4 Mayıs 2005
<B>PARA </B>politikasından şikayet etmeyen siyasetçi yoktur. <B>Faizler arttığında, siyasetçiler faizlerin artmasından merkez bankalarını sorumlu tutarlar</B>. Faizler düştüğünde, siyasetçiler faizlerin yeterli hızda düşmediğinden dolayı merkez bankalarından şikayet ederler.
Kısacası merkez bankaları hiç kimseye yaranamazlar. Aslında, merkez bankalarının hiç kimseye yaranamamaları işlerini doğru yaptıkları anlamına da gelir. Herkesin sevdiği bir merkez bankası bir şeyleri bir yerlerde yanlış yapıyor demektir.
ÇABUK ÇÖZÜMLER
Başka mesleklere de uygulanabilecek, ama genellikle merkez bankacılar için bir fıkra anlatırlar. Cennette bir kişilik yer kalmıştır. Önde bir din adamı arkada da bir merkez bankası başkanı sıradadır. Cennetin kapısında duran melek din adamını cehenneme, merkez bankası başkanını cennete gönderir. Duruma şaşıran merkez bankası başkanı melekten şu cevabı alır: Cennette çok din adamı var ama, sen ilk merkez bankası başkanı olacaksın.
Macaristan’da faizler düşme eğilimindeydi. İktidar faizlerin arzulanan hızda düşmediğinde şikayet ediyordu. Macaristan’da reel faizlerin yüksek olmasının sorumlusu siyasetçilerin gözünde Macar Merkez Bankası oldu.
Çözüm çabuk bulundu. Yedi kişiden oluşan para politikasında yetkili kurulun üye sayısı on bire yükseltildi. Yeni atamalarla faizlerin daha hızlı düşmesini savunanlar kurulda çoğunluk oldular. Böylece iktidarın arzuladığı doğrultuda para politikası uygulaması başlatılmış oldu. Kısa dönemli memnuniyet için orta dönemdeki istikrardan feragat edildi.
IMF ile yeni bir program yapmaktan cayan Brezilya’da faizler yükseliyor. Faizlerin yükselmesinin sorumlusu olarak elbette Brezilya Merkez Bankası gösteriliyor. Başkan Lula’nın atadığı Merkez Bankası Başkanı umulduğu gibi çıkmadı. Merkez Bankası’na çabuk alıştı. Kimseye sormadan faizleri artırıp duruyor!
Brezilya’da da çözüm arayışları başladı. Merkez Bankası’nın faizleri üzerindeki yetkisinin kısıtlanması düşünülüyor. Böylece, Brezilya Merkez Bankası her istediğinde faizleri artıramayacak. Hatta, Merkez Bankası tersine de düşünse, siyasetçiler arzuladıklarında, faizlerin indirilmesi bile gündeme gelebilecek.
KABAHAT KİMDE
Türkiye’de de faizler oldukça hızlı düştü. Ama, yeterli görülmüyor. Reel faizlerin yüksekliğinin Merkez Bankası’nın faizleri indirme konusunda tutucu davranmasından kaynaklandığı düşünülüyor. Merkez Bankası ara sıra hükümeti uyarıcı beyanlar yaptığında, ‘hükümete muhalefet yapacaklarına faizleri indirsinler’ gibi fazla düzeyli olmayan eleştiriler dahi yapılabiliyor. Neyse ki, henüz bir çözüm arayışına girilmedi.
Kısa dönemde çözümmüş gibi görünen düzenlemelerle para politikasını çarpıtmak ya da para politikasına siyasi yaklaşımlar getirmek orta-uzun dönemde daima ekonominin zararınadır. Para politikasının siyasileştirilmesi enflasyon anlamına gelir. Yani, para politikasının itibarı zedelenir.
Macaristan yanlış yaptı. Brezilya yanlışlar yapmayı planlıyor. Bunların faturasını itibarı zedelenen para politikasının enflasyon yaratmasıyla ödeyeceklerdir. Faizlerin arzulanan düzeylerde olmamasının sorumluluğu para politikasında değil, maliye politikalarında aranmalıdır.
Yazının Devamını Oku 3 Mayıs 2005
<B>EKONOMİ </B>derslerinde <B>iktisadi kuramlar</B> en ince ayrıntılarına kadar okutulur. O kadar ki, öğrenciler öğrendikleri iktisadi kuramların günlük hayatları ile olan ilişkilerini kavramaktan uzaklaşırlar. Sonuçta, ekonomi dersleri çok sıkıcı hale gelir.
