Ercan Kumcu

Dışarıda riskler artarken

28 Mart 2005
AMERİKAN Merkez Bankası (FED) faizleri bir kez daha yüzde 0.25 kadar artırdı. FED’in tonu gittikçe sertleşiyor. Amerika’da faiz artırımları devam edecek.Hatta, yüzde 0.25 yetmeyip daha güçlü sinyal vermek üzere bir defada yüzde 0.5 artırım dahi çok yakında gündeme gelecektir.FED açısından ekonomik büyüme şu anda ikinci hatta üçüncü planda kalmıştır. Amerika’daki artan bütçe açıkları ve enflasyonist baskılar FED’in en çok kaygı duyduğu gelişmelerdir. Amerikan dış politikası setleştikçe, Amerika’nın bütçe açıkları konusunda iyimser olmak giderek zorlaşmaktadır.AVRUPAAvrupa Birliği’nde (AB) tek paraya geçişin en önemli parametrelerinden olan mali disiplin zayıflama sinyalleri vermektedir. Almanya ve Fransa diğer AB ülkelerine bir anlamda meydan okuyarak bütçe açıklarını Topluluk normlarına getirmek yerine, topluluk normlarını kendi bütçe açıkları doğrultusunda değiştirmeyi tercih ettiler.Fiyat istikrarından sorumlu Avrupa Merkez Bankası (AMB) çok zor durumda kaldı. Kurulduğundan bu yana Alman Merkez Bankası Bundesbank’ın saygınlığına gelemeyen AMB bu gelişmelere nasıl tepki vereceğini bilemiyor.Batılı bankacılar, AMB için, merkez bankası değil, görüş birliği platformu (concensus board) diyorlar. AMB ile açıkça alay edilmeye başlandı. Bir aşamada, AMB da faizleri artırmak zorunda kalabilir. Bu zayıf haliyle dahi, bunun işaretlerini şimdiden vermeye başladı. Dünyanın lider ekonomilerinde faizlerin artması tek başına korkulacak bir olgu değildir. Ama, kısa dönemde, gelişmiş ülkelerde faizlerin artması, faizlerin düşük olması nedeniyle gelişmekte olan ülkelere akan sermaye akımını sınırlayacaktır. En az risk seven yatırımcıların dahi gelişmekte olan ülkelere yatırım yapma iştahı bir ölçüde azalacaktır. Sürü psikolojisi içinde hareket eden uluslararası finans piyasaları 2005 yılında dalgalanmalara çok açık olacaktır. Gelişmekte olan ülkelerde son iki yıldır yaşanan ‘kolay dış borçlanma’ olanakları azalabilecektir. Bu gelişmelerin gelişmekte olan ülkelerdeki, büyüme, kur ve borsa üzerinde ciddi boyutlarda etkileri olacaktır. TÜRKİYEBu görünüm içinde, Türkiye ekonomisindeki olası dalgalanmaları asgaride tutabilmek için iç ve dış yatırımcıların güvenini devam ettirecek önlemler almak zorundayız. Ne yaparsak yapalım, dış yatırımcıların portföy tercihlerinden kaynaklanan dalgalanmalar Türkiye piyasalarına da yansıyacaktır. Bu aşamada, önemli olan dış yatırımcıların portföy tercihlerindeki değişmenin yurt içindeki yatırımcılara sirayet etmemesine çalışılmasıdır. Yani, iç ve dış yatırımcılara güven verici bir tutum içinde olmak zorundayız.. Türkiye ekonomisinin yalpalamaya ve kararsızlığa tahammülü yoktur. IMF ile üç yıllık program zaman kaybedilmeden uygulamaya geçmelidir. Yapısal reformlar tamamlanmalıdır. Özelleştirme bugünkü ortamda bir kez daha olumsuz bir sürece girmiştir. Buna rağmen, özelleştirme programından ödün verilmemelidir. Mali disiplinin bozulabileceği yönünde izlenim veren uygulamalardan vazgeçilmelidir.Dış risklerin içeride yaratacağı dalgalanmaların sonuçları kurların yatırımcıları rahatsız edecek bir biçimde artması ve bu yolla iç talep daralmasıdır. Kurlar yoluyla iç talep daralması kamu maliyesini olumsuz etkileyen önemli etkenlerden biri olacaktır.
Yazının Devamını Oku

Rekabette fiyat farklılaştırması

27 Mart 2005
<B>İç </B>piyasada <B>tekel</B> ya da yarı tekel durumunda olup da uluslararası piyasada <B>rekabetçi</B> olmak durumunda olan şirketler vardır. <B>Korumacılığın yaygın olduğu ülkelerden gelen şirketlerde bu durum sıkça görülebilir</B>. Bu ülkelerde bir sektörde yoğunlaşma yaşanırken, uluslararası piyasada aynı şirket bütün dünyadan birçok şirket ile yarışmak zorunda kalabilir. Rekabet şartlarının farklılaştığı ortamlarda şirketlerin fiyatlandırma politikaları da doğal olarak farklı olacaktır.

