alım satıma konu olan konut olmalıdır. Banka parayı kredi alan konut alıcısına değil, doğrudan konutun satıcısına vermelidir. Yani, konutun değeri yalnızca ekspertiz raporuna göre belirlenmemeli, alıcı ile satıcı arasında belirlenen değer (piyasa değeri) de banka tarafından bilinmelidir. Kredi ile alınan konutun değeri ile emlak vergisine konu değeri arasında fark olmamalıdır. Bu çeşit farklar gelecekte hukuki açıdan ya alıcıya ya da bankaya zarar olarak geri dönebilecektir.
Konut kredisi yoluyla alınan bir konut, bitmişse, iskan iznine sahip olmalı, bitmemişse, inşaat iznine sahip olup kurallar doğrultusunda inşa edildiği garanti altına alınmalıdır. İnşaatı yapanın riskinin nasıl ele alınacağını bankalar bilir.
Konut kredileri YTL cinsinden olmalıdır. Ne bankaların ne de konut kredileri alanların kur riski almalarına izin verilmemelidir. Verildiği taktirde, bu kredilerin bir gün devlet tarafından yüklenilebileceği gerçeği kabul edilmelidir. Eğer YTL’nin değeri konut kredileri için yeterli değilse, konut kredilerinin başlaması için gerekli ortam henüz hazır değil demektir.
UZAKTAYIZ
Konut kredilerini toptancı piyasasında satın alacak kuruluşa, devlet ortaklığı olsa dahi, borçlanmaları için Hazine garantisi verilmemelidir. Aslında, devlet konut kredilerinin hiçbir aşamasında kredi kullananlarla finans piyasası arasında hiçbir rol almamalıdır. Çünkü, devletin girdiği yerde fatura hep devlete ve sonuçta vergi verenlere çıkmaktadır. Emlak Bankası’nı böyle batırmadık mı?
Bütün bunlar yapıldığında, konut kredilerinin taraflar için fazla bir çekiciliği kalmamaktadır. Türkiye’de bir gün konut kredileri mutlaka yaygınlaşacaktır. Ama, şimdilik o günlerden oldukça uzaktayız.
Yazının Devamını Oku 10 Şubat 2005
<B>EKONOMİ</B> yazınında, uygulanacak ekonomi politikaları konusunda iki uçtan söz edilebilir. Ekonomi politikalarının kullanımını bir uç tamamen pasif, diğer uç ise aktif olmasını ve devletin müdahaleci olmasını savunur. Klasik ya da parasal (monetarist) iktisatçılar denen bir grup iktisatçı devletin denk bütçe yapması gerektiğini, para arzı genişlemesinin de enflasyon yaratmayacak bir biçimde yıldan yıla sabit tutulmasını önerirler.
Bu grup iktisatçı gözüyle, ekonomide gözlenen dalgalanmaların para ya da maliye politikaları yoluyla önlenebilmesi mümkün değildir. Böyle bir tavır akıntıya karşı kürek çekmektir. Aksine, yıldan yıla değişen para ve maliye politikalarıyla ‘kaş yaparken göz çıkarılması’ söz konusu olacaktır.
1930’larda yaşanan Büyük Buhran sonucunda popüler olan diğer bir yaklaşıma göre ise, para ve maliye politikaları ekonomik dalgalanmaları hafifletebilir. Kısa dönemde, işsizlik, büyüme gibi sorunlara aktif olarak uygulanacak maliye ve para politikalarıyla çözüm bulunabilir. Keynesyen yaklaşım olarak bilinen bu görüşe göre, devlet, yeri geldiğinde bütçe açıkları vermelidir. Uygun görüldüğünde, para politikası ekonomiyi genişletici, faizleri düşürücü yönde kullanılabilmelidir.
TÜRKİYE UYGULAMASI
İki uçtaki görüşlerin de haklı olduğu yerler vardır. Uygulamada, bunca yıllık deneyimler göz önüne alındığında bazı ilkeleri sıralamak mümkündür: Devletin piyasalara çok müdahaleci olmaması gerekmektedir. Bütçe açıklarının finanse edilemez boyutlara getirilmemesi gerekir. Para politikasının enflasyon yaratacak şekilde, maliye politikasının bir uzantısı olmaması gerektiği açıktır. Devlet, ekonomi politikaları yoluyla ekonomiyi yönlendirmekten çok, ekonomik birimlerin sağlıklı kararlar almasına yol açacak ‘iktisadi çevre’ oluşturmaya yoğunlaşmalıdır.
