13 Ağustos 2001
<B>EKONOMİK</B> sorunları <I>zekanıza hakaret sayılmayacak</I> ölçüde <I>basit sınıflamaya</I> tabi tutarsak... Hatta belki daha da ileri giderek mütevazı aile bütçenizi örnek alan benzetme kullanırsak... Kamu bankalarının görev zararı, batık bankaların maliyeti stok sorundur. Tıpkı kredi kartında biriken borcunuz gibi... Buna karşılık Hazine'nin iç borcu çevirmesi için zorunlu akım sorunu ayrı meseledir... Borcunuzdan bağımsız olarak aylık gelir-gider dengenizin sağlanması gibi...
* * *
IMF'nin ekonomik programı stok zararın eritilmesinde oldukça kestirme yol öngörüyor... Bu zararın kapatılması için bankalara yapılan ödeme parasal genişleme yarattı. Bu fazla paranın çekilmesi için iki yol var:
1) Hazine yüksek faize katlanarak borçlanabilir. Ama bu seçenekte iç borcun çevrilmesi imkánsız hale gelebilir.
2) Merkez Bankası döviz satarak TL toplar. Ancak bu yolla döviz rezervi hızla eriyeceği için spekülatif hücum yaşanabilir.
IMF'nin son bir-iki aydır ‘‘Faizler hálá yüksek’’ diye bastırması da, dalgalı kurda en ufak revizyona izin vermemesi de bu yüzden.
Yani IMF'ye göre kur süpürgesi ile stok temizliğinden başka çare yok!
Peki kur daha ne kadar yükselir?
Bu sorunun yanıtı, yabancıların Türkiye'nin yeterince ucuzladığı ve stok sorunların giderek azaldığına ikna olmaları sürecine bağlı... Çünkü Merkez Bankası ve stratejik ortağı bankalar döviz satmadığı, vatandaş, ihracatçı, turizmci dolarını bozdurmadığı sürece... Kuru dengeleyecek döviz arzı ancak yabancı (bıyıklı-bıyıksız) girişiyle mümkün.
* * *
Zaten yabancı kaynak girişi bu program için sıradan temenni değil temel varsayım... Muhtemeldir ki enflasyon hedeflemesine apar topar geçilmesi de bu nedenle... Yoksa herhalde ekonomi yönetimi de, dövizin başını alıp gittiği bir ortamda enflasyon çıpasına kimsenin inanmayacağının farkında.
Eğer (tekrar ediyoruz eğer) yabancı girişi başlarsa...
O zaman akan dövizin karşılığında başgösteren parasal genişlemeyi kontrol zorunlu hale gelecek... Biliyoruz bugün için fantezi, ama Merkez Bankası satın aldığı dövizlerin karşılığında piyasayı saracak TL'nin ne kadarını geri çekeceğini enflasyon hedeflemesi yoluyla saptayacak.
* * *
Ekonomi yönetiminin oyun planını kabaca (ve cehaletimizin yarattığı kısıtlar içinde) aktardıktan sonra başka bir kıyaslamaya geçelim...
Geçen yılki kur çıpası programı da yabancı girişi öngörüyordu...
Ama IMF'nin gönülsüz desteklediği o programda enflasyon-kur ilişkisi bugünküne göre çok farklıydı. Kur artışı sabit iken enflasyon ilk aşamada yüksekti. Yani Türkiye yabancılar için göreli olarak pahalılaştı. Eğer program sonuç verseydi enflasyon kur artışının biraz altına inecek ve yeni makro dengelerde Türkiye'ye yatırım cazip hale gelecekti.
Döviz sepetinin yüzde 20 arttığı bir yılın sonunda enflasyonun -kriz öncesinde- yüzde 30'lara inmesi o programın sanıldığı kadar çürük temelli olmadığını gösterdi...
Demek ki Türkiye'yi bu kadar ucuzlatmadan da yabancı yatırımcıya pazarlama imkanı vardı!
Oysa bugünkü programda kur artışı enflasyonun oldukça üzerinde seyrediyor. Türkiye'yi ucuzlatarak satmayı deniyoruz... İşte aynı hükümetin iki ayrı ekonomik programının farkı burada yatıyor.
KARŞI GÖRÜŞ-KATKI
‘‘Hazine'nin bankalardan beklediğinin üstünde taleple karşılaştığı ortamda dövizi bu derece yükseltecek talebin nereden geldiği acaba araştırılıyor mu? Yoksa biz üç-beş spekülatörün ‘Yılmaz'ın barsakları bozuldu' türü spekülatif çıkıntılarını anlayamadığımız için zevahiri kurtarmak bakımından ‘serbest piyasa ekonomisinin gereği efendim' diye bilgisizliğimizi mi gizliyoruz? Son aylarda 4-5 milyar doların üzerinde satış yapıldığı söyleniyor. Acaba bunu kısmen serbest piyasaya girerek yapsaydı hiç değilse vatandaşta dolar demek ki düşüyormuş sanısı oluşmaz mıydı? Dolar 1.330.000'dan 1.360.000'a çıktığında büyük panik vardı. Müdahale ile 1.330.000'lara düşürüldü. Şimdi 1.330.000'lardan 1.395.000'e çıktı. Sessizlik hákim. Dolar düşebilir umudu eriyip gitti mi. Güven güven deniyor. Bu da güvenin önemli bir parametresi değil mi?’’
