17 Nisan 2005
<B>Rekabet </B>ayıp bir şeymiş gibi öğretilince <B>rekabet kültürü</B> de aynı paralelde oluşuyor. Öğretiler aynı paralelde gelişiyor. Sonuçta, ayırımcılık ve kayırımcılık rekabetin yerini alıyor. Herkes yanlış yerde konumlanıyor.
Ortalama bir okulda, genellikle çalışkan öğrenciler çok sevilmezler. Öğrenciler kendilerinin durumunu açık ettiği için çalışkan öğrenci arkadaşlarını pek sevmezler. Öğretmenler de, sordukları her soruya parmak kaldırıp vasat öğrencilerin cevap verme şanslarını ellerinden aldıkları için çalışkan öğrencileri bir zaman sonra susturmak isterler.
YANLIŞ TAHSİS
Velilerimiz için ise çocuklarının mezun olması tek hedeftir. Nasıl mezun oldukları ile fazla ilgilenmezler. İlkokul sonunda derslerinde zorlanan öğrencilerin velilerinden öğretmenlere yönelik talepler artar. ‘Aman bizim çocuğu mezun edin, zaten biz onu artık okutmayacağız, bir işe vereceğiz’ gibi çocuğun kariyerine yönelik veli seçimlerine çok rastlanır. Amaç, diploma almaktır, eğitim değil.
İş başvurularında ‘ne olursa yaparım’ türünden taleplere de sık rastlanır. Özellikle diplomalı işsizlerin bollaştığı son yıllarda, inşaat mühendisinin muhasebeci olmaya çalışmasına ya da muhasebecinin bir müteahhidin yanında kontrol görevi görmek istemeye çalışmasına çok sık rastlanır.
İş bulmak için tanıdık aranır. Araya tanıdıklar sokulup arkadaşın çocuğuna iş aranır. Nitelik çoğu zaman önemli değildir. ‘Ne iş olursa yaparız’ toplumu olarak yaşamaya devam ederiz. Yanlış yerlerde yanlış insanlar bulunur. Doğal olarak, işi bulduktan sonra işten şikayet etmeye başlarız. Çünkü, iş aslında niteliklerimize uygun değildir. İş, geçimimizi temin eden bir araçtan başka bir şey değildir.
Yanlış insanların yanlış yerlerde konumlanmaları elbette verimliliği azaltan ve üretim potansiyelini sınırlayan bir etkendir. Böyle bir dengeye sosyal amaçlar için göz yumulur. Ama, bu denge kendi anti-rekabetçi mekanizmalarını da geliştirir. Bu sistemde herkesin yeteneklerinin üzerinde bir konuma terfi etmesi çok normaldir.
KÜLTÜRÜN DEĞİŞMESİ
Bu kültür nasıl değişir? Toplumda işsizliğin azalmasıyla bu kültürün değişmesi mümkün değildir. İşsizliğin azalması, bizim gibi toplumlarda, daha fazla kişinin daha fazla sayıdaki iş arayana iş bulabilmesi anlamına gelir. Yani, millet vekillerimiz kendinden beklenen işlevi daha iyi görmüş olurlar!
Anti-rekabet kültürü ancak piyasa mekanizması yoluyla değişebilecektir. Ancak, anti-rekabeti besleyen ortamın sürdürülemediği noktada rekabet kültürü oluşabilecektir.
Toplumda rantın azalması rekabet kültürünü geliştirecek en önemli parametre gibi görünmektedir. Rant azaldığında, verimlilik öne çıkacağından, para kazanmak zorlaşacak doğru yerde doğru kişiler çalışacaktır. Kolayca dağıtılacak kazanç olmayacaktır.
Rantın azaltılması ancak dışsal etkenlerle mümkün olmaktadır. Örneğin, yabancı sermayenin yoğunluğu rantı bir ölçüde azaltan bir etkendir. Avrupa Birliği gibi oluşumların bir parçası olmak da rantı azaltan bir işlev görmektedir. Zaten, biz de ‘rekabet’ sözcüğünü AB ile gümrük birliğine girdikten sonra keşfetmedik mi?
Sistemleri değiştirmek kolay olmuyor. Çoğu zaman sistemler kendi kendilerine doğruyu da bulamıyorlar. Aksine, sistemler kendi koruyucu mekanizmalarını geliştiriyorlar. Bir kısır döngü oluşuyor. Kısır döngüden çıkış ancak dışsal etkenlerle mümkün olabiliyor. Bu konuda galiba iyi bir yola girdik.
