Ercan Kumcu

Geçen haftanın düşündürdükleri

25 Nisan 2005
<B>GEÇEN </B>hafta yurt dışında dikkat çekici gelişmeler oldu. Türkiye ekonomisi açısından bu gelişmeler önemli sonuçları olacak niteliktedir. Amerika’da temel enflasyon beklentilerin üzerinde çıktı. Amerikan Merkez Bankası (FED) Amerikan ekonomisinin geleceği hakkında kaygı duyduğunu açık bir dille ifade etti.

Her şeyin iyi gittiği düşüncesiyle IMF ile yeni bir program yapmama kararı alan Brezilya’da Merkez Bankası faizleri arttırdı. Kararı herkes şaşırtıcı buldu. Halbuki, şaşılacak bir şey yoktu.

FED’İN TUTUMU

Amerikan ekonomisinde işlerin iyi gitmediği beklentisi FED’i daha cüretkar yapacakmış gibi görünüyor
. Önümüzdeki aylarda FED’in bir kerede faizleri yarım puan birden artırması şaşırtıcı olmayacaktır. Gerek enflasyon baskısı gerekse dünyadaki likidite bolluğu FED faizlerinin düşük kaldığı inancını güçlendirmektedir.

Dünyada likiditenin bol olduğu 1990’lı yılların ortasında FED faizleri yüzde 6 idi. Amerika’da çok ciddi bir mali disiplin vardı. Enflasyon beklentileri tarihin en düşük düzeylerindeydi. O dönemde, gelişmekte olan piyasalara giden fon miktarı yılda 200 milyar doların biraz üzerindeydi. Asya ve Rusya krizleriyle likidite azaldı. Aynı paralelde, FED enflasyon riski yaratmadan faizleri indirdi.

Bugünlerde gelişmekte olan ülkelere giden mali sermaye 300 milyar doların üzerine çıktı. Amerika’da mali disiplin çok ciddi bir boyutta bozuldu. Enflasyonist baskılar ve beklentiler arttı. FED’in faizleri yüzde 3’e dahi henüz gelmedi. Dolayısıyla, FED’in biraz hızlı davranması zorunluluğu doğabilir. Son enflasyon verileri de bu yönde işaretler veriyor.

Brezilya’da 2006 yılında seçimler var. Sosyalist platformda iktidara gelen Başkan Lula beklenmedik bir biçimde uluslararası finans çevrelerinin hoşuna gidecek bir biçimde davrandı. IMF programına sadık kaldı. Bir önceki iktidar döneminde dahi uygulamaya geçirilemeyen sosyal güvenlik reformunda küçümsenmeyecek adımlar attı.

Daha çok seçim kaygısıyla, Maliye Bakanı’nın aksi görüşlerine rağmen, Brezilya IMF ile yeni bir program yapılmamasına karar verdi. Zaten istikrarsızlığın beklendiği bir ortamdaBrezilya kendini daha riskli bir hale soktu. Uluslararası piyasalardaki hafif çalkantılar dahi Brezilya Merkez Bankası’nı kaygılandırdı. Sonuçta, Merkez Bankası faizleri artırdı. Faizlerin artması Brezilya’nın IMF ile yeni bir program yapmamasının maliyetiydi. Maliyetin bu düzeyde kalmayacağı da düşünülebilir.

YENİ DÖNEM

Her iki gelişme de dünyada toplam likiditeyi daraltıcı etki yapabilecektir
. Konunun Türkiye ekonomisini ilgilendiren tarafı da burasıdır. Son yıllarda, doğru işler yapması yanında, dünyada artan likidite ile rahatlıkla yurt dışından borçlanabilen Türkiye ekonomisi önümüzdeki dönemde aynı rahatlıkla borç bulamayabilir. Ekonomik gelişmeler ekonominin kendi iç dinamikleri ile yönlenip yüksek ekonomik büyümeyi destekleyecek yurt dışından çok fazla kaynak sağlanamayabilir. Bu açıdan, Türkiye’nin siyasi kaygıları bir tarafa bırakıp Brezilya’nın düştüğü hataya düşmeden IMF ile yeni bir program yapmakta olması çok önemli bir adım olmuştur.