(Metin ŞİMŞEK)
Yazının Devamını Oku 11 Ağustos 2001
Devlet Bakanı <B><I>Kemal Derviş</B></I> (artık şakayla karışık <I>Ekonomik Mesih</I> demeye dilimiz varmıyor) ile Merkez Bankası yönetimi yabancı konuklarıyla <I>enflasyon hedeflemesi</I> modelini tartışırken USD 1 milyon 400 bin lira tavanını deldi geçti... Merkez Bankası ile stratejik ortaklarının (piyasa yapıcı büyük bankalar) dalgalı kur rejiminde herhangi bir kuru savunma lüksü bulunmadığını farkındayız...
Ne var ki beş iş gününde yüzde 5 kazandıran (TL'nin aylık getirisinden fazla) döviz seçeneği varken tasarrufçunun enflasyon çıpasına ne kadar güven duyacağını tartışmakta fayda görüyoruz.
* * *
Döviz piyasasında son bir haftanın dinamiği bellidir.
Alıcı talebi, satıcıların arzıyla karşılanamıyor. Kur yükseldikçe satışların geleceği umuluyor, o yüzden Merkez Bankası ve bankalar arz sağlamakta ağırdan alıyor... Başta ihracatçı ve turizmciler olmak üzere vatandaşın da döviz satışına geçmesiyle piyasanın oturması bekleniyor.
Ne var ki dalgalı kura geçiş günlerinde faydalı ve hatta belki de öğretici sayılan bu politika enflasyon hedeflemesine bir ay kala mali sisteme yerleştirilen saatli bomba gibi çalışıyor.
Çünkü enflasyon hedeflemesine geçilmesiyle birlikte ekonomide başka öncelik kalmayacağı varsayılıyor...
Bu teorik çerçeveyi günlük lisana tercüme edersek;
Örneğin Hazine'nin hangi faizle borçlanacağı artık Merkez Bankası'nın meselesi olmaktan çıkıyor. Dolayısıyla Merkez Bankası eğer enflasyon hedefinin tutmasına hizmet edeceğine inanıyorsa kısa vadeli faizleri artırmakta tereddüt göstermeyecek. Bu uğurda birkaç banka batsa, Hazine iç borcu daha pahalı hale gelse bile Merkez Bankası'nın politikasını etkilemeyecek (veya etkilememesi lazım).
Ekonomik büyüme, çalışanların reel ücreti, tarım kesiminin refahı da artık enflasyon hedeflemesi politikasında taviz yaratmaya yeterli gerekçe sayılmayacak... Örneğin faiz yükselir ve üretim gerilemesi/işsizliğe yol açarsa Merkez Bankası'nı suçlamanın anlamı kalmayacak.
Kurun nereye gittiği sadece enflasyon üzerindeki etkisine bağlı olarak gözlenecek, müdahale kararı bu çerçevede kalacak.
* * *
Enflasyon hedeflemesi bu köşede son birkaç gündür ‘‘Mali gözlüğü çıkarma vakti geldi’’ diye tarife uğraştığımız politika seçeneklerine iyi örnektir.
Ne var ki ekonomide tamamen yeni/yabancı endekslemeye geçildiği, göstergelerin oturmasının zaman alacağı bir dönemde dövizi kárlı tek seçenek kılmak pek akıllı işi değildir.
Dolayısıyla Merkez Bankası ve stratejik ortağı konumundaki bankalar enflasyon hedeflemesi konusunda ciddilerse gökdelenlerin bataklık zemine inşa edilemeyeceğini unutmamaları gereklidir.
KARŞI GÖRÜŞ-KATKI
‘‘...yorumunuza katılmıyorum. Sn. Mesut Yılmaz'ın son çıkışı partisinin oylarının artmasını mı sağlayacak? Kendisini birçok konuda eleştirmeme rağmen bu kadar yanlış bir hesap yapacağını sanmıyorum. Ayrıca kendisini eleştiren birçok kişinin dediği gibi ulusal güvenlik kavramını uygunsuz bir ortamda tartıştığı yorumuna da katılmıyorum. Yalnızca bu kavramın gözden geçirilmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bunu da parti kongresi yerine evinin banyosunda yıkanırken mi söyleyecekti? Genelkurmay açıklaması da gerek üslubu, gerekse içeriği bakımından Sn. Mesut Yılmaz'ın söylediklerinin haklılığını teyit etmiyor mu?’’
(Okan GÖZEN)
‘‘Para piyasalarının kuruluşundan bu yana ilk kez kur dalgalı. 25 yıllık enflasyonumuzun her aşamasında kur bir şekilde öngörülebilir idi. Sonuç ortada, mali kesimde 40 milyar dolarlık delik. Bunun içinde Hazine'nin üç kamu bankası üzerinden yaptığı zararlar var. Bugün fonda duran, bir zamanların ‘‘deli kira’’ ödeyen süsü mükemmel içi boşalmış bankalarının saçtığı paralar var. Fiyakayı bozmamak için Hazine tarafından ödenen yüzde 40'lık reel faizler var. Sanal bir ekonomi yani. Yarınki borcun taksidiyle hovardalık yapan bir zihniyet. Bu süreçteki tüm yapılanmalar bu bonkörlükten cesaret almış. Reel sektör de öyle. Yani reel sektörün bir kısmı aslında sanal. Ortalıkta dolaşan çok TL'nin kovaladığı mal ve hizmetleri satmış. Enflasyon yoksa onların bazıları da yok! Bütçe denkse satışlar nanay! Bankalar birleşiyor, kapatılıyorsa aylık 20.000 dolar dükkán kiraları yok. Görev zararları azalıyorsa bu kadar balık lokantası, bu kadar cep telefoncu da yaşayamaz. Bir anlamda tüm şişkinlikler büzülecek. ‘‘Normalleşme’’ sürecindeyiz esasen. 25 yıllık bir dönem sona eriyorsa, kur sabit de olsa dalgalı da olsa, faiz uygun da olsa yüksek de, reel sektörün sanal kısmı bu krizden hiç çıkamayacak.’’
