Enis Berberoğlu

Parti mi, yoksa cemaat mi

4 Ocak 2004
<B>AKP</B> kimyasında parti teşkilatı da, cami cemaati de önemli. Ama yaklaşan seçimler, iktidar partisini tercihe zorluyor.

Çünkü AKP'nin dostu da, düşmanı da bu partinin 28 Mart'taki oy oranını yüzde 50'nin üstüne taşıma ihtimalinin farkında.

(AKP'nin -üniforma fobili Hüsrev Kutlu dahil- 7 vekilinin Menzil şeyhinin iftar sofrasındaki samimi pozlarının... Veya Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer'in 8 yıl önceki panel konuşmasının gündeme getirilmesi, yaratılan tartışma ortamı ve üslubu rastlantı sayılmaz.)

Parlamento içi ve dışı muhalefetin ortaya attığı sorular belli:

1) AKP'ye genel başkan ve kadrosu mu hákim, yoksa tarikat şeyhleri ile cami cemaatleri mi? 2) Tarikatlara sivil toplum mantığıyla mı saygı gösteriliyor, yoksa parti emir-komuta altında mı?

Hemen söyleyelim ki, bu sorular haklı ve fakat siyaset açısından anlamsızdır. Çünkü iktidar kimseyle paylaşılmaz.

AKP'de parti mutlaka cemaate üstün gelecektir.

Tabii ki yeterli zaman tanınırsa, demokratik zemin korunursa!

MEDYA NOTU

Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer'in 1995 tarihli konuşmasını gündeme getiren CHP siyaset yapıyor, anlamak mümkün. Asker laik refleks sergiliyor, katılmasak da sürpriz sayılmaz. Ama ya demokrat kalemlere ne demeli?

İfade özgürlüğü şampiyonları, ne zamandan beri lafına bakarak adam asacak hale geldi? Başbakanlık Müsteşarı ancak fikirlerini bulunduğu makamda icraata döktüğü zaman eleştiriyi hak eder, daha önce değil.

Ama zaten Müsteşar Bey, eski cumhurbaşkanından yeni Başbakan'a kadar 32 bölüm halinde sergilenen ‘‘vallahi de billahi de değiştim’’ oyununa katılmadığı için mübalağa dayak yiyor.

Tercihidir ama dövenlere yakışmıyor, bizden uyarması.

4*4 hızlı okuma

Alanya'da ‘‘medeniyetler buluşması’’ diye takdim edilen Bruno Kerber'in (76) cenazesi Türkiye'de yaşayan Almanları hatıra getirdi. Son sayıma göre Türkiye'de 7 bine yakın Alman ikamet ediyor. Alman nüfusu, Bulgaristan ve ABD'nin ardından en büyük üçüncü yabancı koloni.

Alanya'da bugüne kadar yabancılara 8 bine yakın ev satıldı. 2 bin 20 Alman vatandaşı Alanya'da ev aldı, yaz-kış oturur oldu. Türk-Alman Dostları Derneği Başkanı Fahri Yiğit'e göre 750 Alman vatandaşı, ölümü halinde Alanya'da gömülmeyi vasiyet etti.

Alanya'daki ayin, kimilerinin ‘‘Türkiye'de bir yılda 21 bin kilise açıldı’’ yaygarasıyla karşılaştı. İstanbul'da toplam 40 kilise olduğuna göre yalanın büyüklüğü ortada... Ama mesele kıyaslamaysa; Antalya'da kent merkezinde 400, köylerinde 1400 cami bulunuyor, din elden gitmiyor.

Alanya'daki Almanlar o kadar bizden ki, aralarından iki tane İmarzede bile çıktı. 14 yıllık Alanyalı Gaby Klein (51) 100 milyarını, Karl Heinz Schwaab da (74) 100 bin Eurosu'nu İmar Bankası'na emanet etti. Şimdi her ikisi de İmar ödemelerini dört gözle bekliyor.
Yazının Devamını Oku

Kaç tane El Kaide var

28 Aralık 2003
<B>HEMEN</B> <I>‘‘tabii ki bir tane’’</I> diye atılmayın, devlet politikasıyla ters düşmeyin. Çünkü cennet ülkemizde polisinden diplomatına, gazetecisinden imamına kadar herkes sanki birden fazla El Kaide var gibi pozisyon alıyor.

İlk soru, El Kaide hangi coğrafyada eylem yapıyor? Afganistan, Pakistan, Irak, Çeçenistan, Gürcistan... Son olarak da Türkiye! Peki insan kaynaklarını nereden topluyor, yine aynı ülkelerden ve Türkiye'den.

