11 Ekim 2005
KAMU kesimi finansman hedeflerinde uzun süredir faiz dışı fazla kalemine takıldık. Kamu borç dinamiğinin bozulduğu dönemde bu yaklaşımın bir mantığı vardı. Ama, gelinen noktada, faiz dışı fazla kalemini hedeflemeyi sürdürmek, gerekli olmaya devam etse de, artık yetersiz kalabilecektir. Kamu kesimi borçlarının milli gelire oranını düşürme yönünde gösterilen çabalarda faiz dışı fazlanın göreli büyüklüğü önemli bir parametreydi. Bu parametre hem bütçedeki faiz dışı fazlayı hem de kamu iktisadi kuruluşlarındaki (KİT) faiz dışı fazlayı kapsıyordu.
Kárlı kamu kuruluşlarının özelleştirilmesiyle kamu kesiminde önceden belirlenen faiz dışı fazla hedefini (milli gelirin yüzde 6.5’i) tutturtmak şimdi doğal olarak zorlaşacak. Bu şartlarda, ya bütçedeki faiz dışı fazlanın artması gerekecek ya da KİT’lerde daha fazla tasarrufa gitmek kaçınılmaz olacak.
FAİZ DIŞI FAZLA
Bütçede faiz dışı fazlanın artırılması yönünde özellikle harcamalar tarafında çok fazla esneklik kalmadı. Gelirlerin artırılması yönünde de şimdiye kadar hep dolaylı vergilere yüklenildiğinden, o alanda da daha fazla vergi artırımları kayıt dışını daha da fazla özendirme anlamına gelecektir.
Dolayısıyla, KİT’leri daha fazla karlı hale getirmekten başka çıkar yol görünmemektedir. KİT’leri kısa dönemde daha fazla karlı hale getirmek ise KİT’lerin ürettiği malların fiyatlarına zam yapmak anlamına gelmektedir. Birçok açıdan, böyle bir yol hükümetin işine gelmemektedir. Bu şartlarda, faiz dışı fazla hedefi kağıt üzerinde korunsa da dahi, önümüzdeki yıllarda hedefi yakalamak olanaksız görünmektedir.
Kamu kesimi için hedeflenen milli gelirin yüzde 6.5 oranındaki bir faiz dışı fazlanın önümüzdeki yıllarda tutturulmaması ekonomik istikrardan sapıldığı anlamına gelmemektedir. Özellikle, özelleştirilen KİT’lerin tasarruf fazlası kadar bir büyüklüğün biraz altında toplam kamu tasarrufunun düşmesi doğal karşılanmalıdır. Bu gelişme özelleştirme hamlesinin doğal bir sonucudur. 1970’li yıllarda aynı olguyla İngiltere de tanışmıştı.
BÜTÇE AÇIĞI
KİT dengesi yanında artık toplam bütçe açığı da kamu kesimi finansmanının birinci hedeflerinden olmalıdır. Yani, bütçe içinde tasarlanan faiz harcamaları da önemli olmalıdır. 2001 yılından bu yana bütçe hedefleri olumlu yönde aşılmıştır. Çünkü, faiz harcamaları hedeflenenin altında kalmıştır. Faiz harcamalarının hedeflenin altında kalmasının arkasında faizlerin beklenenden hızlı düşmesi ve döviz kurlarının beklenenden daha az artması ya da hiç artmaması vardır.
Gelinen noktada, kamu borç stoku hem faizlere hem de döviz kurlarına duyarlı hale gelmiştir. Bundan sonra hem döviz kurlarının hem de faizlerin yukarı yönde hareket etme riski aşağı yönde hareket etme riskinden daha fazladır. Dolayısıyla, toplam bütçe açığı üzerine koyulacak bir hedef mali piyasalardaki fiyat hareketlerine de duyarlı olacaktır.
Bütçe açığı üzerine konacak hedefin faizlere ve döviz kurlarına duyarlı olması hükümetin Merkez Bankası üzerine olası baskısını artırabilecektir. Ama, aynı şekilde, faizleri ve kurları yukarı yönde hareket ettirebilecek uygulamalardan hükümetin uzak durması da söz konusu olabilecektir.
Mali piyasalar üzerinde kamu kesiminin egemenliğinin zayıflatılmasının tek yolu kamu borcunun göreli büyüklüğünü azaltmaktır. Kamu borcunun gelişimi ise bütçe açığının göreli büyüklüğüne bağlıdır. Bu açıdan, faiz dışı fazla hedefi yanında bütçe açığının göreli büyüklüğünü de istikrar programının öncelikli hedeflerinden biri yapmak kaçınılmazdır.
Yazının Devamını Oku 10 Ekim 2005
ANLADIĞIM kadarıyla, iktisadi güdülerden çok, milliyetçi dürtülerle hareket eden yerli sermayeye (eğer varsa) milliyetçi sermaye deniyor. Böyle bir sermaye grubu var mıdır, yok mudur bilemiyorum. Ama, varsa, ömrü çok uzun olamaz. Yerli olsun, yabancı olsun, sermaye iktisadi güdülerle hareket eder. Yani, iktisadi açıdan, sermayenin milliyeti de yoktur, milliyetçiliği de. Eğer milliyetçi sermaye diye bir olgu varsa, bu sermaye ya devlete aittir ya da devletin bir taşeronudur. Yani, belli bir süre sonra milliyetçi sermaye de devletin olur. Serbest piyasa ekonomisinde ‘milliyetçilik’ geçicidir.
Yerli ve yabancı sermaye arasında risk algılaması farklı olabilir. Büyük bir olasılıkla da bu iki grup sermayenin bir ülkeye yönelik risk algılamaları farklı olacaktır. Bu farklılık dışında, sermaye, belli bir risk düzeyinde getirisini azamiye çıkarmaya çalışır.
EREĞLİ
Ereğli Demir Çelik’in devlet elindeki hisselerinin satışında ‘milliyetçi sermaye’ tartışması başladı. Bu tesisin yabancı sermaye tarafından alınması durumunda, tesisin üretim için değil, depo olarak kullanılmasının söz konusu olacağı iddia edildi. İddiaların gerçekçi olup olmadığını ben bilemem. Ama, bildiğim bir şey varsa, Ereğli’nin depo olarak kullanılması iktisadi bir yaklaşım ise, ister yabancı ister yerli sermaye olsun, devletin elinde olmadıkça, bu tesis bir süre sonra depo olacaktır.
Devletin elindeki bir tesisin özel sermayeye satılması aşamasında, sermayenin yerli ya da yabancı olması stratejik bir önem arz ediyorsa, konuyu saptırmadan, tesisisin özelleştirilip özelleştirilmemesi tartışılmalıdır. Bazı kesimlerin iddia ettiği gibi, Ereğli stratejik bir öneme sahipse, bu tesisin yerli ya da yabancı sermayenin elinde olması durumu değiştirmeyecektir. Tesisi devlet kendi elinde tutmalıdır. ‘Milliyetçi sermaye’ bu tesisi alsa da, bir süre sonra iktisadi dengeler sermayenin ‘milliyetçi’ davranmasını olanaksız kılacaktır. O aşamada, ya sermaye göçecektir ya da tesis stratejik önemi paralelinde devlete geri verilecektir. İktisadi arenada milliyetçi davranabilecek tek yer devlettir. O da, halktan topladığı vergiler nedeniyle ancak böyle davranabilir.
Milliyetçi bir yaklaşımla, özelleştirmelerde satılan kuruluşların olası alıcıları arasında yerli-yabancı sermaye ayırımı yapmak yanlıştır. Önce hangi kuruluşların özelleştirileceğine karar verelim. Ardından, kuruluşların, aranan yeterlilik şartlarını sağladığı sürece, kimler tarafından alınacağına karışmayalım. Yabancı sermayenin almasında sakıncalar olan kuruluşlar zaten özelleştirilmemelidir. Çünkü, aynı sakıncalar yerli sermaye altında da geçerli olacaktır.
ÜLKE BORÇLULUĞU
Özelleştirme bir ülkeye yabancı sermaye çekmenin en önemli ve ilk aşamasıdır. Milliyetçi kaygılarla özelleştirmelerin yerli sermayeye kaydırılması yabancı sermaye girişini dolaylı olarak engelleyen bir olgudur.
Bir başka açıdan, özelleştirmenin önemli sonuçlarından biri özelleştirme gelirleriyle devletin (dolayısıyla ülkenin) borçluluğunun azaltılması hedeflenmektedir. Özelleştirmelerin yerli sermayeye yönlendirilmesi devlet borcunun özel sektör borcuna çevrilmesinden başka bir işe yaramaz.
Örneğin, Tüpraş ve Ereğli özelleştirmelerinden devletin sağladığı gelir yaklaşık 7 milyar dolardır. Devletin borçluluğu bu gelirlerin borç ödemesinde kullanılmasıyla 7 milyar dolar azalacaktır. Ama, 7 milyar doları devlete ödemek için Tüpraş ve Ereğli’yi alan yerli özel sermaye yurt dışından doğrudan ya da dolaylı borçlanmak zorundadır. O halde, devletin dış borcu özel sektörün dış borcu haline gelmektedir.
İktisadi gerçekleri dışlayan ‘milliyetçi’ iktisadi politika yoktur. Olduğunu sananlar iktisadi sorunlara çözüm bulamayacakları gibi, iktisadi sorunları daha da ağırlaştırırlar.
Yazının Devamını Oku 9 Ekim 2005
TOPLUM olarak, hangi konu gündemdeyse, o konunun çok kısa sürede uzmanı kesiliyoruz. Bilgimiz olmasa da, her zaman bir fikrimiz oluyor. Ekonomik kriz sırasında herkes iktisatçı olmuştu. Krizin nasıl önleneceği konusunda her köşede bir tartışma yaşanıyordu.
Lüksembourg’da AB’nin Türkiye ile müzakerelere başlamasına yönelik alınan kararın oluşturulması aşamasında ve sonrasında televizyon başında hepimiz diplomat kesildik. Pazarlıkların nasıl yapılması konusunda da hemen fikrimiz oluştu.
Şimdi de, olur, olmaz, AB ilişkilerinde gelinen noktayı eleştiriyoruz. Türkiye’nin daha iyi müzakere etmesi gerektiği konusunda ahkam kesiyoruz. Bilgimiz yok, ama görüşümüz var.
İNGİLTERE
Geçen pazar gününden başlayıp salı günü sabaha karşı biten müzakereler sırasında İngiltere’nin diplomaside gösterdiği inceliği gözden kaçırmak olanaksızdı. Avusturya’nın Türkiye ile müzakerelere başlanmasına karşı koyduğu muhalefeti İngilizlerden başkası çözemezdi. İngiltere’nin AB’de dönem başkanı olması en büyük şanslarımızdan biriydi.
Kelimelerle oynayarak, cümleleri yeniden oluşturarak, cümle içindeki noktalama işaretlerini değiştirerek, hatta aynı cümlenin yerini değiştirerek sonunda İngiltere’nin tarafların tümünü ikna edebilmesi herkesin ders alması gereken bir gösteriydi. Kısacası, İngiltere diplomaside uzmanlığını gösterdi.
İki günlük yoğun tartışmalar sonunda çıkan belge doğal olarak muğlak cümleler içeriyor. Muğlaklıklar tesadüf değil. Müzakere lisanında buna ‘yapıcı muğlaklık’ (constructive ambiguity) deniyor. Yani, bir cümle o denli muğlak olacak ki (ne gereğinden fazla ne de gereğinden az), tarafların arzuladığı noktaları içerecek, ama itiraz ettiği noktaları da yokmuş gibi gösterecek. Bu çeşit cümleler aslında anlaşmazlık konularının çözümünü ileriye atmak ve müzakerelerde gelinen tıkanmayı aşabilmek için kullanılır.
İleride bu cümleler tarafların işine de gelebilir, başlarına bela da açabilirler. Geçmişte, çeşitli mutabakatlarda bir virgülün işlevi fazla sorgulanmadan geçildiğinde, aslında o virgülün işlevinin ne olduğunun çok sonradan ortaya çıktığı diplomatlar bilirler. ‘İngilizler bu işin üstadıdır’ dense abartı olmaz. İngilizlerin bu konudaki uzmanlığı İngilizce’nin anadilleri olmasından da kaynaklanmıyor. Tecrübeliler.
AVUSTURYA
İstihbarat mesleğinde ‘inandırıcı inkar’ (credible deniability) denen bir kavram vardır. Bu kavram da, kabullenilemeyecek bir işi o şekilde yapacaksınız ki, ileride konu ortaya çıkıp yaptığınızı inkar ettiğinizde, büyük bir çoğunluk sizin masum olduğunuza inanmaları gerektiğini anlatmaya çalışır. Bu işin uzmanı da Amerikalılardır. Özellikle, Amerika’nın CIA gibi kuruluşları bu kavramı çok kullanırlar. Yanılmıyorsam, kavramın mucidi de Amerikalılardır.
Avusturya, Lüksembourg toplantılarının sonunda yaptığı açıklamada, taraflar arasındaki uzlaşmayı geciktiren ‘ayrıcalıklı ortaklık’ lafının belgelere konulmasında ısrarcı bir tavır almadığını söyledi. Yani, kapalı kapılar ardında oynadığı rolü inkar etti. Rolünü çok kötü oynadı. ‘İnandırıcı inkar’ kavramının ardına sığınmak istedi. Ama, beceremedi.
Bazı roller bazı milletler tarafından çok iyi oynanıyor. Çünkü, o milletler o rollerin uzmanı olmuşlar. Başkalarınca benzer rolleri oynanmasına çalışmak ise gülünç durumlar yaratıyor. Geçen hafta da, Lüksembourg toplantıları sırasında İngiltere’nin oynadığı rolü sevkle seyrederken, Avusturya’nın düştüğü duruma güldük.
Yazının Devamını Oku 7 Ekim 2005
<B>TAM</B> üye olmayı arzuladığımız Avrupa Birliği ne yeknesak bir birliktir ne de sorunsuzdur. Onların da çok ciddi yapısal ve siyasi sorunları vardır. Çok dinamik bir sürecin içine giriyoruz. Uzun zaman alacağı beklenen müzakereler döneminde AB de, Türkiye de değişecektir. Bundan on yıl sonra AB’nin nerede, Türkiye’nin nerede olacaklarını şimdiden kestirmek zordur. Tahmindeki zorluk AB konusunda çok daha fazladır. Bu anlamda, Türkiye’nin hedefi çok daha belirgindir.
AB’DE RİSKLER
AB henüz bir anayasa üzerinde anlaşmaya varamamıştır. Nedenleri ne olursa olsun, yirmi beş ülkenin bir anayasa metni üzerinde anlaşabilmesi kolay değildir. Çünkü, birçok alanda uygulamada kaybedilen ülkelerin egemenlik hakları bir anayasa yoluyla yazılı müktesebat haline getirilecektir. AB oluşumunun ‘ulusal egemenlikten feragat etme’ boyutu çok daha belirginleşecektir.
Dolayısıyla, mutabakata varılacak metnin adına anayasa da dense, AB’de, anayasa kavramından anlaşılan doğrultuda bir metin çıkarmak zordur. AB’nin birçok ülkesi milliyetçidir. Egemenlik onların da en önemli önceliklerinden biridir. Anayasa konusundaki belirsizlik AB’nin zaman içinde geleceği konum konusunda belirsizlikler yaratmaktadır.
AB’nin lider ülkelerinin çoğunda çok ciddi yapısal sorunlar vardır. Bu ülkelerde sosyal güvenlik sistemleri hem nüfusun yaşlanması hem de sosyal programların bonkörlüğü nedenleriyle çökmüştür. İşgücü piyasası esnekliğini kaybetmiştir. Refah toplumu yaratma rüyasıyla şimdi ekonomileri tıkanma noktasına gelmiştir.
AB’nin lider ülkelerinde işsizlik alışılmış boyutların çok üzerine çıkmıştır. Yapısal sorunlar nedeniyle bütçe disiplini giderek kaybolmaktadır. Mali (fiskal) birlik sağlamadan gidilen parasal birlik ekonomilerde katılıklar (esnekliklerin azalması) yaratmaktadır.
Bu şartlarda, AB’de giderek makro ekonomik dengesizliklerin artma olasılığı yükselmektedir. Çok kapsamlı yapısal reformlara ihtiyaçları vardır. Ama, reformları yapabilecek siyasi ortam oluşturulamamaktadır.
Bu sorunlarla AB’nin bundan on yıl sonra nerede olacağını kestirebilmek çok zordur. Bu zorluk bizim gibi AB’ye tam üye olmayı arzulayan ülkelerle AB’nin çok yeni ülkeleri için ciddi bir risk oluşturmaktadır.
TÜRKİYE’DE RİSKLER
Türkiye’nin de kendine göre riskleri vardır. Ekonomik istikrarı oluştururken parasal ve reel sektörün düşük enflasyon ortamındaki uyumu birbirine paralel gitmemektedir. Özel sektör tasarruflarının kamu tasarruflarındaki artışa oranla çok daha hızlı düşmesi dış açık sorununu kronik bir hale getirebilecektir. O taktirde, Türkiye ekonomisinde istikrar küresel konjonktüre bağımlı hale gelebilecektir.
Türkiye ekonomisinin de, çözümü sürekli ertelenen, yapısal sorunları vardır. Nüfusu genç olmasına rağmen, sosyal güvenlik sistemi Türkiye’de de çökmüştür. Kamu idaresinde verimlilik sorunları vardır. Ekonomide kayıt dışılık norm halini almıştır. Devletin teşvik ve sübvansiyon programları gelişigüzeldir.
Bütün bu sorunlar Türkiye’de bütçe disiplinini sağlama konusunda bir tehdit olmaktadır. Kamu borçları göreli olarak hala fazladır. Kamu borç stokunun vadesi göreli olarak kısadır. Kamu borçları kısa dönemde kur ve faiz riskine açıktır. Dolayısıyla, kamu borç stokunun yapısı para ve maliye politikaları üzerinde bir risk oluşturmaktadır.
Riskleri azaltmak siyasi kararlılığın yanında içeride ve dışarıda olumlu konjonktüre bağlıdır. Önümüzdeki dönem Türkiye için önemli fırsatlar yaratmaktadır. IMF ile yürütülen programı kararlılıkla uygulamak bu açıdan önemli olmaktadır.
Yazının Devamını Oku 6 Ekim 2005
<B>AB’ye </B>tam üyelik perspektifi ile <B>müzakere sürecinin</B> resmen başlamış olması Türkiye’nin AB üyeliğine bir ‘<B>çağdaşlaşma projesi</B>’ olarak bakan herkesi sevindirdi. Doğal olarak, <B>ekonomik birimlerin çoğunda bir bayram havası var</B>. Türkiye açısından çok önemli bir dönem başladı. Dönemin sonunda AB’ye tam üye oluruz ya da çeşitli nedenlerle olamayabiliriz. Önemli olan, tam üyelik sürecinde, müzakereler yoluyla AB’ye uyum amacıyla Türkiye’nin birçok alanda yapacağı reformlardır. Hedefimiz, sürecin sonunda Türkiye’nin üyeliğini engellemek isteyenlerin eline mümkün olduğunca az bahane vermek olmalıdır. Bu süreçten, sonuç ne olursa olsun, Türkiye kazanmalıdır. Çünkü, her şeyi kendimiz için yapacağız.
RİSK DÜŞÜYOR
Bayram havasına kapılıp kendimizi dağıtmamamız gerekiyor. Gerek ekonomik kararlarımızda gerekse ileriye dönük beklentilerimizde temkinli olmanın önemi böyle dönemlerde daha da artıyor.
Yeni dönemde dünyanın Türkiye’ye bakışı olumlu yönde daha farklı olacaktır. Daha önce Türkiye’yi uzaktan seyretmeyi yeğleyen kesimler şimdi daha çok yaklaşacak, zaten yaklaşmaya niyetli kesimler Türkiye ile işbirliği yapmanın yollarını aramaya başlayacaktır. Bu anlamda, Türkiye, ‘politik risk’ kategorisinde daha az riskli bir ülke olarak algılanmaya başlayacaktır. Ekonomik istikrar ile birleştiğinde, içeride ve dışarıda, Türkiye’nin algılanan toplam riski düşme eğiliminde olacaktır. Buna paralel olarak, yanlış yapılmadığı taktirde, Türkiye’nin kredi notu yıl sonundan önce artabilecektir.
Bu gelişmelerin doğal bir sonucu olarak Türkiye’de varlık fiyatları artışını sürdürecektir. Türk şirketlerinin fiyatı artmaya devam edebilecektir. Yani, ivmeyi kaybetmezsek özelleştirme gelirleri artış eğilimine girecektir. Yabancı sermaye artık Türkiye ekonomisine daha da sıcak bakma eğilimine olacaktır.
Mal piyasaları canlanabilecektir. Azalma eğiliminde olan ekonomik büyüme yeniden artış eğilimine girebilecektir. Borsa belli bir noktaya kadar artacaktır. Reel ve nominal faizler düşebilecektir. Döviz kurlarının artmasını bekleyenler biraz daha üzüleceklerdir. Bunlar yaşanan bayramın hem nedenleri hem de sonuçları olacaklardır. 3 Ekim’den hemen sonra Hazine’nin borçlanma maliyetinin düşmesi ve Merkez Bankası’nın dövize alım yönünde doğrudan müdahalesi bu gelişmelerin ürünleridirler.
Bayram havası birazdan durulacaktır. Ekonomik birimler bundan sonraki gelişmelerin yönünü görebilmek için kendilerine bazı kılavuz taşları seçeceklerdir. Örneğin, AB ile yakında başlayacak ‘tarama süreci’ ve ‘bölüm müzakereleri’ aşamasında işlerin gidişatı yakından izlenecektir. Bayramın devamı AB ile başlayacak müzakerelere ve IMF ile olan ilişkilerdeki gelişmelere endekslenecektir.
Bazı ekonomik birimler elde ettikleri karları yeterli görüp gelişmeleri bir süre dışarıdan izlemeyi tercih edebileceklerdir. Piyasa terimiyle, mali piyasalarda ‘kar realizasyonları’ yaşanabilecektir. Kısa dönemli çalkantılar gözlemlenebilecektir.
RİSKLER YOK OLMUYOR
‘3 Ekim’ olgusunun ‘haber’ değeri küçümsenemez. Önemli bir basamak aşılmıştır. Böyle önemli bir basamağın aşılmasının beklentileri daha da olumlu hale dönüştürüp bayram havası yaratması doğaldır. Yaşanan bayram havası ekonomide risklerin azaldığı ya da yok olduğu anlamına gelmemektedir. Hem yurt içinde hem de yurt dışında riskler devam etmektedir.
Ekonomik kararlarımızı alırken çeşitli riskleri göz ardı etmemiz olumsuz sonuçlar doğurabilir. Şimdi yaşadığımız ortamda, çeşitli risklerden söz etmek ‘pişmiş aşa su katmak’ anlamına geleceği halde, temkini elden bırakmamak açısından, bu risklerden yeniden söz etmekte yarar var.
Devamı yarın
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2005
<B>HİSLERİYLE </B>hareket eden bir milletiz.Hislerle hareket etmek çoğu zaman hedefe varmayı zorlaştırır. Mantığımızla hareket edip hedefe kilitlenmek her zaman daha yararlıdır. Bu konuda İngilizlerden öğreneceğimiz çok şey var.
İngilizler tüm olasılıkları ve çıkış yollarını tüketmeden hiçbir zaman müzakereyi bırakmazlar. Bırakabilecekleri izlenimi vermezler. Alternatifler oluştururlar. B,C ve D planları koltuklarının altında dolaşırlar. Ön kapıdan giremezlerse, arka kapıyı denerler. Olmazsa, damdan girmeye çalışırlar. Bir süre bahçede oturmaktan da çekinmezler.
İngiliz tarihi ve dünyada oluşturdukları egemenlikleri de bu yaklaşımlarının bir sonucudur. Önemli olan hedeftir, varılması arzulanan noktadır. Lüksembourg toplantısı sırasında İngilizlerin AB’nin dönemsel başkanı olması bizim için bir şanstır. Daha önceki çıkmazlardan da hep İngiliz kaynaklı girişimler sonucunda çıkılmıştı.
KISA ÇALKANTILAR
AB’ye tam üyelik için gidilecek önümüzdeki yol kolay ve engebesiz değildir. Aralık ayından sonra Avusturya AB’nin dönem başkanlığını üstlenecektir. Türkiye’nin AB’ye tam üyelik adaylığını her aşamasında sulandırmaya çalışan bir ülkenin başkanlığı döneminde çok fazla şey bekleyemeyiz. Ama, süreç başlamıştır. Önemli olan da budur.
Avusturya’nın başkanlığı döneminde büyük bir olasılıkla Türkiye’nin AB ile müzakereleri çok hızlı ilerlemeyecektir. Tarama aşamasında da çeşitli alanlarda pürüzler çıkacaktır. Çıkan her pürüz piyasalarda dalgalanma yaratma olasılığını artıracaktır. Küçük yatırımcıların geçen pazartesi günü yaptıkları yanlışı tekrarlamamaları gerekir.
Bizim gibi gelişmekte olan piyasalar için konjonktür çok olumludur. Bir anlamda, gelişmekte olan piyasalara para yağmaktadır. Bu nedenle de, bu ülkelerde piyasalardaki çalkantıların süresi son derece kısalmıştır. Çalkantılar neredeyse bir güne, hatta birkaç saate sığdırılmaktadır. Çok büyük bir hata yapmazsak, dışsal bir şok olmadığı taktirde, Türkiye piyasalarında da çalkantılar bu dönemde bir ya da birkaç güne sığacaktır.
Dikkat edilirse, Türkiye ekonomisinin giderek artan dış ticaret ve cari işlemler açıkları her ay rekorlar kırmaktadır. Ama, bu açıklar piyasalarda herhangi bir çalkantıya neden olmamaktadır. Çünkü, mali piyasaların beklentisi bu büyüklükteki açıkların, en azından şimdilik, sürdürülebilir olduğu yönündedir. Küresel piyasalarda gözlenen eğilimler bu beklentiyi desteklemektedir. Yaşananlardan ekonomide risklerin azaldığı anlamı çıkarılmamalıdır.
AB VE IMF
Uluslararası mali piyasaların Türkiye’ye desteğinin devam etmesi Türkiye’nin tutunduğu iki çapanın da sağlam bir biçimde yerinde durmasına bağlıdır. Yani, Türkiye ne IMF’yi ne de AB’yi boşlayabilir. Bu iki çapa birbirinin ikamesi değil, tamamlayıcısıdırlar.
Dolayısıyla, AB ile ilişkilerin şimdilik yoluna girmiş gibi görünmesi IMF ile mutabakata varılan ekonomik programın savsaklanmasını haklı çıkarmaz. Aksine, önemli riskleri beraberinde getirir.
Türkiye iki alanda da perspektifini kaybetmemelidir. Kısa dönemde, IMF ile yapılan standby düzenlemesinin gerekleri tamamlanmalıdır. Bu bağlamda, programın gözden geçirilmelerinin birinin bir sonraki ile birleştirilmesi uygulaması durdurulmalıdır. Reformların içerikleri kadar, zamanlaması da önem kazanmıştır.
Orta dönemde ise, tam üyelik müzakereleri nasılsa başladı diye AB ile ilişkiler durağan hale getirilmemelidir. Alışkanlıklarımızın aksine, başladığımız işe, başladığımızda duyduğumuz heyecanla devam edebilmeliyiz.
Bu iki perspektife sıkı sıkıya sarılmamız giderek artan risklerin gerçekleşme olasılığını azaltıcı bir rol oynayacaktır.
Yazının Devamını Oku 5 Ekim 2005
HİSLERİYLE hareket eden bir milletiz. Hislerle hareket etmek çoğu zaman hedefe varmayı zorlaştırır. Mantığımızla hareket edip hedefe kilitlenmek her zaman daha yararlıdır. Bu konuda İngilizlerden öğreneceğimiz çok şey var.
Yazının Devamını Oku 4 Ekim 2005
<B>ALIŞMAMIZ </B>gereken bir süreç yaşıyoruz. <B>Avrupa Birliği</B> (AB) üyeliği yolunda <B>3 Ekim</B> ne ilk virajdı ne de son viraj olacak. Pazarlıklar hep sürecek. Önceden hedeflenen tarihlerde ertelemeler hep yaşanacak. <B>Bu süreç, ülke olarak AB üyeliği yolunda bizim eğitimimizin de bir parçası olacak</B>. Bizim için önemli olan geri dönülemeyecek yollara girmemektir. Öyle ya da böyle, yola devam edeceğiz. Bu arada, AB giderek daha açık olmaya başlayacak. Örneğin, 17 Aralık tarihinde bilineni ifşa etmişlerdi. Görüşmelerin ucunun açık olacağını vurgulamışlardı. Her görüşmede olabileceği gibi, tam üyelik görüşmelerinin de amacına ulaşamayabileceğini söylemişlerdi.
Bu kez, ‘ucu açık görüşmenin’ ismini koymak istiyorlar. Tam üyelik görüşmeleri tam üyelik ile sonuçlanmasa bile bir başka yolla ortaklığın devam edeceğini söylemeye gayret ediyorlar. ‘Sizi ileride tam üye yapmasak da, arkadaş olmaya devam istiyoruz’ diyorlar. Önümüzdeki aylar ve yıllarda bu laflar da daha anlaşılır hale gelecektir.
ÇALKANTILARA ALDIRMAYIN
Bu çeşit gelişmeler bizi yoldan döndürmemelidir. Yol uzundur, amaç bellidir. Türkiye’nin tam üyeliği iki taraf için de faydalı olacaksa, gerçekleşecektir. Bazı milliyetçi kesimin vurguladığı gibi ‘Türkiye’nin tam üye olmasıyla AB kazanacaktır, biz değil’ gibi bir sav doğru değildir. İki tarafın da kazanacağı bir ortamın varlığı şarttır. Böyle bir ortam da vardır. Aksi taktirde, ortaklık, en az bir taraf için, zaten sürdürülebilir olmaktan çıkar.
AB ilişkilerindeki çalkantılar elbette ekonomiye yansıyacaktır. Hissi hareket edip yoldan çıkmadığımız sürece, AB ilişkilerinde de, ekonomide de çalkantılar geçici olacaktır. Olumsuz gelişmeler nedeniyle, dünün ilk saatlerinde olduğu gibi, Borsa düşecek, faizler ve döviz kurları yükselecektir. Olumlu gelişmeler karşısında da tam tersi gelişmeleri yaşayacağız. Dün de yaşadık.
Bu çalkantılar küçük yatırımcıları kaygılandırmamalıdır. Çünkü, çalkantıların nedeni mali piyasalarda haftalık, günlük, hatta saatlik fiyat oynamalarından (faiz ve döviz kuru değişmelerinden) kár etmeye çalışan spekülatörlerin neden olacağı çalkantılar olacaktır. Geçici olacaklardır. Böyle durumlarda küçük yatırımcıların ‘ters köşeye yatma’ olasılığı daima çok fazladır. Dolayısıyla, küçük yatırımcılar beklentilerini şekillendirirken amaçtan sapılıp sapılmadığını irdelemek durumundadırlar.
HEDEF ÖNEMLİ
Önemli olan, yaşanacak uzun süreçte Türkiye’nin kendi AB perspektifini değiştirip değiştirmediği olacaktır. AB süreci Türkiye açısından çoğu zaman konjonktüre bağlı gelişmiştir. Belli dönemlerde, konjonktür aleyhimize çalıştığında, AB süreci çok sevimli geçmeyecektir. Konjonktür lehimize döndüğünde ise önemli engeller açılabilecek ve aşılan engeller bir sonra karşımıza çıkabilecek virajın alt yapısını oluşturacaktır.
Türkiye’nin ‘aday ülke’ olduğunu tescil eden Helsinki Zirvesi olumlu konjonktürün bir meyvesiydi. 17 Aralık Brüksel Zirvesi’nden o ya da bu şekilde müzakere tarihi çıkması da olumlu konjonktürün bir ürünüydü. Ama, bugün Lüksembourg’da gelinen nokta Brüksel’in koyduğu taşın üzerinde inşa edilmiştir. Brüksel ise Helsinki’nin bir sonucudur.
Konjonktür 2005 yılı başından beri az da olsa bizim aleyhimize dönmüş gibi görünüyor. Çünkü, Avrupa’nın büyük ülkelerinin kendi içlerinde ekonomik ve siyasi sorunları var. Bu sorunların aşılması sürecinde Türkiye belli zorluklar yaşayacaktır. Buna alışmamız gerekir. Hissi davranmamamız çok önemlidir.
AB’ye tam üyelik sürecinin ‘uzun, ince ve taşlı’ olacağı söylenirken, bu çeşit sorunlar ima ediliyordu. Şimdi, onları yaşıyoruz. Ama, hedeften şaşmadığımız sürece, ekonomik alanda AB ilişkilerinden kaynaklanan orta dönemli bir sorun beklemek çok anlamlı değildir. O kadar ki, işin sonunda tam üye olamasak dahi, Türkiye her açıdan çok daha iyi duruma gelmiş olacaktır.
Yazının Devamını Oku