(Reşat KUTUCULAR)
Yazının Devamını Oku 10 Ağustos 2001
<B>MADDE Bir</B>: Eğer piyasayı her karıştıranı hükümet dışında bırakma alışkanlığımız sürüyorsa, ulusal güvenlik tartışması açarak kura son dört günde 70 bin lira (yüzde 5) ekleyen <B><I>Mesut Yılmaz</B></I>'ın istifası zorunlu. Madde İki: Piyasa cellatlığı ile siyasi terbiye mümkün olmadığı gibi son kur artışında Mesut Yılmaz-Genelkurmay kavgasının katkısı sınırlı kaldı. (Entelektüel mesainin ekonomi yerine bu kavgaya ayrılmasının zararı hariç.)
Madde Üç: Reel sektördeki en ufak kıpırdanmanın yarattığı döviz talebinin kuru yükseltmesine seyirci kalmanın álemi yoktur.
* * *
Kurdaki yükselen trendi sorduğumuz piyasa oyuncuları şu bilgiyi aktardı:
İki GSM operatörü ile Türkiye'nin en büyük holdingi dış borç ödemesi ve ithalat dövizi temini için piyasalarda alıcı konumunda.
Merkez Bankası Stanley Fischer'in ziyaretinden bu yana yüksek kotasyona (bankaların piyasaya sunduğu fiyat penceresi) döviz satarak piyasada oyun kurucu rolüne soyunmaktan çekiniyor.
Piyasa yapıcı büyük bankaların 100 milyon dolarlık hacmi bulunan müdahale havuzunda işler beklendiği gibi gitmiyor. Bazı bankalar piyasaya döviz satıp şube ağından yani vatandaştan toplayarak doğrusunu yapıyor. Ama diğerleri pencereden sattığı dövizi bankalar arası piyasadan satın aldığı için talep/fiyat gerilemiyor.
Faiz cephesinde umulan gerileme kur artışı nedeniyle gecikiyor. Çünkü kurumsal yatırımcı (bankalar, fonlar) TL'den en az döviz kadar getiri umuyor. Hatta faiz artışı üç kamu bankası kaynaklı alımla önleniyor desek yalan olmaz.
* * *
‘‘Mali gözlüğü çıkarma vakti geldi’’ demekten kastımız yukarıdaki tablodur. Hazine-Mali Sektör arasındaki güven tesis edildi, iç borç konusundaki korku azaldı. Bankacılık kesiminin faiz-kur hasarı elden geldiğince telafi edildi...
Ama turizmcinin, ihracatçının ‘‘kur yükselir’’ beklentisi ile döviz satmadığı piyasada en ufak reel (üreten) sektör talebi fiyatları bu ölçüde yukarı taşıyacaksa işimiz var demektir...
Sakın yanlış anlamayın, dalgalı kurda fiyata müdahale beklemiyoruz.
Sadece fiziki talep yeterince karşılanmayınca ortaya çıkan faiz-kur dengesinin ithalata/yatırıma/büyümeye izin vermediğine işaret ediyoruz.
‘‘Mali gözlükle’’ bakıldığında kura müdahale gerekmeyebilir...
Ama bu kadar yüksek rezerve rağmen ekonomi gerekli dövizi bulup yeniden tüketim/büyüme sürecine girmezse zaten mali dengelerde istikrar kalıcı kılınamaz. Reel sektördeki iflaslar mali kesimi de beraberinde sürükler.
Dolayısıyla büyüme için gerekli faiz indirimi amacıyla kura geçici istikrar sağlamak zorunludur. Ve bu görev Merkez Bankası ve stratejik ortaklarına (bankalara) düşüyor... IMF'den izin bekleme zamanı değildir.
POLİTİK KÖŞE
Başbakan Yardımcısı Mesut Yılmaz'ın askere dönük son çıkışını AB takvimine bağlı olarak yorumlayanların sayısı her geçen gün artıyor.
Muhtemelen kasım ayı başında AB'nin aday ülkelerle ilgili gelişme raporu yayımlanacak. Hatırlanacağı üzere geçen yılki raporda AB'ye karşı taahhütlerini yerine getirmeyen Türkiye için pek olumlu ifadeler yoktu.
Oysa AB ve diğer aday ülkeler arasındaki pazarlık hızla ilerliyor. İlk dalga genişlemenin 2002 sonunda başlaması bekleniyor. Türkiye'nin çok geride kalması Yılmaz'ın siyasi kariyerini de etkileyecek.
Eylül ayının 17'sinde TBMM'de partilerarası uzlaşma komisyonundan geçen 37 maddelik Anayasa değişikliği paketi ele alınacak. AB'nin isteklerinin de yer aldığı bu paketin TBMM'den geçmesi ilişkileri çok olumlu yönde etkileyecek. Ayrıca bu değişiklik kesinlikle AB'nin dayatması olarak algılanmayacak, Meclis'in siyasi iradesine kanıt sayılacak.