REKABET ŞARTLARI

Bir firma iç piyasada tekel ya da yarı tekel durumundaysa, iç piyasadaki satışlarında tekel fiyatı uygulayacaktır. Yani, fiyatları yüksek olacaktır. Ekonomide korumacılık olduğundan, ürettiği malı yüksek fiyattan satabilecektir.

Aynı firma uluslararası piyasada aynı malı satmak için başka ülkelerden başka şirketlerle rekabet etme durumunda kaldığında, rekabetçi fiyat uygulamak zorunda kalacaktır. Yani, dışarıdaki satışlarında uyguladığı fiyat iç pazarda uyguladığı fiyattan daha düşük olacaktır. Birçok alanda ihraç fiyatlarının düşüklüğü rekabet şartlarından kaynaklanmaktadır.

Tersi bir durum da söz konusu olabilir. Şirketlerin iç piyasada rekabetçi olup dış piyasada tekel ya da yarı tekel gibi davranmaları da mümkündür. Örneğin, uzun süre yolcu uçağı yapımında bu çeşit bir rekabet söz konusuydu. Özellikle Airbus uçakları üretilmeye başlamadan önce, Boing ve McDouglas uçak şirketleri Amerika içinde kıyasıya rekabet içindeyken, uluslararası piyasayı aralarında bölüşmüş gibiydiler.

Bu şirketler Amerika içinde rekabet ettiklerinden Amerika’daki satışları daha düşük fiyattan, Amerika dışı satışları, piyasayı böldüklerinden, daha yüksek fiyattan oluyordu. Bu durum bugün dahi söz konusu olabilmektedir. Örneğin, Amerikan yapımı uçakların yedek parçaları Avrupa’da Amerika’ya göre daha pahalıdır. Amerikan hava yolları Amrikan uçaklarını daha ucuza alabilmektedirler.

Bizim gibi ülkeler için Airbus’ın piyasaya girmiş olması rekabet şartlarının biraz olsun lehimize dönmesi açısından yararlı olmuştur. Airbus ile Amerikan yolcu uçağı yapımcılarının ‘piyasa paylaşması’ olgusunu da göz ardı etmemek gerekir.

REKABET OTORİTESİ

Yurt içinde rekabet şartlarını düzenleyen rekabet otoriteleri vardır. Giderek ülkeler rekabetin önemini anlamaya başlamışlardır. Uluslararası rekabeti şirketler bazında düzenleyen bir otorite yoktur. Bu anlamda, Dünya Ticaret Örgütü uluslararası rekabeti düzenleme amacıyla kuruluşsa da, şirketler bazında bir yaptırımı yoktur. Hükümetler bazında uygulamaları denetlemekle yetinmektedirler. Bu yaklaşım sorunu çözmemektedir.

Yeni, yoğun ve yüksek teknoloji içeren sektörlerde uluslararası piyasada rekabetçi konumdan uzaklaşmak kolaylaşmaktadır. Dünya Ticaret Örgütü’nün bu konudaki uygulamaları ve denetim görevi sınırlı kalmaktadır. Ama, rekabetçi bir uluslararası piyasa için yerel rekabet otoritesi paralelinde uluslararası rekabet otoritesi ihtiyacı giderek artmaktadır.

Şimdilik devletler kendileri karşılıklı oturarak bu soruna çözüm arayışı içindedirler. Özellikle, devletin sübvansiyon verdiği sektörlerde, ülkeler birbirlerinin sübvansiyon politikalarını yakından izlemekte ve gerektiğinde pazarlığa oturmaktadırlar. Örneğin, yolcu uçağı üretimi konusunda Avrupa ve Amerika oldukça sık bir biçimde birbirlerinin sübvansiyon politikaları konusunda masaya oturmaktadırlar.
Yazının Devamını Oku

Başka merkez bankaları da arayış içindeler

25 Mart 2005
<B>BİZİM </B>Merkez Bankası, üzerinde olağan bir merkez bankasının yüklenmeyeceği ağırlıklar olduğu için zarar etmektedir. 2001 Krizi’nde bir kısım devlet borçlarının parasallaşması nedeniyle Merkez Bankası para basmıştır. Daha sonra bastığı parayı faiz vererek geri çekmek zorunda kalınca faiz harcamaları artmış ve zarar etmek zorunda kalmıştır.