Uygulandığı biçimiyle Türkiye’de makro ekonomi politikalarından çok farklı şeyler anlaşılmaktadır. Her şeyden önce, Türkiye’de maliye ve para politikaları gibi politikalarla uzun yıllar makro değil, mikro hedefler gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Yatırım teşviki politikaları, vergi iadeleri ve Merkez Bankası yoluyla uzun vadeli yatırım kredilerinin verilmesi bu bakış açısından kaynaklanmıştır. İktisadi sorunların üzerine ‘para serpmek’ bir politika olarak düşünülmüş ve uygulanmıştır.
Çağdaş anlamda makro ekonomi politikaları uygulama kültürümüzün olmadığını iddia etmek çok yanlış olmayacaktır. Parasal çözümler her zaman diğer bütün çözümlere tercih edilmiştir. Gereğinde, vergi artırmak, harcama kısmak, faizleri artırmak hiçbir zaman bir çözüm gibi düşünülmemiş, para basmakla çözüme ulaşılabileceği düşünülmüştür. Bu yönde siyasi baskılar hala söz konusu olabilmektedir.
KÜLTÜR DEĞİŞİMİ
Cari işlemler açığının düşürülmesi konusunda döviz kurları yoluyla soruna çözüm bulmaya çalışmak da bu kültürümüzün bir parçasıdır. Bugünkü şartlarda, iç talep genişlemesini göz ardı ederek döviz kurlarının yükselmesi yoluyla ithalat talebinin düşürülebileceğini savunmak sorunu para basarak çözmeye çalışmaktan başka bir şey değildir. Halbuki, ‘dalgalı kur rejimi’ artık para basmamak için uygulamaya konmadı mı?
Para basarak bugüne kadar hangi sorunumuzu çözdük? Hiçbirini. Aksine, ekonomik sorunlarımızı para basarak daha da ağırlaştırdık. Geçmiş deneyimlerden ders alıp makro ekonomik politikaları IMF’nin bastırmasına fırsat vermeden gereği gibi kullanmayı öğrenmemiz gerekiyor. Bunu başarabildiğimizde, kalıcı bir ekonomik istikrara kavuşmamız kolaylaşacaktır.
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2005
<B>CARİ </B>işlemler açığının 2004 yılı sonunda <B>15 milyar doların</B> üzerinde gerçekleşmesi bir yıl önce tartışmamız gereken konuların şimdi tartışılmasına neden oldu. Geleneksel olarak, sıkıştığımızda, sorunlarımıza parasal çözümler arıyoruz. Çünkü, parasal çözümler kolay göründüğü için kültürümüzün bir parçası haine gelmiş. Reel çözümler ise sıkıntı verici oluyor.
Bir şekilde döviz kurları artsa, ithalat talebinin düşeceğini ve dolayısıyla cari işlemler açığının azalacağını hesaplıyoruz. Bu şekilde, ekonomik büyümeden feragat etmeden sorunun çözüleceğini sanıyoruz. Yanılgı da burada başlıyor.
PARASAL ÇÖZÜMLER
Önce parasal çözümün ne olduğu üzerinde duralım. Bir şekilde, kurların artması isteniyor. Bunun nasıl olacağını pek bilmiyoruz. Bildiğimiz, kurların artmamasına ya da düşmesine neden olan etkenlerin ortadan kaldırılmasının gerektiğidir.
Birileri piyasaya döviz arz ediyor. Piyasaya döviz arz edenler bankalarsa, bankaların ceplerinde daha fazla döviz tutmaları sağlanırsa, ellerindeki dövizleir satmaları önlenebilirse, sorun çözümlenebilir. O halde, BDDK bu konuda bir şeyler yapabilir.
Piyasaya döviz arz edenler yabancı mali yatırımcılarsa, yurt dışından gelen para akımları vergilendirilebilir. Vergi yoluyla Türkiye’ye yatırım yapmanın getirisi düşürülebilir. Bu yolla ‘sıcak para’ daha az gelebilir. O halde, Maliye Bakanlığı bu konuda bir şeyler yapmalıdır.
Bütün bunlar yetmiyorsa, piyasaya arz edilen dövizlerin bir kısmını Merkez Bankası satın alarak döviz kurlarını artırabilir, hiç değilse döviz kurlarının düşmesini engelleyebilir. Kısacası, parasal çözüm kapsamında, döviz kurlarını idare etmek için Maliye Bakanlığı’na, BDDK’ya ve Merkez Bankası’na iş düşüyor.