KARŞI GÖRÜŞ-KATKI
‘‘Bence şu anda ulusal güvenliğimizdeki en önemli sorun ekonomik darboğazın bir an önce aşılması meselesidir. Şu anda tartışılan konular şu andaki zeminde önemli olsa dahi yersiz bir duruma düşmüş ve haklı haklılığını savunur durumda kalmıştır. Dediğim gibi öncelikle başta tüm bakanlar olmak üzere teknokrat düzeyinde ihracatı artırmak için bölge bölge uçmalı, potansiyel pazarları harekete geçirmelidirler. Dolar kuru şu oldu, borsa endeksi bu oldu ile geçen her dakika üretimi de, tüketimi de baltalıyor. Bildiğim birçok üretici ve ihracatçı işadamı odalarına kurdukları seans sistemleri ile borsakolik duruma gelmiş durumdalar. İşadamlarımızı bu odalardan dışarı çıkartmalı, gerçek hayatın heyecan fırtınasının içine sokmalıyız.’’ (Adnan TİLKİCİ)
‘‘Ortada belirgin bir sebep yokken borsa devamlı düşüyor; demek ki satıcı alıcıdan fazla. Özellikle lüks emlak fiyatları düşüyor; demek ki satan alandan fazla. Döviz fiyatları devamlı yükseliyor demek ki alan satandan fazla. Son zamanlarda birçok dokunulmazın (Alaattin Çakıcı'dan Cavit Çağlar'a kadar) hapishaneye düşmesi; balina, paraşüt, beyaz enerji... Bütün bunlar bir araya gelince aklıma acaba karapara ülkeyi terk mi ediyor sorusu geliyor. Acaba fazla paronoyakça mı düşünüyorum?’’
(Erdal YETKİN)
Yazının Devamını Oku 9 Ağustos 2001
<B>DÜN</B> bu köşede ekonominin geleceğine sadece mali gözlükle bakma vaktinin geçtiğini anlatmaya çalışırken <I>kur ve faiz</I> gibi aslında <I>sonuç</I> olarak kabul edilmesi gerekli parametreleri <I>neden</I> yerine koymanın yanlışlığını vurgulamaya hazırdık. Oysa Türk ekonomisi aynı gün çok daha abes sembollerin uçuştuğu tartışmanın gölgesinde kaldı ne yazık ki...
Şeriat, bölücülük, matbaa, ulusal güvenlik, MGK!
Türkiye'nin entelektüel birikiminin hak etmediği bu kayıkçı kavgasının yarattığı hasara bakıp da kızmamak, üzülmemek elde değil.
(Enis Öksüz ve Yüksel Yalova vakalarında sonuç verdi zannedilen piyasa cellatlığının işe yaramayacağı günlerin de geleceği tahminimiz keşke bu kadar kısa sürede doğru çıkmasaydı...)
* * *
ANAP lideri Mesut Yılmaz, kaçıncı kez seyrettiğimizi bile unuttuğumuz senaryoyu yeniden ısıttı. Partide sıkışınca, ‘‘ANAP barajı aşamaz’’ tahmini gazete köşelerine hákim olunca askere çatma alışkanlığı nüksetti. Muğlak benzetmelere başvurdu. Halife sıfatı taşıyan padişahın memuru şeyhülislam ile kendisinin de üye olduğu anayasal kurum MGK'yı kıyaslamaya kalktı...
Buna karşılık Genelkurmay Başkanlığı görüşlerini rahatça açıklama imkanı bulunan yasal platformu, yani MGK'nın toplanmasını bekleyemedi... Elhak, entelektüel açıdan Yılmaz'ınki ile kıyas kabul etmeyecek derinlikte ve fakat fevkalade yersiz meydan okumaya yeltendi. Münasebetsiz yerine her dokunulduğunda aşırı tepki veren, asabı bozuk bünye portresi çizdi...
Yılmaz'a veya askere hak verenlere saygımızı korumakla birlikte... Bize sorarsanız, bu abes tartışmanın haklı tarafı yok.
Diyelim ki Mesut Yılmaz olası erken seçim hesabıyla bu tür siyasi manevraya ihtiyaç duydu... Demokrasilerde son kararı seçim sandığına bırakmak esastır. Seçmen kararı da siyaset zemininde şekillenir. Nitekim Yılmaz'ın açıklamasına ilk tepkiler koalisyon ortağı diğer iki liderden geldi, ulusal güvenliğin bugünkü formatı siyasi sahipsiz kalmadı.
Dolayısıyla keşke Türk Silahlı Kuvvetleri de siyasi tartışmanın parçası haline gelmese, siyasi parti gibi reaksiyon göstermeseydi... Hele bu ülkede askeri tarz siyasetin akla hemen darbe tehlikesi getirdiği düşünülürse...
(Ama ülkede zebil miktarda teknokrat meraklısı olduğuna göre bu tür teknokrat açıklamalarının rağbet göreceğinin de farkındayız.)
* * *
Bu uzun girizgáhın ardından asıl ve bizce önemli konuya dönersek, reel yani üreten sektöre acil yardım elinin uzatılması zorunludur.
Zaten üreten sektördeki iflas dalgasına karşı önlem alınmazsa mali sektörün de geleceği karanlıktır.
Kur ve faizin mali sektörün iç dengeleri sayesinde istikrara kavuşması imkansız değilse bile çok güçtür...
Tıpkı topun yuvarlanması için itme gücüne ihtiyaç duyulması misali mali sektörde istikrarın anahtarı sistem dışı bir değişkende aranmalıdır.