Denklemi böyle kurunca İstanbul'a bomba atanla, Çeçenistan'da Ruslarla savaşanı ayırmak akıllı işi değildir. Oysa bakıyorsunuz Rusya'nın ikinci güçlü adamı, pasaportları havada sallayarak ‘‘Türk El Kaidesi Çeçenistan'da’’ ihbarını yapıyor. Türk devleti susuyor, geçiştirmeye çalışıyor, işin peşine düşen sadece Hürriyet ile birkaç gazete oluyor.

Ha, ‘‘Bizim El Kaidemiz iyidir, bizi bombalayan kötü’’ mantığına geldiysek, o zaman başka!

MEDYA NOTU MEDYA NOTU MEDYA NOTU

Kıbrıs ve Kuzey Irak dururken Popstar neden ülke gündemini bu kadar işgal ediyor? Çünkü Popstar'da Kıbrıs seçimindeki oyların birkaç misli oy atılıyor.’’

Kıssadan hisse, gazetenizin içeriğini, TV'de izlemek istediğinizi, oyunuzu kullanmadan düşünün, son pişmanlık fayda etmez.

Sabah yazarlarının ‘‘yazı bilgisayarda mı yazılır, yoksa bilgiyle mi?’’ tartışması sürüyor. Aköz, Barlas'ın elle ‘‘suhte’’ (medrese öğrencisi) diye yazdığı sözcüğün dizgici okuyamayınca gazetede ‘‘sahte’’ diye çıkmasını tiye aldı. Ama Aköz'ün bilgisayarda yazdığı makalesindeki yanlış da (yerine-yarine) Barlas'ın gözünden kaçmadı. Tartışmanın özü: Sabah Gazetesi iyi bir düzeltme servisine ihtiyaç duyuyor!

HIZLI OKUMA

Teröristimizi tanıyalım mı? Terör olaylarına karışanların diploma dökümünü yansıtan polis kayıtlarına göre, zanlıların yarısına yakını (yüzde 47) ilkokul mezunu. Yüzde 10'u okuma yazma dahi bilmiyor, yüzde 7'si sadece okuyup yazabiliyor. Üniversite diplomalıların oranı sadece yüzde 4. Yani 12 Eylül'ün okumuş çocuk-eylemci tipi artık tarih oldu.

Yine aynı kayıtlara göre terör zanlılarının yüzde 70'i evli ve sadece dörtte biri (yüzde 25) evli. Zanlıların yüzde 5.3'ü aile baskısından yakındı. Yine bir o kadarı ‘‘kahraman olma’’ amacını dile getirdi. Her on zanlıdan birisinin örgütsel ve kişisel ortak hedefini ‘‘ekonomik sıkıntıdan kurtulmak’’ diye açıklaması da ilginçti.

Peki polis genellikle hangi örgütleri daha yakından izleyebiliyor? Zanlıların yüzde 56'sı yani yarısından bile fazlası ideolojik çizgisini ‘‘Marksist-Leninist’’ diye tarif ettiğine göre sorunun yanıtı açık. Örgütünü ‘‘dindar’’ diye tanımlayan zanlıların oranı sadece binde yarım. Yoksa polisimiz, bombacıları yanlış adreste mi arıyor?

Terör zanlılarının yarısından fazlası 21-30 yaş grubunda bulunuyor, üçte biri 31 yaş ve üstünde. Her on terör zanlısından birisi 20 yaşından küçükken polisle tanışıyor. Son notumuz kaynak meraklılarına: Verilerin büyük bölümü Ankara Emniyeti Asayiş Şubesi anketinden. Kalanı da Terörle Mücadele Daire Başkanlığı rakamları.
Yazının Devamını Oku

Laptoplu kebapçı Tike, Atina yolcusu

26 Aralık 2003
ÇOK değil 5 yıl önce tamamı Adanalı, akraba ve okumuş dört genç kendi zevklerini rehber edip ve fakat profesyonelce restorant işletmeciliğine adım attı. Levent'teki Tike isimli yeni restoranta ilk ay günde ortalama 155 müşteri uğradı, ikinci ay aynı rakam 188 kişiye yükseldi. Üçüncü ayın sonunda ortalama günlük 300 kişilik müşteri çıtası yakalandı ve korundu.

Tike'nin kurucu ortağı Mehmet Ali Burduroğlu ‘‘Beş yılda bir milyon 200 binden fazla müşteriye hizmet verdik’’ diyor.