Ekonomide, bir fiyatı beğenmemek, beğenilmeyen fiyatın oluşturduğu dengeyi beğenmemek anlamına gelir. Ekonominin bu denli büyümesinin ve enflasyonun be denli hızlı düşmesinin arkasında döviz kurlarındaki eğilimlerin hiçbir etkisi yok mu?
Parasal çözümler devamlı açlık çekip fazlaca kilo alan çocuğa mama vermemeye benzemektedir. Sorunun çözümü mama vermeyi kesmek değil, çocuğun kendini devamlı aç hissetmesini durdurmaktır.
Bundan iki yıl evvel karşılaşmamız gereken kısa vadedeki ‘büyüme-enflasyon’ seçimini bugün çok güçlü bir biçimde hissetmekteyiz. Büyümeden fedakarlık etmemek için ortaya konan çözümler enflasyon düşüşünü tehdit edecek unsurlar içermektedirler. Bu kurlarla yaşayamamak bu enflasyonla yaşayamamak anlamına gelmektedir. Yani, çözümmüş gibi görünen parasal önlemler aslında çözüm değil, yeni sorunlar yaratıp şimdiki sorunlarımızı derinleşmesine katkı yapacak niteliktedirler.
ALTERNATİF ÇÖZÜM
Alternatif çözüm iç talebin kısılmasıdır. Döviz kurlarını fırlatırsak iç talep elbette kısılacaktır. Ama, arzulanan herhalde bu değildir.
Doğrudan ekonomik büyümenin yavaşlatılması dış ticaret açığının azalmasına ve Türkiye ekonomisinin yurt dışından borçlanma ihtiyacının azalmasına neden olacaktır. Bu yolla cari işlemler açığı bir tehdit olmaktan çıkabilecektir.
Ama, ekonomik büyüme düşse dahi, Türkiye’ye döviz girişi devam edebilecektir. Çünkü, yurt dışındaki mali yatırımcılar, Türkiye borç istesin ya da istemesin, Türkiye’nin mali sistemine yatırım yapmak istemektedirler.
Böyle bir ortamı yarattığımızda, parasal çözümler işe yarayabilecektir. O taktirde, faiz düşüşleri ‘sıcak para’ girişlerini caydırıcı bir rol oynayacaktır. Aksi taktirde, bu aşamada faiz düşüşleri sorunu daha da içinden çıkılmaz bir hale getirebilecektir.
Yazının Devamını Oku 8 Şubat 2005
<B>DIŞ ticaret </B>açığı yalnızca ihracatın artırılmasıyla azaltılacak bir olgu değildir. İhracat artarken, <B>ithalatın artışını önlenebildiği sürece dış ticaret açığı azalacaktır</B>. Kaldı ki, ihracatı döviz kurlarının bu gidişiyle nasıl artırılabileceği de önemli bir bilinmeyendir. Bugün ihracat yapan sektörlerde Avrupa’nın itiraz ettiği uygulamalar bir avantaj gibi görünmektedir. Yarın, Avrupa Birliği üyeliğine yaklaştığımızda, Avrupa avantaj gibi görünen uygulamalara itiraz etmeyecek mi? Dolayısıyla, dış ticaret açığı sorununa ihracattan bir çözüm beklemek çok doğru değildir.
Bu parametreler içinde düşünüldüğünde, çoğu kişi kurların patlaması gerektiğini düşünüyor. Yani, gidişatın kriz yaratabileceği konuşuluyor. Halbuki, çözüm, döviz kurlarını patlatmak değil, ithalat artışını durdurmak, hatta ithalatı azaltmaktır.
İthalatın azaltılması artık bizlerin alışık olduğu yöntemlerle yapılmıyor. İthalatta fon artırmak, ithalat teminatı altında ithalatçılara bankalara mevduat yaptırmak ya da gümrük vergilerini artırmak gibi geleneksel çözümler artık çözüm değil. Çözüm, iç talepteki büyümenin durdurulmasından geçiyor. Yani, ekonomik büyümeyi azaltmak gerekiyor.