Türk ekonomisindeki talep kırılmasında mevcut işsizlik kadar işsiz kalma korkusu da yatıyor. İhracata dayalı büyümenin başladığı işareti bu korkuyu yok etmese bile azaltacaktır. Tüketimin açılması üreten sektörün atıl kaynaklarını (TL veya döviz) harekete geçirecektir. Çarklar yavaş yavaş dönmeye başladığında geleceğe güven tesis edilecektir.
* * *
Reel (üreten) sektörün canlanması için belirleyici rol dün de yazdığımız gibi Eximbank ile kamu bankalarına düşüyor... Bilanço küçültme (mevduat kovma/kredi hacmini daraltma) operasyonlarında rötar belli olduğuna göre küçük esnaf kredilerine konulan frenin anlamı kalmadı. Üretim için gerekli girdi piyasalarında vade tamamen kalktığı ve nakit alışverişe dönüldüğü için Eximbank kredileri üretici/ihracatcıya büyük avantaj sağlayabilir.
Yalnız tekrar uyarıyoruz, mucize çözüm önermiyoruz.
Bu krizden kestirme çıkış yolu yoktur.
KARŞI GÖRÜŞ-KATKI
‘‘Bu tür kayıkçı kavgalarına çok tanık olduk ve aslında İMKB öncesi dönemde bu kadar ciddiye de almazdık galiba. Ne var ki, öyle spekülatif bir toplumda yaşıyoruz ki, herkes daha önceden hazırladığı değerlendirmeleri haklı çıkarmak için bir payanda arayışı içinde. Buldukları zaman da ortada ne piyasa kalıyor, ne de indeks. Ben bu kayıkçı kavgalarından korkanlardanım. Nedeni de, sizin de açıkladığınız gibi, kıymetli liderlerimizin halkın sesine değil de, temsil yeteneği son derece kısıtlı olan parti örgütlerine kulak vermeleri. Çoook uzun zamandır bu böyle gitmez diyoruz ama Türkiye ekonomi ve siyaset bilimine ait kuralların istisnası olmaya devam edecek gibi görünüyor.’’
(Kaan ESENER/Strassburg)
Yazının Devamını Oku 8 Ağustos 2001
<B>SİYASET</B> ve ekonomi penceremizin aynı anda kırıldığı 22 Şubat şokunun üstünden neredeyse altı ay geçti... Bu yarım yılda en büyük hasarın 2000 yılında düşük faizli hazine bonolarını ucuz dövizle satın alan mali kesimde oluşması kaçınılmazdı.
Batan bankalar, işsiz kalan beyaz yakalılar... Kur ve faizde zıplamalar sadece mali sektörü değil üretimi de rehin aldı.
Ama ne dersiniz, artık geleceğe bakarken mali gözlüğü değiştirme, reel sektöre yönelme vakti gelmedi mi?
* * *
Mali sektöre verilen öncelik bu programın ön koşuluydu.
Kamu bankalarındaki görev zararı ve fon bankaları operasyonu ile katlanan iç borcun çevrilmesi için mali sektörün ayakta kalması lazımdı.
Aradan geçen altı ayda iç borç konusunda üç önemli adım atıldı:
1) Hazine borcun bir bölümünü takas operasyonu ile dövize çevirdi. Son iki haftada dövizle borçlandı. Yani iç borcun kur patlamasıyla silinmesi yoluna gitmeyeceğini ilan etti.
2) Hazine muhtemelen önümüzdeki günlerde enflasyona endeksli kağıtlarla borçlanacak. Böylece iç borçların hiperenflasyon yaratarak sıfırlanması gibi seçeneğin bulunmadığını da gösterecek.
3) Kamu bankalarının Hazine ihalelerine katılmalarının (muhtemelen 5 katrilyon liralık alım bekleniyor) yolu açıldı.
* * *
Ne var ki mali sektörde sağlanan bu istikrar yanıltıcı olabilir.
Çünkü reel sektörde son altı aylık durgunluk sürerse, iflaslar mali sektörün öncelikli sorunu haline gelecektir.
Altı aylık bilançolardaki kár rakamları kimseyi kandırmasın.
Bankaların yaptığı aslında toplayamadığı alacaklarına faiz işletip yeni kredi gibi defterlerine yazmaktan ibaretti. Dokuz aylık bilançolar da muhtemelen aynı makyajı taşıyacak... Ama ya yıllık bilançolar?
Reel sektörü toparlamak için özel bankalara umut bağlamak hayaldir. Çünkü özel bankalar kaynaklarının neredeyse tamamını hazine kağıdı ile grup şirketlerine kredi olarak paylaştırıyor.
Dolayısıyla geriye kamu bankaları kalıyor... Kamu bankalarının küçültülmesi operasyonunda biraz rötar göze alındığına göre... Özellikle Halk Bankası'ndan küçük esnaf ve KOBİ'lere açılan kredilere konulan frenin kaldırılması düşünülemez mi? Benzer şekilde Dünya Bankası ve Eximbank kaynaklarının üretimi artırmak üzere seferber edilmesi yerinde olmaz mı?
* * *
Mali piyasada Stanley Fischer'in ziyaretinden bu yana yaşanan gelişmeleri hatırlarsak... Enflasyon rakamı beklendiği gibi çıktı, IMF kredisi hesaba geçti, Merkez Bankası piyasa beklentisinin üstünde faiz indirimine gitti. Hazine ihalesi tahminin ötesinde başarılı geçti...