Yazının Devamını Oku 15 Nisan 2005
<B>2004 </B>yılı sonunda <B>kesintisiz yüksek ekonomik büyümenin üçüncü yılını tamamladık</B>. Son üç yıldır sırayla yüzde 7.9, 5.9 ve 9.9 büyüdük. <B>Üç yılın toplam büyümesi yüzde 25.5 oldu</B>. Tarihi bir rekor kırdık. Aynı dönemde hem atıl üretim kapasiteler kullanıldı hem de yeni üretim kapasitesi yaratıldı. Üretimde temel girdilerin kullanımı üretim artışı hızında artmadı. Çeşitli temel girdilerin verimliliğinde ciddi artışlar yaşandı.
Örneğin, toplam istihdam aynı dönemde ihmal edilebilecek bir boyutta arttı. İstatistiklere göre son üç yılda istihdamdaki artış 200 bin kişi (yüzde 1) civarında oldu. Buna karşılık, istihdam oranı (istihdam edilenlerin istihdam edilebilecek toplam nüfusa oranı) yüzde 50’lerden yüzde 43.7’ye düştü.
Elektrik üretimi üç yıllık dönemde yüzde ortalama 22.1 arttı. Ama, çeşitli sektörlerin toptan elektrik tüketimindeki artış ancak 15 oldu. Kısacası, tarihsel üretim faktörleri verimliliğine göre, son üç yıldaki gelişmeler ortalamanın çok üzerinde oldu.
HANGİ RİSK?
Sermaye hareketleri serbest bırakıldıktan sonra, Türkiye ekonomisinin büyümesi kurlardaki istikrara ve buna bağlı olarak Türkiye’nin dış borçlanabilme kapasitesiyle çok yakından ilgili olduğu çok daha iyi anlaşıldı. Son yirmi yılın yüksek ekonomik büyüme dönemlerine bakıldığında, çoğunlukla borçlanmanın arttığı ve paramızın reel olarak değer kazandığı görülecektir.
Mali servetinin önemli bir bölümünü dövizde tutan bir ekonomide kurlardaki istikrar ile iç talep büyümesi çok yakından ilgilidir. İstikrarlı kur ortamında iç talep büyümekte ve üretim artmaktadır. Artan üretimle beraber ithalat talebi artmakta ve dış ticaret açığı ile cari işlemler açığı aynı paralelde büyümektedir.
Son üç yılda da böyle oldu. Grafikte aylık bazda on iki aylık toplam cari işlemler ve dış ticaret dengesiyle yine aylık bazda on iki aylık ortalama imalat sanayi üretim endeksindeki değişmeler verilmektedir.
Grafikten de görüldüğü gibi, sol eksende ölçülen imalat sanayi üretimi arttıkça, sağ eksende ölçülen dış ticaret ve cari işlemler açığı büyümektedir. Dış borçlanma olanaklarının açık olması hem kurlara istikrar getirmektedir hem de artan iç talebe cevap verecek üretim artışını sağlamak mümkün olmaktadır.
Son aylarda üretim artış hızı, geçmişe göre az da olsa, yavaşlamış görünmektedir. Yine de, imalat sanayi üretim artışı yıllık bazda ortalama yüzde 10 civarındadır. Doğal olarak dış ticaret açığındaki büyüme de göreli olarak yavaşlamaktadır. Cari işlemler açığındaki artıştaki yavaşlama dış ticaret dışı gelirlerimizdeki artış nedeniyle daha fazla olmaktadır.
Bütün bu gelişmeler cari işlemler açığını ekonomi için bir risk olmaktan çıkarmamaktadır. Risk, bu boyuttaki cari işlemler açığı verip finansman bulamakta değil, finansman bulunamadığı için cari işlemler açığında daralma yaşamak zorunda kalmamızdır.
Dolayısıyla, ekonomik performansın yönü büyük ölçüde Türkiye ekonomisinin dış borçlanma olanaklarındaki gelişmelere bağlıdır.
Yazının Devamını Oku 14 Nisan 2005
<B>PETROL </B>fiyatının geldiği yer ve <B>petrol fiyatı konusunda ileriye dönük beklentiler herkesi korkutmaya başladı</B>. Fiyat istikrarına önem veren tüm kuruluşlar bu konuyu konuşmaya başladılar. Herkes kaygılı görünüyor. Amerikan Merkez Bankası (FED) Başkanı Alan Greenspan iki konuşmasının birinde bu konudan söz ediyor. IMF de petrol fiyatlarından kaygılı. Petrol talebinin durdurulamayan artışı ve kısıtlı arz karşısında, IMF petrolün varil fiyatının 100 dolara kadar gidebileceği kehanetinde bulundu. Bu kaygılara Avrupa Merkez Bankası da katılıyor. Amerikan dolarının değer kaybı kaygıların bir başka boyutunu oluşturuyor.