REEL ÇÖZÜM
İç talebi yaratan iki kesim vardır: özel sektör ve kamu kesimi. İç talep büyümesinin önüne geçmek için bu kesimler tüketimlerini kesip (tasarruflarını artırıp) yatırımlarını kısmak zorundadırlar. Bugün gelinen noktada, kamu kesimi tasarruflarını artırıp yatırımlarını kısmıştır. Ama, özel kesim tasarruflarını azaltıp yatırımlarını artırmıştır. Kamu kesiminin iç talep büyümesini engelleme yönünde yaptıkları özel kesimdeki tüketim ve yatırım patlamasının etkisini yok edememiştir. Sonuçta, toplam iç talep de patlamıştır.
Son yıllarda kamu sektörü faiz dışı fazlaya odaklandı. Faiz dışı fazlanın önemi borç dinamiğini değiştirmekten geliyor. İç talep açısından bakıldığında, kamu kesiminden bir katkı bekleniyorsa, kamudaki faiz dışı fazlanın daha da artırılması (toplam açığın daha da düşürülmesi) gerekiyor.
Özel sektör tüketimi ve yatırımlarının kısılması faizlerin artmasından geçiyor. Faizlerin artması bir çözüm mü? Faizler arttığında, devlet borçlarının yeniden döndürülüp döndürülemeyeceği gündeme gelecek. Faizler ne kadar artarsa, bu çeşit kaygılar o kadar çoğalacak. Birkaç puanlık faiz artışı bir panik yaratmasa da, on puanlık bir faiz artışı herkesin kaşlarını çatmasına neden olacak. Panik yaratmayacak bir faiz artışı ise döviz kurlarını daha da düşürebilecek. Piyasanın çok istediği faiz düşüşü ise dış açık sorununda ‘yangına körükle girmek’ gibi bir durum yaratacaktır.
Bu şartlarda, iç talebin yönetimi açısından kamu kesimi üzerindeki yük artmaktadır. Bu yükü kamu kesimi taşıyamazsa, ekonomik büyüme ve dış borçlanma ihtiyacı kurların daha da fazla düşmesini gerektirebilecektir. Yani, görünüşte kısır bir döngünün içine girmekteyiz.
PARASAL ÇÖZÜM
Görünüşteki kısır döngüden çıkışın yolu kısa dönemde kamu sektörü yoluyla toplam iç talep genişlemesini kontrol altına almak gibi görünmektedir. Aksi taktirde, ekonomiyi iç ve dış şoklara çok duyarlı yapıp herkesin şüphelendiği çözümü geçerli hale getireceğiz.
Dış ticaret açığı kurlar nedeniyle artmıyor. Büyüme nedeniyle kurların düşmesi gündeme geliyor. Çünkü, ekonomik büyümenin gerektirdiği dış ticaret açığını finanse edecek yabancı mali kaynak girişi kurlardaki gelişmeyi gerçekleştiriyor. Çözümü döviz kurlarındaki eğilimleri doğrudan değiştirmede görmek diğer tüm ekonomik hedeflerden vazgeçmektir.
Kısacası, çözüm parasal değildir. Germek çözümleri görmezden gelmek parasal çözümleri daha da komik hale getirmektedir. Devamı var.
Yazının Devamını Oku 7 Şubat 2005
<B>ÜRETİCİ </B>ve <B>tüketici</B> fiyat endeksleri yeniden oluşturuldu. Endekslerin hem <B>kapsamı</B>, hem endeks içine giren <B>mal ve hizmetlerin ağırlıkları</B>, hem de endekslerin <B>baz yılı</B> değiştirildi. Fiyat hareketlerinin endeks bazında ayrıntıları verilmeye başlandı. Bu denli kapsamlı bir değişikliği kısa sürede hazmetmek kolay değil.
Fiyat verilerini hazmetmeyi zorlaştıran bir diğer etken Devlet İstatistik Enstitüsü’nün (DİE) yeni endekslerin 2003 ve 2004 yıllarındaki değerlerini vermemiş olmasıdır. Basında çıkan 2004 yılına yönelik endeksler ve yüzde artışlar eski endekslerdir. Yenileriyle karşılaştırma olanağı yoktur.
Sanki hayat 2005 yılının ocak ayında başlamış gibi, yeni endeksin yalnızca 2005 yılı ocak ayı değerini biliyoruz. Bir de, 2003 yılının tümünde yeni endeksin aldığı ortalama değerin 100 olduğunu biliyoruz. Bir yıllık artışlarla yıllık ortalama artışların hangi endeksle nasıl hesaplandığı dahi açık değildir.