Dikkat etmemiz gereken bir döneme giriyoruz. Petrol dahil, hammadde fiyatlarının yüksekliği yanında, dünyada likiditenin daralması birçok gelişmekte olan ekonomiler için son yıllardaki alışkanlıkları bırakma anlamına gelecektir. İktisadi baskıların arttığı bir dönemde belli başlı merkez bankalarının faiz politikalarında yavaş davranması da başka riskler doğurabilecektir.
Yazının Devamını Oku

Denetlenen sektörlerde rekabet

24 Nisan 2005
<B>TÜRKİYE </B>ekonomisinde bir elin yaptığını diğer elin bozduğu çok görülmüştür. Çünkü, <B>bir elin yaptığı isteyerek yapılmadığından, temel içgüdümüz diğer elle yapılanı bozmak olmaktadır</B>. Örneğin, yıllarca Merkez Bankası yasasında bırakılan muğlak alanlar nedeniyle başka yasalar ya da kararlar yoluyla Merkez Bankası çeşitli krediler vermeye zorlanmıştır. Yıllık programlar hazırlanır ve programlarda yer verilen afaki yatırım rakamlarını ulaşabilmek için Merkez Bankası’nın kredi vermesi programa yazılırdı.

Tarımın desteklenmesi programı çıkarılıp desteklemenin Merkez Bankası kredileriyle olacağı karara bağlanırdı. Bütün bunlar yapılırken, hiç kimse de Merkez Bankası’nın konu hakkındaki görüşünü merak etmezdi. Kısacası, Türkiye’de bir yasa diğer yasalara müdahale eder. Bu da normal karşılanır.

KONTROL VE DENGE

Benzer olaylar şimdi bağımsız denetleyici ve düzenleyici kuruluşların sorumluluklarında yaşanıyor ve ileride daha da yoğun yaşanacakmış gibi görünüyor. Zorla da olsa bir rekabet otoritesi kurduk. Rekabetin gözetimi ve denetimi Rekabet Kurumu’nun sorumluluğuna verildi. Ama, gelinen noktada denetlenen sektörlerdeki gözetim ve denetim otoriteleri bir anlamda rekabet otoritesinin yetkilerini paylaşmak istiyorlar. Hatta, Rekabet otoritesini devre dışı bırakmak istiyorlar.

Bu yaklaşım yanlıştır. Rekabet olgusu ekonomide bir bütündür. Bazı sektörleri Rekabet Kurumu’nun yetki alanından çıkarmak rekabeti ciddiye almamak olur. Bir elin yaptığını diğer elle bozmak anlamına gelir.

Bankacılık sektöründe birleşme ve satın almalarda rekabet otoritesini devre dışı bırakmak yanlıştır. Aynı şekilde, enerji ya da telekomünikasyon sektörlerinde rekabet otoritesinin varlığını dikkate almayarak bu sektörlerde düzenleyici kurumların rekabet konusuna da bakmalarını beklemek yanlıştır.

Düzenleme, kontrol ve denge (check and balance) işidir. Bir kurumun düzenlemeleri diğer kurumlar tarafından kontrol edilecek ve bir denge sağlanacaktır. Hiçbir kurumum mutlak gücü olmamalıdır. Güç kontrol edilebilmelidir. Reklamda söylendiği gibi, kontrolsüz güç, güç olamaz, yozlaşır.

TEK ÇÖPLÜK

Belli bir süre belli bir sektörde rekabetin sakatlanması başka alanlarda sağlayabileceği yararlar nedeniyle tercih edilebilir
. Bunu en iyi değerlendirebilecek kurumlar o sektörlerin denetleyici ve düzenleyici otoriteleridir.

Bu gerçek dahi, rekabet otoritesinin devre dışı kalmasını haklı çıkarmaz. Doğru olan, belli süre rekabetin sakatlanmasını yararlı bulan denetim ve gözetim otoritesinin rekabet otoritesini bu konuda ikna etmesidir.

Bir başka açıdan, ekonomide yeni oluşan bağımsız kurumların kendi aralarında bir koordinasyon içinde olmaları zorunludur. Koordinasyon gereğinin zorluklarından kaçınarak her bağımsız kurumun kendi sektöründe her alanda tek otorite olarak bırakmak özellikle rekabet açısından sakıncalı durumlar doğurabilecektir. Her şeyden önemlisi, kurumlar arası çatışma tamir edilemeyecek boyutlara gelebilecektir.