1970’LER KORKUSU
Petrol fiyatının artması bugüne kadar korkulan etkiyi yapmadı. Dünya ekonomilerinde enflasyon baskısından söz ediliyor, ama henüz enflasyonda korkulacak bir artış gözlenmedi. Enflasyon konusunda en büyük kaygıyı parası da önemli boyutlarda değer yitiren Amerika yaşıyor.
Aksine, petrol fiyatının artması, başta Rusya olmak üzere, petrol üreten ülkelerin ekonomik büyümesini hızlandırdı. Bir anlamda, son üç yıldır artan petrol fiyatları küresel bir ekonomik istikrarın temeli dahi olduğu iddia edilebilir. Petrol üretenler kazanıyorlar, üretmeyenler de korkulacak boyutlarda olumsuz etkilenmiyorlar.
Petrol fiyatlarının yükselmesi kötü hatıraları canlandırıyor. 1970’li yıllardaki iki petrol şoku dünya ekonomilerini hiç tanışmadıkları bir durumla karşılaştırmıştı. Dünyanın önde gelen ekonomileri artan petrol fiyatlarıyla daha önce hiç yaşamadıkları artan işsizlik ile artan enflasyonu beraber yaşamaya başlamışlardı.
Bozulan fiyat istikrarı ancak ekonomik durgunluğun daha da derinleşmesiyle çözülebildi. Örneğin, Amerika’da enflasyon çift haneli rakamlara yükselmiş, işsizlik yüzde 10’u aşmıştı. Amerika içine düştüğü ikilemden faizleri yüzde 20’lere artırarak çıkmaya çalışmıştı. Önce ekonomik durgunluk derinleşmişti. Daha sonra, fiyat istikrarı ile beraber ekonomik büyüme gerçekleşmişti.
Faturayı, diğer siyasi başarısızlıklarıyla seçimi kaybeden Jimmy Carter ödedi. Onun döneminde başlatılan ekonomik politikaları devam ettiren Ronald Reagan ise olumlu gelişmelerin meyvelerini yedi.
Bugün, Amerikan ekonomisinde gözlenen iç talep artışının faizlere duyarsız olduğu tartışılıyor. İç talep artışını kesmenin birkaç puanlık faiz artışlarıyla başarılamayacağını iddia edenlerin sayısı giderek artıyor. İstikrarın korunabilmesinin ise Amerika’da iç talep artışının dizginlenmesinden geçtiği vurgulanıyor.
O halde, artan petrol fiyatları, enflasyon baskıları ve Dünyada genelde yaygınlaşan iç talep artışının durdurulması yeniden bizleri 1970’li yılların sonuna mı götürecek?
Son yıllarda dünyada alışılan düşük faiz dönemi sona erip yeniden yüksek faizlere ve yükselen faizlerle beraber dünya yeniden bir borç sorunu ile karşı karşıya mı kalacak?
BİLİNEN FİLM
Kötü hatıralar, başta merkez bankaları olmak üzere, herkesi tedirgin ediyor. O nedenle de, mali (fiskal) disiplinin önemi giderek daha fazla vurgulanmaya başlandı. Çünkü, mali disiplinin sağlanmasında geç kalınırsa, dünya ekonomileri yeniden eski gördüğü filmi yeniden görme riski ile karşıya kalabilecek.
1970’li yıllardan bu yana, iktisatçılar, yaşanan deneyimlerden de faydalanarak çok şey öğrendiler. Artan işsizlik ve enflasyonun kaçınılmaz bir kader olmadığını anladılar. Beklentilerin önemini gördüler. Bütün bunlara rağmen, siyaset ekonominin önüne geçip eski hatıralar yeniden yaşanırsa, dünya ekonomilerine çok yazık olacak.
Yazının Devamını Oku 13 Nisan 2005
<B>AVRUPA Birliği</B>’ne uyum çalışmaları çerçevesinde <B>Devlet İstatistik Enstitüsü</B> (DİE) milli gelir ve üretim verilerini yeniden derliyor. Derlerken, eski verilerle yeni veriler arasındaki farkların nerelerden kaynaklandığı konusunda verileri kullananlara tatminkar bir açıklama yapmıyor.