Ama dün kur yükseldi, ikinci el kağıt piyasasında faiz inmedi, Borsa endeksi geriledi... Acaba neden?
Piyasanın sığlığı anlamlı bir yanıt olabilir.
Ancak bu tavrın gerisinde yatan endişeyi de tartışmak lazım.
Bugün piyasadaki en cahil/habersiz oyuncu bile faiz/kur savunmasının Merkez Bankası ile ortak hareket eden büyük bankalara kaldığını biliyor.
Dolayısıyla piyasadaki dengeye güvenemiyor. Aslında pek haksız da sayılmaz, çünkü kur istikrarı, faiz indirimi aç milyonların karnını doyuramıyor. Gerçek istikrar ancak işini kaybetme korkusunu yaşamayan, iş bulma umuduyla evden çıkan tüketicilerin yeniden harcama eğilimine girmeleri ile sağlanır. Eğer talep kıpırdarsa üretim için kollar sıvanır, gerekli harcamalar için belki de yastık altındaki dövizler de bozulur.
* * *
Sakın yanlış anlamayın... Üretimin yeniden canlanması hayalle veya emir-komutayla sağlanamaz. Hele bu ortamda hiç kolay değildir.
Ne var ki bir milletin aylarca kur-faiz makasıyla uğraşması da yeterince zul ve abesle iştigaldir. İzninizle konuyu değiştirelim, efendim.
KARŞI GÖRÜŞ-KATKI
‘‘Geçenlerde bir devlet adamımızın da ifade ettiği gibi, dışalım fiyatlarının dolara endekslendiği bir piyasada, insanlarımızın hálá her türlü tasarrufunu dolar alarak değerlendirmesi yüzünden artan kurlar bir anlamda insanlarımızın kendi kendisini ayağından vurması anlamına geliyor. Buna karşılık acaba Merkez Bankası'nın dolara endeksli devlet senedi satarak vermeye çalıştığı dolar kurunun artmayacagına ilişkin mesaj daha doğrudan dolar artışına endeksli faiz artışı veren Türk lirası hesapları açma imkanı verilerek, piyasadaki dolar almaya yönelik eğilim Türk parası tutmaya yöneltme şekline dönüştürülemez mi?’’
(G.E.ŞİMŞEK)
‘‘Kriz-devalüasyonlardan sonra ülke ucuz kalır ve yatırım gelir. Ama bizde hálá para dışarı çıkıyor. Çünkü krizin maliyeti paylaşılmadı, devlet tarafından üstlenildi. Ankara bu borcu çevirebilir ama ödeyebileceğine parası olan kimse inanmıyor. Ödeyemeyince gidip ‘bir kerelik' vergiler alacağını da herkes biliyor. O yüzden yabancı gelmiyor, yerli dışarı kaçıyor. Zarar paylaşılsa, ülkeye taze sermaye akacak. O zamana kadar kayıkçı kavgalarına devam...’’ (Mehmet GÖNEN)
Yazının Devamını Oku 7 Ağustos 2001
<B>EĞER</B> anlamını çok yanlış biliyor değilsem bugünkü siyasi ortamı tarife en uygun düşen benzetme <B><I>‘‘kayıkçı kavgası’’ </B></I>deyimiyle özetlenebilir. Kayıkçı kavgası gürültü yaratır. Çünkü kayıktan kayığa bağırmak zorunludur. Ne var ki kavganın hasarı çıkan gürültüden azdır. Kayıktan kayığa fiziki saldırıya pek rastlanmaz.
Önce Mesut Yılmaz'ın herhalde kurultaya heyecan katmak amacıyla hükümet ortaklarına çatması... Ardından Devlet Bahçeli'nin Erciyes'ten cevap yetiştirmesi... Bülent Ecevit'in yine hazım güçlüğü çekmesi...
Bize göre kayıkçı kavgasıdır, boşverin gitsin... Üç liderden hiçbirinde hükümeti bozacak yürek olmadığına göre, gerisini ciddiye almaya lüzum yok.
* * *
Doğaldır ki yaşını başını almış üç liderin aynı günde esip üfürmeye başlaması sadece bunaltıcı yaz sıcağıyla izah edilemez.
Muhtemeldir ki siyasetin yeniden halka karışması moral bozdu.
Recep Tayyip Erdoğan'ın çıkışı, Kemal Derviş'in siyasete ısınma turları zaten yerleşik düzeni diken üzerinde tutuyordu.
Mesut Yılmaz Kurultay'a gelen delegeleri dinleyince... Devlet Bahçeli Erciyes'te tabanıyla buluşunca kendi pozisyonlarını savunmak amacıyla ortaklarını satmak zorunda kaldı... (Bülent Ecevit'e gelince... Büyük ihtimalle Rahşan Hanım ağır konuşunca içine sindiremedi.)
* * *
Siyasi devrim/dönüşüm için Laila kapısında sosyal patlama bekleyen ahir zaman mütefekkirleri biraz üzülecek ama ne yapalım burası Türkiye... İşler kitaba veya Arjantin'e göre farklı yürüyor...
Bir kere siyaset adeta nasır tutmuş... Sosyal patlama falan dinlemiyor. (İnanmayan olaylı esnaf yürüyüşlerini hatırlasın... Ne sonuç verdi ki?)
Siyasetçinin tek kulak verdiği parti örgütünden gelen ses... Çünkü başbakan olamasa bile hiç değilse başkanlık koltuğunu kaptırmak istemiyor.