Koordinasyonun olmadığı yerde çatışma başlar. Bundan kaçınmak mümkün değildir. Bağımsız kurumların çatışmaları bağımsızlığın sorgulanmasına kadar gider. Yani, bağımsız kurullar yalnız kendilerinin öteceği bir çöplük yaratmaya çalışırken, çöplüğü tümden ellerinden kaçırabilirler.
Yazının Devamını Oku

Çocuk Bayramı’nı kutlarken düşünülecek konular

23 Nisan 2005
<B>CUMARTESİ </B>günleri yazmıyorum. Ama, günün ve konun önemi dolayısıyla sizleri bu cumartesi günü ekonomi dışı, ama ekonomiyle ilgili bir yazıyla rahatsız ediyorum. Bugün Çocuk Bayramı. Bu bayramı coşkuyla kutlamak için çocuk ya da büyük herkesin bir nedeni var. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışının kutlanmasını çocuklara armağan etmeyi düşünen Cumhuriyetin kurucuları herhalde ülkenin çocukları için çok büyük idealler besliyorlardı. Acaba bu ideallere 82 yıl sonra ulaştık mı ya da yaklaştık mı?

Son yıllarda okullaşma ile okuma-yazma konusunda küçümsenmeyecek mesafeler alındı. Ama, bazı illerimizde hála okul olmadığı için okula gidemeyen çocuklarımız var. Okula gitme yaşında geldiği halde hála okula gönderilmeyen kız çocuklarımız var. Bu bayram onların da bayramı. Ama, bayramlarının farkında oldukları bile şüpheli.

ÇOK GERİYİZ

Çocuk eğitiminin en önemli parçası okul öncesi eğitim
denen 4-6 yaş arası verilen eğitimdir. Dünya çapında yapılan çalışmalar 4-6 yaş arası eğitim görüp daha sonra normal eğitimlerine devam eden çocukların diğerlerine göre çok daha başarılı ve verimli olduğunu ortaya koymaktadır.

Erken çocuk eğitiminde Türkiye her açıdan son derece geri bir noktadadır. 2003 yılında yalnızca 360 bin çocuğumuz erken çocuk eğitim programlarına kayıtlıydı (yüzde 10’un biraz üzerinde). Bunların yüzde 20’si kreşlere gidiyor. Halbuki, dünyada bu gruptaki çocukların ortalama yüzde 40’ı erken çocuk eğitimi almaktadır. Bu oran yüksek gelirli ülkelerde yüzde 90 iken, orta-düşük gelirli ülkelerde yüzde 36’dır.

Orta gelirli olarak niteleyebileceğimiz ülkemizde erken çocuk eğitimi yok denecek kadar azdır. Bu yıl için erken çocuk eğitiminde okullaşmanın ülkemizde yüzde 25 olması hedeflenmektedir. Hedef dahi dünya ortalamasının altındadır.

2001 yılı verilerine göre, 4-6 yaş grubu çocukların okullaşma oranı Fas’ta yüzde 34, Gürcistan’da yüzde 22, Meksika’da yüzde 70, Ürdün’de yüzde 27 ve Yunanistan’da yüzde 73 olmuştur. Bu konuda ne kadar geri olduğumuz çok açıktır.

Erken çocuk eğitimi bugüne kadar ülkemizde hep ek yük olarak görülmüştür. Aileler çocuklarını anaokullarına gönderseler dahi, anaokullarını çoğunlukla bir eğitim sürecinin başlangıcı olarak değil, çocuklara gündüz bakacak kurumlar olarak görmektedirler. Bu şekilde, annelerin çalışması kolaylaşmaktadır.

ZORUNLU EĞİTİM

Erken çocuk eğitimi ucuz bir proje değildir
. Konuya gerekli önemi veren ve anaokulu olan birçok okulda en maliyetli bölüm anaokulu bölümleridir. Bu bölümlerde öğretmen başına düşen çocuk sayısı azdır. İşletme giderleri fazladır. Yatırım harcamaları oransal olarak yüksektir. Ama, erken çocuk eğitiminin çocuğa ve topluma getirisi üstlenilen maliyetlerin çok üzerindedir.

Örneğin, dünya çapında yapılan araştırmalar erken çocuk eğitiminin çocukların eğitimlerini yarıda bırakma olasılıklarını ciddi oranda azalttığını göstermektedir. Diğer şartlar aynı kaldığı halde, erken çocuk eğitimi gören kişilerin gelirlerinin de diğerlerine göre daha fazla olduğu bilinmektedir.