Neyin, neden değiştiği konusunda karanlıkta kalanlar tedirgin oluyorlar. Bu çeşit farklılıklar bir süre sonra ekonomik verilerin güvenilirliğini sorgulatmaya başlayabilir. Konu, böyle bir aşamaya gelmeden DİE önlem almalıdır. Kamuoyuna karşı DİE daha açık olmalıdır. AB’ye uyum, AB’de olmayıp bizde olan faydalı uygulamaların ortadan kaldırılması olarak anlaşılmamalıdır.
ÖRNEKLER
Aylık sanayi endeksi olarak DİE üç aylık sanayi endeksi için ürettiği aylık rakamları yayınlamaya başladı. Aylık bazda, iki endeks arasındaki farklar oldukça ciddi boyutlarda. Örneğin, 2001 Krizi’nde aylık imalat sanayi üretim endeksine göre ortalama imalat sanayi üretimindeki azalmanın yüzde 10.5 olduğunu sanıyorduk. Halbuki, üretimdeki düşüş üç aylık endekse göre yüzde 9.5 idi.
Bütün bunları biliyorduk. Ama, yine de, aylık bazda hazırlanan farklı bir üretim endeksinin de bir ‘bilgi değeri’ vardı. Şimdi onu kaybettik. AB’ye uyum böyle olmamalı.
1997 yılında 100 olan deriden yapılmış eşyalar üretiminin 2003 ve 2004 yıllarında 40’lara indiğini sanıyorduk, meğerse, 80-90 civarındaymış. Yani, deriden mamul malların üretiminde korkulacak bir azalma olmamış. Üretimin düştüğünü sandığımız bazı yıllarda artış bile gerçekleşmiş.
Dış ticaret istatistiklerinde de önemli değişmeler söz konusu olabiliyor. Bu alandaki revizyonlar daha anlaşılabilir. Çünkü, belli bir sürede üretilmek istenen verilerde yanlış sayma ya da yanlış sınıflama yapmak mümkündür. Ama, bazı aylar yapılan revizyonlar toplamın yüzde 10’una varmaktadır. Bu durum da çok olağan karşılanamaz.
Üç aylık bazda hazırlanan milli gelir istatistikleri geçen yılın bütünündeki üç aylar için toptan revize edildi. Birinci üç ayda yüzde 12.4 büyüdüğümüzü sanırken, aslında yüzde 13.9 büyüdüğümüzü öğrendik. İkinci üç ayda büyüme 14.4 oldu derken, yüzde 15.7 olduğunu anladık. Üçüncü çeyrekte ise büyüme yüzde 4.7’den yüzde 5.7’ye revize edildi.
Bu çeşit yanılgılar ilk bakışta çok önemli gelmeyebilir. Ama, iktisadi olayları analiz edenler için son derece önemlidir. Özellikle, ileriye dönük tahminler yapmada verilerin bu denli büyük boyutlarda revize edilmesi tahminleri geçersiz kıldığı gibi, yapılan tahminlerin itibarını da zedeleyici nitelikte olmaktadır. İstatistik verilerde revizyon normaldir, ama revizyonun boyutları makul sınırlar içinde olmalıdır. Bu amaç için çalışılmalıdır.
BİLGİLENDİRME
İstatistik üretmek çok önemli ve nazik bir iştir. DİE’nin de sorunları vardır. Bütçe disiplini nedeniyle, DİE de arzuladığı ve ihtiyacı olduğu mali olanaklara kavuşmakta zorlanıyor olabilir. Üretilen verilerin kalite kontrolünün yapılmasında zorluklar yaşanabilir. Bütün bunlar istatistik üreten bir kurum için çok önemli eksikliklerdir. Ama, yine de geçerli bahaneler olamazlar.
Verilerde her zaman revizyon yapılacaktır. Revizyon yapma gereği bilgi toplanan birimlerin yanlış raporlamasından ya da raporlanan verilerin hatalı sınıflamalarından kaynaklanabilir. Büyük boyutlardaki revizyon gereğinin nedenleri kamuoyu ile paylaşıldığında, tepki daha az olacaktır.
Her şeyin ötesinde, revizyon gereğinin kamuoyu ile paylaşılması uygulaması DİE’nin çalışmalarına da bir disiplin getirecektir. ‘Ben revize ettim, oldu’ anlayışı kırılacaktır. İstatistikler konusundaki açıklık verilerin inanılırlığını ve itibarını artıracaktır. Aksi taktirde, gereksiz ve yıpratıcı dedikodular ve şüpheler DİE’yi yıpratabilecektir.
