Enis Berberoğlu

Baykal, Anayasa’da haklı ama türbanı CHP çözmeli

12 Nisan 2008
<b>ANKARA</b><br>ÖNCE tarafsız bir tespit: AKP’ye kapatma davası açıldığından bu yana Başbakan nereye gitse yer yerinden oynuyor. Trabzon, Erzurum, Malatya... Partili ve seçmen ilgisi çok yüksek. Herhalde bu manzaranın da etkisiyle CHP üstündeki aydın basıncı arttı. Deniliyor ki;

1) AKP kapatılsa bile sandıktan daha güçlü çıkacak, görmüyor musun?

2) Parti kapatma standardımız AB’ye uygun değil, fırsat bu fırsat değiştir.

İşte bu iki sebeple CHP’nin AKP’ye yardımıyla Anayasa değişikliği talep ediliyor.

CHP’nin direnci "fırsatçılık" sayılıyor, özgürlükçü davranmaya davet ediliyor.

Böyle düşünenlere saygım asla eksik olmaz, ancak fikirlerine katılmam mümkün değil.

Çünkü -CHP’den farklı gerekçelerle bile olsa- Anayasa’nın şimdi değişmesine karşıyım.

Unutmayın ki bu satırların yazarı dünkü çocuk değil. Dört darbe gördü, sıkıyönetimde gazetecilik yaptı, sıcak savaşı yaşadı, mesleki ayrıcalıkları, dokunulmazlığı var.

Ama yine de telefonuna her dokunduğunda "dinleniyor mu?" diye düşünmeden edemiyor. Mesleki duayenlerin örgüt bahanesiyle gece yarısı evden toparlandığını izliyor, kimisi doğru çoğu yalan, türlü çeşit mahalle baskısı dedikodusu dinliyor.

İnsanların korkusunun sonuçlarından da korkuyor!

Kalan tek güvence yargı... Kuvvetler ayrılığını yok sayıp yargıyı da yasama ve yürütmenin vesayetine bırakmaya -hangi gerekçeyle olursa olsun- aklım yatmıyor, içime sinmiyor.

Ama ve lakin eğer kapatma davası bir yana bırakılırsa... Gerginlik odağı türbanda CHP’ye düşen demokratik görevin farkındayım. Başından beri türban sorununu laiklerin çözmesinden yanayım.

Nasıl ki Anayasa değişikliğini sistem riski sayıyorsam... AKP anketlerinde bile son sırada yer alan türban sorununun asimetrik siyaset ipoteğinden rahatsızım.

Hemen her fırsatta CHP Lideri Deniz Baykal’a türbanı soruyorum.

Deniz Baykal, çözüm için üç şart sayıyor:

1) Türban sorununu ancak laiklik sicili temiz iktidar çözer.

2) Çözüm insan hakları ve eğitim özgürlüğü sayılmalı, din istismarı olmamalı.

3) Mahalle baskısı yaşanmayacak, türban devlete girmeyecek.

Deniz Bey’in sözleri yoruma muhtaç değil, ama anladığım kadarıyla türban çözümünü CHP iktidarına kadar erteliyor. İlk bakışta bendenizin, "türbanı laikler çözsün" önerisiyle çelişmiyor gibi gözükse de... Her zamanki gibi şeytan ayrıntıda gizleniyor:

1) Çözümsüz bırakılan türban sorununun istismarı CHP’ye haksız rekabet olmuyor mu?

2) Türban eksenli gerginliğin sürmesinin demokrasiye zarar vermesi ihtimali düşük mü?

Laiklerin demokrasiden ve iktidar alternatifi olmaktan vazgeçme lüksü yoktur.

CHP’nin yardımı şarttır.

Yenilse de kalacak

EĞER yeterli imza toplanırsa CHP kurultayında Deniz Baykal’ın karşısına lider adayı olarak çıkacak işadamı ve sivil toplum savaşçısı Umut Oran ile yemek yedik. Umut Bey’in iş hayatındaki düzeyli rekabet anlayışını siyasete taşıma niyetini hissettim. Oran’a göre muhalefet demek;

1) Deniz Baykal’a saygısızlık etmek değil, 2) Yenilince partiden kaçmak asla değil.

Bence bu uzun soluklu yaklaşım, CHP’ye de siyasete de yarar.
Yazının Devamını Oku

Asıl tehlikelisi 11 Eylül öncesi

8 Nisan 2008
<b>ANKARA</b><br>CENNET ülkemizin nüfusunun üçte ikisi 35 yaşın altında... O yüzden bırakın 12 Eylül öncesini, askeri darbeyi bile ana kucağında yaşamışlara masal niyetine maval okumak kolay... "12 Eylül öncesine döneriz ha!" diye korkutmak da öyle. Oysa Türkiye çok istese, hatta ısrarla çabalasa da 12 Eylül öncesine dönemez, dönebilemez.

Soğuk savaş günleri asla yeniden yaşanamaz. Çünkü dünya düzeni izin vermez.

O günlerin dünyasıyla bugünkü... Üstelik Türkiye’nin dünyadaki yeri o kadar farklı ki.

Hani, "Resimdeki 7 farkı bulun" gibisinden sıralamaya kalksak, inanın köşeye sığmaz.

Mesela, 1980 yılında "Yabancı sermayeye hayır" mitingleri düzenlenirken...

ODTÜ’de Coca Cola boykotu sürerken, 1923’ten o yıla kadar ülkeye giren yabancı sermaye miktarı ne kadardı hatırlayan var mı?

Sadece 454 milyon (yazıyla dörtyüzellidört milyon) Amerikan Doları.

Bugünse yılda 20 milyar dolar doğrudan yabancı sermaye geliyor.

Kısa vadeli sermaye akışı da hesaba katılırsa bu rakam 50 milyar doları buluyor.

Yine 1980’e dönelim... Bugün ayda 20 milyar dolara yakın dış ticaretimiz var.

O tarihte ise yıllık ihracat 2.9 milyar dolar, yıllık ithalat 7.9 milyar dolardı.

Bugünün tepsi gibi dümdüz dünyasında, cıva gibi akıp giden sermaye düzenine, ya da sınır tanımayan mal/hizmet ticaretine alışık genç zihinlerin 1980 öncesini hayal etmesi bile zor... Ama anlatmayı denersek.

O günlerin dünyasını Çin Seddi veya Berlin Duvarı değil, korkular ve nefret ayırıyordu.

Analarınız, babalarınız, teyzeleriniz, dayılarınız korku ve nefret uğruna ölmeye hazırdı.

Nitekim binlerce arkadaşımız, yoldaşımız, ülküdaşımız öldü... Kalan sağları sual edecek olursanız...

"12 Eylül darbesiyle 650 bin kişi gözaltına alındı, 98 bin 404’ü örgüt üyesi olduğu iddiasıyla yargılandı, sadece 21 bin 764’ü örgüt üyeliğinden ceza aldı. 630 bin yurttaş haksız ve hukuksuz biçimde işkence gördü, işini kaybetti, 1 milyon 863 bin kişi fişlendi, 14 bin kişi yurttaşlıktan çıkarıldı." (Kaynak: 78’liler Vakfı)

* * *

Genç
arkadaşlar tasavvur etsin diye yardımcı olalım... Gözünüzün önüne tıklım tıklım dolu, insanların neredeyse üst üste yığıldığı Taksim Meydanı’nı getirin... 12 Eylül darbesi, o meydandaki insan sayısı kadarını içeri aldı, işkenceden geçirdi.

İşbu nedenle bu ülkede gençleri 12 Eylül öcüsüyle korkuturlar.

Yaşlılarsa 12 Eylül sabahına dönmekten haklı olarak korkar.

* * *

Ama illa ki numerolojik risklere meraklıysanız, yine de 12 Eylül 1980 öncesini boşverin.

Asıl tehlikelisi 11 Eylül 2001 öncesine dönmektir inanın.

Çünkü 11 Eylül saldırısı, Türkiye’ye iki açıdan yaradı:

1) 15 milyon Müslüman’ın yaşadığı Avrupa Birliği, açık ve yakın tehdidi hatırladı. Modern, demokratik ve laik Türkiye ile yakınlaşarak rol modeli yaratmak istedi. Türkiye rekor hızla AB ile müzakere masasına oturdu.

2) ABD Merkez Bankası, olası mali panikte bankalar batmasın diye piyasayı nakde boğdu. Faizler tarihi dip yaptı. Yabancı sermaye Türkiye gibi daha yüksek faiz ödeyen pazarlara kaydı.

Ama son aylarda bu iki rüzgárın da tersine döndüğünü hisseder gibiyim.

AB’de muhafazakár hükümetler, Türkiye’ye daha fazla engel çıkarır oldu.

Yabancı sermayenin akış yönü aksi istikamete döndü.

Yani laik-dindar kavgası çıkarmak için en kötü zamanı seçtik!

Bahane yaratıyoruz.
Yazının Devamını Oku

AKP’yi kurtarmak için (2)

6 Nisan 2008
<b>ANKARA</b><br>AKP’yi kapatmadan kurtarma kervanına yabancılar da katıldı. Öyle ki, son iki yıldır neredeyse adını unuttuğumuz AB komiserlerini her gün gazete manşetlerinde, TV ekranlarında görür olduk. Mesajlardaki demokrasi vurgusuna herhalde itiraz eden çıkmaz. Ama AKP için sadece halisane niyetle çabaladıkları hakkında güçlü kuşkum var. İzninizle izah edeyim.

AKP küresel gidişata en iyi ayak uyduran partiydi. Global ekonomiyle bütünleşti, AB ile müzakere masasına oturmayı başardı, ABD ile (tezkere krizi istisnası hariç) çok iyi geçindi.

Yabancılar açısından bakıldığında bir daha kolay mı AKP gibisini bulmak?

* * *

ABD Büyükelçiliği kapatma davası nedeniyle nabız tutmaya karar verdi.

AKP’nin önde gelen isimlerinden Salih Kapusuz ile üç arkadaşı, yemeğe davet edildi. Büyükelçi ve siyasi müsteşarın ev sahipliğinde davanın olası sonuçları tartışıldı.

Büyükelçi, Kapusuz ve arkadaşlarına açıkça sordu:

"Dava sizce dış politikadaki önemli dosyaları nasıl etkiler?

1) Kıbrıs’ta ne olur? 2) Irak’ta ne yaşanır? 3) Ermenistan politikası değişir mi?"

Kapusuz, bu üç alanda analizini aktardıktan sonra uyarma zorunluluğu duydu: "Siz asıl AKP kapatılırsa başka hangi parti dış politikada bu kadar cesur davranabilir diye düşünün!"

Salih Kapusuz, büyükelçilik sohbetinden ne anladı derseniz: "ABD diyor ki, dış politikada fırsat beklemez, dünya dönmeye devam eder."

* * *

ABD Başkanı George Bush, Bükreş’te NATO müttefiklerini, "Ya Afganistan’a muharip (savaşçı) güç gönderin, ya da yeni 11 Eylül vakalarına hazır olun" mesajıyla korkutmaya kalktı.

Ama Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı büyük destek verdiği Türkiye’den ret cevabı aldı.

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, gayet net üslupla "Muharip güç yollamaya niyetimiz yok" dedi.

Peki ama bu yanıttan Türkiye’nin ABD’ye Afganistan’da hiç katkı vermeyeceği mi anlaşılmalı?

Bence hayır... Çünkü Türkiye belki Afganistan’a muharip güç yollamayacak ama... Afgan ordusunun eğitimine katkısını artıracak, Afganlardan muharip güç yetiştirecek.

* * *

Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier (SPD), kapatma davasına açık tavır aldı. Ama aynı tarihte Ankara’yı ziyaret eden iktidar ortağı Hıristiyan Demokrat Parti’den Ruprecht Polenz (Almanya Parlamentosu Dışişleri Komisyonu Başkanı) özel sohbetlerde farklı yorumlar yaptı.

Polenz’e göre, Türkiye-AB ilişkilerinde son yıllarda yaşanan duraklamada siyasi İslam’ın yükselişi etkili oldu. Türk siyasetçi muhataplarının aktardığına göre, Alman politikacı Fransa’daki tavır değişikliğinin de aynı nedenle yaşandığı inancını taşıyor.

Özetle Alman sosyal demokratlar kapatma davasını, Hıristiyan demokratlarsa bizzat AKP politikalarını Türkiye’yi Avrupa’ya kabul etmemek için bahane olarak kullanabilir, aman dikkat!

* * *

Geçenlerde ABD Dışişleri Bakanı Rice adeta ders verir gibi konuştu: "ABD’nin daimi düşmanı olmaz" dedi... Tabii ki tersi de geçerli, yani ebedi dostluk da mümkün değil. Zaten dostluk tanımı bence bireyler için kullanılmalı, devletler arası ilişkilerde ancak çıkardan söz edilebilir.

O yüzden AKP’yi kurtarmak isteyen yabancıların sözlerini ciddiye alalım. Yeter ki, en kalbi niyetlerini de unutmayalım.
Yazının Devamını Oku

AKP’yi kurtarmak için

5 Nisan 2008
ANKARATABİİ ki bu cennet ülkenin sayısız sorunu var... Ama başat giden iki tanesi akut hal aldı: Siyasi İslam ve siyasi ayrılıkçılık. (Mevcut durumda Kürtçülük.)

Diyelim ki Anayasa Mahkemesi AKP’yi kapattı, Başbakan’a siyasi yasak geldi.

Tayyip Erdoğan ve partisi Türkiye’nin siyasi haritasından silindi, gitti.

Siyasi İslam ve siyasi ayrılıkçı hareketlerin gücü artar mı, yoksa azalır mı?

Korkarım her iki soruya da tahmini yanıtım aynı: "Artar, aşırı uçlar güçlenir."

* * *

Refah Partisi
nasıl çok hukukluysa... AKP de o ölçüde çok kutuplu siyaset izledi.

Büyük kentlerde çevreden merkeze yürüyen siyasetin öncülüğünü üstlendi. Siyaseten uçlarda yer alan talepleri sahipsiz bırakmadı ama ve lakin törpüledi.

Güneydoğu’da ise tam aksini gerçekleştirdi; merkezin ağırlığını siyasetin terk ettiği topraklara taşıdı.

Haydi, AKP’yi bu denklemden silelim...

Kışın kömür, erzak, sonbaharda oğluna sünnet bekleyen varoşlar hangi partiye emanet edilecek? Tokla açın bitişik atış mesafesinde yaşadığı İstanbul’un asayişi nasıl sağlanacak?

Diyarbakır’da 2009 yerel seçiminde DTP’nin karşısına hangi parti çıkacak?

CHP mi, yoksa MHP mi?

* * *

Demek ki ortak akıl asla AKP’nin kapanmasını değil, ıslah olmasını bekliyor.

Ama bugüne kadar yaptıkları (Anayasa Mahkemesi’nin oybirliği ile kabul ettiği iddianamede sayılanlar) bir yana... Eğer "AKP’yi kapatmanın kesin yolu nedir?" diye sual ederseniz.

"Hiç durmasınlar, Anayasa değişikliğini Meclis’e sunsunlar" derim.

Çünkü ancak o zaman;

1) AKP Meclis’in değil kaba kuvvetin partisi haline gelir.

2) Değişikliği DTP ile birlikte yapmak zorunda kalırsa tabanına bile anlatamaz.

3) Anayasa Mahkemesi ile zıtlaşma yürüyen kapatma davasını olumlu etkilemez.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın mutedil tonu piyasalara yaradı.

AKP’nin seçim sonrası MHP ile girdiği ittifaktan rahatsızlık duyanlar, TCK 301’in nihayet değişeceği müjdesini 2 nedenle hayra yordu:

1) Avrupa ile yakınlaşma. 2) MHP ile yol ayrımı ihtimali.

Gidişattan cesaret bulanlar, Almanya’daki "Büyük Koalisyon" tarzı umuda kapıldı. "AKP ile CHP el ele versinler, parti kapatma krizi önlensin" isteği dile düştü.

Deniz Baykal’ın haklı olarak "romantik talep" dediği bu önerinin içi daha iyi doldurulmalı.

Eğer kasıt yaklaşan ekonomik krizi durdurmaksa, çabaları nafile... Yok gerilimi düşürerek krizin şiddetini azaltmaksa sorumluluk muhalefetten çok iktidar partisine düşüyor. Ve AKP de krize körükle gitmenin partiye faturasının, kapatmadan bile yüksek olduğunu anladı.

* * *

Belki kafanız karıştı. Çünkü hem, "Aman AKP kapatılmasın"... Hem de, "Sakın Anayasa değişikliği ile kurtarmaya kalkmayın" karşıt tezlerini aynı yazıya sığdırmak zordu ama zorunluydu.

Peki önerdiğim sentez ne? Daha önce de yazdım:

Belli ki Anayasa Mahkemesi’nin türban değişikliği kararı (olumlu veya olumsuz) ülkenin kimyasını yine bozacak...(AKP’nin mutedil tonuna parazit karışacak mı?)

Ezcümle AKP kurtulmak istiyorsa, AKP’yi kurtarmayı isteyen varsa... Türban zemininde parlamento içi/dışı uzlaşma aramak şarttır. Anayasa Mahkemesi kararı ne çıkarsa çıksın... AKP türbanda bugüne kadar olan biteni yok saymalı. Diğer partiler de belirli bir takvim çerçevesinde türban sorununa çözüm sözü vermeli. Gerisinin "hayırlara vesile olacağını" düşünüyorum.
Yazının Devamını Oku

Anlatınca kınıyorlar

1 Nisan 2008
<b>ANKARA</b><br>HAFTA sonunun en önemli haberi Slovenya’nın Bordo kenti mahreçliydi. AB Komisyonu Genişlemeden Sorumlu Komiseri Olli Rehn, "AKP kapanırsa müzakereler durabilir" uyarısını yaptı. 1980 darbesinde sesi çıkmayan, Refah’ın kapatılmasına onay veren Avrupa’nın Türkiye için koyduğu demokrasi çıtasını yükseltmesi doğal. Ne de olsa, işler eskisinden farklı. Farkı yaratan, 8 başlığı askıda olsa da, kör topal ilerleyen müzakere süreci.

Ama sanırım bu süreçte en çok Dışişleri Bakanı Ali Babacan zorlanacak.

Parti rozetiyle kapatma davasından müşteki, Dışişleri Bakanı sıfatıyla soruların muhatabı, AB Başmüzakereci şapkasıyla sürecin mağduru.

* * *

Ali Babacan’ın bölünmüş ruh halinin son tanığı, Akşam Gazetesi’nin genç ve başarılı Ankara Temsilcisi İsmail Küçükkaya oldu.

Küçükkaya, Bakan Babacan’a Slovenya gezisinde eşlik etti, izlenimlerini köşesine aktardı:

"...Dışişleri Bakanı Ali Babacan’la birlikte Avrupa Birliği Gayriresmi Dışişleri Bakanları toplantısı için AB Dönem Başkanı Slovenya’nın Bordo şehrine gittik. Çok yoğun diplomasi trafiğinin yaşandığı, 24 saatlik bir ziyaret oldu. Slovenya’ya varır varmaz Bakan Babacan, AB Komiseri Olli Rehn’le Ankara’dan hareketinden hemen önce kararlaştırılan bir randevu gerçekleştirdi. Babacan ve Rehn iki saatlik bir görüşme yaptılar. Bu görüşme AB zirvesi üzerinde de belirleyici oldu. Dönüş yolunda sohbetimizde Babacan, ’Zirvenin yüzde 60’lık bölümünde Türkiye konuşuldu’ dedi."

* * *

AB’nin
temel itirazı ne? Yanıtı İsmail Küçükkaya’nın köşesinde mevcut:

"Bakan, ’Kapatma davası açılmasını değil, işin kapatmaya gitmesini Kopenhag Kriterleri’ne aykırı görüyorlar’ diye özellikle vurguladı."

Dışişleri Bakanı, gazeteci Küçükkaya’ya AKP’yi kapatma davasını Avrupalılara anlatırken zorlandığını da belirtiyor. Babacan diyor ki:

"...Avrupa’nın temel değerleri arasında hukukun üstünlüğü ilkesi de var, güçler ayrılığı ilkesi de. Kapatma davasını salt hukuki bir konu gibi görüp anlatanlar var. Bazı Avrupalılar böyle görüyor. Ama herkese, işin aslının siyasi olduğunu anlatmak gerekiyor."

Demek ki kapatma davası Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı’na sorulursa... O da partili rozetiyle "Mesele hukuki değil siyasi" derse Avrupalı inanıyor, kınıyor.

İyi de AB Başmüzakerecisi neden olan bitene üzülüp gözyaşı döküyor?

(Dipnot: Gördüğünüz gibi bugünkü köşeyi aslında İsmail yazdı. O yüzden telifini takdime hazır olduğumu alenen ilan ederim.)

Erdoğan-Gül dengesi

ANAYASA Mahkemesi’nin AKP’yi kapatma davasına ilişkin iddianameyi kabul oylaması, "şeytan ayrıntıda gizlidir" deyişini hatırlattı. İleri birkaç yorum isterseniz;

1) İddianamenin Abdullah Gül’le ilgili bölümü hariç oybirliği ile kabulü heyette genel görüş birliği oluştuğuna işaret sayılabilir. Yani AKP’nin işi zor.

2) Abdullah Gül’ün iddianame dışında kalması gerektiğini düşünenler kritik 7-4 dengesini kurdu. Diyelim ki Gül’e siyasi yasak çıktı, zaten Çankaya görevine engel değil.

3) Ama ya 7-4 dengesi Gül’ün lehine değişir ve Tayyip Erdoğan’a yasak gelirken Cumhurbaşkanı bu süreci hasarsız atlatırsa... O zaman AKP’de 2003 öncesi siyasi dengeye yeniden döneceğiz.

Erdoğan’ın yasaklı, Gül’ün yasaksız olduğu Türkiye çok farklı olur.
Yazının Devamını Oku

36 yıllık soru

30 Mart 2008
ANKARA78’liler Vakfı’nın Kızıldere yıldönümünü hatırlatan mesajı elektronik posta kutuma düştüğünde Başbakan’ın İstanbul’daki konuşmasını okuyordum. Tayyip Erdoğan diyor ki: "Siyasetin içinde olup veya dışından katkı sağlayıp darbe çığırtkanları var. Bu tür adımlarda kaybeden Tayyip Erdoğan olmaz, o çığırtkanlar olur. Eğer Türkiye’yi düşündüklerini söylüyorlarsa sorumlu davransınlar."

52 yıllık ömrüne dört darbe sığdırmış Batılı gazeteciye rastlamadığıma göre... Başbakan’a gönülden katılmamak mümkün mü? Mesele demokrasiyse gerisi teferruattır.

Ama ve lakin uyarırım; darbeye direnmek hüner ve yürek ister.

* * *

30 Mart 1972 günü Mahir Çayan ile 9 arkadaşı Kızıldere’de çatışarak öldüler.

Çayan ve arkadaşlarının durdurmaya çalıştıkları infaz, 6 Mayıs 1972’de gerçekleşti.

Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan, yani "darağacında üç fidan" tarihe geçti.

78’liler Vakfı o gün bugündür bıkıp usanmadan soruyor:

- Kızıldere’de sağ ele geçen Saffet Alp neden ve nasıl öldü?

Bugün partileri kapatılmak istenince demokrasiye sarılan AKP’lilerden kaçı Kızıldere’yi, Mahir Çayan’ı veya Saffet Alp’i duydu... Altı yıllık iktidarlarında Kanlı 1 Mayıs (1977) katliamı veya Susurluk ilişkilerini aydınlatmak için kılını kıpırdattı mı?

36 yıl çok zaman, zaten Türkiye değişti diyenlere yeni örnek de mevcut.

Parti kapatmayı imkánsız hale getiren Anayasa değişikliği... Neden AKP’ye kapatma davası açılınca hemen hazretlerin akıllarına düştü de... Dört ay önce DTP’ye dava açıldığında düşünülmedi?

Bakın bir sabah uyanıp hidayete varır gibi demokrat olunmaz.

Demokrasiyi sadece ihtiyaç duyduğunda hatırlayana demokrat denilemez.

AKP’yi kapatma davasında ilk karar pazartesi günü verilecek. Siyasi lince uğrayan Yargıtay Başsavcısı’nın iddianamesi muhtemelen kabul görecek. Devamında;

Abdullah Gül eylemleri/konuşmaları nedeniyle AKP yargılanacak. Ama Abdullah Gül siyasi yasak alsa bile Resmi Gazete’de yayımı tarihinde yürürlüğe girecek ve geriye yürümeyecek. Bu yüzden yasak Gül’ün Çankaya’daki görevini etkilemeyecek.

AKP muhalefeti ikna ederek veya referandumu göze alarak Anayasa’yı değiştirir, parti kapatmayı tamamen imkánsız hale getirirse... Tıpkı 2001’deki değişiklikten yararlanan bazı küçük partiler gibi kapatma davasından hasarsız kurtulabilir.

(Meraklısı için dipnot: Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın Anayasa değişikliği girişimini eleştirdiği haberleri gerçek dışı. Başsavcı Yalçınkaya’nın, "Yasama yargının işine karışmamalı diyenlerin, tersini de, yani yasamaya müdahaleyi de düşünmemesi lazım" kanaati taşıdığını biliyorum.)

* * *

Çankaya Köşkü’ndeki Kuveyt Emiri yemeğinden sonra... Cumhurbaşkanı ve Başbakan baş başa görüşecek. Abdullah Gül ima yoluyla uzlaşma aradığı liderler turunu böylece tamamlayacak.

Çankaya’dan aldığım izlenim, Gül’ün kafasında bazı formüller olduğu yönünde.

(Mesela, sonuç vereceğine kesinlikle inanırsa "liderler zirvesi" toplayabilir.)

Sivil toplum ve Gül’ün çabalarında ön şart, AKP’nin uzlaşmaya iknasından geçiyor. Yani AKP’nin demokrasinin sadece çoğunluk değil uzlaşma rejimi de olduğunu öğrenmesi gerekiyor.

Yeter ki öğrenebilsin, darbeleri savmak çok daha kolay iş!
Yazının Devamını Oku

Geri adım: Kod türban

29 Mart 2008
ANKARAKİM, kiminle, hangi zeminde uzlaşacak? Çok bilinmeyenli siyasi denklemi eşanlı çözecek hamle var mı? Bence, evet var. Yaşanan sorunun en büyük ortak böleni (ebob) türbandır.

Dolayısıyla süreci ilk türban alarmına kadar geri sarmak zaruridir.

* * *

Hatırlayın, 1) Siyasetin kimyası türbanlı first lady tartışması ile bozuldu. 2) Yeni Anayasa’nın türban ekseninde sunumu ve eleştirisi ile devam etti. 3) Türbanla ilgili Anayasa değişikliği ile tepe yaptı. 4) Türban kanıtlı kapatma davası sistemi fena kilitledi.

Şimdi yeniden türban düzenlemesine geri dönersek...

İlk türban günahının telafisi ve affı mümkün müdür?

Neden olmasın? Mesela Başbakan çıkıp dese ki:

- Anayasa Mahkemesi türban değişikliği ile hangi kararı alırsa alsın... Ben parlamento içi ve dışı uzlaşma arayacağım... Diğer liderlerden de takvimli taahhüt bekleyeceğim.

Diyelim ki bu açıklama ile türbanda bugüne kadar atılan adımlar yok sayıldı.

Bunun yerine siyasi parti liderleri çıkıp kamuoyu önünde söz verdi.

Türban sorununa en geç 2010 yılına kadar çözüm bulmayı taahhüt etti.

Önümüzdeki birbuçuk yılda herkesin gönlüne/nesebine uygun çözüm bulundu.

Türban özgürlüğünün sadece üniversite ile sınırlı kalacağı... Kamuda türban yasağının süreceği konusunda ikna süreci başarıyla yürütüldü, yeterli güvence sunuldu.

Hayat cennet olmaz... Ama bu kadarı bile fena mı?

Peki bu çözüm Anayasa Mahkemesi’nin kapatma kararını etkiler mi?

Bilinmez; belki etkiler, belki de etkilemez.

Tayyip Erdoğan’ı siyasi yasaktan kurtarır mı, işin o kısmı da meçhul.

Yine de AKP’nin yüzde 46.6 oya rağmen yaşadığı kan kaybını durdurabilir.

Üstelik Başbakan’ın bizzat koyduğu kriterle, "Ülke kazanır".

* * *

Yukarıda kısaca aktardığım siyasi formülü ben bulmadım/uydurmadım. Sivil toplum girişimi, türban değişikliği sürecinde partileri bu uzlaşma zemininde buluşturdu.

Son anda anlaşmazlık çıkmasaydı, Çankaya türban değişikliğini veto edecek, tarif etmeye çalıştığım takvim işleyecekti. O zaman olmadı, bu kez denenemez mi?

AKP’den gelen ilk sinyaller pek cesaret vermiyor:

Geçen sefer bu formüle yanaşan AKP kurmayları bu kez farklı mantık yürütüyor.

"Kapatma davası gündemde iken türban uzlaşması sonuç vermez" deniliyor.

"Hele türban değişikliği onaylanırsa parti hiç kapatılamaz" inancı vurgulanıyor.

* * *

Anayasa madde 104: Cumhurbaşkanı, devletin başıdır. Bu sıfatla Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk milletinin birliğini temsil eder; Anayasa’nın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetir.

Abdullah Gül göreve başladığı günden bu yana yukarıdaki maddeye çok kez atıfta bulundu.

Çankaya Köşkü’ndeki ilk uzlaşma arayışının beklediği sonucu vermemiş olması, inat ve ısrarını asla kırmamalı. Süleyman Demirel örneğini unutmamalı.

Çünkü inanın, en kötü Meclis kapalısından iyidir.

En beter iktidar, iktidar boşluğundan evladır.
Yazının Devamını Oku

Ekipler amiri ruhu

25 Mart 2008
<b>ANKARA</b><br>"POLİSİN son dönemdeki başarılarını kendisine mal eden siyasi iktidar hakkında bazı kuşkular taşıdığı muhakkak. Çünkü polislerin Başbakan’ı, saygı ve şakayla da karışık olsa ’ekipler amiri’ diye kod adıyla anacak kadar meslekten saydıkları İstanbul’da konuşuluyor. Başbakan’ın polisin önemli operasyonlarına gidecek ekipleri bizzat seçtiği yine emniyetin günlük dedikodusu. Dolayısıyla soru ortadadır. Türkiye’nin en kritik soruşturmasında kim, kimden neyi saklıyor? İktidar mı saklıyor, yoksa iktidardan mı saklanıyor? Anlatırlarsa öğreniriz."

* * *

Yukarıdaki satırların Recep Tayyip Erdoğan’la ilgili olduğunu sandıysanız... Ergenekon soruşturmasını yürüten polislerin Başbakan’a kendi aralarında "ekipler amiri" diye seslendikleri izlenimi aldıysanız, peşinen söyleyelim, fena halde yanıldınız.

Çünkü önüne ve ardına tırnak açarak aktardığımız bu satırlar yeni değil.

Yaklaşık 10 yıl önce, 16 Aralık 1998’De yine bu köşede yayımlandı.

O dönemin Başbakanı Mesut Yılmaz, yürütülen soruşturma ise Susurluk’tu.

İkisinin de kaderi hakkında yeterince fikir sahibisiniz, tekrara gerek yok.

* * *

Peki, TV dizisi Türkçesiyle flash back’e, yani geri dönüşe neden lüzum gördüm?

Açıkçası, 25 Şubat’tan bu yana medyaya yansıyan bazı iddialar yüzünden.

Önce internet medyasında Başbakan’ın Emniyet Genel Müdürü’nden Ergenekon brifingi aldığı yazıldı. Ardından cumartesi günü Yalçın Bayer bu iddiayı köşesine taşıdı. Pazar günü Cüneyt Arcayürek bu iddiaya bir de Başbakan’la Ergenekon Savcısı’nın görüştüğü duyumunu ekledi.

Başbakanlık Sözcüsü Akif Beki, bu iddiaların tamamını çok ağır dille yalanladı.

(Son durum: Akif Beki’nin açıklamasına aykırı düşen, itirazı gerektiren ek bilgi yok.)

* * *

Amma ve lakin soruşturmaya siyasetçi ilgisi ne yazık ki Türkiye’nin geleneği.

Şimdi hukuki sakıncalarını, ahlaki sorunları sıralayıp kafanızı ağrıtmamayım.

Daha kestirme gidip, kıdemli polis şefiyle taze diyaloğumu aktarayım:

- Başbakan’ın soruşturmaya karışması, generalin erle sipere girmesine benzer...

- Neden?

- General olaya tepeden bakabilmeli, siperdeki askere vereceği emir yelpazesi daralmamalı.

- Aynı seviyeden bakmakta ne sakınca var ki?

- Siperi girenin sadece iki seçeneği vardır. Ya vurulur, ya da vurur.

Bu sohbetin beni açmadığını fark edince, son bir hatırlatmada bulundu:

- Unutma ki, Tansu Çiller’i de, Mesut Yılmaz’ı da istihbaratçılar bitirdi.

Ergenekon soruşturmasında siyaset izini ısrarla aramam da bu yüzden.

Akif Beki’nin açıklamasını son derece ciddiye almam da aynı nedenle!

Hem soruşturmanın, hem de siyasetin selametini gözetmek zorundayız.

Cheney’ye tek soru

ABD Başkan Yardımcısı Dick Cheney’ye tek bir soru hakkım olsaydı, Irak Özel Temsilcisi Büyükelçi David Satterfield’in şu açıklamasını hatırlatırdım: "Ancak biz şuna inanıyoruz: PKK konusu kapsamlı bir çözüm gerektiriyor. Kapsamlı çözüm diyerek sadece askeri veya güvenlik alanındaki adım veya faaliyetlerden bahsetmiyorum, ancak aynı zamanda sosyal ve siyasi ölçülerden de bahsediyorum. Bu aynı zamanda af ismiyle veya başka bir isim altında, af konseptini de içeriyor."
Yazının Devamını Oku