Türkiye erken çocuk eğitimi konusunda dünya ortalamalarını tutturmak için çok büyük bir atılım yapmak zorundadır. Bu amaçla önce anne ve babalar eğitilmelidir. Erken çocuk eğitim kurumları, kreş ve gündüz bakım evleri olarak değil, eğitimin ayrılmaz bir parçası olarak görülmelidir. Hatta, Milli Eğitim Bakanlığı’na gerekli mali kaynaklar verilip erken çocuk eğitimi zorunlu eğitimin bir parçası yapılmalıdır.

Başardığımızda, Çocuk Bayramı’nı daha coşkulu kutlamaya hak kazanacağız.
Yazının Devamını Oku

İktisadi ve sosyal önceliklerimiz olmalı

22 Nisan 2005
<B>TÜRKİYE </B>ekonomisini bugüne kadar şekillendirmiş iki önemli kavram vardır: <B>Af ve teşvik.</B> İki kavram da en geniş boyutlarda uygulanmıştır. O nedenle de, Türkiye ekonomisi istikrarsızlıklar içine sürüklenmiştir. Başımıza gelen iktisadi sorunlar af ve teşvik gibi kavramların yanlış olmalarından kaynaklanmamaktadır. Aksine, bu kavramlar doğru kullanıldıklarında, çok faydalı olabilirler. Ama, bizler bu kavramları yozlaştırarak uygulamaya koymuşuzdur.

Bir ekonomide her şey teşvik edilemez. Her şey teşvik edildiğinde, hiçbir şey teşvik edilmiyor demektir. Çünkü, teşviklerin asıl işlevi ekonomideki göreli fiyatları çarpıtmaktır. Tüm fiyatlar aynı oranda çarpıtıldığında, göreli fiyatlar çarpıtılmamış olur.

HERKESE TEŞVİK

Ekonomideki tüm sektörler teşvik isterler. Ülkenin kalkınması yolunda fikirler beyan edildiğinde, devletin teşvik vermesini talep etmeyen hiçbir sektör ve reçete görmemişsinizdir ya da duymamışsınızdır
.

Tarım teşvik ister. Sanayi teşvik ister. Denizcilik teşvik ister. Eğitim teşvik ister. Sağlık teşvik ister. Ulaştırma teşvik ister. Turizm zaten teşvik sisteminin ilk sırasındadır. Şehirler ve bölgeler teşvik ister. Kısacası her şey ve herkes teşvik ister. Teşvik istemeten hiçbir sektörümüz yoktur. Teşvik isterken de, tüm sektörler rekabet ettikleri ülkelerden örnekler verirler. Çin sanayide elektrik tüketimine sübvansiyon verdiği için tekstilcimiz teşvik ister. Avrupa topluluğu tarıma teşvik verdiği için çiftçimiz mazotu, gübreyi, tohumu piyasa fiyatının altında almak ister. Ürününü piyasa fiyatının üzerinde satmak ister.

Türkiye’de teşvik konusu o hale getirilmiştir ki, sanki teşvik verilmese, ekonomi duracaktır. Ekonomi topluca batacaktır. Bunların hiçbiri doğru değildir. Doğru olan, herhangi bir alanda verilen teşviklerin başka alanların da teşvik istemesini haklı çıkarmaya başlamasıdır. Halbuki, teşvikler seçici verildiğinde, ekonomi çok daha fazla canlanacaktır. İş riski müteşebbisin üzerinde kalacağından, verimlilik artacaktır.

Teşvikler yoluyla iş riski devletin üzerine (yani vergi verenlerin üzerine) yıkıldığında, rant doğmaktadır. Rantın olduğu yerde verimlilik düşer, iktisadi atalet başlar. Rantın bölüşümü için mücadele başlar.

RANT DAĞITMA

Türkiye iktisadi ve sosyal önceliklerini iyi saptamak zorundadır
. Bu önceliklere göre teşvik sistemini oluşturmalıdır. Seçici olunmalıdır. Her ağlayana teşvik vermemelidir. Verilen her teşvikin mutlaka bir başlangıcı ve bir sonu olmalıdır. Teşviklerin toplam maliyeti iyi hesaplanmalıdır ve şüphelere yer vermeyecek biçimde iyi bilinmelidir. her şeyden önce, bütün bunlar kamuoyu ile paylaşılmalıdır.