Kuramlar elbette önemlidir. Günlük hayatta olanları analiz edebilmek ve daha iyi anlayabilmek için kuramların gördüğü işlev hiçbir zaman küçümsenemez. Aksine, kuramlar iktisadi olayları anlayabilmenin anahtarıdırlar. Ama, tek başlarına yeterli değillerdir.
TEK TİP ELBİSE
Ekonomide kuramlar kadar önemli bir diğer boyut kurumlardır. Kurumları anlayamadan kuramları yerli yerine oturtmak mümkün değildir. Birçok ekonomi dersi konunun bu boyutunu ihmal eder. Hatta, bazıları için kurumları incelemek ve onları anlamaya çalışmak iktisat bilimi için zaman kaybetmekten başka bir şey değildir.
Halbuki, kurumların iyi bilinmesi, kuramlar kadar, ekonomi politikalarının uygulanması açısından son derece önemlidir. Bir merkez bankasının yapısını, yetkilerini ve sorumluluklarını iyi kavrayamadan para politikasını öğrenmek mümkün değildir. Aynı şekilde, ‘para-banka’ gibi bir derste bankacılığın işlevlerini anlayabilmek için bankaların uymak zorunda olduğu kuralları, denetim ve gözetim mekanizmasını bilmek şarttır. Endüstriyel yapıyı incelemek için rekabet şartlarını ve rekabet otoritesinin rolünü anlamak gerekir. Hazine ve Maliye kurumlarını bilmeden maliye politikalarını irdelemek çok fazla anlam ifade etmeyebilir.
Ekonomi politikaları kuramlardan esinlenirler, kurumlarla yürütülürler.
Kurumları ve onların yapılarını dışlayarak ekonomi politikalarından beklenenleri sağlayabilmek çoğu zaman olanaksızdır. Ekonomideki her kurum yetkili ve sorumlu olduğu sektöre göre değişen özellikler göstereceklerdir. Önemli olan, kurumların ekonomideki sorumlulukları paralelinde ve işlevlerini en iyi yapacak bir biçimde şekillendirilmeleridir.
Kısacası, tek tip bir elbise tüm vücutlara uymaz. Tek tip bir kurumsallaşma yapısı farklı kurumlarda farklı sonuçlar doğuracaktır. Örneğin, son dönemde tartışılan bağımsız kurulların tek bir çerçeve içinde yapılandırılmaları doğru bir yaklaşım değildir. Merkez Bankası ya da BDDK gibi birimlerde yedi tane yönetim kurulu üyesi yeterli olabilirken, birçok disiplini içinde barındırmak zorunda olan Rekabet Kurulu için yedi üye yersiz kalabilir. Ücretler de kurumlara göre farklılık gösterebilmelidir.
‘On bir kişinin yapacağını yedi kişi de yapar’ gibi bir yaklaşım sakıncalıdır. Aynı şekilde yedi kişinin yapabileceği bir işi on bir kişiye de yaptırmaya çalışmak yanlıştır. Birincisinde farklı uzmanlıkların sentezini yakalamak mümkün olmazken, ikincisinde bir fikir birliğine ulaşmak zorlaşmaktadır.
KURUMLAR VE POLİTİKA
Adı ‘bağımsız kurum’ diye tüm gözetim ve denetim otoritelerine tek tip bir elbise dikmeye çalışmak bu kurumlardan elde edilmeye çalışılan yararları azaltan bir girişimdir. Halbuki, bu çeşit kurumlar uygulanan ve ileride uygulanacak ekonomi politikaları konularında sinyal veren kuruluşlardır.
Merkez Bankası’nın yapısı nasıl bir para politikası uygulanacağı konusunda fikir verirken, BDDK’nın yapısı bankacılık sektörünün ileride de sağlıklı çalışıp çalışmayacağının bir göstergesidir. Aynı şekilde, Enerji Üst Kurulu’nun yapısı enerji sektöründeki yapılanmanın öncü göstergesiyken, Rekabet Kurumu’nun yapısı rekabet olgusunun ne kadar ciddiye alındığının bir parametresi olacaktır.
Ekonomi politikası kurumlarla oluşturulur, kurumlarla uygulanır ve kurumlarla sonuç alınır. Bunu görmezden gelen bir yaklaşımın uygulayacağı ekonomi politikalarının uzun dönemde başarı şansı yoktur.