Zarar eden tek merkez bankası bizimki değildir. Örneğin, Avrupa Merkez Bankası da 2004 yılında zarar açıklamıştır. Avrupa Merkez Bankası’nın zararı portföyündeki dolar cinsinden olan döviz rezervlerinin Euro cinsinden değerinin düşmesinden kaynaklanmıştır. Yani, değerleme zararı söz konusudur. Değerlemeden doğan zararlar da merkez bankaları açısından bir anlamda para basma ile aynı anlama gelir.

KARSIZLIK

Son yıllarda, merkez bankalarının önemli sorunlarından biri faizlerin alışılmamış düzeylere düşmesiyle gelirlerindeki düşüşlerdir. Kar marjları düşmüştür. Çünkü, bastıkları paradan daha az para kazanmaktadırlar.

Özellikle küçük ülkelerin merkez bankaları karların düşüklüğü ile mücadele etmek için merkez bankalarının daha fazla risk alarak gelirlerini artırmaları gereğini savunmaya başlamışlardır. Bu ülkelerin merkez bankaları getirisi daha yüksek özel sektör bonolarını portföylerinde bulundurmaya başlamışlardır.

Daha çok büyük ülkelerin tutucu merkez bankaları ise bu görüşe şiddetle karşı çıkıp merkez bankalarının birinci amacının kar etmek olmadığını vurgulamaktadırlar. Dolayısıyla, büyük ülkelerin merkez bankaları, merkez bankalarının gelirlerini artırmak için aldıkları riskleri artırmalarına karşı çıkmaktadırlar.

FİYAT İSTİKRARI

Genelde, merkez bankaları son derece tutucu kuruluşlardır. Risk alma iştahları yok denecek azdır. Hesaplanabilir riskleri asgaride tutmaya çalışırlar. Ettikleri karlar yaptıkları işlerin doğal sonucudur. Karlarını azamiye çıkarmak gibi bir politikaları yoktur.

Merkez bankalarının asıl amacı fiyat istikrarını koruyacak şekilde piyasadaki para miktarını ayarlamaktır. Bu amaca yönelik olarak dönemsel olarak faizlerin yüksek düzeylerde oluşması gerekebilir. Bu durumda, merkez bankalarının karları da artacaktır.

Son yıllarda görüldüğü gibi, birçok Batı ekonomilerinde çok düşük faiz düzeyinde fiyat istikrarını koruyabilmek mümkün olmaktadır. Dolayısıyla, bu ülkelerdeki merkez bankalarının karları düşebilmektedir. Kar düzeyi ne olursa olsun, önemli olan fiyat istikrarını korumaktır.

Kárlarını artırma amacıyla merkez bankalarının daha fazla risk almaları, risklerin gerçekleşmesi durumunda, merkez bankalarının itibarlarını zedeleyebileceği gibi, fiyat istikrarının korunması konusunda da bir tehdit oluşturabilir.

Merkez bankacılığı ilkelerine ters gelebilecek görüşlerin küçük ülke merkez bankalarından çıkması da tesadüf değildir. Çünkü, küçük ülke merkez bankalarının bağımsız bir para politikası olduğundan söz edilemez. Çoğu zaman, bu kuruluşların, ekonomik ilişkileri yoğun büyük ülkelerin para politikalarını takip etmekten öteye bir işlevleri yoktur.
Yazının Devamını Oku

Merkez Bankası’nın zararı para basmaktır

24 Mart 2005
<B>AÇIKLANAN </B>yıl sonu hesaplarına göre, <B>Merkez Bankası 2004 yılında da zarar etti</B>. Zarar eden şirket zararlarını borçlanma yoluyla finanse eder. Merkez Bankası’nın borçlanması, mutlaka banknot basımı yoluyla olmasa da, para basmasıdır. Dolayısıyla, merkez bankalarının zarar etmeleri para basmaları anlamına gelir.