Türkiye’de bunların hiçbiri yapılmamaktadır. Dolayısıyla, teşvik sistemi bu ülkede hükümetlerin rant dağıtma mekanizmasının en önemli parçası haline gelmiştir. Siyasi mücadele fikirlerin mücadelesi olmaktan çıkıp devletin yarattığı rantın kimler tarafından dağıtılacağının mücadelesi haline dönmüştür.

Böyle bir sistem içinde ekonomik istikrarı yakalamak mümkün değildir. Ekonomik istikrar yakalansa dahi, uzun ömürlü olması olasılığı yoktur. Dolayısıyla, öncelikleri olmayıp duruma göre her şeyin öncelikli olduğu bu oramı değiştirmek zorundayız. Gerçek yapısal reform bu olacaktır.
Yazının Devamını Oku

Verilerin yorumlanması: Büyümeye devam

21 Nisan 2005
<B>EKONOMİK </B>faaliyetlerin büyüklüğüne yönelik bazı verilerin yorumlanması zaman içinde farklılık gösterebilir. Örneğin, <B>kapasite kullanım oranı</B> artmasa dahi üretim artabilir. Çünkü, yeni yatırımlarla kapasite artmış olabilir. Kapasite kullanım oranı artmadığı halde, daha yüksek kapasiteler kullanılıyor olabilir.

Bunun tersi de doğrudur. 2001 yılında gözlendiği gibi, üretici şirketlerin batması yoluyla mevcut kapasite azalmış olabilir. Azalmakta olan kapasite ile, kapasite kullanım oranı düşmese dahi, üretim düşebilir.

KAPASİTE KULLANIMI

2002 yılından bu yana, özel sektör yatırım harcamaları çok ciddi boyutlarda arttı. Artan yatırım harcamaları, yeni alanlardaki yatırımlar yerine, kurulmuş üretim kapasitesinin artırımı ve modernizasyon alanlarında yoğunlaştı. Daha az işgücü ile daha fazla üretim yapılmasına çalışıldı. Ülkenin üretim kapasitesi arttı.

Önümüzdeki dönemde, kapasite kullanım oranı az hata ile ölçüldüğü taktirde, kapasite kullanım oranları 2002 ve 2003 yılları kadar yüksek olmayabilecektir. Ama, kapasite kullanım oranının göreli düşüklüğü üretimin azaldığının ya da artmadığının da habercisi olmayacaktır.

Aksine, kapasite kullanım oranları göreli olarak düşük kalsa dahi, üretimin artması söz konusu olabilecektir. Dolayısıyla, önümüzdeki dönemde, kapasite kullanım oranlarındaki değişikliğin üretimin öncü göstergesi olarak dikkatli izlenmesi gerekmektedir.

PARANIN HIZI

Ekonomik faaliyetlerin hacmi konusunda son yıllarda kullanılan bir başka değişken paranın dolaşım hızı
adı verilen mali sektör şirketleri arasındaki para dolaşımını ölçen bir orandır. 2001 Krizi’nden önce 4’lerin üzerinde dolaşan bu oran daha sonraları 2’lere düştü. Son üç-dört aydır da 3’ün biraz üzerinde seyrediyor.

Yapısı gereği, paranın dolaşım hızındaki artış ekonomik faaliyetlerin arttığına işaret ediyor. Dolaşım hızındaki yavaşlama ise ekonomik faaliyetlerde göreli durgunluğun habercisi oluyor.

Son üç yıldır reel bazda yüzde 25 büyüyen Türkiye ekonomisinde paranın dolaşım hızının 1999 ya da 2000 yılına göre yavaşlamış olması çok anlamlı olmamaktadır. Bu gelişmeyi anlamlı kılabilecek bir gelişme ekonomide giderek paranın işlevini yitirmesi ya da mali sistemin devre dışı kalıyor olmasıdır. İki olasılık da bu boyutlardaki bir gelişme için çok gerçekçi değildir.

O halde, paranın dolaşım hızına bakarak ekonomik faaliyetlerin hacmi konusunda bir bilgi elde etmek mümkün değildir gibi bir sonuca ulaşılabilir. En azından, geçmiş deneyimler bu yargıyı güçlendirmektedir.

Hangi verinin neyi gösterip neyi göstermediği iyi bilindiği taktirde, her türlü veri bilgi haznemizi genişletmektedir. Her türlü bilginin yararı vardır. Ama, ekonomik faaliyetlerin hacmi konusunda Türkiye ekonomisinde klasik en iyi gösterge ithalat verileridir. Diğer veriler daha çok destekleyici nitelikte olmaktadır.