Bu kadar asosyal yapıya sosyal patlama işler mi hiç?
İşte o yüzden memlekette taş taş üstünde kalmadığı günlerde bile sosyal taleplere kulak tıkayan, hatta düşman çatlatacak ölçüde dayanışma gösteren koalisyon ortakları, parti örgütlerinden gelen ilk sinyalde kılıç çekti.
* * *
Denilebilir ki: ‘‘Eğer sosyal patlama parti örgütleri tarafından süzülüp lidere iletiliyorsa, o zaman hükümetin geleceği tehlikede...’’
Pek sayılmaz... Çünkü kibarca parti örgütleri diye andığımız bu taban siyasetten düzenli rant sağlayan profesyonellerden oluşur...
Hiçbir il/ilçe/belde başkanı hükümet sayesinde alacağı ihaleden, Belediye'ye adam yerleştirme lüksünden vazgeçemez...
O yüzden bu hükümet kayıkçı kavgası ile yıkılmaz, korkmayın.
Veya korkun nasıl isterseniz.
KARŞI GÖRÜŞ-KATKI
‘‘Türkiye'nin yolsuzlukla mücadele çabalarının uluslararası platforma taşınması, yabancı sermayeye muhtaç bir ülke açısından ciddi risktir’’ şeklindeki görüşe, yolsuzluklarla mücadelenin bizzat içerisinde olan bizlerin katılması mümkün değildir. Zira dış dünya, özellikle uluslararası kuruluşlar Türkiye'deki gerek yolsuzlukları, gerekse diğer gelişmeleri en az bizim kadar bilmekte ve takip etmektedirler. Hatta; bir sivil toplum örgütü olan Uluslararası Şeffaflık Örgütü (TI) ülkeler arasında yolsuzluk araştırması yaparak, bu hususta sıralama yapmakta ve sonuçlarını tüm dünya ülkelerine duyurmaktadır. Ve kredi veren kuruluşlar bu sonuçlar üzerinden değerlendirme yapmaktadırlar. Türkiye'nin durumu bu sıralamada hiç de iç açıcı değildir. Nitekim Türkiye'nin yeteri kadar şeffaf olmaması, yolsuzluklarla yeteri kadar başarılı olamaması nedenleriyle ülkemize her yıl girmesi gereken yaklaşık 1.8 milyar dolar yabancı yatırım gelmemektedir. Bir yerde verilecek krediler ve yabancı yatırımlar yolsuzlukla mücadeledeki başarıya bağlanmaktadır.''
(Kudret ULUSOY/Devlet Denetim Elemanları Derneği Genel Sekreteri)
Yazının Devamını Oku 6 Ağustos 2001
<B>IMF'</B>ye verilen ek niyet mektubuna yolsuzlukla mücadele maddesinin eklenmesi kimin aklıdır bilmiyoruz. Ama eğer Washington'un dayatması değilse Türkiye açısından zamanlama ve taktik hatasıdır. Çünkü niyet ve samimiyet arasındaki bariz fark ortadadır.
*
Önce niyet mektubundaki ilgili paragrafı hatırlatalım:
‘‘Temmuz ayı başlarında yolsuzlukla mücadele yollarına ilişkin Dünya Bankası destekli bir çalışma toplantısı yapılmıştır. Bir çalışma grubu bu toplantıdaki bulgular ışığında, eylül ayında yapılması planlanan yolsuzlukla mücadele konferansı öncesinde bir hareket planı hazırlamaktadır. Sn. Başbakan şeffaflığı artırma insiyatifi kapsamında tüm ilgili kuruluşlara bu konuya ilişkin tavsiyelerini soran ve bu amaçla özel komiteler oluşturan bir genelge göndermiştir. Bu yöntemin kuruluşları daha doğrudan bir şekilde bu çabanın bir parçası haline getirmeye yardım etmesi beklenmektedir.’’
(Kaynak: www.hazine.gov.tr)
*
Türkiye'nin yolsuzlukla mücadele çabalarını uluslararası platforma taşıması yabancı sermayeye muhtaç bu ülke açısından ciddi risktir...
Çünkü ne yazık ki Türkiye gerçek niyetinden bağımsız (veya belki de alakalı?) olarak çok değil sadece bir yıl önce yolsuzlukla mücadelede sembol haline gelen iki ismi, Tantan ve Temizel'i siyaseten harcadı. Toplanacak konferansın onur konukları olmaları gereken bu ikilinin küskünlüğünün yaratacağı kötü reklamı bir an için unutsak bile hukuki karmaşayı nasıl anlatacağız ki?
*
Yargıtay 5'inci Ceza Dairesi 14 Haziran 2001 tarihinde, Beyaz Enerji sanıklarının hangi mahkemede yargılanacağına karar verdi.
Yargıtay'ın, ‘‘rüşvet almak, bu suça aracılık etmek, rüşvet vermek, rüşvet teklif etmek, görevi kötüye kullanmak, artırma-eksiltmeye hile karıştırmak suçlarından açılan davalara bakma görevinin Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne ait olmamasına...’’ yönündeki kararı emsal oldu...
Ancak DGM'deki yargı usül farkı nedeniyle içeride tutulabilen Beyaz Enerji sanıkları, banka sahipleri, yolsuzlukla-vurgunla suçlanan isimler bu sayede teker teker serbest kalmaya başladı.