Normal şartlarda merkez bankaları zarar etmezler. Çünkü, ülkede geçerli parayı basmak gibi çok önemli bir imtiyaza sahiptirler. Örneğin, bizim Merkez Bankası yaklaşık 8-10 yeni kuruşa mal ettiği bir banknotun üzerine 10-20-50 ya da 100 YTL yazarak piyasaya sürer. Kısacası, merkez bankaları çok yüksek kár marjlarıyla çalışırlar.

Kár marjı para basmadaki imtiyazlarından kaynaklanır. O nedenle de, sahiplik yapısı ne olursa olsun, merkez bankalarının kárları bütün dünyada temettü olarak devlete (hazineye) gider.

ERKEN İTFA

Bizim Merkez Bankası’nın zarar etmesi 2001 yılında üzerine gelen normal olmayan yüklerden kaynaklanmaktadır. Parayı basmıştır, ardından da bastığı parayı faiz vererek geri çekmek zorunda kalmaktadır. Yani, Merkez Bankası piyasaya borçlu durumda kalmaktadır. Halbuki, merkez bankalarının borçlarının çok büyük bir bölümü bastıkları banknot olmalıdır. Böyle olduğunda da, küçümsenmeyecek kárlar etmektedirler.

Merkez Bankası’nın geçen yıl da zarar etmiş olması, para politikası uygulamasında, düzeltmesi Merkez Bankası’nın elinde olmayan çok önemli bir sakatlığa işaret etmektedir. Merkez Bankası’nın para piyasasına borçlu olmaktan çıkarılmalıdır.

Kısa dönemde bu durumun yaratılması Hazine’nin Merkez Bankası’nın portföyünde bulunan devlet iç borçlanma senetlerini itfa etmesiyle olacaktır. Bir başka deyişle, Hazine, Merkez Bankası’na borçlu olacağına piyasaya borçlu olmalıdır.

Piyasa faizleri Merkez Bankası’nın Hazine bonolarından aldığı faizlerin yanında çok yüksektir. Dolayısıyla, kağıt üzerinde, Hazine’nin Merkez Bankası’na olan borçlarını erken itfa etmesinin Hazine’ye ek bir maliyeti olacaktır. Hazine’nin piyasa dışı borçlarını piyasadan borçlanarak kapatması piyasaya baskı yapacağından, faizlerin yükselmesi dahi söz konusu olabilecektir. Bu bakış açısından, Hazine’nin böyle bir uygulamaya gitmesinin ekonomik mantığı olmadığı düşünülebilir. Ama, bu düşünce makro ekonomik açıdan çok doğru değildir.

ETKİNLİK

Piyasaya borçlu durumda olan bir merkez bankasının para piyasaları üzerindeki etkinliği göreli olarak zayıftır
. Açık bir biçimde enflasyon hedeflemesi çerçevesinde para politikasının oluşturulacağı bir ortamda Merkez Bankası’nın para piyasaları üzerindeki etkinliğinin özel bir önemi vardır. Para piyasasına mahkum bir merkez bankasının kısa vadeli faizleri etkileme gücü de sınırlı olacaktır. Son üç yıllık deneyimlerimiz de bu yönde önemli işaretler vermektedir. Faizler üzerindeki risk primi Merkez Bankası’nın kendi faizlerine göre çok daha önemli bir değişkendir.

Bugüne kadar, finansman açıklarına Hazine’ye ucuz borçlanma olanakları arandığı için enflasyonu artırarak çözümler bulduk. Bundan sonra, finansman açıklarını makul düzeylere (enflasyon yaratmadan finanse edilebilecek boyutlara) çekerken, Merkez Bankası’nın elini de serbestleştirmek zorundayız. Aksi taktirde, Hazine odaklı (kolay borçlanmayı amaçlayan) politikalarla enflasyonu kalıcı olarak düşürmemiz mümkün olamayacaktır.

Merkez bankalarının kárları konusuna devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku

Dünya Bankası Başkanlığı

23 Mart 2005
<B>DÜNYA Bankası</B>’na yeni bir başkan aranıyor. Yazılı olmayan bir kural çerçevesinde <B>Dünya Bankası Başkanı bir Amerikalı oluyor ve IMF’nin başına da bir Avrupalı getiriliyor</B>. Kuralın bu kez bozulabileceği yönünde bir izlenim yok. Dünyada siyasi ve ekonomik dengeler değiştikçe, bu yazılı kural değişmese de, İkinci Dünya Savaşı’nın sonuçlarından bir olan bu iki kurumun idare yapısı biraz değişiyor. Örneğin, Avrupalı baş yöneticinin altında IMF’de güçlü bir Amerikalı ikinci yönetici olarak görev yapıyor.