GÜVENİLİRLİK
Bildiklerimizle ancak şunları söyleyebiliyoruz: 2005 yılı ocak ayı ortalama tüketici fiyatları 2003 yılı ortalama fiyat düzeyinin yüzde 14.5 üzerinde gerçekleşmiştir. Aynı şekilde, 2005 yılı ocak ayı üretici fiyatları 2003 yılı ortalama fiyat düzeyinin yüzde 18.6 üzerinde gerçekleşmiştir. Bunların dışında, aynı bazda, fiyat gelişmeleri konusunda başka hiçbir şey bilmiyoruz.
Endeks sayıları verilirken, 2004 yılı için eski endeks sayıları kullanılıyor. Halbuki, yeni endeks bazında DİE’nin 2003 ve 2004 yıllarındaki fiyat endekslerini mutlaka hesapladı. Aksi taktirde, 2005 yılı ocak ayı fiyat endekslerini bulması olanaksız olurdu. O halde, bu rakamlar neden yayınlanmadı?
İki olasılık var. Tamamen düşüncesizlikten kaynaklanarak eski yılların yeni endeks bazında fiyat endekslerinin yayınlanması atlandı. Yayınlanması önemli bulunmadı. Boşuna Aylık Fiyat İstatistikleri Bülteni’nin rakamlarla şişirileceği düşünüldü.
İkinci olasılık çok daha vahimdir. Aylık bazda yeni ve eski fiyat istatistikleri 2003 ve 2004 yıllarında açıklanması kolay olmayan farklı bir seyir izliyor olabilirler. Bu konuda DİE yeni yayınladığı fiyat istatistikleri konusunda bir tartışma yaratmaktansa, eski yılların yeni endeks bazında fiyat istatistiklerini yayınlamamış olabilir. Bu olasılık çok daha vahimdir, çünkü tartışmadan kaçarken çok daha önemli bir tartışma başlatma olasılığı yaratılmıştır. O da, fiyat istatistiklerinin kamuoyu önündeki itibarı ve inandırıcılığıdır. Durumun böyle olduğunu düşünmek bile istemiyorum.
Kamuoyunun büyük bir bölümü zaten ‘enflasyon’ (fiyat düzeyinin yükselmesi) ile ‘fiyat düzeyi’ kavramlarını karıştırmaktadır. Enflasyon düşüyor dedikçe, ‘ ne düşmesi, yalan! Domatesin, patatesin fiyatlarını görmüyor musun?’ diyerek fiyat düzeyinin yüksekliğinden şikayet ediyor. Kamuoyu fiyat istatistiklerinin güvenilirliğini sorguluyor. Hatta, fiyat istatistiklerinin doğruyu yansıtıp yansıtmadığını tartışan belli bir uzman kesim dahi var.
ZAMAN VAR
Böyle bir ortamda, fiyat istatistiklerinin itibarını sorgulatabilecek davranışlardan kaçınmak çok daha önemli olmaktadır. Zaman henüz erkendir. DİE’nin zaman kaybetmeden 2003 ve 2004 yıllarına ait yeni endeksleri aylık bazda açıklamasında çok büyük faydalar vardır.
Bu şekilde, kamuoyunda gereksiz bir tartışma başlatılmayacaktır. Akademisyenlerin ve sayıları giderek artan ekonomiyi analiz edenlerin işleri kolaylaştırılacaktır.
İki farklı endeks elbette belli farklılıklar göstereceklerdir. Bırakın, kamuoyu bu farklılıkları tartışsın. Ama, kamuoyunun DİE’nin yayınladığı verilerin doğru olup olmadıklarını tartışması çok daha tehlikelidir.
Yazının Devamını Oku 6 Şubat 2005
<B>REKABET </B>yalnızca ürettikleri mal ve hizmetleri satmaya çalışanlar arasında olmuyor. <B>Emeklerini satarak geçimini temin edenler arasında da kıyasıya bir rekabet yaşanmaktadır</B>. Çalışanlar, çalıştıkları işte kalabilmek için, iş arayanlar da diğer iş arayanların önüne geçmek ya da çalışanların işlerini kapmak için kıyasıya rekabet etmek durumundadırlar.
Bu alanda da rekabeti engelleyen bir çok etken vardır. Örneğin, işe alınmalarda ayırımcılık ve kayırıma rekabeti bozan en önemli etkenlerdendir. Emek piyasasında yasal yollarla giriş ve çıkışın kısıtlanması da rekabeti bozmaktadır.