İthalatta ciddi bir daralma olmadığı anlaşılmaktadır. O halde, ekonomik faaliyetlerde bir yavaşlama beklemek şimdilik çok gerçekçi görünmemektedir. Vergi istatistikleri ithalatta mart ayında da bir rekor kırıldığı izlenimini vermektedir.
Yazının Devamını Oku

Piyasa likit kalmak istiyor

20 Nisan 2005
<B>MODERN </B>merkez bankacılığında ekonomideki <B>para arzını</B> ayarlama işlevi bankaların serbest rezervlerini etkileme yoluyla gerçekleştiriliyor Eskiden para politikası derslerinde okutulan mevduat munzam karşılıklarının para politikası içindeki göreli önemi artık kayboldu. Bu nedenle, örneğin, İngiltere’de mevduat munzam karşılığı uygulaması yürürlükten kaldırılmıştır.

Bankacılıkta serbest rezerv kurallar çerçevesinde bankaların serbestçe kullanabilecekleri fon miktarı anlamına geliyor. Mevduat munzam karşılıkları elbette serbest rezervi etkileyen parametrelerden biridir. Ama, bankaların serbest rezerv tutma isteğinin arkasında çok daha önemli etkenler vardır.

Bankaların daha az ya da daha çok likit kalma isteği serbest rezervlerin miktarını tespit eder. Serbest rezervlerin miktarı da bankaların kaydi para yaratma gücünü belirler. Örneğin, mevduat munzam karşılıkları düşürülse dahi, daha fazla likit kalmak isteyen bir bankacılık sektörü kaydi para yaratmamakta direnebilir.

ACABA NEDEN?

Son yıllarda Türkiye’de bankacılık sistemi likit kalmak istemektedir
. Bankaların likit kalma arzusu, Merkez Bankası’ndan daha fazla borçlanarak değil, Merkez Bankası’na muhtaç olmadan kendi kaynakları yoluyla gerçekleştirilmektedir. Dolayısıyla, Merkez Bankası bankalar karşısında net alacaklı değil, net borçlu durumundadır.

Bu yılın ilk çeyreğinde bankaların kendi kaynaklarından yarattıkları serbest rezervlerin düşeceği ve Merkez Bankası’ndan borçlanarak serbest rezerv tutmaları bekleniyordu. Gerçekten de, yılın başlarında Merkez Bankası’nın bankalara borçluluğu giderek azaldı. Piyasa bu durumu likidite sıkışıklığı olarak algıladı. Halbuki, normal olan ve arzulanan gelişme buydu.

Merkez Bankası’na borçlu durumda kalmak istemeyen bankacılık sektörü döviz kurlarının düşmesiyle bir anlamda Merkez Bankası’nı piyasadan döviz almaya zorladı. Bu şekilde, bankalarımız, Merkez Bankası’na döviz satarak arzuladıkları serbest rezerv düzeyine Merkez Bankası’ndan borçlanmak zorunda kalmadan yeniden kavuştular.

Geçen yıl bu ayda Merkez Bankası’nın açık piyasa işlemleri yoluyla bankacılık sistemine olan borcu 10 milyar YTL’nin üzerindeydi. Yıl içinde Merkez Bankası’nın borçluluğu azaldı. Bu yılın başında açık piyasa işlemler yoluyla Merkez Bankası’nın sisteme olan borçluluğu 3.6 milyar YTL’ye kadar düştü. Beklentilerin paralelinde, Merkez Bankası’nın piyasaya borçluluğu bu yılın ilk aylarında da düşmeye devam etti. Hatta, geçen ayın ortalarında Merkez Bankası açık piyasa işlemleri yoluyla bankalardan birkaç gün alacaklı duruma dahi geçti.

Bankalar bu duruma tahammül edemediler. Merkez Bankası’na döviz satarak ve diğer portföy değişmeleri yaparak serbest rezervlerini artırdılar. Bugünlerde Merkez Bankası’nın bankalara açık piyasa işlemleri yoluyla borcu yeniden 6.5 milyar YTL düzeyine geldi. Grafikten bu gelişmeler açıkça görünmektedir.