Dünya Bankası’nda Amerikalı Başkan’ın altında güçlü sayılabilecek diğer kıtalardan gelme Başkan Yardımcıları var. Kısacası, iki kurumda da belli bir güç dengesi korunmaya çalışılıyor.

ŞAHİN MCNAMARA

Dünya Bankası Başkanlığı’na geçmişte farklı deneyimlere sahip kişiler atandı. İçlerinde, bankacılar
vardı. Senatörler vardı. Eski Amerikan bakanları vardı. Çoğu olağan bir biçimde başkanlık yaptı. Hatırlanacak fazla bir şey yapmadılar.

Eski Dünya Bankası başkanları içinde en çok iz bırakanlardan biri Robert McNamara oldu. Kennedy İdaresi’nde Savunma Bakanı olarak görev yapan McNamara Amerika’nın Vietnam’daki operasyonunu geri dönülemez bir yere getirdiği söylenir. McNamara ile Vietnam Savaşı’nın başladığı iddia edilir. Bir savaş yanlısı, saldırgan bir Amerikalının Dünya Bankası Başkanlığı o dönemde büyük protestolara neden olmuştu. Adı konmadıysa da, McNamara o dönemin şahinlerindendi.

İçeride ve dışarıda protestolara rağmen, McNamara Dünya Bankası Başkanı oldu. Belki de, Dünya Bankası, tarihinin en vizyon sahibi başkanı ile tanıştı. Savunma Bakanı McNamara ile Dünya Bankası Başkanı McNamara arasında hiçbir benzerlik görülemedi. Dünya Bankası Başkanı mcNamara Dünya Bankası’na yepyeni ufuklar açtı.

İkinci Dünya Savaşı’nın yıkımını tamir etmekle ve ülkelerin ekonomik kalkınmalarıyla meşgul olması için kurulan Dünya Bankası kendine yeni misyon ararken, aradığı misyonu McNamara’nın döneminde buldu. O güne kadar Asya, Ortadoğu, Latin Amerika ve Kuzey Afrika’da kalkınma hamlelerini destekleyen Dünya Bankası McNamara’nın vizyonu sayesinde mutlak açlığı fark etti, Afrika’nın en fakir ve en geri ülkeleri ile tanıştı. Dünya Bankası’nın bugünkü misyonu o günlerde yazıldı.

ŞAHİN WOLFOWITZ

Dostum Enis Berberoğlu
pazar günkü yazısında McNamara ile Amerika’nın Dünya Bankası Başkan adayı Paul Wolfowitz arasında ilginç bir benzetme yapmış. Benzetmesinde çok haklı. Askeri açıdan iki saldırgan idareciden söz ediyoruz. Amerikan Savunma Bakanlığı’nda ‘şahin’ olarak görev yaptıktan sonra, misyonu ve vizyonu çok farklı bir uluslararası kuruluşun başkanlığına ‘şahin’ sıfatlı insanların adı geçiyor.

Wolfowitz’i tanımıyorum. Nasıl bir Dünya Bankası Başkanı olabileceği konusunda en ufak bir fikrim de yok. Ama, bir görevde farklı misyonlar edinmiş idarecilerin başka görevlerde çok farklı ve çok zıt görevleri de başarıyla yapabildikleri çok görülmüştür. Şahin Wolfowitz de çok başarılı bir Dünya Bankası Başkanı olabilir. Herkese, ‘bu adam Savunma Bakanlığı’nda ne yapıyordu’ diye de sordurtabilir.

Benzetmenin bir de bu yanını vurgulamak istedim.

Dünya Bankası Başkanlığı çok farklı bir yerdir. İlk kurulduğunda, Amerikan Başkanı, Dünya Bankası Başkanı’nın kendinden daha fazla maaş alacağına itiraz etmiş. ‘Orasını bilmezsiniz, çok zor bir görev olacaktır’ diye Amerikan Başkanı’nı güçlükle ikna edebilmişler. İlk Dünya Bankası Başkanı görevi başındayken bürosunda intihar etmiştir.
Yazının Devamını Oku

BDDK’nın eli serbest olmalı

22 Mart 2005
<B>BDDK</B>’nın elinin serbest kalması konusunda çok yazı yazdım. Ama, kamuoyunda bu konu o denli çarpıtılıyor ki, bu konu daha çok yazı çeker. Bankacılık sektörüne önyargılarla yaklaşılmamalı. Bu sektörde geçmişte işlenen günahlar gelecekte alınacak tavırları çarpıtmamalı. Her şeyden önce, bankacılık sektörünün gözetimini ve denetimini emanet ettiğimiz BDDK’ya güvenmeliyiz. Aldıkları kararlara saygı duymalıyız. Alacakları kararların itibarını zedeleyecek davranışlardan kaçınmalıyız.