*
Devlet Bakanı Kemal Derviş bir hafta içinde iki kez Bankalar Yasası'nda kredi batırma suç ve cezasının yeniden düzenlenmesi talebini yineledi.
Zaten aksi takdirde Dünya Bankası'nın desteğiyle başlatılacak şirket kurtarma operasyonuna yanaşacak bankacı bulmak mümkün değil...
Ucunda hapis cezası varken hangi banka yöneticisi batık şirkete kredi açar ki?
*
Şeffaflık malzemeyi olduğu gibi yansıtan ayna gibi...
Eğer niyet samimi değilse aynada maymunun çıplak tersi beliriyor.
Niyet iyi bile olsa kötü reklama yol açıyor.
KARŞI GÖRÜŞ-KATKI
‘‘Kararsızdan çok umutsuz biriyim. Seçimde oy vermemek bir çözüm değil, zaten geçerli oylar üzerinden vekiller belirleniyor. Bu nedenle katılım yüzde 9 bile olsa genel toplamda aslında yüzde 9 almış parti yüzde 30 oy almış gibi olacak. Bunun için oy vermemek yerine bazı önde gelen aydın, sanatçı, mahalle-toplum sevilenlerinin veya yazarların bağımsız aday olmaları ve kararsızların-tepkili olanların onlara oy vermesi gerekir. Bu oylar geçerli sayılacağı için o zaman durum karışacak ve belki de yüzde 9 alanlar baraj altı kalarak seçim sitemine olan güvenleri ile kös kös oturacaklardır.’’
(Dr. Emrah KIRIMLI)
Yazının Devamını Oku 4 Ağustos 2001
<B>MESLEĞİN</B> daha ilk gününde tıpkı benim bugünkü halimi andıran az saçlı istihbarat şefim, asık suratını önündeki káğıttan kaldırmadan talimatı verdi: - Hemen fırla, Sarayburnu'nda suya cemre düşecekmiş, fotoğrafını çekmeden gelme...
Kariyerimi cemre sözcüğünü ilk kez duyacak kadar derin cehaletim ile kapıp da koşacak fotoğraf makinesi olmaması kurtardı desek yalan sayılmaz.
Çünkü utanarak da olsa ‘‘Cemre nedir ki?’’ diye sorduğumuz mesleğin kıdemli kulağı kesikleri basmak üzere olduğumuz yaş tahtayı gösterdi.
Meğer meslekte eski ádetmiş. Stajyerin uyanığı ile şapşalı cemre avında anlaşılırmış. Şefi emretti diye suya düşecek cemreyi saatlerce bekleyen muhabir adayından umut hepten kesilirmiş.
Bildiğim kadarıyla bugünlerde cemre testi uygulayan şef kalmadı.
Belki de böyle bir talimat verseler birkaç saat sonra masalarının üstünde cemre fotoğrafı bulacakları korkusundandır.
Malum, bir başkadır televole gazeteciliği...
* * *
Zaman zaman ilk şefimin talimatına uyup cemre düşmesini izlemeye gitmediğime pişman olmadım değil...
Hiç değilse bugün birlikte çalıştığımız muhabir arkadaşlara, ‘‘Evladım, sosyal patlama bekleniyormuş, varoşlarda biraz dolaş bakalım’’ dediğimde bu kadar utanmazdım karşımdakini aptal yerine koymaktan...
Ahbap-çavuş siyaseti... Ahbap-çavuş ekonomisi... Ahbap-çavuş haberciliği temsili gücünü tamamen yitirdi. Sığ piyasanın fiyatına, tabansız partinin kongresine, eşi dostu ilk kez işsiz kaldı diye pencereden bakıp sosyal patlama bekleyenin kalemine kimse kanmıyor.
* * *
Sosyal patlamanın türevleri zaten her gün gözümüzün önünde...
Mali sisteme güven kaybı evleri küçük banka şubelerine çevirdi, hırsıza uğursuza gün doğdu. Taksi cinayetleri, kapkaç çeteleri cabası...
Muhtemeldir ki fuhuş yaşı düşüyor, uçucu bağımlısı sokak çocuğu sayısı artıyor, yasa dışı kumar cirosu patlıyor.
Ama asıl patlamayı seçim sandığında bekleyin.
Kamuoyu anketleri kararsızların yüzde 50'yi bulduğunu gösteriyor. Her megaloman siyasi de kararsızların tek adresini partisi sanıyor.
Oysa kararsızların aslında -hiç değilse şimdilik- sandığa gitmemeye kararlı olduğunu nedense herkes görmezden geliyor.
* * *
Toplu protestoyu hariç tutarsak, gelecek seçimde ana eksen tok-aç çelişkisi olacak. Her parti açları doyurma vaadiyle oy isteyecek.
Tabii ki varoşlarda örgütlenen partiler, beş yıldızlı otellerde kongre toplayanlara göre daha ikna edici olacak. Bu tabloya bakıp da panik atağa kapılmak ‘‘Totaliter rejim geliyor’’ sanmak yersizdir.
Çünkü siyaset kurumu belki de son 20 yıldır ilk kez halka bu kadar ihtiyaç duyuyor. Giderek ağırlaşan sorunların çözümü için peşinen ve geniş halk desteğine ihtiyaç duyuluyor. Halkın içinden yani örgütten gelmeyen siyasinin güven aşılamadığı iyice ortaya çıkıyor.
Siyaset halkla barışmak zorunda kalıyor.
Darısı bizim aydınların başına.
Yazının Devamını Oku