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2005
<B>PİYASA </B>ekonomilerinin düzgün çalışabilmesinin önde gelen şartlarından biri <B>ekonomik verilerin zamanında, olabildiğince doğru ve herkesin kullanımına açık olacak biçimde</B> yayınlanmasıdır. Yayınlanan ekonomik verilere güven duyulması şarttır. Ekonomik verilere güven duyulmadığında, uygulanan ekonomi politikalarına da güven duyulmaz. Ekonomik olayları analiz etmek olanaksızlaşır. Güven duyulmayan ekonomik veriler bilimsel analizin yerine dedikoduyu geçerli kılar. Piyasa ekonomisi ne piyasa ne de ekonomi olur.
KÖTÜ ÖRNEKLER
Bazı ülkelerde ekonomik verilere güven duyulmadığı dönemler olmuştur. Örneğin, bu nedenle fiyat istatistikleri Brezilya’da devlet tarafından değil de, özel bir enstitü tarafından yayınlanmaktadır. Fiyat istatistikleri konusunda devlet güven yitirmiştir. Bu güveni geri kazanması da pek olanaklı görünmemektedir.
Bizde de, farklı güdülerle de olsa, bazı ekonomik verilerle oynandığı olmuştur. Örneğin, 1980’li yılların başında IMF ile yapılan programın şartlarına uyulmasını temin etmek için emisyon rakamları ile oynanmıştır. Daha sonra, emisyon verileri düzeltilmiştir. IMF durumu anladığı halde, konuyu Türk yetkililerin yüzüne vurmamışlardır. Ama, doğru emisyon serisini kendileri üretmeye çalışmışlardır.
Ekonomik verilerle oynamak güven kaybından başka hiçbir işlev görmez. Çünkü, yalan bir gün mutlaka ortaya çıkar. O andan itibaren de, doğru yayınlanan ekonomik verilere dahi güven duyulmamaya başlar. ‘Yalancının evi yanmış, kimse inanmamış’ misali, kısa dönemli çıkarlar uğruna orta-uzun dönemli kalıcı ve önemli tahribat yapılır.
AYRINTI ÖNEMLİ
Şimdi ekonomik verilerle oynandığı gibi bir izlenim edinmiş değilim. Ama, yayınlanan ekonomik verilere olan güvenin giderek sarsıldığı yönünde bazı işaretler almaktayım. Bazı ekonomik veriler konusunda ayrıntılı bilgi verilmemesi bu verileri kullananları rahatsız etmeye başlamıştır.
Eskiye göre, ekonomik olaylar artık çok daha yakından izlenmektedir. Mali piyasalarda çalışan firmaların çok yetenekli iktisatçıları vardır. Yayınlanan tüm ekonomik veriler ayrıntılı bir biçimde analiz edilmektedir. Bir anlamda, ekonomik verilerin oluşumunda ve analizinde kuşun uçmasına izin verilmemektedir.
Böyle bir ortamda, fiyat istatistikleri oluşturulurken endekse giren çeşitli madde gruplarının ayrıntılı ağırlıklarının yayınlanmamış olması analistleri rahatsız etmektedir. Milli gelir istatistiklerinin geçen yılın ilk dokuz aylık bölümünün küçümsenmeyecek boyutlarda revize edilmesi de herkesin dikkatini çekmiştir. Aylık sanayi endeksi 1997 yılına kadar geri gidilerek tüm sektörlerde yeniden oluşturulmuştur. Eski rakamlarla yapılan analizlerin bazıları meğer yanlışmış. Şimdi öğrendik!
İstatistikler revize edilir. Ama, yapılan revizyonun nedenleri açıklanırsa, bu verileri analiz etmeye çalışanlar daha sağlam bilgilere sahip olurlar. Yapılan revizyona kullanıcıların güveni artar. Bu denli radikal değişiklikler açıklamaya muhtaçtırlar.
Önümüzdeki dönemde milli gelir tahminleri yeni bir yaklaşımla ele alınacaktır. Büyük bir olasılıkla, şimdi kullanılan milli gelir istatistikleri ile yeni seri arasında çok ciddi farklar olacaktır. Oluşan farkların siyasi otoritenin bir yanıltması değil de gerçekten yöntemin getirdiği farklar olduğu yönünde güven verebilmek için yeni milli gelir tahmin yönteminin ayrıntılarıyla kamuoyuna açıklanması çok yerinde olacaktır. Mümkün olduğunda yeni serinin geçmiş yılları kapsaması yeni serinin anlaşılmasını kolaylaştıracaktır.