Geçmişte devlete çok pahalıya mal olduğu için zor duruma düşen bankaların Fon’a devredilmesine kamuoyu ve hükümet tarafından sıcak bakılmıyor. Bu, o kesimlerin görüşüdür. Önemli olan, duruma göre BDDK’nın ne düşündüğüdür.

Karşılaşılan duruma göre, BDDK bu yönde karar alır ya da almaz. Onların bileceği bir iştir. Ama, bu seçenek BDDK’nın elinde olmalıdır. Yarın, böyle bir seçeneğin yasa ile BDDK’ya verilmemiş olmasını maliyeti çok daha yüksek olabilir.

GÜLÜNÇ OLMAYALIM

Zor duruma düşen bankaların Fon’a devredilmemesi görüşünü güçlendirmek için bir bahanede bulundu. Bu görüşe göre, batan bankalar Fon’a devredilerek yabancı bankaların bu bankalardan alacakları garanti altına alınıyor
. Bu nedenle de yabancı bankaların çıkarlarını korumak durumunda olan IMF de batan bankaların Fon’a alınmasını istiyor.

Her görüşe saygı duyulur. Ama, çeşitli görüşler savunulurken inandırıcı kanıtlar ya da destekleyici yardımcı görüşler ortaya konur. Hırsız-polis çemberi içinde savunulmaya çalışılan en masum görüş dahi gülünç olmaktan öteye gidemez. Bankaların Fon’a alınmasının istenmesinin nedenini yabancı bankaların çıkarlarını korumaya yönelik olduğunu iddia etmek de buna benzemektedir. Kendimizi gülünç duruma sokmayalım.

Bankacılık nazik bir sektördür. Düne kadar çok iyi olduğu bilinen bir banka bazen bir işlem nedeniyle, bazen de fiyatların beklenmedik boyutlarda ve yönde değişmesi nedeniyle çok zor durumlara düşebilir. Düne kadar bankanın sıkıca denetlenmiş olması ile içine düşülen durum birbirinden bağımsız dahi olabilir. Böyle bir durumda ‘banka batsın’ demek kolaydır. Ama, banka tüm sistemi etkileyecek kadar büyükse, ‘banka batsın’ demek o kadar kolay değildir.

1999 yılının ortasına kadar bankacılık sektörünü düzenleyen bir yasa yoktu. Hazine istediği yaptırımları uygulamaya koyamıyordu. 1999 yılı sonundan 2002 yılı sonuna kadar bankacılıktaki sert uygulamaların gündeme gelmiş olmasında 1999 yılı öncesinde yasal zemin yokluğunda Hazine’nin eli-kolu bağlı olmasının önemli etkileri vardır.

GÜVENMELİYİZ

Denetim ve gözetim otoritesinin eli serbest olmalıdır. Olabilecek tüm seçenekler BDDK’nın uygulamaya koyabilmesi için elinin altında olmalıdır. Seçeneklerin yasayla sınırlandırılması çok büyük riskler oluşturur. Bir gün yasanın dışında uygulamaların gündeme gelmesini zorunlu kılar. Yasaya olan saygının yitirilmesine neden olur.

Otorite, duruma göre değerlendirdiği en iyi seçeneği uygulamaya koyabilmelidir. Aksi taktirde gözetim ve denetim otoritesinin eli-kolu bağlı demektir. Eli-kolu bağlı bir gözetim otoritesi etkili bir otorite olamaz.

BDDK’ya güvenmek zorundayız. Eğer, zorda kalan bankaları Fon’a devretme yetkisini bu kuruma güvenmediğimiz için vermiyorsak çok yanlış yapıyoruz. O taktirde, BDDK, bankaları gözetleme ve denetleme konusunda da güvenilir bir kuruluş değil demektir. Unutmayalım ki, BDDK, güvenilmesi ve saygı duyulması için bağımsız bir kurum olarak oluşturuldu.
Yazının Devamını Oku

Dayanıklılığımızı test ettirmeyelim

21 Mart 2005
<B>SON </B>ayların popüler yaklaşımı Türkiye ekonomisinin artık <B>kırılgan</B> olmadığı, <B>iç ve dış şoklara karşı çok daha dayanıklı</B> olduğudur. Bu yaklaşım kulağa hoş gelse de, gerçekte şokların şiddetine göre, her ekonominin bir kırılganlık noktası olduğunu kabul etmek zorundayız.