Tike'nin o tarihte çok yaygın olan kadife perdeli, kristal avizeli lüks ve lezzetli kebapçılardan farkı neydi? Burduroğlu anlatıyor:

‘‘Biz dört ortak ne isteriz diye düşündük, fark kendiliğinden ortaya çıktı. Mesela ‘yemekten önce bir aperatif almak hoşumuza gidiyor' dedik, böylece Amerikan bar fikrine vardık. Yemek arasında sorbe servisi, yemekten sonra konyak ve kahve ikramı da öyle.’’

‘‘Müşteri bu farkı algıladı ve satın aldı mı?’’ sorusu geliyorsa aklınıza, Burduroğlu’nun yanıtı hazır: ‘‘Bizim restoranlarda ortalama oturma süresi birbuçuk-iki saati buluyor. Yani rakiplerimize göre çok daha uzun oturuluyor, hizmet alınıyor.’’

20 DOLARLIK HİZMET

Tike'nin dört ortağı yani Burduroğlu, Seha ve Orhan Tekin kardeşler ile Ferhat Yeşilfırat tarafından konulan standartlardan birisi de fiyat:

‘‘Tıpkı yabancı zincirler gibi kafamızda sunduğumuz hizmetin bir fiyatı vardı. Belki piyasaya göre yüzde 10-15 pahalı ama kesinlikle hak edilmiş ve ödenebilir bir fiyat. Biz bu fiyatı 20 dolar olarak saptadık. Kriz günlerinde kur nedeniyle bu rakam 12-13 dolara kadar düştü. Bugün ortalama 17 dolara geldi. ’’

Tike'nin beş yıl önce açtığı Levent'teki ilk restorana Şaşkınbakkal (2000), Güneşli (2001), Nişantaşı (2002) ve Ankara (2003) eklendi.


Türk değil Akdeniz mutfağını satıyoruz


Tike aralık ayının sonuna kadar Atina'nın Kifisia semtinde bir restorant açacak. Kurucu ortaklardan Mehmet Ali Burduroğlu, Atina projesini küresel vizyonla izah ediyor: ‘‘Önce İstanbul restoranı olmak istedik, sanırız becerdik. Sonra Ankara'ya açılarak Türkiye'nin restoranı olmayı denedik. Atina projemizle de bölgesel marka olmak için ilk adımı atıyoruz.’’

Bölgesel restoran iddiası mönüde de farklılık yaratacak. Burduroğlu anlatıyor: ‘‘Biz aslında Türk değil Akdeniz mutfağını satıyoruz, satacağız. Dolayısıyla Atina'da mönüye çerkez tavuğu gibi Osmanlı lezzetlerini, fava gibi mezeleri ve Güllüoğlu baklavasını da ekleyeceğiz.’’

160'ı kapalı alanda, 160'ı da açık havada toplam 320 müşteriyi ağırlayacak kapasitedeki Atina restoranında Tike'nin ortaklık payı yüzde 25 olacak. Devamını Burduroğlu'ndan dinleyelim:

‘‘Gelecek restorana hangi payla ortak olacağımıza ayrıca karar vereceğiz. Belki hiç hissemiz olmaz, belki de tamamını alırız. Ama asıl ortaklığımız işletmeci şirkette. Tike markasını pazarlayacak o şirkette bizim payımız yüzde 50, yabancılarınki yüzde 50.’’

Tike aslında yabancı damak tadıyla İstanbul'dan tanışık. Burduroğlu'na göre yabancılar arasında en fazla İsrailli müşterileri var. Genellikle pirzolayı tercih eden İsraillileri Yunanlılar, ABD ve Avustralya vatandaşları ile Japonlar izliyor.


Singapurlu şirketten ortaklık teklifi geldi


Tike'nin ortaklarının gönlünde küresel bir şirket yatıyor. Küreselleşmenin yolu da yabancı ortaklıktan geçiyor. İki yıl kadar önce Singapurlu bir şirket Tike'ye ortak olmak istedi, ancak müzakerelerden bir sonuç alınamadı. Mehmet Ali Burduroğlu, büyüme hedefini şöyle koyuyor: ‘‘Tike ortakları olarak belki 10 restoran daha açarız. Ama yaşarken kesinlikle 100 Tike'yi göreceğime inanıyorum. Bu hedef de ancak yabancı ortaklıkla mümkün. Bugün binin üstünde restorana sahip küresel zincirler var.’’


Paket servisi altıncı restoran gibi çalışıyor


2001 krizinde Tike'nin cirosu yüzde 18 geriledi. Satışları canlandırmak için başlatılan paket servisi kısa zamanda tuttu. Tike ayda 3 bin 500 işyeri veya eve paket servisi yapıyor. Ortalama üç kişi hesabıyla 10 bin müşteriye hizmet veren paket servisi altıncı restoran gibi çalışıyor. Pakette en fazla talep dürümün Adana'daki adıyla Zurna'ya geliyor.

Paket servisindeki başarı Burduroğlu'nu yeni projesi için cesaretlendiriyor: ‘‘Tike'de biz ne satabiliriz. Alakart yemeği zaten veriyoruz. Paket de tuttu, şimdi sıra fast food'a geldi.’’


BİLGİSAYARLI YÖNETİM

42 yaşındaki Mehmet Ali Burduroğlu beş restorandaki her satışı, malzeme eksikliğini bilgisayar sistemiyle takip ediyor. Bir TV programına dizüstü bilgisayarıyla çıkıp satış grafiklerini, ciro gelişimini ekrana yansıtınca ‘‘laptoplu kebapçı’’ diye anılmaya başladı. Burduroğlu, Atina restoranını internet üzerinden video bağlantısıyla izleyebilecek.
Yazının Devamını Oku

Din ve laiklik ticareti

21 Aralık 2003
<B>FRANSA </B>türban yasağında Türkiye'yi örnek mi aldı? Belki de. Ama Türkiye'nin de laiklik konusunda Fransa'dan alacağı ders yok mu? Mesela Fransa'da türban yasağı sadece devlet okullarında, orta ve lise düzeyinde geçerli. Özel okullar -cemaatlerin dini okulları dahil- kapsam dışı. Yani Fransızlar laikliğin sözlük anlamına sadık kalıyor. Devletin okullarında öğretmene-öğrenciye, dairelerinde memurlara, hastanelerinde doktor ve hemşirelere dini simgeye izin verilmiyor.

Din, devletin kapısından giremiyor.

Devlet, dinler arasında bitaraf kalarak hizmet taahhüt ediyor.

Oysa malumunuz bizde devlet dini, din tüccarları da devleti kontrol merakındadır. O yüzden en geniş kadrolu/bütçeli devlet kuruluşlarından birisi Diyanet İşleri Başkanlığı'dır. İmam hatipler, özel okul değildir, devlete bağlıdır. Hükümetlerin oy hesabıyla kurulur, ihtiyacın çok üstünde öğrenci alınır, kız öğrenci kabul edilir. Böylece türban sorunu devlet eliyle yaratılır. Sonra bir yanda ‘‘din elden gidiyor’’ tüccarları, diğer yanda ‘‘laiklik bitti’’ bezirgánları siyasi rant kavgasına girişir.

Zaten böyle dindarlığa böyle laiklik yakışır muhterem!

İKİ NOKTA

Recep Tayyip Erdoğan ve kurmaylarının KKTC seçimleriyle başlayan süreçte doğrudan Rauf Denktaş'ı hedef alan sözleri sürpriz değil. Çünkü seçimin iki galibi Denktaş ve Ankara'ydı. Şimdi Erdoğan 28 Şubat tabiriyle ‘‘balans ayarı’’ yapıyor, ‘‘Patron Türkiye'dir’’ hatırlatmasında bulunuyor.

Milletin 40 milyar doları bankalarda buharlaştı, yazan-çizene kızılıyor. IMF'nin 6 milyar doları İmar Bankası'nda battı, Türkiye'ye sopa zoruyla inceleme başlattı. Paranın namusu sadece sıfır atmakla kurtulmaz, her kör kuruşun hesabı sorulduğunda o para kıymete biner.

4x4 hizli okuma

Herkes Saddam Hüseyin'in başına konulan 25 milyon dolara kafaya taktı. Ama Saddam'ın gerçek maliyeti bu rakamın çok üstünde. Sadece ilk Körfez Savaşı'nda 115 bin Iraklı asker ve 3 bin 500 sivil hayatını kaybetti. Yoğun bombardımanın toz bulutları yüzünden 50 bin sivilin yaşam süresi kısaldı.

İkinci Körfez Savaşı, ilkinden daha ucuza çıktı. İlk savaşta harcanan 71 milyar dolara karşılık Körfez Savaşı 2'nin maliyeti 46 milyar dolarda kaldı. İkinci savaşta cepheden kaçan Irak ordusunun zayiatı 2 bin 320 askerdi, 1400 sivil de hayatını kaybetti.

Saddam Hüseyin, iki Körfez Savaşı arasındaki dönemde boş durmadı, toplamı 2 milyar dolara mal olan saraylar inşa etti. Aynı dönemde Türkiye, bir milyar dolarlık Irak alacağının üstüne soğuk su içti. Saddam'ın yakın ahbabı Apo ve PKK korkusuyla Habur'u kapatıp 20 milyar dolar zarar etti.

Saddam'ın varlığı Ortadoğu'yu diken üstünde tuttu, silahlanma harcamalarını katladı. İlk Körfez Savaşı'ndan sonraki iki yıldaki silah faturası şöyle: Türkiye 7.7 milyar USD, İsrail 3.1 milyar USD, İran 2.6 milyar USD, Kuveyt 2.3 milyar USD ve Suriye 1.1 milyar USD.
Yazının Devamını Oku

Çamaşır pazara düşünce Yeşildirek pahalı kaldı

19 Aralık 2003
<B>SAĞINIZA</B> İstanbul Lisesi'ni solunuza da Cumhuriyet Gazetesi'ni alıp Yeşildirek Karakolu'na doğru piyadece salındığınızda vitrinler sırayla ve fakat topluca değişir. Erkek gömlekçilerini çocuk giyimi takip eder. Yokuşun biraz aşağısındaki Tarakçı Caferağa sokağıysa iç çamaşırı merkezidir.

Fazla değil 30-40 yıl önce üretici sayısı iki elin parmağını geçmezdi. Bugünse binlerce ifade ediliyor. Eskiden birkaç katlı binanın tepesinde konfeksiyon atölyesinde imalat yapılır, giriş katında satılırdı.

Kaliteli mal Beyoğlu, Osmanbey, Nişantaşı'na yollanır, daha ucuzu bir sigara içimi mesafedeki Mahmutpaşa'da tezgahlarda satılırdı.

Ne var ki bugün Yeşildirek'in fiyatları bile pazarlara göre pahalı kaldı! Yeşildirek'te birinci kalite atlet, fanila 2 milyon liraya satılıyorsa, pazarda 500 bin-750 bin lira. Çünkü pazara yönelik merdivenaltı üretimde ne vergi aranıyor, ne de işçinin sigortası.

İşte o yüzden 20-25 yıl kadar önce iç çamaşırın standardını hazırlayan TSE'ye yardım eden, imzalarıyla kefil olan sektörün büyükleri haksız ve kalitesiz rekabetten yakınıyor. Çiftaslan, Çiftkaplan, Bilimli, Dilberler, Kapri ve Toparlak... Çoğu Yeşildirek'in araç girmez, hamalı bol sokaklarını terk etti, şehir ışıklarına doğru koştu.

ÜÇÜNCÜ KUŞAK ÇAMAŞIRCI BEYAZ FANİLAYI ANLATIYOR

Toparlak Çamaşır Kollektif şirketini Ankaralı merhum Osman Toparlak'la, yedek subaylığını yeni tamamlayan oğlu Yiğit Bey 1953 yılında kurdu.

Şirket üretim için kimi zaman Şirinevler'e uzandı, Zeytinburnu'na uğradı, ama hep Yeşildirek adresine sadık kaldı.

Bugün oğlu Çelik'le birlikte işin başında olan Yiğit Bey (72) iyi kaliteli bir iç çamaşırının farkını kolay anlatıyor: ‘‘Parlak olacak, dikiş sayısı fazla olacak, çekmeyecek.’’

Göbeği kapatmayan fanila anlamına gelen ‘‘çekme’’ olayı gerçekten sıkıcıdır. Yiğit Toparlak güvence veriyor:

‘‘Standarda göre üretilen kaliteli çamaşır, eğer 60 dereceden yüksek ısıda kaynatılmazsa en fazla 3 santim çeker. Ama yanlış üretilen çamaşır boydan çekip enden genişler.’’

1960'LARIN İSTANBUL'UNDA DAHA FAZLA SATAR, KAZANIRDIK

Hani tüfek icat oldu mertlik bozuldu derler ya... İşte o misal 10 yıllık open end iplik teknolojisi ile çocuktan, x-large bedene kadar her boy iç çamaşırı kumaşının hazır olarak sunulması ustalığın hakkından geldi.

Rakiplerinin dahi kalitesini teslim ettiği Kapri Çamaşırları'nın ikinci kuşak yöneticisi Mardiros İvatgil (41) gerçi daha 41 yaşında ama babası ve şirketin kurucusu Kapriyel İvatgil'den dinledikleri ile 1960'ları özlüyor:

‘‘1960'ların İstanbul'unda çok daha az nüfusa yaptığımız satış ve sağladığımız ciro yanında bugünkü durumumuzun sözü bile edilmez.’’

Kapri'nin çocuk küloduyla 1950 yılında başlayan üretimi bugün ihracata dönük spor giyim imalatıyla sürüyor. Ayrıca yurtdışında kendi markasıyla yaptırdığı fason ürün ithalatı da bulunuyor.
Yazının Devamını Oku

Haritaya hak istenmez

14 Aralık 2003
<B>KÜRTLER </B>halktır, Güneydoğu ise harita. Ama ne yazık ki Avrupa bu basit denklemi kuramıyor. Türkiye Cumhuriyeti'nin Kürt vatandaşlarına değil, ‘‘Güneydoğu’’ için ‘‘kültürel hak’’ istiyor. Diyarbakır'daki Kürtle İstanbul'dakini ayırıyor.

Oysa demokrasinin doğasında ayırmak değil birleştirmek vardır.

Örneğin Kürtçe yayın, Kürtçe kursları ve benzer demokratik açılımlar İbo protestocularının düşündüğü gibi ayrımcılığa hizmet etmez, hatta tam aksine birlikte yaşamayı kolaylaştırır, daha sağlam siyasi ve sosyal zemine taşır.

Üstelik Güneydoğu'ya özel hak talebi ise bana yıllar önce aynı topraklarda terör gerekçesiyle çizilen Olağanüstü Hal haritası ayıbını hatırlatır. Ha özel hukuk (hukuksuzluk?) ha özel hak... İkisi de ayrımcılık, dolayısıyla farkı ne? Ve muhtemel sorunuzu/hükmünüzü duyar gibiyim. Hayır Kürdistan'dan korkmuyorum. Kürtlerle her karış vatan toprağında eşit yaşamak arzusundayım, kimse haritayla azınlık ilan edilmesin istiyorum.

İKİ NOKTA

AB yolundaki son yılın ne kadar kanlı geçeceği tehdit listesinden belli: Önce türkücüler, şimdi gazeteciler. Keşke sövmeden yermeyi becerebilsek. Ama daha da kötüsü kızışan ortamda, durumdan vazife çıkarmak isteyenler olabilir. Zamanında kullanılıp bir kenara atılan çete artıkları yeniden görev aşkıyla harekete geçebilir. Tıpkı Akın Birdal olayındaki gibi. Ama bu kez temizlemesi çok daha zor olur, polis uyumasın!

Geçen hafta Kuran kursları yönetmeliği için Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik'e yüklendik, gazetecilik açısından kusurlu harekette bulunduk. Çünkü Çelik'in yönetmelikle ilgisi sadece dolaylıydı, işin asıl sahibi Diyanet'ti. Gerçi konu kapandı gibi ama özür borcu üstümüzde kalsın istemedik. Ayrıca Bakan Hüseyin Çelik'in de ‘‘devlet eliyle din ticaretine karşı olduğunu’’ duyduğumuza sevindik.

4*4 hızlı okuma

Cinnet getiren, silahı kendisine dönen polis memuru kimdir, tanışmak ister misiniz? Her on polisten yedisi, dört ve daha fazla çocuklu aileden gelir. Annelerin dörtte üçü ilkokul mezunudur, tıpkı kendi eşleri gibi. Babaları arasında lise ve üniversite mezunu yüzde 10'u aşmaz.

Polis kardeşimiz taşra çocuğudur. Yüzde 81.8'i köy, kasaba ve ilçe kökenlidir. Her beş polisten dördü normal lise veya teknik lise mezunudur, imam hatiplilerin payı sadece yüzde 6'dır. Polis mesleğini seçenlerin üçte ikisi üniversite sınavında başarısızdır.

1985-1997 yılları arasında şehit düşen polis sayısı 365'ti. Aynı dönemde intihar eden polis sayısı ise 184'tü. Yani şehitlerin yarısı kadar polis kendi eliyle canına kıydı. Kayıtlarda genellikle ‘‘kız meselesi’’ gibi muğlak ifadeler kullanıldı.

İntihar eden polislerin 112'si yani üçte ikisine yakını polis memuruydu. 45 intiharla polis memur adayları ikinci sırayı aldı, komiser yardımcısı düzeyinde 6 intihar olayına rastlandı. Aynı dönemde sadece tek bir Emniyet Müdürü intihar etti.
Yazının Devamını Oku

Viyana’da doğdu, New York’ta büyüdü, İstanbul’a taşındı

12 Aralık 2003
Hikmet Abdullah Ongan Yeniköy Tribeca'da masaya oturur oturmaz, ‘‘Bagelle ilgili bilmeniz gereken üç husus var’’ dedi ve ekledi: ‘‘Bir, kesinlikle öğlen 12'den önce yenilmeli. İki, bagel dediğimiz aslında ekmektir. Ve üç, bize öyle gelmese de Türklerle çok ilgilidir.’’

Galiba bazıları meslek seçmiyor da, meslek onları buluyor.

Beşinci kuşak lokantacı Hikmet Abdullah Ongan'ın bagele merakı belki de İkinci Viyana Kuşatması'na duyduğu ilgidendir, bilinmez ki.

‘‘Merzifonlu Kara Mustafa Paşa'nın stratejisiyle ilgili askeri kitaplar okudum, kurmay yorumlarına baktım’’ diyor Ongan. ‘‘Aslında Viyana kapılarından çekilmesi askeri açıdan bozgun değil manevradır. Belgrad'da orduyu yeniden toparlayıp, kış mevsimi geçince Viyana'ya yürüyecekti ama saray entrikaları sonucunda kellesini kaybetti.’’

ÜZENGİ FORMUNDA EKMEK

Paşamızın kellesi giderken bu işe sevinenler de vardı. Viyana'da Musevi bir fırıncı Osmanlı'ya arkadan saldıran Lehistan (Polonyalı) Kralı Jan Sobiyeski'ye minnetini sunmak üzere en kaliteli undan ekmek yaptı. Sobiyeski çok iyi binici olduğu için ekmeğe üzengi formu verdi.

Ama ortası delik ve şişkin bu ekmeği odun ateşinde pişirmek zordu, iç kısmı çiğ kaldı. Musevi fırıncı kolayını buldu yeni ekmeğini önce suda haşladı, sonra fırında pişirdi. Bagel işte böyle doğdu.

Osmanlı Viyana kapısından döndü ama Polonya da bir daha iflah olmadı. Özellikle Polonyalı Museviler Rus, Fransız ve Alman işgalinden yılıp umudu Yeni Dünya'ya bağladı. Bagel göçmenlerle birlikte ABD'ye taşındı. Yıllar sonra yüksek lisans okumaya giden Hikmet Abdullah Ongan bageli Türkiye'ye getirdi. Kurduğu Tribeca zincirinde beş yıldır bagel satıyor.

32 ayrı iş düşündüm bagelde karar kıldım

Ünlü Abdullah Efendi Lokantası'nı yaratan ailenin iki erkek adına merakı bariz: Abdullah ile Hikmet. Karaköy'de Victoria Lokantası'na ortak olan sonradan Abdullah ismini verip Pera'ya taşıyan Abdullah Bey bayrağı 1930'lu yıllarda Hikmet Bey'e devretti. Hikmet Bey lokantayı Emirgan'a taşıdı ve üçüncü kuşaktan Abdullah Bey'i yetiştirdi. Abdullah Bey 1977 yılında lokantanın sorumluluğunu üstlendi ve 1988 yılına kadar devam etti. Sonra aile içi anlaşmazlık nedeniyle lokanda 60 dönüm arazisiyle birlikte Doğuş Grubu'na satıldı. Hikmet Abdullah Ongan daha üniversite yıllarında ticarete atıldı. İlk işi tekstildi ama büyümek için yanlış zaman seçti. Devalüasyondan üç ay önce dövizle borçlanınca 23 yaşında battı. Hemen ertesi yıl ABD'ye yüksek lisansa gitti, eve dönüş için proje üretti. Kararını verdiği anı, ‘‘Oturdum yapabileceğim 32 iş buldum, sonunda bageli tercih ettim’’ diye anlatıyor. İki ortak (diğeri Rafi Karako) önce ABD'li bir danışman tutup teknoloji transferini sağladı, ardından ilk dükkanı Yeniköy'de açtı. Bugün Tribeca beşi franchise olmak üzere İstanbul ve Ankara'da toplam 10 dükkanlık bir zincir.

Gayrettepe şubesinin hizmet verdiği 8 banka artık yok

Tribeca'nın açılacağı gün yani 8 Kasım 1998 sabahı iki genç ortak ‘‘Herhalde bu sabah saat 08.00'de İstanbul'daki bütün ABD ahalisi kapımızda kuyruğa girer’’ diye kafa buluyordu. Yanıldılar çünkü kuyruk saat 07.30'da başladı ve 2001 şubat ayına kadar da hiç azalmadı. Ya sonra? Hikmet Abdullah Ongan anlatıyor: ‘‘Kasım 2000 krizini kolay atlattık. 2001 şubat ayında işlerimiz azalmadı, mart ayında da öyle. Ama nisanda üçte bir oranında düşüş oldu, mayısa geldiğimizde işler yarıya yarıya azaldı. İşte o zaman anladım neden yaşadığımız sürece İstanbul krizi denildiğini...’’ İstanbul krizi sadece yurtdışı görmüş, eğitimli, beyaz yakalıları değil bankaları da vurdu. ‘‘Gayrettepe şubemizin hizmet verdiği 8 banka artık yok’’ diyor Hikmet Abdullah Ongan. Ongan'a göre, Tribeca'nın krizden çıkışı iki strateji değişikliği ile sağlandı: ‘‘Öncelikle çok iyi kahvemizle tanınmak istedik ama yanı sıra ana yemek, makarna ve hamburger mönülerini devreye soktuk. Böylece bir taşla birkaç kuş vurmak isteyen müşterilerimize onları anladığımızı gösterdik.’’
Yazının Devamını Oku

Devlet eliyle din ticareti

7 Aralık 2003
<B>YATILI</B> Kuran kurslarını beş yıl sonra yeniden açan Milli Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik, <I>‘‘Din eğitimi devletin gözü önünde yapılsın’’</I> diyor. (Bu savunmaya inanmayan çok. Ama ‘‘laik eğitim elden gidiyor’’ yorumlarına veya ‘‘şeriat düzeni geliyor’’ korkusuna da katılmıyoruz. Çünkü şeriat rejimi önce AKP gibi din ticareti heveslilerinin başını yer.)

Milli Eğitim Bakanı'nın kendi ağzıyla yakalandığı gibi din ticaretinin en kárlısı devlet eliyle yapılır. Kamu kaynaklarıyla her yıl işsiz din kadroları yetiştiren imam hatipler açılır, Kuran kursları her mahalleye yayılır. Seçim zamanı geldiğinde din ağalarıyla pazarlık kesilip oy toplanır. Söyler misiniz bu inanç ticareti, AKP'nin oylarını patlatan siyaset-ticaret-medya şeytan üçgeninden daha mı temiz? Dine hortum uzatmak caiz mi? Devlet ne laiktir, ne de dini vardır. Aksi halde devlet eliyle din ticaretinden kurtuluşumuz yoktur.

Suriye ve İran yeni 2 cephe mi


ABD'nin Afganistan işgali, Irak Savaşı'nı zorunlu kıldı.

Acaba sıra İran ve Suriye'ye de gelir mi? Tahran ve Şam'a karşı askeri seçenek düşünülüyorsa Türkiye'den ne gibi katkı bekleniyor?

Ankara bu iki soruya yanıt ararken Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün, ‘‘Gerek İran gerek Suriye, terör konusunda Türkiye ile işbirliği içindeler. Sağlıklı bir şekilde devamını ümit ediyoruz’’ sözleri ABD'li strateji kurmaylarının dikkatinden kaçmadı herhalde. Ankara'nın Suriye ve İran politikası, ABD ile yeni gerginliğe gebe gibi gözüküyor.

4X4 HIZLI OKUMA


Popstar Bayhan'ı cezasını çektiği cinayeti yüzünden ayıplamak belki mümkün ama ya toplum yaşamından dışlamak? Güldürmeyin beni. Çünkü Almanların dediği gibi, camdan evde oturanlar sağa-sola taş atamaz. Yaşayan her on Türk'ten biri tıpkı Bayhan Gürhan gibi sabıkalı.

Neden hemen her şirket iş başvurusunda halk tabiriyle ‘‘temiz káğıdı’’ yani sabıka kaydı istiyor? Çünkü Türkiye'de sabıkalı sayısı 7 milyon 317 bin kişi. Çocuk suçluları düştüğünüzde çalışacak yaştaki her beş yetişkinden birisinin sabıka kaydı olduğu ortaya çıkıyor.

İyi haber, demokrasi paketleri yasalaştıkça sabıkalı sayısındaki artış hız kesiyor. Suç ortadan kalkınca sabıka da siliniyor. Örneğin, Terörle Mücadele Yasası'nın meşhur sekizinci maddesi kaldırılınca 2 bin 800 kişinin sabıkası silindi. Silinen toplam sabıka sayısı 160 bin.

Sabıkalı hayat için pratik birkaç bilgi: 1) Vekáletle (örneğin avukat aracılığıyla) savcılıktan sabıka kaydı çıkartmak mümkün. 2) Yurtdışında her isteyen, herkesin sabıka kaydına bakamıyor, çünkü gizli/kişisel bilgi. 3) Türkiye'de de kayıtların belirli sürede otomatik silinmesi tartışılıyor.

81 ilde 416 vali yardımcısı bulunuyor. Aydın, Kocaeli, Konya, Tekirdağ ve Yalova'nın 8’er vali yardımcısı var.

Yazının Devamını Oku