Bankalar neden Merkez Bankası’na borçlu kalmak istemiyorlar? Likit kalmak maliyetli bir strateji olduğu halde, bankalarımız neden likit kalmak istiyorlar? Acaba, bankalarımız 2001 yılının şubat ayındaki olayları hala unutamadılar mı? Para politikası açısından bu soruların yanıtı çok önemlidir. Çünkü, bankalara borçlu durumdaki bir merkez bankasının etkin bir para politikası yönetebilmesi orta dönemde çok zordur.
Yazının Devamını Oku

Küreselleşme ve serbest dolaşım

19 Nisan 2005
<B>AVRUPA Ekonomik Topluluğu (AET) </B>kurulduğu yıllarda küreselleşmenin şimdi geldiği noktaya gelebileceğini kimse düşünemedi. <B>AET bölgesel ve sınırlı bir küreselleşme çabası olarak algılandı</B>. Bölgesel bir bütünleşme olarak hayal edildi. AET’nin ilk yıllarında emeğin serbest dolaşımı en önemli konulardan biriydi. Ticari birlik sağlanırken, emeğin de serbest dolaşımı sağlanacaktı. Ürünler AET ülkeleri arasında serbestçe dolaşırken, emek de istediğinde, serbestçe üye ülkeler arasında dolaşabilecekti.

AET’den Avrupa Birliği’ne (AB) geçildi. Geçiş döneminde küreselleşme hem hızlandı hem de derinleşti. Emeğin serbest dolaşımı bir anlamda ikinci planda kaldı. Bölge içinde ve küresel platformda mali ve sabit sermayenin serbestçe dolaşımı birinci plana çıktı.

DÜŞÜK ÜCRET VE İŞSİZLİK

AB ülkelerinin bir bölümü parasal bir birlik oluşturdular. Emeğin serbestçe dolaştığı
bir ortamda ücretlerin eşitlenmesiyle parasal birliğin sorunsuz olacağı, ya da en sorunla karşılaşacağı düşünüldü.

Gelişmeler düşünüldüğü gibi olmadı. Mali ve sabit sermaye emeğe göre çok hızlı dolaşmaya başladı. Emeğin dolaşımını bir anlamda anlamsız kıldı. Beklendiği gibi emek bölge içinde dolaşmadı. Emek sermayeye gitmedi. Tam aksine, ulusal duygular ve alışkanlıklar emeğin dolaşımını kısıtladı. Mali ve sabit sermaye emeğin olduğu yere gitmeye başladı. Göreli ücretler arasındaki farklılık beklendiği kadar azalmadı.

Bugün AB’de yaşanan en büyük sorunlardan biri gelişmiş AB ülkeleri arasında emeğin dolaşımı değil, AB sermayesinin emeğin olduğu yere gitmesidir. Emeğin olduğu yere gidemeyen ya da gitmekten kaçınan sermaye ise gelişmekte olan ülkelerden emek çekmektedir. Gelişmiş AB ülkelerinde işsizlik artmakta ücretler düşmektedir.

Fransa’nın oto endüstrisi Romanya gibi ülkelere kaydığında ucuz emek sayesinde Romanya’da istihdam sağlanmakta Romanya’ya gitmek istemeyen Fransızlar işsiz kalmaktadır. Aynı şekilde, Çek Cumhuriyeti ve Bulgaristan büyüklüklerinin çok üzerinde Almanya’dan sabit sermaye yatırımı çekmektedirler.

Bir kısım Çek ve Bulgar vatandaşları Almanya’da düşük ücretlerle çok rahat iş bulmaya başlamışlardır. Almanya’da reel ücretler yüzde 5’in üzerinde düşmüştür. Henüz iki Almanya’nın birleşme sancılarını atlatamamış Alman toplumu şimdi emek ve sermaye akımlarıyla mücadele etmek durumundadır.

KORUMACILIK MI?

Küreselleşme genellikle gelişmiş toplumların yararına çalışan bir mekanizma olarak algılanır. Halbuki, sokaktaki Almanlar ve Fransızlar için küreselleşme kendi hayatlarını etkileyen en olumsuz gelişmelerden biridir. Çünkü, onlar için küreselleşme daha düşük ücret ya da işsizlik anlamına gelmeye başlamıştır.

Çin rekabeti herkesi korkutmaktadır. Ama, gelişmiş ülkeler açısından Çin rekabetinden daha yakın tehlike gelişmiş ülkelerin çevresindeki gelişmekte olan ülkeler olmaktadır. Gelişmiş ülkeler bu durumun derinleşmesine ne kadar izin verirler? Korumacılık yeniden gündeme gelebilir mi?