Türkiye ekonomisi şiddeti çok düşük şoklara karşı daha dayanıklı hale gelmiş olabilir. Ama, bunu test etmeyelim. Önceden şiddetini kestiremeyeceğimiz bir şok karşısında başımıza ne geleceğini kestiremeyiz. Dolayısıyla, geldiğimiz noktayla övünmek yerine, ekonomiyi şoklara karşı çok daha dayanıklı hale getirmenin yollarını aramalıyız.

KAMU SEKTÖRÜ

Bugünkü makro ekonomik dengelerde yurt dışından borçlanmaya mecburuz
. Aksi taktirde, cari işlemler açığı veremeyiz. İthalatımız ekonomik büyüme için yeterli olmaz. Dolayısıyla, ekonomik büyümeden tahminlerin ötesinde feragat etmek zorunda kalırız.

Yurt dışından borçlanabilmek için Türkiye ekonomisinin ‘borç verilebilir’ düzeyde itibar hak eden performans göstermesini sağlamalıyız. Yani, enflasyonu hedeflenen doğrultuda düşürmeye devam etmeliyiz. Kamu sektörü finansmanında kalıcı iyileştirmeler gerçekleştirmeliyiz. Yapısal reformları uygulamaya geçirmeliyiz. Kısacası, Türkiye ekonomisini, geleceğine yabancılar tarafından yatırım yapılabilecek bir hale getirmeliyiz.

Bu alanda başarısız olursal ne olacak? İşte, o zaman, Türkiye ekonomisinin kırılgan olup olmadığını teste tabi tutmuş olacağız. Test ettiğimizde, zincirin en zayıf halkasından kopacağı gibi, Türkiye ekonomisi de en zayıf yerinden vurulmaya açık olacaktır.

Türkiye ekonomisinin en zayıf halkası hala kamu finansmanıdır. İç borçlar hala çok yüksektir. Borçların vadesi göreli olarak kısadır. Borçların maliyeti kısa vadeli faizlere çok duyarlıdır. Yani, kısa vadede reel faizlerin ani yükselmesi iç borç stokunun maliyetini ciddi ölçüde artıracaktır.

Zayıflık burada bitmemektedir. İç borçların yaklaşık üçte biri ya döviz üzerindendir ya da dövize endekslidir. Dış borçlarla beraber düşünüldüğünde, milli gelirimizin yaklaşık yüzde 35-40’lık bölümüne eşit olan toplam devlet borçları döviz kurlarına duyarlıdır. Yani, döviz kurları arttığında, borç yükü de aynı paralelde artacaktır.

Kısacası, Türkiye ekonomisinin bir şok boyutunda ne döviz kurlarının ne de faizlerin artmasına tahammülü yoktur. Bu iki değişkendeki olumsuz gelişmeler yalnızca beklentileri olumsuza çevirmekle kalmayacak, kamu finansmanını da ciddi boyutlarda tahrip edecektir. Son yıllarda şikayetçi olduğumuz yüksek düzeydeki faiz dışı fazla hedefi dahi durumun kurtarılmasına yetmeyebilecektir.

REEL SEKTÖR

Övünmeyi bırakıp ekonomik yapının sağlamlaşmasına çalışmalıyız. Bu kez ciddi boyutlarda bir ekonomik çalkantının tetikçisi bekli bankalar olmayacaktır. Ama, çalkantı bankaların da sağlığını bozacaktır. Reel sektörü sağlıklı olmayan bir ekonomide bankacılık sektörünün sağlıklı kalması mümkün olamaz.

Ekonominin bir diğer zayıf halkası reel sektördür. Geçmişe göre özel sektörün döviz borçları çok artmıştır. Son iki yıldır özel sektör döviz üzerinden borçlanma yoluyla ciddi boyutlarda yatırım yapmıştır. Beklenmedik bir döviz kuru şoku reel sektör şirketlerini çok zor durumda bırakacaktır.

Döviz kurunun artmasıyla ihracat teşvik ediliyormuş gibi görünecektir, ama ihraç edecek mal üretecek dermanımız kalmayacaktır. Döviz kurları üzerine konuşurken bu noktaları ihmal etmek çok büyük bir hatadır.