YATIRIMLAR
Türkiye ekonomisi yüksek enflasyon döneminden çıkıp düşük enflasyon düzeyine alışmaya çalışırken gözlenen en önemli değişikliklerden biri emek piyasasının eskiye göre çok daha rekabetçi olmaya başlamasıdır. Yaratılan milli gelire oranla ekonomide istihdam olanakları azalmıştır. Buna karşılık istihdam maliyetleri artmıştır. Emek piyasasında rekabetin artması, rekabetin önünü açan uygulamalardan değil, çalışmak isteyenin çok, istihdam olanaklarının az olmasından kaynaklanmaktadır.
İşverenler yeni bir kişiyi istihdam ederken artık iki kez düşünmektedir. Mevcut işgücü ile üretimin artırılmasının yolları aranmaktadır. Emeğin üretkenliğinin azamiye çıkarılması hedeflenmektedir. Bu şekilde, parasal olarak reel ücretler hiç artmazken ya da çok az artarken, üretilen birim mal ya da hizmet başına ücretlerin düşürülmesi maliyet kontrolünün önemli bir parametresi haline gelmiştir.
Ekonomide artan yatırımların çok büyük bir bölümü bir taraftan kapasitelerin artırılmasına yönelikken, diğer taraftan emeğin üretkenliğini artırmaya yönelik olmaktadır. Özel sektör yatırımları son yıllarda bu amaçlara yönelik olarak hızlanarak artmaktadır.
Örneğin, 2003 yılının son çeyreğinde yıllık bazda yüzde 20 artan özel sektör yatırımları 2004 yılının üçüncü çeyreğinde yüzde 49’a ulaşmıştır. Aynı dönemde makine ve teçhizat yatırımlarındaki artış yüzde 46’dan yüzde 76’ya fırlamıştır. Buna karşılık, yatırımlar içindeki bina inşaatları düşmekte ya da hiç artmamaktadır.
‘Patladı’ diye nitelendirilen toplam ithalatın içinde yatırım malları ithalatının payı yüzde 12’ye kadar düşmüşken geçen yıl sonunda yüzde 18’e yaklaşmıştır. Yatırım malları ithalatı 2003 yılında yüzde 30’un, geçen yıl da yüzde 50’nin üzerinde artmıştır.
İşverenlerin emekten tasarruf etme çabasının arkasında ücretler üzerindeki vergi ve benzeri yüklerin yüksekliği ve işten çıkarmanın zorlaşmasının önemli etkileri vardır. Bu çeşit piyasalarda, çıkış zorlaştırıldığında girişin de tıkanması söz konusu olmaktadır. Bütün bunların sonucunda, emek kayıt dışına kaymaktadır. Ama, gerek kayıt dışında gerekse de kayıt içinde emek piyasasındaki rekabet giderek artmaktadır.
MESAJLAR
Bu eğilimlerden emek piyasasında olanlar açısından çıkarılacak önemli mesajlar vardır. Çalışanlar yaptıkları işi çok daha iyi yapmak zorundadırlar. Çünkü, aynı işi daha iyi yapabileceklerden gelen tehdit artmıştır. Emek piyasasına yeni girenler eskiye göre üretkenlikleri konusunda daha iyi sinyaller göndermek zorundadırlar. Okulda daha başarılı olmak zorundadırlar. Eski çalıştıkları işlerden daha iyi referanslar almak durumundadırlar. Çünkü, işverenlerin seçim yaptığı havuz giderek kaliteli emekle büyümektedir. Ayakta kalmak için koşmanın önemi giderek artmaktadır.
Bütün bu şartlarda, ayırımcılık ve kayırma da giderek azalmaktadır. Çünkü, üretim maliyetinin kontrolü ayırımcılık ve kayırma ile ahbapları memnun etmenin önüne geçmiştir. Yani, emek piyasasında artan rekabet, rekabeti önleyebilen dışsal etkenleri de artık ortadan kaldırmaya başlayacaktır.
Yazının Devamını Oku 4 Şubat 2005
<B>SİYASİ</B> kaygılarla iktisadi gerçekler çoğu zaman uyum içinde değillerdir. Siyasetçi faizlerin düşük, ekonomik büyümenin yüksek, işsizliğin az, fiyatların istikrarlı, bütçe dengesinin önemli olmadığı bir ortam hayal ederler. İktisadi açıdan ise, özellikle kısa dönemde, bütün bunları bir araya toplamak bir şanstır.