Bu konularda Devlet İstatistik Enstitüsü (DİE) çok duyarlı olmak zorundadır. Yeteri kadar duyarlı davranılmadığında, DİE çok ciddi itibar kaybına uğrayabilecektir. Bunun maliyeti tüm ekonomiye çıkabilecektir.
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2005
<B>PARA Politikası Kurulu </B>her ay toplandıkça <B>Merkez Bankası</B>’nın faizleri düşürüp düşürmeyeceği piyasalarda konuşulmaya başlanıyor. Yılın ilk toplantısından sonra beklenmedik faiz indirimi kararı artık her toplantı öncesinde bir beklenti yaratmaya başladı.
Kurul geçen Cuma günü toplandı. Faizlerin düşürülüp düşürülmeyeceği bu sabah belli olacak. Faizlerin düşmesi için de, düşmemesi için de çeşitli nedenler var. Karar ne olursa olsun, Merkez Bankası’nın faiz kararının piyasadaki faizleri ne kadar etkileyeceği çok daha önemli bir konudur.
RİSK PRİMİ
Merkez Bankası’nın kendi işlemlerinde geçerli olduğu faizleri para politikasının aktif bir aracı olarak kullanmaya başlamasından sonra elde edilen deneyimler piyasa faizleri üzerinde Merkez Bankası dışındaki etkenlerin de önemli olduğunu vurguluyor.
Piyasa faizleri Merkez Bankası faizlerine yaklaştıkça Merkez Bankası’nın faiz indirmesi için baskılar artıyor. Ama, piyasa faizlerinin artması durumunda Merkez Bankası’nın herhangi bir tepkisi olmuyor. Yani, tepki şimdiye kadar hep tek taraflı oldu.
Merkez Bankası dışında piyasa dinamiklerini en çok etkileyen gelişme piyasa faizleri üzerindeki ‘risk primi’ oluyor. Örneğin, son faiz indiriminden hemen sonra ‘risk primi’ arttı. Kurlar ve faizler yükseldi. Piyasa faizleri Merkez Bankası faizlerine yaklaşmışken, yeniden uzaklaştı.
Grafikte Merkez Bankası’nın borçlanma faizleri ile belli dönemlerde farklı vadelerdeki ‘referans’ Hazine bonolarının piyasadaki bileşik faizleri verilmektedir.
Grafikten de görüldüğü gibi, son dönemlerde risk priminden kaynaklanan piyasa faizi yükselmeleri oldukça sınırlı olmuştur. Ama, pembe çizgi mavi çizgiye değdiğinde, faiz indirimi için piyasa baskısı artıyor, pembe çizgi yukarı hareketlendiğinde baskı azalıyor ya da yok oluyor.
Son faiz indirimiyle amaçlanan döviz kurlarındaki düşüşün önlenmesi faizlerin düşmesi nedeniyle değil, ‘risk primi’ boyutunun artması nedeniyle oldu. Risk primi artıp piyasa faizleri Merkez Bankası faizlerinin birkaç puan üzerine çıkınca, faizleri indirme konusunda Merkez Bankası üzerindeki piyasa baskısı da azalıyor.
Ama, böyle durumlarda, aynı paralelde faizlerin düşürülmesi konusunda siyasi baskının azaldığını düşünmek yanlış olur. Aksine, siyasetçiler risk primi yoluyla artan faizlerin düşmesinin Merkez Bankası’nın kararlarıyla mümkün olduğuna inanırlar. Halbuki, bu görüş doğru değildir.
GELECEKTEKİ TAVIR
Bugünlerde Merkez Bankası’nın faizleri indirmesi konusunda piyasa baskısı geçmişe göre daha az. Çünkü, piyasa faizleri zaten Merkez Bankası faizlerinin üzerinde. Piyasa likit. Merkez Bankası, borç veren değil, borç alan bir konumda bulunuyor.
Üzerinde spekülasyon yapılan Merkez Bankası faizleri de Merkez Bankası’nın borçlanma faizleridir. Merkez Bankası’nın borç verme faizlerinde bir değişikliğe gitmesi ise bu ortamda makro ekonomik etkisi olan bir konu değildir. Ancak, ileriye dönük bir hazırlık olabilir.