Yazının Devamını Oku 2 Mayıs 2005
<B>PARA </B>ya da sermaye piyasalarının yarın ne yapacaklarını tahmin etmek olanaksızdır. Ama, piyasaların <B>hangi haberlere</B> duyarlı olup <B>nasıl tepki</B> verebilecekleri konusunda görüş beyan etmek çok zor değildir. Bu haftayı meşgul edecek üç önemli bilgi vardır. Yarın nisan ayına ait fiyat istatistikleri açıklanacaktır. Mart ayına ait dış ticaret istatistikleri bu hafta yorumlanıp hazmetmeye çalışılacaktır. Amerikan Merkez Bankası (FED) faizler konusunda karar alacağı toplantısını bu hafta yapacaktır.
HAFTANIN HABERLERİ
Üretici fiyatları endeksinin (ÜFE) Tüpraş’ın akaryakıt satış fiyatına çok duyarlı olduğu artık bilinmektedir. Döviz kurlarındaki gelişmeler de ÜFE’yi etkilemektedir. Dolayısıyla, ÜFE’nin nisan ayında yüzde 1 dolaylarında artması şaşırtıcı olmayacaktır.
Tüketici fiyatları endeksindeki artış yine ÜFE artışının altında kalabilecektir. Ama, bu iki endeksteki artışların kümülatif bazda birbirinden açılması faiz kararlarında Merkez Bankası’nı biraz daha tutucu yapabilecektir.
Dış ticaret istatistikleri geçen Cuma günü piyasalar kapandıktan sonra açıklandı. Beklentilere paralel olarak, ithalat rekor kırarken, ihracattaki artış ithalat patlamasının gerisinde kaldı. Yalnızca mart ayında dış ticaret açığı 3.7 milyar dolar oldu.
İthalat bir ayda 10 milyar doları geçti. Yani, 1990’lı yılların sonunda dört ayda yaptığımız ithalatı bir ayda yapmaya başladık. Son on iki aydaki açık ise 36 milyar dolar civarına gelmiştir.
Dış ticaret açığındaki artış doğal olarak cari işlemler açığını da artıracaktır. Cari işlemler açığı riski uzun zamandan beri konuşulmaktadır. Ama, açığın azaltılması yönünde çok fazla çaba harcandığı söylenemez.
İçinde yaşanan şartlarda, yurt dışındaki piyasalarda yaşanan rahatsızlıklar yurt içinden kaynaklanan riskleri daha da ciddi bir hale getirmektedir. Bir noktada, yalnızca IMF ile program yapmış olmamıza güvenerek oluşan risklerdeki artışlara gözümüzü kapayamayız.
Amerikan ekonomisi konusunda kaygılar devam ederken FED faizleri artırmaya devam ediyor. Büyük bir olasılıkla, bu hafta FED faizleri yine 0.25 puan artıracak. Ama, önümüzdeki 4-5 ay içersinde FED’in faizleri bir defada 0.5 puan artırması büyük bir olasılıktır. Dolayısıyla, yıl sonuna yaklaşıldığında Amerika’daki faizler beklenenden daha yüksek olabilecektir. Bu gelişmeler, uluslararası likiditeyi azaltması açısından Türkiye ekonomisini yakından ilgilendirmektedir.
ÇALKANTI
Bu hafta gündemi meşgul edecek konular piyasaları rahatsız edecek türdendir. Geçen hafta sonuna doğru kurlar ve faizler beklenenin üzerinde artıp bu yılın en yüksek düzeylerine gelmişlerdir. Bu ivmenin devam etme olasılığı yüksektir.
Mayıs ayı para ve sermaye piyasaları açısından çalkantılı bir ay olmaya adaydır. Piyasaları yatıştırıcı tek etken iktisadi ve siyasi konularda hükümetin kararlı adımlar atmasıdır. Böyle dönemlerde ‘iyi haberler’ piyasaları daha az olumlu etkileyip ‘kötü haberler’ piyasaları yönlendirse de, kendi yaratabileceğimiz olumsuzluklardan kaçmak piyasalardaki çalkantıları göreli olarak azaltacaktır.
Forum İstanbul
HER yıl bu dönemde tekrarlanan Forum İstanbul toplantıları yine gündem yaratacak nitelikte görünüyor. Türkiye’nin uzun vadeli perspektifini oluşturması açısından bu toplantıların özel bir önemi var. Her şeyden önce, toplantılar, ‘kendi çalar, kendi oynar’ türünden değil, başkalarının deneyimlerinin de paylaşıldığı bir platform oluşturmaktadır.