Dünkü yazımda da vurguladığım gibi, faizlerin yüksekliği bir sonuçtur. İktisadi gidişteki bir bozukluğun sonucudur. Bir fiyatın yüksekliğidir. Beklentileri içerir. Geçmişteki yanlışları yansıtır. Geçmişte işlenen ve gelecekte işlenmesi olası günahların faturasıdır.
HER YERDE AYNI
Siyasetçiler çoğu zaman faizler konusundaki bu gerçekleri kabullenemezler. Faizlerin yüksekliğinden şikayet ederler. Yüksek faizlerin sorumlusu olarak da çoğu zaman merkez bankaları gösterilir. Yalnız Türkiye’de değil, dünyanın her yerinde durum aynıdır.
Örneğin, geçenlerde Macaristan Merkez Bankası’nın İdare Meclisi’nin üye sayısı 7’den 11’e artırıldı. Amaç, İdare Meclisi’ne hükümet yanlısı yeni üyeler atamaktı. Yeni üyeler sayesinde faizlerin indirilmesine direnen Macaristan Merkez Bankası’nın bu direncinin kırılması hedeflendi. Yetki zorla verilince, siyasiler bu durumu bir türlü içlerine sindiremiyorlar.
Türkiye’de de işbaşına gelen her hükümet kendinin başarılı olduğu inancındadır. Başarılı olduklarına göre, faizlerin düşmesi gerekmektedir. Faizler düşmediğinde, bir sorumlu aranır. Çok zorlanılmaz. Merkez Bankası üzerine baskı yapılır.
Halbuki, hükümetlerin başarılı olup olmadığına karar verecek merci Merkez Bankası değil, piyasalardır. Merkez Bankası ancak piyasaların beklentilerini kendi kararlarına yansıtabilir.
Amerika’da, dış gelişmelerin de etkileriyle, FED faizleri yüzde 1’e kadar inmişti. Faizlerdeki iniş Clinton İdaresi’nin maliye politikalarında gösterdiği disiplinin bir ödüllendirilmesiydi. Reagan-Bush döneminin korkunç bütçe açıklarından bütçe fazlasına doğru gitmenin getirisi düşük faizler oldu. Şimdi, Amerika’da bütçe açıklarının yeniden artışa geçmesinin faturası da yükselen faizler olmaktadır. Son altı ayda altı kez faizleri artırdılar.
TÜRKİYE
Türkiye’de de faizler mali disiplinin bir ölçüde sağlanması sayesinde ve enflasyondaki düşüşe paralel olarak düştü. Ama, reel faizler hala yüksek. Gerçekleşme bazında, geçen yıl bu zamanlar Hazine bonosu alanlar son bir yılda gerçekleşen enflasyondan sonra yüzde 31 reel faiz kazandılar.
Anketlerde söylenen beklenen enflasyonu baz aldığımızda, bugün Hazine bonosu alacakların bir yıl sonra bekledikleri reel faiz yüzde 13.3 civarındadır. Bu reel faizler çok yüksektir. Reel ekonomik büyümenin üzerinde reel faiz ödeyen bir devletin finansman yapısının orta dönemde istikrarlı olması mümkün değildir. Harcamalar aynı paralelde düşürülemezse, aradaki farkın gelecekte daha yüksek vergilerle kapatılacağı anlamına gelir.
Hazine’nin geçen yıl yaptığı borçlanmalarda ortalama vade 379 gün oldu. Ortalama beklenen reel faiz ise yüzde 17.2 idi. Bu yılın ocak ayında Hazine’nin yaptığı borçlanmaların ortamla vadesi 478 gün ile 1999 yılı ortalamasına ancak yetişebildi.
Bu veriler, ekonomik birimlerin ileriye dönük beklentilerinin, kamu finansmanında henüz istikrarlı bir yapıyı oluşturacak parametrelerin oluşması yönünde kaygılarının olduğunu göstermektedir. Yani, geçmişin faturası hala ödenmektedir. Geleceğin satın alınması hala pahalıdır.
Bu şartlarda, faizlerin düzeyini sorun gibi görüp zaman kaybetmek yerine sorunun kaynaklarına inmek zorundayız. Ekonomik birimleri kamu finansmanında disiplinin artarak devam edeceği yönünde ikna etmeliyiz. Üç yıllık IMF programı konusunda hükümetin önemsizmiş gibi bir izlenim vermesi reel faizlerin düşmesine yardım etmemektedir.