Özelikle, Merkez Bankası piyasaya borç veren bir kuruş haline geldiğinde, faizlerin artması konusunda hiçbir zaman bir piyasa baskısı söz konusu olmayacaktır. Ama, faizlerin artmaması konusunda siyasi baskılar devam edecektir. Dolayısıyla, bundan sonra faiz indirim kararları alınırken, faizlerin yükseltilmesi gerektiğinde nasıl bir tavır alınabileceği de gerçekçi bir biçimde iyi hesap edilmelidir.
Yazının Devamını Oku 10 Nisan 2005
<B>REKABET</B>, kapitalist öğretinin birinci önceliği olduğu için değil, <B>kaynakların en iyi şekilde (verimli) tahsis edilmesini</B> sağladığı için önemlidir. Kaldı ki, rekabet denen olgu canlıların doğasında vardır. Canlıların doğasında bulunan ‘rekabet güdüsü’ dış etkenlerle ya da toplumsal girişimlerle bozulabilir. Rekabeti bozan alışkanlıklar hayat tarzı olabilir.
Olaylara göre, toplumlar rekabeti önleyici ya da sakatlayıcı kararlar alabilmektedirler. Genellikle, bu yönde alınan kararlar ‘eşitlik’ idealinden yola çıkarak alınmaktadır. Çoğu zaman, toplumlar mutlak eşitlik ile göreli eşitlik kavramları arasında bocalarlar. Bocalama sonucunda oluşan rekabet karşıtı ortam aslında toplumu en iyide değil, en kötüde buluşturma işlevi görür.
SAKAT REKABET
İşe alınmalarda, adaylarda aranan niteliklerden çok ahbaplık ilişkisine dayanarak yapılan seçimler işgücü kalitesini azaltan bir etkendir.
Bir iş yaptırılırken, geçmiş deneyimler ve kalite kontrolü yerine rüşvetin yönlendirdiği seçimler yaptırılan işin kalitesini doğal olarak azaltacaktır, maliyeti artıracaktır.
Eğitimde, değerlendirmeler sonucunda sınıf geçmesi ya da mezun olması belirlenen standartlara uymayan öğrencilerin başarılı olmuş gibi gösterilmesi eğitimin kalitesini bozan önemli etkenlerden biridir.
Yasalara ya da kurallara uymayanların cezalandırılmaması ya da hak edilen cezaların affedilmesi yasaların ya da kuralların uygulanmasını zorlaştırır. Yürürlükteki yasalardan ya da kurallardan beklenen toplumsal yararlar elde edilemez.
Yasaların ya da kuralların toplumdaki bireylerin ekonomik gücüne ya da toplumdaki konumlarına göre uygulanması da yasaların ya da kuralların bir süre sonra anlamsızlaşmasına neden olur. Örneğin, milletvekillerinin, hakim ve savcıların trafik suçu işlediklerinde cezalandırılmaması trafik suçu işlenmesini teşvik eden bir olgudur.
Meslek seçiminde ‘arzu’ ve ‘kabiliyet’ gibi önemli etkenler göz ardı edilip herkese eşit uygulanan ‘standart bir değerlendirme’ kullanılması yanlış insanların yanlış meslekleri seçmesi anlamına gelir. İşgücü kalitesi düşer. Verimlilik düşer.
Kısacası, rekabeti sakatlayan her türlü etken toplumu daha kötüde buluşturma çabasının bir başka biçimidir. Sonuçları çok iyi irdelenmese de, sonuçta, rekabeti engelleme çabası toplumların kültürlerinin önemli bir parçasıdır.
REKABET KÜLTÜRÜ
Toplumların her türlü ve her alandaki rekabete bakış açısını ‘rekabet kültürü’ diye bir kavram altında toplarsak, cevabı ilginç olabilecek sorulardan biri ‘rekabet kültürünün zaman içinde yaşayarak ya da eğitimle değişip değişmeyeceği’ sorusudur. Deneyimler sonucunda rekabetin iyi bir şey olabileceğini düşünenler rekabete sıcak bakmayan bir kültürde rekabetin önünü açan girişimlerde bulunabilir mi? Bulunsa da, bu alanda başarılı olabilir mi?
Rekabet kavramına yalnızca iktisadi anlamda bakmak yanlıştır. Toplumsal yaşamın her alanında rekabet söz konusudur. İçgüdüsel olan bir tutumun farklı kültürlerde farklı şekilde oluşması elbette ilginçtir. Ama, içgüdünün toplumsal bir hayat tarzı olarak benimsenmesi kolay olmadığı gibi, değiştirilmesi de çok uzun zaman alacak bir süreç olabilir.
Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2005
<B>SON </B>yıllarda herkes <B>Çin</B> ekonomisinden konuşuyor. Özellikle Çin’in <B>Dünya Ticaret Örgütü</B>’ne girmesiyle <B>Çin’de üretilen malların dünyada daha serbestçe dolaşması herkesi tedirgin ediyor</B>. Düne kadar Türk müteşebbisleri Amerika başta olmak üzere kotaların kalkmasını savunurlardı. Şimdi, kotaların kalkmaması için lobi yamak durumunda kalıyoruz. Çünkü, kotalar kalktığında, en fazla Çin malları serbest ticaretten yararlanacak.
Çin ekonomisinin ihracatı 1980 yılından bu yana endeks bazında 100’den 2500’e geldi. İthalatı da aynı paralelde artarak 100’den 2000’e geldi. İthalat ve ihracattaki artış son on yıldır artarak devam ediyor.
KÜÇÜK SORUNLAR
Çin ekonomisinin de sorunları var. Yüksek ekonomik büyümeye rağmen, 1990’ların başında neredeyse dengede olan bütçeleri milli gelirlerinin yüzde 4’üne varan açıklar vermeye başladı. İstikrar önlemleriyle, bütçe açıklarını milli gelirlerinin yüzde 2.5’ine indirmeyi başardılar.
Çin’in kamu borçları 1990’ların ilk yarısında milli gelirlerinin yüzde 7’si düzeyinde istikrarlı bir seyir izliyordu. 1995 yılında 1998 yılına kadar üç yıllık kısa bir sürede kamu borçları milli gelirlerinin yüzde 30’una geldi. Kamu borçlarını bu düzeylerde istikrara kavuşturmaya çalışıyorlar.
Çin’de enflasyon yok denebilir. Geçen yıl, petrol ve hammadde fiyatlarındaki artışa para arzındaki ortalamanın üzerindeki artış da eklenince enflasyon artış eğilimine girdi. Sonuçta, Çin Merkez Bankası faizleri artırma ihtiyacını duydu.
Çin, kelimenin tek anlamıyla ihracat ile büyüyen bir ekonomidir. Toplam milli gelir büyümesinin büyük bir bölümü ihracattan gelirken, yatırım ve tüketimden gelen milli gelir büyümesi ihracattan gelen katkının yarısı kadardır.
Çin ekonomisinin üretimdeki göreli avantajı ile nasıl mücadele edilebileceği henüz çok konuşulmuyor. Çünkü, mücadelenin en can alıcı noktası ücretlerin göreli düzeyidir.
ÜRETİM MALİYETİ
ABN-AMRO Bankası’nın bu yılın başında Çin ekonomisine ilişkin yayınladığı rapora göre, Dünya Bankası rakamlarıyla, imalat sanayinde bir çalışanın 1995-1999 yılları arasında ortalama toplam yıllık maliyeti Çin’de 600 dolar civarında. Aynı bazda, bir çalışanın yıllık maliyeti Türkiye’de 7,500 doların üzerinde. Ücretler üzerindeki vergi ve benzeri yükleri artırmak bu çeşit olumsuzlukları daha da artırıyor.
Endonezya, Hindistan, Rusya, Polonya, Mısır, Tayland ve Macaristan gibi ülkelerde bir çalışanın yıllık maliyeti 3,000 doların altında. Aynı dönemde, Brezilya, Kore ve Güney Afrika’da bir çalışanın yıllık maliyeti bizden daha yüksek.
Çin’deki ortalama çalışan maliyeti ile hiçbir ülkenin kolaylıkla rekabetçi olabilmesi mümkün değildir. Sonuçta da, Çin dünyanın üretim merkezi olma yolunda hızla ilerliyor. Japonya, Avrupa ve Amerika’dan üretim teknolojisi ve makineler alıp dünyanın diğer köşelerinden aldığı hammaddeleri ucuz işçiliği ile birleştirip üretimini dünyanın her köşesine satıyor.
Kısa dönemde, Çin ekonomisiyle mücadele edebilmenin tek yolu Çin’de üretim yapmaktır. Orta ve uzun dönemde ise, Çin’deki çalışan maliyetinin düşüklüğü diğer ülkelerdeki çalışan maliyetlerinin düşmesine neden olabilecektir.
Yazının Devamını Oku