Çek Cumhuriyeti’nin kapitalistleşmesi sürecinde baş rol oynamış Cumhurbaşkanı Vclav Klaus’un bugün Çeklerin AB’ye tam üye olmasından kaygılanıyor olması ve düşüncelerini Forum İstanbul’da bizlerle paylaşacak olması bu yılki toplantıları özellikle ilginç bir hale getirmektedir.
Yazının Devamını Oku 1 Mayıs 2005
<B>Doğrudan </B>yabancı sabit sermaye yatırımları çekmekte zorlanan ülkelerden biriyiz. Zorlanmamızın arkasında sayısız nedenler var. Her şeyden önce, yıllarca süren ekonomik istikrarsızlık yabancıları ürküttü.
Adalet mekanizmasının yavaşlığı, bürokrasinin bolluğu, rant ekonomisinin yaygınlığı ve kuralların çok sık değiştirilmesi gibi etkenler de yabancıların Türkiye ekonomisine bakış açısını olumsuz yönde şekillendirdi. Sonuçta, Türkiye, birçok artısı olduğu halde, hak ettiğini düşündüğü doğrudan yabancı yatırımları çekemedi.
BANKACILIK ÖRNEĞİ
Yabancı yatırımcı kuralların herkes için geçerli olmasını arzu eder. Rakibinin yerli olması nedeniyle kayırılmasına göz yumamaz. Spor değimiyle, yabancı sermaye oynadığı sektörde ‘fair play’ arzu eder. Ekonomide ‘fair play’ kurallarının başında rekabetin sektör içinde herkes için aynı olmasıdır. Devlet kendi eliyle rekabeti bozucu bir tavır sergilememelidir. Rekabet siyasi kaygılarla zedelenmemelidir.
Son dönemde yabancı sermayenin bankacılık sektörü ile ilgilenmesinin ardında yatan en önemli nedenlerden biri Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurumu gibi siyasetten bağımsız bir organın sektörün denetim otoritesi olmasıdır. Sektörde gelişi güzel uygulamalar olmayacaktır.
Biliniyor ve umut ediliyor ki, artık her canı isteyen banka sahibi olamayacaktır. Tüm bankalar aynı ölçütler içinde denetlenip değerlendirilecektir. Sektördeki rekabet büyük ölçüde adil (fair) olacaktır.
Denetlenmeyen sektörlerde de rekabetin adil olması esastır. Rekabeti bozan en önemli unsurlardan biri olan devlet yardımlarının bu gözle değerlendirilip uygulanmaya konması yabancılar açısından çok önemli olmaktadır. Dolayısıyla, devlet yardımlarının siyasetten bağımsız bir rekabet otoritesi tarafından değerlendirilmesi yabancılar açısından önem kazanmaktadır.
Türkiye bu konuda direnmektedir. Eski alışkanlıklarla, devlet ve dolayısıyla işbaşındaki hükümet, elinin serbest olmasını istemektedir. Hiç olmazsa, böyle bir denetimin kendi buyruğu altındaki bir kurum tarafından yapılmasını arzulamaktadır.
AVRUPA BASTIRIYOR
Avrupa Birliği (AB) bu konuda ısrarcıdır. Söylenenlere göre, AB ile müzakereler başladığında, müzakerelerin ‘rekabet’ bölümü devlet yardımlarının rekabet otoritesi tarafından değerlendirilmesi kuralı getirilmeden başlaması mümkün olmayacaktır. Ne kadar dirensek de, bir gün devlet yardımlarının rekabet otoritesi tarafından değerlendirilmesi kuralı uygulamaya konacaktır. Bundan da kaçamayacağız.
Konuda direnmek yerine, bu kuralın acilen yürürlüğe konması doğrudan yabancı sermaye çekmek açısından çok önemli bir rol oynayacaktır. Türkiye’deki rekabet ortamının itibarı artacaktır. Ama, galiba, devletimizin görüşleri bu yönde değildir.
Devlet yardımları rekabet otoritesinin denetimine girdiğinde, istemeyerek bu uygulama başlayacağından, uygulamayı yozlaştırmamız gibi çok büyük bir risk vardır. Bu alanda uygulamanın yozlaştırılması rekabet otoritesinin işine siyasetin bulaşması demektir. Rekabet otoritesinin siyasetin güdümüne girmesi gibi çok büyük bir risk ortaya çıkacaktır. Yani, ‘kaş yapalım derken göz çıkarmak’ gibi bir durumla karşılaşılabilecektir.
Konuyu yakından izleyenler de böyle bir riskin farkındadırlar. Dolayısıyla, konuya bakış açımızı değiştirip rekabeti kollayan bir devlet yardımları mekanizmasını hayata geçirmemiz giderek önem kazanmaktadır.
Yabancı sermaye çekmek isteyen bir ülkenin başka bir seçeneği de yoktur. Yatırım ortamının düzeltilmesi toplantılarla gerçekleştirilemiyor.
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2005
<B>MERKEZ Bankası</B>’nın döviz rezervlerini kredi olarak iç piyasaya vermesi para basması anlamına gelir. Çünkü, <B>verilen krediler bankacılık isteminde yeni mevduatlara ve kredilere dönüşecektir</B>. Yeni mevduatların oluşması para arzının artması demektir. Kısacası, sıkıntılarımızdan kurtulmanın bir yolu artan döviz rezervlerini ‘ekonominin hizmetine sunmak’ sloganı altında kredi olarak kullandırmaksa, çözümün Merkez Bankası’nın para basmasında aranıyor olması hiç şaşırtıcı değildir. Çünkü, yakın tarihimizde hep bu şekilde sıkıntılardan kurtulmanın yolu aranmış ve daha büyük sıkıntıların yaratılması söz konusu olmuştur.
KOMİK OLUYORUZ
Merkez Bankası kredi vermeyecekse, faizleri düşürsün deniyor. Faizler düştüğünde, Hazine daha ucuz borçlanacak bütçe daha da rahatlayacaktır. Bütçe dengesini sağlayabilmek için Maliye Bakanlığı başka türlü elde edemediği gelirleri uçan kuşa KDV ya da ÖTV oranlarını artırarak sağlamaya çalışmayacaktır. Ayrıca, faizler düştüğünde, müteşebbislerimiz de daha ucuz kredi bulabilecekler ve daha çok yatırım yapabileceklerdir.
Faizlerin düşmesi bir başka sorunumuza da çözüm olacaktır. Türk Lirası yatırımlarından doğru dürüst getiri elde edemeyen yatırımcılar dövizden YTL’ye dönmekte bir yarar görmeyeceklerdir. Belki, de tam tersine, dövize daha çok yatırım yapacaklardır. Böylece, döviz kurları düşmeyecek, aksine döviz kurları yükselecektir.
Bu öneri de kulağa çok hoş gelmektedir. Faizlerin düşmesi neredeyse ‘aspirin’ görevi yaparak her derde deva olmaktadır! Halbuki, gerçekte faizleri düşürmek de para basmak anlamına gelmektedir.
Piyasa faizleri Merkez Bankası faizlerine geldiğinde zaten Merkez Bankası faizleri düşürmektedir. Son günlerde ise piyasa faizleri Merkez Bankası faizlerinin üzerinde seyretmektedir. Çünkü, iç ve dış etkenlerle faizler üzerindeki risk primi göreli olarak artmıştır. Merkez Bankası’nın faizleri indirmesi için bir şekilde daha fazla para basması gerekir. Yani, böyle bir politika enflasyon yaratarak sorunlara çözüm aramak olur.
Faizlerin düşürülmesiyle hem ucuz kredi imkanlarının artması arzulanmaktadır hem de yatırımcıların döviz yatırımlarından çıkıp Türk Lirası yatırımlara yönlenmeleri engellenmek istenmektedir. Daha açık bir ifadeyle, enflasyon yaratarak kredileri ucuzlatmaya, kurları yükselterek yatırımcıların dövize yönelmelerini, en azından YTL’ye yönelmemelerini istiyoruz. Galiba, biraz komik oluyoruz.
DÜŞÜK ENFLASYONA ALIŞMAK
Türkiye ekonomisi bir çok açıdan son dört yıldır doğru yönde küçümsenmeyecek bir mesafe almıştır. Bu nedenle Türkiye piyasalarına yönelik yabancı yatırımcı ilgisi son dönemde artmıştır. Şimdi, göreli ekonomik istikrarın getirdiği sıkıntıları aşmak için istikrarsızlığı çözüm gibi görmek yapılanların bozulması demektir.
Uzun dönem yaşanan istikrarsızlıktan göreli istikrara doğru giden yolda çeşitli sıkıntıların yaşanması doğaldır. Hatta, sanayi ve ticaret kesiminde bazı tatsızlıklar da yaşanacaktır. Ancak enflasyonla yaşaması mümkün olan işletmeler düşük enflasyona ayak uyduramadıkları taktirde yok olacaklardır. Dolayısıyla, amacımız enflasyon yaratarak zor durumdakileri kurtarmak değil, zor durumdakileri düşük enflasyonla yaşayacak duruma getirmek olmalıdır.
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2005
<B>EKONOMİK </B>istikrar maliyetsiz bir olgu değildir. <B>İstikrarsızlığın oluşturduğu hantallıkları</B> üzerimizden atmak durumunda kaldığımızda, doğal olarak sıkıntılar yaşıyoruz. Yaşanan sıkıntılar, çaresizlikle birleşince, gerçekçi olmayan çözümler üretilmesine neden oluyor. Yanlışı doğrudan ayırmak zorlaşıyor.
Geçmişte olduğu gibi, son dönemlerde de, döviz rezervlerinin ekonominin hizmetinde kullanılmadığı yönünde tartışmalar başladı. Merkez Bankası dövizleri satın alıyor. Gidiyor, Amerikan Hazine bonolarına yatırım yapıyor. ‘Gelişmekte olan bir ülke olarak Amerika’ya borç verecek kadar zengin miyiz?’ gibi savlar ortaya atılıyor.
REZERVLERİ YEMEK
Dövizlerimizi Amerikan devletine borç vereceğimize kendi ihracatçımıza, kendi müteşebbisimize borç verelim. Onlar yatırım yapsınlar. Ülkemiz kalkınsın. Kazandığımız dövizler kendi ülkemizin kalkınmasında kullanılsın. Yurt dışından borçlanmalara yüksek faizler ödeyeceğimize kendi dövizlerimizi ucuzca kullanalım.
Bu çeşit öneriler kulağa her zaman hoş gelir. Yalnız bizim ülkemizde değil, dünyanın tüm gelişmekte olan ülkelerinde döviz rezervleri rahatlatıcı bir düzeye geldiğinde, bu çeşit tartışmalar başlar. Örneğin, Rusya’da, Brezilya’da, Tayland’da bu tartışmalar şimdi yapılmaktadır. Nedense, IMF gibi kuruluşlar bu makul öneriye karşı çıkmaktadırlar!
Çok karmaşık gibi görünüp aslında çok basit olguyu anlatmakla başlayalım. Merkez Bankası para basan bir kuruluştur. Çok fazla para bastığında enflasyon olur. Enflasyon yaratmamak için Merkez Bankası ekonominin kaldırabileceğinin üzerinde para basmaz, basmamalıdır. Para basma mecburiyetinde kalmamak için Merkez Bankası’nın devlete kredi vermesi yasaklanmıştır.
Merkez Bankası piyasadan döviz alarak da para basmaktadır. Ama, ne kadar döviz alacağı kendi inisiyatifinde olduğundan, enflasyon yaratacak kadar para basmak durumunda kaldığında döviz alımlarını yavaşlatmakta ya da durdurmaktadır. Son yıllarda bu gerekçe ile Merkez Bankası kurların düşmesini engelleyebilecek kadar döviz almamaktadır. Alırsa, çok para basıp enflasyonu düşürmek yerine, artırmak durumunda kalabilecektir. Öncelik fiyat istikrarı olduğundan, kurların düzeyi ikinci planda kalmaktadır.
DÖVİZ REZERVİ NEDİR?
Merkez Bankası’nın az ya da çok aldığı döviz rezervlerini borç olarak iç piyasaya vermesinin sonuçları birkaç açıdan irdelenmelidir. Bu aşamada iş biraz karmaşıklaşmaktadır.
Merkez Bankası’nın döviz varlıklarını döviz olarak o paraları basan ülkelerin devlet tahvillerinde ya da bankalarında tutması, hiç risk almadan istediğinde dövizlerini kullanabileceği anlamına gelmektedir. Halbuki, döviz rezervlerinin kredi olarak yurt içindeki şirketlere kullandırılması Merkez Bankası’nın döviz varlıklarını yabancıların yükümlülüğü olmaktan çıkarıp yurt içinde yerleşiklerin yükümlülüğü haline getirecektir. Yani, döviz rezervleri döviz rezervleri olmaktan çıkacaktır.
Merkez Bankası’nın yurt dışından olan ve döviz üzerinden likit alacaklarına döviz rezervi diyoruz. Bu paralar içeride kredi olarak verildiğinde, Merkez Bankası döviz üzerinden takip ettiği bir varlık sahibi olacaktır. Bu arada, kimlere borç veriliyorsa, o kurumların kredi riskleri de Merkez Bankası’nca yüklenilmiş olacaktır. Galiba, döviz rezervleriyle petrol rezervlerini birbirine karıştırıyoruz!
Konunun bir başka boyutu daha vardır. Merkez Bankası’nın kredi vermesi de para basması anlamına gelir.
Devam edeceğim.
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2005
<B>İKİNCİ Dünya Savaşı </B>sonrası <B>Dünya Bankası</B> kurulduktan sonra bölgesel kalkınma ve yatırım bankalarının kurulması gündeme gelmiştir. Dünya Bankası modeli kullanılarak her kıtada bir kalkınma bankası kurulmuştur.
Bölgesel yatırım ve kalkınma bankaları bölgedeki düşük gelirli ülkelere kredi veriyorlar. Ama, ortakları tüm dünyanın bu bankalara sermaye koymaya niyetli ülkeleri olabiliyor. Sermayedarları arasında dünyanın ne gelişmiş ülkeleri de olduğundan bölgesel kalkınma bankaları en yüksek kredi değerliliğine sahip olabiliyorlar. Dolayısıyla, ucuz borçlanabiliyorlar. Kárlı olabiliyorlar.
BEKLENEN OLMADI
Asya Kalkınma Bankası da bölgesel bir kalkınma ve yatırım bankasıdır. Misyonu Asya kıtasındaki gelişmekte olan ülkelere mali ve teknik destek vermektir. Ortakları arasında dünyanın gelişmiş ülkeleri yanında Türkiye gibi ülkeler de vardır. Sermayedarlar, hem Banka’nın sermayesine ortaklardır hem de güçlerine göre, Banka tarafından işletilen yatırım fonuna katkı yaparlar. Gelişmiş ülkeler ve bölge dışındaki ortaklar bu bankadan kredi kullanamazlar.
Türkiye Asya Kalkınma Bankası’na 1990’lı yılların başında ortak oldu. Ortaklıktan amaç Tük müteşebbislerinin Asya Kalkınma Bankası tarafından desteklenen projelere girebilmesiydi. Çünkü, Banka tarafından desteklenen projelere ancak Banka’nın sermayesine ortak olan ülkelerin şirketleri girebilmektedir.
1980’lerin ikinci yarısında zamanın başbakanı rahmetli Turgut Özal Türkiye’nin bu çeşit oluşumların içinde olmasına özel bir önem verirdi. Türkiye’nin uluslararası piyasalara açılması açısından Asya Kalkınma Bankası’na ortak olmanın önemli olduğunu düşünürdü. Bu bankaya ortak olabilmek için uzun uğraşlar verildi.
Gelişmiş ülke olmadığımız için dönemin Banka Başkanı Türkiye’nin ortak olmasına muhalefet etti. Aynı Japon bankacı daha sonra bir kredi derecelendirme kuruluşu olan JCR’ın başkanı oldu. Orada da, Türkiye’nin kredi notu A- beklenirken BBB+ verdi. Birçok olayda kişilerin önemi hafife alınmamalı.
Kişisel dostluklarla Asya Kalkınma Bankası’nın merkezinin bulunduğu Filipinler’de, Filipinler Maliye Bakanı Türkiye’nin ortak olmasına en büyük desteği verenlerdendi. Banka Başkanı’ndan Türk yetkililer için randevuyu şahsen aldı. Banka ile Türkiye’nin ilişkilerini o başlattı. Daha sonra, büyük ülkeler de Türkiye’nin ortaklığına destek verdiler. Bankaya ortak olduk.
Bugün baktığımızda, Asya Kalkınma Bankası’na ortak olmuş olmakla beklenen yararları sağladığımız iddia edilemez. Çeşitli nedenlerle, sayılı Türk şirketleri Asya Kalkınma Bankası destekli projelerde boy gösterebildiler. Halbuki, fırsatlar ortak olduğumuzda da, şimdi de çok büyüktür.
YILLIK TOPLANTILAR
Asya Kalkınma Bankası yıllık toplantısı bu yıl İstanbul’da yapılacak. Geçmişte Türkiye’nin ortaklığına karşı çıkan Banka’nın aradan on beş yıl geçtikten sonra yıllık toplantısını Türkiye’de yapmaya karar vermiş olması anlamlıdır. Binlerde bankacı ve yüzlerce ülke temsilcileri yıllık toplantılar nedeniyle İstanbul’da olacaklardır. Türkiye’nin ve Türk özel sektörünün yeniden Asya Kalkınma Bankası ile ilgilenmesi açısından önemli bir fırsat söz konusudur.
Asya Kalkınma Bankası’nın yıllık toplantılarını iyi değerlendirdiğimiz taktirde, Asya kıtasında önemli fırsatları da değerlendirebileceğiz.
Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2005
<B>1960’lı </B>yıllarda <B>İngiltere</B> ekonomisi için söylenenler <B>Kıta Avrupa’sı</B> için geçerli olmaya başladı. <B>Büyük Avrupa ülkeleri hantal ve verimsiz olmaya başladılar</B>. Hantallık ve verimsizlik bu ülkeleri siyasi baskılarla daha da hantal ve verimsiz olmaya zorluyor.
Avrupa Birliği ülkeleri kendi içlerinde de çelişmeye ve çekişmeye başladılar. Fransa ve Almanya bütçe açıklarında Birlik kurallarını çiğnerken, şimdi İtalya da Birlik kurallarını zorlamaya başladı.
Bizler bankacılık sektörüne yabancı çekeceğiz diye neredeyse bankalarımız arasında ‘güzellik yarışması’ düzenlerken, İtalya, bankacılık sektöründe İspanyolların daha fazla hisse almalarını engelliyor. Fransa açıkça bankacılık sektöründe artık büyük yabancı görmek istemediğini beyan ediyor.
POPÜLİZM
Avrupa Birliği’nin yeni üyeleri ve üye olmaları kesinleşmiş ülkeler ciddi boyutlarda Avrupa Birliği’nin eski üyelerinden sabit sermaye yatırımı çekiyorlar. Ülkelerine şimdilik gelmeyen yabancı sermayeye de bu ülkelerin insanları kendileri gidiyor. Zaten işsizlikle boğuşan Avrupa’nın büyük ekonomileri konuya nasıl bir çözüm bulacaklarına şaşırmış durumdalar.
Özellikle iyi eğitimli Birliğin yeni ülkelerinin ve üye olması kesinleşmiş ülkelerin vatandaşları Avrupa’nın büyük ülkelerinde daha düşük ücretlerle iş bulabilmektedirler. Avrupa’da kaliteli işgücü göçü söz konusudur. En azından şimdi bu gelişmeye kimse dur diyememektedir. Ücret farklılıkları ciddi boyutlardadır.
İş yasaları dolayısıyla, Avrupa’da emek piyasası zaten çok katıdır. Emek piyasasının katılığı bir anlamda işsizliğin önemli nedenlerinden biridir. İki Almanya’nın birleşmesi Almanya’daki işsizlik sorununa tuz-biber ekmiştir. Birleşmenin maliyeti herkesin tahminlerini aşmıştır. Şimdi, Almanya yeni bir çözümün peşinde koşmaktadır.
Almanya’da son birkaç yıldır reel ücretler düşmektedir. İşsizlik artarken ya da azalmazken, son yıllarda reel ücretlerin yüzde 5’in üzerinde düşmesi Almanları rahatsız etmiştir. Rahatsızlık siyasileri popüler çözüme zorlamaktadır.
ASGARİ ÜCRET
Dışarıdan gelen işgücünün Almanların ücretlerini düşürmesini engellemeye yönelik olarak Almanya asgari ücretin Birlik normu olan 6 Euro’nun üzerine çıkarmayı planlamaktadır. Bir anlamda, yangına körükle gitmektedir.
Bu yılın başından beri Almanya’da çalışanların sosyal haklarında bazı kısıntılar getirildi. Örneğin, işsizlik sigortasından yararlanmanın şartları ağırlaştırıldı. İşsizlerin daha düşük ücretle buldukları işlere girmeleri bu yolla teşvik edilmeye çalışıldı.
Bir taraftan işsizliğin azaltılması yönünde ücretlerin düşmesine izin veren kurallar uygulamaya konurken yüksek asgari ücret uygulaması Almanya ekonomisini daha da hantal bir hale getirecektir. İşsizlik azalmayacak, artacaktır. Ekonomi dinamizm kazanmayacak, hantallaşacaktır.
Son yıllarda, emeğin ve sermayenin Avrupa içinde serbestçe dolaşımını ve bölgesel küreselleşmesini hedefleyen Avrupa Birliği büyük, ama hantal ülkeler nedeniyle zor bir dönemden geçmektedir. Sıkıntılar, ileride daha da sıkıntı verecek çözümleri gündeme getirmektedir. Böyle bir dönemde, Türkiye, yutulması çok zor bir lokma olarak Avrupa’nın önünde durmaktadır.
Yazının Devamını Oku