Türkiye ekonomisinin istikrarı döviz kurlarının istikrarıyla çok yakından ilgilidir.
Yazının Devamını Oku

Rekabet ve fikri mülkiyet hakları

20 Mart 2005
<B>REFORM</B> niteliğinde yasalar çıkarmakta hiç zorlanmıyoruz. Ama, <B>çıkardığımız reform niteliğindeki yasaları uygulamakta çoğu kez azımsanamayacak zorluklar çekiyoruz</B>. Bu huyumuzu 1800’lü yılların ikinci yarısında İstanbul’da Robert Kolej’i kuran misyoner Cyrus Hamlin de ‘Among the Turks’ kitabında çok iyi tespit etmiş.

Yasasını çıkarıp da uygulamakta zorluk çektiğimiz alanlardan biri fikri mülkiyet haklarının korunmasıdır. Kağıt üzerinde Türkiye’de fikri mülkiyet hakları çok iyi korunmaktadır. Çağdaş bir yasamız mevcuttur. Ama, uygulamada fikri mülkiyet haklarına saygı duyan bir toplum olduğumuz söylenemez.

ARADA KALDIK

Dünya Ticaret Örgütü
1980’li yıllardan bu yana fikri mülkiyet hakları konusunu gündemine aldı. Üye ülkelerin bu konuda yasalar çıkarıp uygulamaya koymaları isteniyor. Üye ülkeler arasında amansız bir mücadele yaşanıyor.

Brezilya ve Hindistan gibi gelişmekte olan ülkeler fikri mülkiyet haklarının sıkı yasalarla korunmasına karşı çıkıyorlar. Çünkü, bu ülkeler fikri mülkiyet haklarını ihlal ederek ciddi boyutlarda gelir ve istihdam yaratıyorlar. Yani, taklit mallar üreterek ekonomik refahı artırıyorlar.

Kuzey Amerika ve Batı Avrupa ülkeleri ise teknolojiyi yaratan gelişmiş ülkeler olarak fikri mülkiyet haklarının çok sıkı bir biçimde korunmasından yanalar. Hatta, fikri mülkiyet haklarına saygı duymayan ülkelere gelişmiş ülkelerce ekonomik yaptırımların devreye sokulması dahi tartışılıyor.

İki grup ülke arasında arabulucu ihtiyacı ortaya çıktığında, Türkiye bulunmaz bir arabulucu oluyor. Çünkü, Türkiye’nin fikri mülkiyet haklarının korunması yönünde çok iyi bir yasası var. Bu açıdan, Türkiye gelişmiş ülkelere yakın görünüyor.

Diğer yandan, fikri mülkiyet haklarının korunması Türkiye’de de gelişmekte olan ülkelerden fazla farklı olmadığı için Hindistan ve Brezilya gibi bu konuda ses getiren ülkeler bizi seviyorlar. Arada kalıyoruz. Dolayısıyla, arabulucu oluyoruz.

Fikri mülkiyet hakları konusunda açıkça gelişmiş ülkeleri tutsak, kendimizi inkar etmiş duruma düşüyoruz. Gelişmekte olan ülkeleri tutmaya kalktığımızda ise AB’ye üye olaya aday bir ülke olarak gülünç duruma düşüyoruz.

MARKAYA SAYGI

Türkiye içine düştüğü bu ikilemden kurtulmak zorundadır. Aksi taktirde, çeşitli uluslararası platformlarda çok güç durumlara düşmemiz söz konusu olacaktır. Daha da vahim olarak, bizim yurt dışına sattığımız mallara koruyucu önlemlerin gündeme gelmesi kaçınılmaz olacaktır
.

Rekabeti sakatlayan ülkeler mutlaka rekabet edebildikleri ürünlerde olumsuzluklarla karşılaşacaklardır. Fikri mülkiyet haklarının varlığı bir açıdan rekabeti engelleyip normal şartlarda çok daha ucuz olabilecek bir malın pahalı olması olarak görülebilir. Ama, bu görüş birçok açıdan doğru değildir.

Her şeyden önce, marka yaratmaya çalışan bir ekonomi ilk önce kendisi fikri mülkiyet haklarına saygı duymak zorundadır. Marka bir ürünü koruyan kalkandır. Fikri mülkiyet hakları da fikrin yaratıcısını koruyan bir kalkandır.

Başkasının markasına saygı duymadığımızda, başkaları da, eğer yaratabilirsek, bizim markalarımıza saygı duymayacaklardır.
Yazının Devamını Oku