Yazının Devamını Oku 3 Şubat 2005
<B>FAİZ </B>kelimesi farklı kişilere farklı şeyler ifade edebilir. Ama, iktisatta genel kabul görmüş yaklaşıma göre, <B>faiz, ilerideki bir tarihte söz konusu olacak parasal meblağı bugüne indirgeyen bir fiyattır</B>. O halde, faizin bir fiyat işlevi vardır, bir de zaman boyutu vardır. Faiz ne kadar yüksekse, ilerideki bir tarihte söz konusu olacak meblağın bugüne indirgenmiş değeri o kadar düşüktür. Faizlerin yüksekliği paranın zaman içinde daha değersiz olacağı beklentisinin varlığına işaret eder. İşte, bu aşamada faizler konusunda kafalar karışmaya başlar.
SORUN-SONUÇ
Bir ülkede parayı basan Merkez Bankası bastığı paranın değerinin istikrarlı olmasına çalışır. Bastığı paranın zaman içinde daha değersiz olmasını istemez. Bu açıdan bakıldığında, merkez bankaları faizlerin yüksek olmasından rahatsız olurlar. Çünkü, piyasalarda bastığı paraların değerinin zaman içinde daha değersiz olacağı beklentisi vardır.
Halbuki, gözlemler, hep merkez bankalarının faizlerle oynadıkları yönündedir. Örneğin, Amerikan Merkez Bankası (FED) son dönemlerde faizleri artırıp durmaktadırlar. Madem ki merkez bankaları faizlerin artmasını istemezler, o halde neden faizleri artırırlar?
Bu aşamada konu daha da karmaşık bir hale gelmektedir. Faizlerin yükseliyor olması gelecekteki parasal meblağın bugünkü değerini düşürdüğü gibi, bugünkü para talebini de olumsuz etkiler. Yani, gelecekte eline geçecek paranın bugünkü değerinin düştüğünü gören ekonomik birimler bugünden ellerinde daha az para tutmaya başlarlar.
Para talebinin düşmesi bu aşamada fiyat istikrarını tehdit etmeye başlar. Yani, ekonomik birimler paradan kaçarken mal ve hizmet fiyatları da artmaya başlar. Çünkü, elde para tutmak yerine mal tutmak servetin değerini daha iyi koruyan bir strateji olmaya başlar.
Merkez bankaları bu olguyla mücadele etmek için faizleri artırırlar. Ekonomik birimlerin bastıkları paradan kaçmamaları için merkez bankaları faizleri artırırlar. Gelecekteki parasal meblağın bugünkü değeri düştüğü halde, fiyat istikrarı bozulmasın diye bugünkü para talebini canlı tutmaya çalıştıklarından faizleri artırırlar. Yarınki paranın bugünkü değerini düşürürken, bugünkü paranın yarınki değerini artırırlar.
Faizler insan vücudunun ısısı gibidir. Ateşlendiğinizde vücudunuzda bir sorun var demektir. Vücut ateşinin yükselmesi vücudun kendisini korumasının bir yoludur. Faizlerin de artması fiyat istikrarını korumak için gündeme gelebilir. Ama, asıl olan ateşi çıkaran etkenlerin ortadan kaldırılmasıdır. Nasıl ki, vücut ateşinin yükselmesi bir sorunun sonucuysa, faizlerin de yükselmesi bir sorunun sonucudur. Sonuç, sorunla karıştırıldığında, çıkmaz sokaklara sapılır. Bu anlamda, merkez bankalarının ekonomide ateşi çıkaran sorunla mücadelesi sınırlıdır.
MALİ DİSİPLİN
Faizlerin düzeyi aslında maliye politikalarının barometresidir. Bütçe açıklarını artıracak maliye politikaları faizlerin yükselmesine, disiplinli maliye politikaları ise faizlerin düşmesinin nedenlerindendir. Faizlerin düşmesi bu anlamda sıkı maliye politikalarının ekonomik birimlerce ödüllendirilmesidir.
Türkiye bu süreci son dört yıldır çok yoğun bir biçimde yaşadı, hala da yaşıyor. Daha disiplinli maliye politikalarının bir ödülü olarak faizler düştü. Ama, reel faizler hala istenen düzeylere gelmedi. O halde, ekonomik birimlerin maliye politikalarındaki disiplin konusunda bazı kaygıları var.
Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku