20 Ekim 2005
EKİM ayı ortasından sonra Türkiye’de devlet bütçesi konuşulmaya başlanır. Bütçe konuşulurken, sosyal güvenlik sisteminin bütçeye getirdiği yük ağırlıkla gündemdedir. Daha sonra, sosyal güvenlik sisteminin mali yükü unutulur. Ama, artık bu noktayı geçtik. Sosyal güvenlik sisteminin tam bir iflas halinde olduğunu sizler okumaktan, ben yazmaktan sıkılmaya başladım. ‘Yapısal Reform’ deyimi yazanı da okuyanı da bezdirmeye başladı. Ama, sosyal güvenlik alanında gerekli yapısal değişimi beceremezsek Türkiye çok ciddi ekonomik ve sosyal bir sorunla karşı karşıya kalacaktır. Konunun önemi, vahameti ve aciliyeti konunun gündemde tutulmasını gerektiriyor.
VAHİM DURUM
Toplam nüfusun yaş ortalamasının 30 yılın altında olan bir ülkede sosyal güvenlik sistemi çökmüş durumdadır. Durumun vahametinin birinci boyutu budur. Genç nüfusta, çalışan sayısı fazla, emekli olan sayısı göreli olarak az olması lazımdır.
Türkiye’de neredeyse bir çalışan, bir emekliye bakmak durumundadır. 2004 yılı verilerine göre, Sosyal Sigortalar Kurumu’na katkı yapan çalışan sayısı yaklaşık 5.6 milyon, aynı sistemden emekli maaşı alanların sayısı 4 milyon kişinin üzerindedir.Kısacası, nüfusun yaş ortalamasına göre, çalışıp da sisteme katkı yapan sayısı azdır, emekli olup sistemden beslenen sayısı çoktur.
Bu resmin maliyeti vergi verenlere çıkmaktadır. Sosyal güvenlik sistemleri çalışanın emeklileri beslemesi ilkesi üzerine kurulduğu halde, Türkiye’de vergi veren herkes artık emeklileri besleyip devletten diğer sosyal hizmetler almamaya başlamışlardır.
Bu yılın ilk dokuz ayında sosyal güvenlik kuruluşlarına bütçeden verilen yardım 17 milyar YTL’yi bulmuştur. Sosyal güvenlik sistemine bütçeden giden para faiz dışı harcamalarının yüzde 25’inin üzerindedir. Daha da vahimi, sosyal güvenlik sistemine 17 milyar YTL’nin üzerinde bütçeden kaynak aktarırken, aynı dönemde bütçe açığı 8 milyar YTL olmuştur. Yani, sosyal güvenlik sistemi bütçeye yük olmasaydı, bütçe 10 milyar YTL’ye yakın fazla verecekti. Bu para çok farklı sosyal programların finansmanı için harcanabilirdi. Örneğin, eğitim ve sağlığa çok daha büyük kaynaklar aktarılabilirdi.
Gelinen nokta hem çok vahimdir hem de ileriye dönük olarak kaygı vericidir. Daha üç yıl önce, 2002 yılında sosyal güvenlik sisteminin açıkları 11 milyar YTL iken, bu yıl ikiye katlanmış ve 23 milyar YTL’yi geçmesi beklenmektedir. 2002 yılında, sosyal güvenlik sisteminin açıkları toplam bütçe açığının yüzde 30’unun altındayken, bu yıl bütçe açığının neredeyse iki katı büyüklüğüne gelmesi beklenmektedir.
REFORM MU?
Gelecek yıllarda resim daha da vahim bir hale gelecektir. Diğer tüm alanlardan kısıp bütçe sosyal güvenlik sisteminin ayakta kalmasında kullanılmaktadır. Diğer harcamalarda kısıntı yetmediğinde, yeni vergiler ve vergi oranlarında artışlar gündeme gelmektedir. Bir anlamda, kayıt içinde çalışanlar hem bağlı oldukları sosyal güvenlik sistemine katkı yapmaktalar hem de çeşitli yollarla ek vergiler vererek sosyal güvenlik sistemini ayakta tutmaya çalışmaktadırlar.
Bu sürecin kalıcılığı yoktur. Bugün kamu finansman dengeleri açısından ekonomik bir sorun olarak irdelenen sosyal güvenlik sistemi yarın ülkenin en büyük sosyal sorunu olarak çözüm bekleyecektir. Bugün kayıt içinde çalışıp sosyal güvenlik sistemini ayakta tutmaya çalışanların yarın sosyal güvenlik sisteminden bugünküler kadar yararlanabilme olasılıkları hızla düşmektedir.
Bu sistemin değişmesine ‘reform’ demek dahi artık hafif kalmaya başlamıştır.
Yazının Devamını Oku 19 Ekim 2005
TÜRKİYE ekonomisinde devlet bütçesini üç ana kalemde inceleyebiliriz: faiz ve personel harcamalarıyla sosyal güvenlik sisteminin açıkları. Bu üç kalemdeki esneklik devletin kontrolünden büyük ölçüde çıkmıştır. Bu yılki gerçekleşmelere göre, bütçede faiz ve personel harcamalarıyla sosyal güvenlik sisteminin maliyeti toplam harcamaların yüzde 80’inden biraz azdır. Bütçede tasarruf yapılmaya kalkışıldığında, harcamaların yüzde 80’i kemikleştiğinden, tasarruf olanağı bütçe harcamalarının yalnızca yüzde 20’sine yoğunlaşmak zorundadır. Orada da fazla bir hareket alanı yoktur. Alan giderek daralmıştır.
DIŞSAL TASARRUF
Bütçedeki katılık nedeniyle bütçe açığına yönelik önlemler harcamaların kısılmasından çok, gelirlerin artırılmasına yönelik olmuştur. Son yıllarda dolaylı vergilerin hem çeşit olarak hem de oran olarak artması bu nedenledir.
Mutlak değer olarak, bu yıl yakın tarihimizin en küçük bütçe açıklarından birini vereceğiz. Yapılan tahminler bütçe açığının 15 milyar YTL civarında gerçekleşeceğini göstermektedir. Tahminlerin ötesinde bütçe açığının düşmesi büyük ölçüde devletin borçlanma maliyetinin tahminlerin ötesinde düşmesinden kaynaklanmıştır.
Yurt içindeki faizlerin tahminlerin ötesinde hızlı düşmesiyle YTL cinsinden borçlanmaların maliyetini düşürmüştür. Döviz kurlarının da neredeyse sabitlenmiş olmasıyla, dış borç ve döviz üzerinden iç borçların maliyetini tahmin edildiği kadar artırmamıştır. Sonuçta, faiz harcamalarında otomatik bir tasarruf gerçekleşmiştir.
Yıl başında 2005 yılı harcamaları 155 milyar YTL öngörülmüştü. Tahminler yıl sonu bütçe harcamalarının 145 milyar YTL civarında olacağını göstermektedir. Dolayısıyla, daha önce 2006 yılı için hedeflenen bütçe harcamalarının altında bir bütçe ile 2006 yılına başlanması gerekmektedir.
Bütün bu gelişmeler bütçe harcamalarında bir esnekliğin oluştuğu anlamına gelmemektedir. Faizlerin inmesi döneminde tasarruf yapılırken, faizlerin ve/veya kurların artması durumunda da bütçe hedefleri alt-üst olabilecektir. Faizlerin artmasını dolayısıyla faiz dışı harcamalardan kesinti yapılacak alan yok gibidir. Dolayısıyla, harcamalardaki tasarruf bir anlamda dışsal olmuştur.
KALICI ESNEKLİK
Son on yılda devlet bütçesinde gözlenen en büyük eğilim bütçenin katılığıdır. Bu katılık henüz aşılabilmiş değildir. Katılığın aşılabilmesi devletin gündeminde olan yapısal reformlardan geçmektedir. Bütçeyi doğrudan ilgilendiren en önemli yapısal reform, sonuçları uzun dönemde alınabilecek sosyal güvenlik reformudur.
Reformu uygulamaya koymakta gecikildikçe, maliyet artmaktadır. Örneğin, bu yıl sosyal güvenlik sisteminin bütçeye maliyetinin bütçedeki meblağdan yaklaşık 1.5 milyar YTL daha fazla olacağı düşünülmektedir. Maliyetler kartopu hızıyla büyümektedir. Aynı bütçe hedefleri içinde kalabilmek için diğer kalemlerde tasarruf ihtiyacı daha fazla artmakta ya da dolaylı vergileri biraz daha artırma baskısı yaşanmaktadır.
Bu hükümetin, bundan öncekiler gibi, kamuoyu gözünde sosyal yönünün göreli olarak zayıf kalmasının en önemli nedeni bütçenin katılığıdır. Bütçedeki katılık devam ettikçe, hükümetler, doğal olarak, bütçeyi delme anlamına gelebilecek girişimlerde bulunmakta ya da bütçenin dışına çıkabilmenin yollarını aramaktadırlar. Halbuki, ekonomik istikrarı tehdit etmeyecek daha kalıcı çözüm, orta vadeli bir perspektif içinde, bütçeye esneklik kazandıracak uygulamaların hayata geçirilmesidir.
Not: Dün açıklanan 2006 yılı bütçe rakamları farklı bir sınıflandırmada olduğundan, bir yorum yapmak olanaksızdır. Maliye Bakanlığı, 2006 yılı bütçesini geçmiş yıl bütçeleriyle karşılaştırılma olanağı yaratmalıdır. Aksi taktirde, yorum hatalarına neden olunacaktır. 2006 yılı bütçesini bir başka yazıda irdeleyeceğim.
Yazının Devamını Oku 18 Ekim 2005
FAİZLER yarım puan artsa, döviz kurları biraz kıpırdasa, hemen ‘ne oluyor?’ sorusu soruluyor. Kimileri ‘bu nerede durur?’ diye meraklanıyor, kimileri de ‘bu bir düzeltme mi?’ diye umutlanıyor. Geçmişten gelen deneyimlerle, ekonomik birimlerin sinirleri çok çabuk bozuluyor. Beklentiler çok çabuk revize ediliyor.
Halbuki, son günlerde, faizlerin biraz artması, kurların biraz kıpırdaması, Borsa’nın şişkinliğinin alınması beklenen gelişmelerdi. 3 Ekim’den önce Avrupa Birliği ile tam üyelik müzakerelerinin başlayacağı beklentisi ve 3 Ekim’den hemen sonra, kararın beklendiği yönde çıkmasıyla kurlar ve faizler düşmüş, Borsa yeni rekorlar kırmıştı. Beklentilerin gerçekleşmesi ile mali piyasaların yerine oturması normaldi. Şimdi, normal olan gerçekleşiyor. Yılın sonuna doğru mali piyasalarda oynaklıklar artacaktır.
ERKEN HAREKET
Daha önce hesaba katılmayan gelişme yabancı yatırımcıların tüm yıl boyunca gelişmekte olan piyasalardan elde ettikleri karların üzerine çok çabuk yatmak istemeleri olmuştur. Genellikle, yabancı yatırımcılar yıl sonuna doğru elde ettikleri karları likide ederek bilançolarını sağlama almaya çalışırlar. Piyasa dilinde buna ‘pozisyonları kapatmak’ deniyor. Yani, yıl sonuna doğru riskleri asgariye indirip karların üzerine yatmakla bilançolar sağlama alınıyor. Bir sonraki yıl yeni bir oyun başlıyor.
Mali piyasaların bu hareketi kasım ayı sonuna doğru başlardı. Bu yıl daha erken başlamış gibi görünüyor. Pozisyonların erken kapatılmasının arkasında bir kaç neden var. Birincisi, lafı dinlenen kuruluşlar gelişmekte olan ülkelerin uzun süredir karşı karşıya oldukları riskleri çok daha fazla vurgulamaya başladılar. Petrol fiyatlarının yüksekliği ve dolar faizinin artıyor olması elbette gelişmekte olan bazı ülkeler için küçümsenmeyecek bir risktir. Ama, bu risk üç ay evvel de vardı. Şimdi, daha çok vurgulanır oldu.
Amerika’da faiz artırımlarının belli bir süre mola alacağı düşünülüyordu. Bu beklentinin çok gerçekçi olmadığı düşünülmeye başlandı. Avrupa’nın büyük ülkelerinde siyasi ortam sorunların çözümünü giderek güçleştirecek bir hale gelme eğilimi gösteriyor. Kısacası, çoğu bilinen sorunlar yatırımcıları bu yıl daha erken davranmaya itmiş gibi görünüyor. Dolayısıyla, yıl sonu hareketlenme bu yıl geçmişe göre daha erken başladı.
ÇAPAYA DİKKAT
Mali piyasalarda yaşanan gelişmeler Türkiye’ye özgü değil. Neredeyse tüm gelişmekte olan piyasalardan yabancı yatırımcılar belli bir ölçüde çıkmaya başladılar. O kadar ki, Brezilya’nın kredi notunun artırılmasından hemen sonra Brezilya piyasası da beklenen tepkiyi veremedi. Türkiye’deki gibi, yabancılar sattı, yerliler aldı.
Bu çeşit dönemsel gelişmelerin önüne geçmek mümkün değildir. Mümkün olan, ülkemize özgü yeni riskler yaratmamaktır. Teknik olarak, yabancı yatırımcılar gelişmekte olan piyasalara olan riskleri azaltmaya karar verdiklerinde, Türkiye’den de çıkacaklardır. Türkiye için kısa dönemde önemli olan yabancı yatırımcıların Türkiye’ye olan yatırımlarının ağırlığını azaltmamaları, hatta artırmalarıdır.
Bu açıdan, yabancı yatırımcıların gözlerinin üzerinde olduğu çapaların taramamasına dikkat etmeliyiz. IMF ile mutabakata varılan programın aksamadan uygulanması bu aşamada en önemli çapa olmaya devam etmektedir. Çapa sağlam olduğu sürece, gelen ters rüzgarlar gelip geçici olacaktır.
Yazının Devamını Oku 17 Ekim 2005
SON yıllarda Türkiye ekonomisinde çeşitli alanlarda rekor üzerine rekor kırılıyor. Rekorların bazıları iyi, bazıları ise kaygı verici yönde. Kaygı veren rekorlar iyi yönde kırılan rekorların kalıcılığını da riskli hale sokuyor. Türkiye ekonomisinin ‘yumuşak iniş’ ihtiyacı artıyor. Çünkü, bunca rekorların kalıcı hale gelmesi birçok tesadüfün bir arada oluşmasına bağlı kalıyor. Tesadüflerle ekonominin kalıcı bir dengede devam etmesi ise pek mümkün görünmüyor.
KÖTÜLER VE İYİLER
Merkez Bankası’nın internet sitesinde 1992 yılından bu yana yayınlanan aylık ödemeler dengesi istatistiklerine göre, üçüncü kez ağustos ayında cari işlemler açığını bu yıl verdik. Geçmişte, 1995 yılı ağustosunda 183 milyon dolar, 2000 yılı ağustos ayında 747 milyon dolar cari işlemler açığı vermiştik. Bu yılın ağustos ayında verilen cari işlemler açığı ise 1,3 milyar dolar oldu.
1992 yılından bu yana, dördüncü kez ağustos ayında ödemeler dengesinin finans hesabı açık verdi. Daha önce 1996, 1998 ve 2001 yıllarında finans hesabı açık vermişti. Bu kalemde bu yılın ağustos ayında cari işlemler açığının rekor kırdığı bir ayda, sermaye hesabındaki açık 341 milyon dolar oldu.
Ödemeler dengesinde kaynağı tespit edilemeyen döviz girişi (net hata ve noksan) bu yılın ilk sekiz ayında 5 milyar dolar oldu. Eski rekor, bütün yılda 5 milyar net hata ve noksan verildiği 2003 yılına aitti.
Doğrudan yabancı yatırımlar bu yılın 2001 yılı şubat ayında 1.6 milyar dolarla (Aria’nın parası girmişti) aylık bazda rekor kırmıştı. Daha sonra, bu yılın temmuz ayında sabit sermaye girişi 1.2 milyar dolar oldu. Bu yılın ağustos ayında bu kalemden döviz girişi 649 milyon dolar oldu. Bu yılın ilk sekiz ayındaki sabit sermaye girişi 2.9 milyar dolarla geçmişteki tüm yılların rekorunu kırdı.
1992 yılından bu yana beşinci kez ağustos ayında sanayi üretimi bir önceki aya göre artış gösterdi. Yaz tatili nedeniyle ağustos aylarında ekonomi genellikle yavaşlar. Bu yıl hızlandı. Daha önce, 1994, 1995, 2000 ve 2001 yıllarında ağustos aylarında sanayi üretimi artmıştı.
On iki aylık dış ticaret açığı, tarihimizde ilk kez bu yılın ağustos ayında 40 milyar doları aştı. İhracatın ithalatı karşılama oranı ise bu yılın ağustos ayında yüzde 52 oldu. Bu oran 1990’lı yıllardan beri çok az kez bu oranın altında kalmıştı.
Enflasyon 1970’li yılların başından bu yana en düşük düzeyine geldi. 2002 yılı başlarında on iki aylık bazda yüzde 90’ı geçen toptan eşya fiyatları enflasyonu bu yılın ağustos ayı itibariyle aynı bazda üretici fiyatları cinsinde yüzde 4.4’e geriledi.
İhracat da rekorlar kırmaya devam ediyor. Bu yılın ağustos ayında ihracat 5.3 milyar dolarla geçmiş yıllardaki ağustos ayı rekorunu kırdı. Yılın ilk sekiz ayında ihracat 46.2 milyar dolarla yine geçmiş yılların ilk sekiz aylık rekorunu kırdı. Öyle ki, daha 2003 yılında, tüm yılın ihracatı ancak 47 milyar dolar olmuştu.
Bu yılın eylül ayı sonu itibariyle Merkez Bankası’nın hesapladığı üretici fiyatları bazlı reel efektif kur endeksi 1995 yılı 100 kabul edilirse 145 oldu. Türk parasının reel olarak aynı bazda bu denli değerli olması 1982 yılının başında ve öncesinde söz konusuydu. Yani, 1983 yılından bu yana Türk parasının en değerli olduğu son üç ayı (1985 yılındaki birkaç ay hariç) yaşamaktayız. Bu olgunun olumlu taraflarını göz ardı etmeyelim.
İyi yönde rekorlar beklentileri olumlu yönde etkilerken, kötü yöndeki rekorlar ekonomideki riskleri artırıyorlar.
Kamu maliyesinde de iyi ve kötü yönde çeşitli rekorlar kırılıyor. Onları da bir başka yazıda ele alacağım.
Yazının Devamını Oku 16 Ekim 2005
TOPLUM olarak, hangi riskle karşılaşırsak karşılaşalım, ilk tepkimiz riski inkar etmek oluyor. Ardından, riski inkar edebilmenin yolu kalmadığında, ‘bize bir şey olmaz’ yaklaşımı ile umursamaz bir tavır alarak kamuoyunu rahatlattığımızı düşünüyoruz. Halbuki, bu yolla kamu otoritesi de, riskleri ölçüp önlem alması gereken özel sektör kuruluşları da inandırıcılığını kaybediyor. Toplumun kamu otoritesine karşı güveni sarsılıyor. Bireyler toplumsal risklere karşı kendi bireysel çözümlerini üretmeye başlıyorlar. Sonunda, oluşan risklerin topluma toplam maliyeti çok daha yüksek oluyor.
1980’li yılların ortasında Sovyetler Birliği’ndeki nükleer kaza sonrasında Türkiye’nin tavrı önce komikti. Sonra, sonuç çok hazin oldu. Bize bir şey olmaz anlayışıyla nükleer kazanın olumsuz olabilecek sonuçları bir tarafa bırakılıp idarecilerimiz televizyon ekranlarında çay içerken görüntülendi. On beş yıl sonra, Karadeniz bölgesinde gencecik insanlar kanserden ölmeye başladılar.
GELENEKSEL TEPKİLER
Kuş gribine karşı tepkimiz de en az nükleer kazaya tepkimiz kadar komik, üzücü, düşündürücü ve tüyler ürpertici bir hale geldi. Avrupa Birliği canlı kuş alımını Türkiye ve Romanya’dan durdurdu. Türk üreticiler cevap verdiler: ‘Biz Avrupa’ya canlı kuş satmadığımızdan bizi etkilemez.’ ‘Avrupa’nın kararından çok etkilenmeyiz, ama Türkiye’deki tüketicilerin kararı ve karşı karşıya kaldıkları riskler bizim için çok daha önemlidir’ deselerdi çok daha güven verici olurlardı.
Kuş eti satan şirketlere ne yaptıkları soruluyor. Onlar da cevap veriyorlar: ‘Bizim etlerimiz gayet temiz ve iyidir.’ Bir Allah’ın kulu çıkıp da ‘üretimi ve satışları durdurduk, hayvan alımından kesimine, kesiminden paketlemesine kadar üretim hattımızın bu çeşit risklere karşı korunduğundan emin olduktan sonra yeniden işe başlayacağız’ demedi.
Göstermelik de olsa, hiç kimse böyle bir yaklaşımı benimsemedi. Bu yaklaşım elbette maliyetli olacaktı. Ama, gıda sektöründe güven kaybolduğunda onu yeniden kazanmanın ne denli zor olduğunu herhalde gıda sektöründekilerden başka hiç kimse daha iyi bilemez.
Halbuki, böyle bir yaklaşım, zaten kuş gribi konusunda bilgisizlikten kırılan kamuoyuna bir güven verecekti. Belki, beyaz et sektörünü küçümsenmeyecek bir krize sokabilecek bir risk çok daha çabuk ortadan kaldırılabilecekti. Hiçbir şey yapılamasa, gıda üreticileri toplumsal sorumluluklarının bilincinde olduklarını göstereceklerdi.
RİSK İDARESİ
Şimdi, kamuoyu kendi bireysel çözümlerini üretiyor. Beyaz et almıyor. Toplu yemek çıkan iş yerleri ve okullarda beyaz et verilmiyor. Bakan tavuk eti yemenizde bir sakıca yok dese de, hiçbir inandırıcılığı olmuyor. Kısacası, Türkiye beyaz et yemeyi kesmiş gibi görünüyor. Birçok açıdan, gelinen noktanın ekonomik maliyeti çok daha büyük olacaktır. Panik yaratmayalım anlayışıyla şeffaflıktan kaçınmanın maliyeti daha büyük ve gereksiz panik yaratmak oluyor.
Avrupa Birliği’nin bir üyesi olma yolunda geleneksel tepkilerimizi değiştirmek zorundayız. Önce, riskleri algılamak (risk recognition) zorundayız. Daha sonra, riskleri hesaplamak (risk calculation) durumundayız. Bilgilerimizi kamuoyu ile paylaşıp şeffaf olmak (transparency) gereğini duymalıyız. En sonunda da, risklere karşı gerekli önlemleri oluşturup (risk prevention) kendimizi kamuoyunu bilgilendirmek için sorumlu hissetmeliyiz.
Türkiye’deki kuş gribi virüsünün en tehlikeli cinsten olduğunu Avrupa Birliği yerine Sağlık Bakanlığı’ndan öğrenmemiz daha doğru olmaz mıydı? Kümeslerde tavuk ve hindileri boğazlamakla sorun çözülmüyor.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2005
ŞİMDİYE kadar gelişmiş ülkelerdeki faizler Türkiye’de döviz üzerinden kredi alanları daha yakından ilgilendiren bir olguydu. Ülkemizdeki enflasyon medeni düzeylere geldikçe, dünyadaki faiz gelişmeleri Türk parası üzerindeki faizleri de etkileyecektir. Bir başka ifade ile, gelişmiş ülkelerde uygulanan para politikaları bizim para politikamızın da etkileneceği unsurlardan biri olacaktır. 2006 yılı bu açıdan çok ilginç bir yıl olacakmış gibi görünüyor.
Amerika ve İngiltere’nin önderliğinde, ortalama olarak dünyada faizler son iki yıldır yükselme eğilimine girdi. Faiz artırımlarına önce İngiltere başladı. Ardından, Amerika faizleri artırmaya başladı. Şimdi, İngiltere durdu, Amerika faizleri artırmaya devam ediyor.
GELİŞMİŞ ÜLKELER
Amerikan Merkez Bankası’nın (FED) faiz artırımlarında bir süre mola alacağı düşünülüyordu. FED Başkanı’nın yılbaşından sonra görevini bırakacak olması da bu beklentinin kaynaklarındandı. Ama, FED yetkililerinden son günlerde alınan izlenim, FED’in enflasyonun kıpırdamasından korktuğu ve faiz artırımlarına devam edeceği yönünde.
İngiltere’de faiz artırımları bir süredir durdu. Gelişmiş ülkeler arasında en yüksek faiz İngiltere’de. Artan petrol fiyatlarına rağmen, İngiltere’de en azından şimdilik enflasyon baskısı söz konusu değil. Buna karşılık, ekonomik büyüme kaygısı İngiltere’de daha öne çıkmış gibi görünüyor. Dolayısıyla, İngiltere’de ölçülü ve küçük oranda faiz indirimine gidilmesi şaşırtıcı olmayacaktır.
Avrupa Birliği ve Avrupa Merkez Bankası ‘çok başlı’ olmanın sıkıntılarını yaşamaya devam ediyor. İşsizliğin geldiği nokta ve ekonomik büyümenin bir türlü ateşlenememiş olması siyasi açıdan AB’yi rahatsız ediyor. Reel ücretler özellikle Almanya’da düştüğü halde, enflasyon baskısı Avrupa’nın büyük ülkelerinde her geçen gün daha fazla hissedilmeye başlandı. Petrol fiyatlarındaki eğilimler de Avrupa’yı zorluyor. FED’in faiz artırımları Avrupa Merkez Bankası’nı kaygılandıran bir başka etken. Verilen izlenime bakılacak olursa, Avrupa Merkez Bankası yakın gelecekte küçük faiz artırımlarına gidebilir.
Japonya, ekonomi politikalarında esnekliği en az ülkelerden biri durumunda. Ekonomik büyümeyi ateşleyebilecek faiz marjı yok. Enflasyon beklentileri ise kaygı verici bir durumda değil. Dolayısıyla, Japonya, Avrupa’nın çok yakında geleceği noktaya çok önceden geldi. Ekonomide yapısal reformları uygulamaya koymaktan başka seçenekleri kalmadı. Japonya’da faizler bir süre daha değişmeyecekmiş gibi görünüyor.
TÜRKİYE
Genel olarak bakıldığında, bu yılın son çeyreği ve 2006 yılında da dünyada faizlerin artacağı görünüyor. Dünyada faizlerin artması yurt içinde Türk parası faizlerinin nominal olarak belli bir noktadan sonra düşmesini engelleyici bir unsur olabilecektir.
Dünyada faizlerin artması gelişmekte olan piyasalara giden mali sermayenin miktarını da etkileyebilecektir. Türkiye ekonomisindeki dinamiklerin belli ölçüde dış sermaye girişine bağlı olması Türkiye’de faizlerin önümüzdeki dönemde daha oynak olması riskini de beraberinde getirmektedir.
Yazının Devamını Oku 14 Ekim 2005
ENFLASYON, ekonomide fiyatların belli bir dönemde sürekli artışını betimler. Dolayısıyla, mal ve hizmetlerin fiyatlarında enflasyon olabileceği gibi, şirketlerin ya da gayrimenkullerin de fiyatlarında enflasyon yaşanabilir. İkinci tip enflasyona varlık fiyatları enflasyonu (asset price inflation) denir. Genellikle, kamuoyu mal ve hizmet fiyatlarındaki enflasyona duyarlıyken, varlık fiyatları enflasyonuna pek duyarlı değildir. Aksine, halka açık şirketlerin hisse senetlerinin fiyatları yükselip borsa endeksi artınca sevinilir. Çünkü, borsa da yatırım yapanların servetleri artmıştır.
Aynı şekilde, gayrimenkul fiyatları artınca da kamuoyu ekonomi iyi gidiyormuş diye bir izlenime kapılır. ‘Piyasada var’ denir. Gayrimenkul sahiplerinin serveti artar. Kısacası, kamuoyu açısından mal ve hizmet fiyatları enflasyonu kötüdür, varlık fiyatları enflasyonu iyidir. Aynı bağlamda, döviz fiyatları enflasyonuna da ‘iyidir’ diyenler vardır.
İÇ TALEP
Topyekûn ekonomik istikrar açısından, kamuoyunun izlenimi çok doğru değildir. Ekonomik istikrar ekonominin tüm alanlarını kapsar. Mal ve hizmet fiyatlarının bugün artmıyor olması, ama varlık fiyatlarının sürekli artış göstermesi bir süre sonra mal ve hizmet fiyatlarındaki istikrarı da bozabilecektir.
Gelecek yılın başında görevinden ayrılacak olan Amerikan Merkez Bankası Başkanı (FED) Alan Greenspan, oldukça sık varlık fiyatları enflasyonunu gündeme getiren merkez bankası başkanlarındandır. O kadar ki, New York Borsası’nın tarihi yükselişlerini yaşadığı dönemlerde verdiği demeçlerle Greenspan New York Borsası’nın çeşitli kez düşmesine neden olmuştur. Amerika’da hisse senedi sahibi küçük yatırımcılar Greenspan’i hep işler iyi giderken ‘balona iğne sokan adam’ olarak görürler. Fiyat istikrarını gözeten kurumlar olarak merkez bankaları varlık fiyatları enflasyonundan da çok hoşlanmazlar.
Ekonomide iç talebi kamçılayan birkaç unsur vardır. Bunlardan en önemlileri, gelir, servet ve faiz oranlarıdır. Servet ve gelirin artması iç talebi artırırken, faizlerin artması iç talebi frenleyen bir etki yapar. Hane halklarının servetlerinin artması yoluyla kamçılanan iç talep mal ve hizmet enflasyonu açısından ciddi bir risk teşkil eder. Kira gibi gelirlerin artması konunun bir başka boyutudur. Merkez bankaları bu nedenle varlık fiyatları enflasyonuna kayıtsız kalamazlar.
SERVET ARTIŞI
Türkiye’de de son dönemlerde ciddi oranlarda varlık fiyatları enflasyonu yaşanmaktadır. Ortalama mal ve hizmet fiyatlarının son on iki ayda yüzde 10’un altında arttığı bir ortamda, hisse senetlerinin ortalama fiyatları (İMKB-100) aynı dönemde yaklaşık yüzde 55 artmıştır. Aynı şekilde, gayrimenkul fiyatlarının son bir yıl içinde ikiye katlandığı söylenmektedir.
Halkın geleneksel yatırım araçlarından döviz ve Türk parası cinsinden altın fiyatları ise neredeyse sabit kalmıştır. Yine de, Türkiye’de özellikle yüksek gelir gruplarında ortalama nominal servet artışının mal ve hizmet enflasyonunun üzerinde olduğunu tahmin etmek yanıltıcı olmayacaktır.
Özel sektör tasarruflarındaki düşmenin önemli nedenlerinden biri de nominal servetin artmasından kaynaklanmaktadır. Yani, varlık fiyatlarının göreli olarak daha hızlı artması ekonomideki tasarruf açığını artırıp cari işlemler dengesi açığını yükselten bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu olguyu önümüzdeki dönemde daha açık bir biçimde izleyebileceğimizi düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku 12 Ekim 2005
BİR yıldır kira enflasyonundan söz ediliyor. Kiralar ortalama fiyat endekslerinin çok üzerinde seyrediyor. Bazı fiyat endekslerine kira da girdiğinden, diğer mal ve hizmet fiyatları o denli artmazken, ortalama enflasyon daha yüksek görünüyor. Bir hesaba göre, son on iki ayda bazı bölgelerde kiralar yüzde 80 arttı. Halbuki, aynı dönemde ortalama enflasyon yüzde 10’un altında kaldı. Genellikle ücret artışları da enflasyon paralelinde gittiğinden, kirada oturanların gelirleri içinde kira ödemelerinin payı arttı. Durumdan haklı olarak kiracılar da şikayetçiler. Çünkü, göreli fiyatlar kiracıların aleyhine gelişiyor.
Kira artışlarından şikayet ederken, hiç kimse konunun ekonomik boyutunu irdelemek istemiyor. Hükümet de kiracılara şirin görünmek için kira artışlarını sınırlamak gibi bir tutumun içine giriyor. Halbuki, kira artışlarıyla mücadele başka yerlerde yapılmalı.
BAŞPARMAK KURALI
Kira ekonomik bir fiyattır. Mülk sahibinin koyduğu sermayenin brüt getirisidir. Bu açıdan Hazine bonosu yatırımı ile mülke yapılan yatırım arasında fazla bir fark yoktur. Bono yatırımcısının getirisi de dönemsel olarak aldığı faizdir.
Kira ile kiralanan mülkün piyasa değeri arasında çok yakın bir ilişki vardır. Bu ilişki bölgeden bölgeye ya da aynı bölgede semtten semte değişebilir. Ama, kirayı belirleyen en önemli unsurlardan biri mülkün değeridir.
Çeşitli başparmak kuralları vardır. Örneğin, Amerika’da ortalama bir evin yirmi yıllık kirası evin değeri kadardır. Yani, 120 bin dolar değerinde bir evde oturuyorsanız, ortalama 500 dolar aylık kira verirsiniz. New York’un göbeğinde, bir apartman dairesinin on yıllık kirası evin değerine eşit olabilir. Konut East River manzaralıysa, kira çok farklıdır.
Türkiye’de de ‘ortalama bir evin on yıllık kirası evin değerine eşittir’ gibi bir izlenimim var. İzlenimim yanlış olabilir. Ama, bir çok örnekte böyle bir ilişki tespit ettim. Bu da bölgeden bölgeye ya da aynı şehrin farklı semtlerinde farklı olacaktır. Bazı semtlerin sonradan popüler olmasıyla, bu ilişki zaman içinde de değişebilir.
Önemli olan kira ile mülkün değeri arasında bir ilişkinin olmasıdır. Bu ilişkiden yola çıkarak mülk fiyatlarının artmasının kiralara yansıması gerektiğini bulmak çok güç olmayacaktır. Türkiye’de de son yıllarda yaşanan olgu budur. Birçok büyük şehirlerimizde mülk fiyatları çok artmıştır. Dolayısıyla, kiralar da buna paralel artmaktadır.
ARTIŞLA MÜCADELE
Kira artışlarıyla mücadele, kira artışlarını kontrol ederek değil, mülk fiyatlarını artıran olgularla mücadele ederek olur. Böyle bir mücadele farklı gerekçelerle işimize gelmiyorsa, kira artışlarıyla mücadele etmenin bir yolu yoktur.
Talep arttığı için mülk fiyatları artmaktadır. Arz artışı talep artışının gerisinden gelmektedir. Talep artışının bir nedeni konut kredisi faizlerinin potansiyel mülk sahiplerinin üstesinden gelebilecekleri düzeye indiği içindir.
Bankaların konut kredilerine uyguladıkları faizler son on iki ayda bileşik bazda yaklaşık yarı yarıya düşmüştür. Bir aylık mevduat faizi düzeyinde 20 yıllık konut kredisi alınabilmektedir. Göreli ekonomik istikrar ortamında, kredi alarak mülk sahibi olanların aldıkları faiz riski çok azalmıştır. Dolayısıyla, konut edinme talebi göreli olarak canlı kalmaya devam etmektedir.
Bu olgularla mücadele yerine, genelde faizlerin, özelde konut kredisi faizlerinin daha da düşmesini arzuluyoruz. Konut talebinin artarak inşaat sektörünün daha da canlanmasını istiyoruz. Bu şartlarda, artan mülk fiyatlarına paralel olarak kiraların artmasını normal karşılamalıyız.
Türkiye’de mal ve hizmet fiyatları enflasyonu çok azalmıştır. Ama, şimdi, varlık fiyatları enflasyonu (asset price inflation) yaşanmaktadır. Ortalama enflasyon için bu olgu da ciddi bir tehdit yaratmaktadır.
Yazının Devamını Oku