İleride bu konuya devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

Dünya ekonomisi ve Türkiye

18 Nisan 2005
<B>DÜNYA </B>ekonomileriyle ilgilenen uluslararası ve ulusal kuruluşların tümü <B>dünyada ekonomik büyümenin yavaşlayacağını</B> tahmin ediyorlar. Yavaşlama tahmininin arkasında petrol fiyatlarının yüksekliği, Amerikan ekonomisindeki riskler ile Avrupa ekonomilerinde toparlanma olasılığının az olması yatıyor.

Ekonomik büyümedeki yavaşlama ile enflasyonda bir kıpırdanma da bekleniyor. Enflasyondaki yükseliş beklentisinin arkasında da yine petrol fiyatlarındaki artış beklentisi ile gevşeyen mali politikalar karşısında genelde merkez bankalarının hareket alanının darlığı nedeniyle enflasyonist baskıların artması var.

Kısacası, son iki yıldır dünya ekonomileri hakkındaki çok olumlu beklentiler giderek kayboldu. Hava biraz bulutlandı.

FIRSATLAR

Dünya ekonomileri üzerindeki bulutlu hava Türkiye için aslında bir risk değil, fırsat yaratmaktadır
. Fırsatları doğru kullandığımızda, Türkiye ekonomisi birçok açıdan önemli kazanımlar elde edebilecektir.

Dünyada ekonomik büyümenin düşmesiyle Türkiye’nin dış ticaret hacminde dış etkenlerden gelen bir daralma beklemek yanlıştır. Türkiye’nin dış ticaret hacmini belirleyen dış dinamikler değil, iç gelişmelerdir. Dolayısıyla, dünya ekonomilerindeki yavaşlama ihracatımızı olumsuz etkilemeyecektir.

Buna karşılık, ileriye dönük riskleri giderek azaltan bir Türkiye sabit sermaye yatırımları için çok ciddi bir alternatif haline gelmektedir. Çünkü, Türkiye çok büyük bir pazardır. Bu pazarda, Türkiye’nin tüketimi gelir düzeyine göre dünya ortalamalarının oldukça altındadır. Tuvalet kağıdı kullanımından, su tüketimine; gübre tüketiminden, bankacılık sektörünün boyutlarına; lokantaya gitmekten otomobil kullanımına kadar uzanan çok geniş bir alanda Türkiye ekonomisi dünya ortalamasının çok altındadır.

Böyle bir pazarın dünya ekonomileri ortalamasına yaklaşması reel anlamda pazarın iki-üç kat büyümesi anlamını taşımaktadır. Yani, şirketler bazında büyüme, Türkiye gibi ülkelerde pazar payını artırmaktan çok, pazarın büyümesi yoluyla olacaktır. Yatırımcılar için bu durum çok cazip bir görünümdür.

ŞARTLAR

Böyle bir potansiyeli harekete geçirmenin birinci şartı makro ekonomik istikrarsa, ikinci şartı rekabet şartlarının her türlü ayırımcılığı ve kayırımıcılığı önleyecek bir biçimde oluşturulmasıdır. Bu açıdan, gözetim ve denetim görevi gören bağımsız kuruluşların önemi küçümsenemez. Bu kuruluşlar sayesinde, çeşitli sektörlerde rekabet şartları hem önceden bilinen sektör normları olacaktır hem de normlara uymayanların cezalandırılacağı ya da engelleneceği bir ortam oluşturulacaktır. Yani, sektörler bazında istikrar sağlanacaktır.

Son dönemlerde bankacılık sektörüne yönelik olarak yabancı sermayenin ilgisinin artmasında BDDK gibi bir kuruluşumuzun olduğu gerçeğini görmezden gelemeyiz. Dolayısıyla, bağımsız gözetim ve denetim otoritelerinin yapılarını kurcalarken konunun bu tarafını göz önünde bulundurmamız gerekir.

Nüfusu genç ve nüfusuna göre bazı önemli sektörlerde küçümsenmeyecek düzeyde eğitimli bir işgücü ile Türkiye dikkat çekicidir. Artan verimlilik ve rekabet şartları ile tamamlandığında, makro ekonomik istikrarı kalıcı hale getirmiş bir Türkiye, dünya ekonomilerinde hava bulutlandığında daha da dikkat çekici bir konuma gelmektedir.
Yazının Devamını Oku