23 Mart 2008
<b>ANKARA</b><br>BAŞKENTİN nabzı bir merkezde atmaz, asla tek sesli olmaz. Hepsini birden dinlemeye kalkınca da ses, nefes karışır.
O yüzden önce genel havayı verelim:
1) AKP’nin kapatılması uzak ihtimal değil.
2) Tepkiler AKP’yi Anayasa değişikliği için frenleyebilir.
Bu kadarıyla yetinmeyenlere farklı merkezlerden kısa raporlarla devam edelim.
* * *
AKP’li bir kurmayla konuşuyorum. Diyor ki:
- Velev ki AK Parti kapatıldı, Başbakan dahil 20’den fazla vekile siyasi yasak geldi. Toz duman kalktıktan sonra ortaya çıkacak tablo aslında şimdiden belli: 300’den fazla vekille yola devam ederiz. Yasak Tayyip Erdoğan’ın fiziki varlığını, dinamo olarak gücünü, yol gösteren ışığını tüketmeyecek ki.
Sonra hatırlatıyor:
- Süleyman Demirel’e, Bülent Ecevit’e, Necmettin Erbakan’a da yasak konulmadı mı? Daha sonra hepsi yeniden geri dönmedi mi? Cumhurbaşkanı, başbakan olmadılar mı?
AKP kurmayının yakın tarih analizine dayalı öngörüsü böyle.
* * *
Kapatma davası sürecinde ilk hafta tamamlandı, asker sessiz kaldı.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na yönelik linç kampanyasını dikkatle izlediler.
Ama ben yakın bir zamanda TSK’nın yetkili ağızlarından dava yorumu duyulacağını sanmıyorum.
Öncelikle komutanlar, 30 Ağustos’taki devir teslim bu kadar yakınken polemiğe girmek istemez.
"Yargıya intikal etmiş konuda herkesin susması gerektiğini" düşünürken tersine hareket etmez.
Ne var ki Anayasa değişikliği ısrarı bu politikanın değişmesine yol açabilir.
Çünkü askeri çevrelerin analizi, bu dayatmanın ülkede kaos yaratabileceği yönünde.
* * *
İktidar partisi liderine yasak ihtimali hemen alternatif isim üretimine yol açtı. TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun adı merkez sağın yeni liderliğine uygun bulundu. Abdüllatif Şener’in de TOBB Üniversitesi’nde çalışıyor olması, ikili takım çıkışı potansiyelini akla getirdi. Ne var ki tanıdığım Rifat Hisarcıklıoğlu bu role soyunmaz, ilke olarak sıcak bakmaz. Muhtemelen, "Bu ortamda siyasi fırsatçılık yapılmaz, o niyetle ortaya çıkan çabuk biter" diye düşünür.
Iskalayanlarınız olmuştur... TOBB, 22 Temmuz seçiminden sonra üç krizde sivil toplumla birlikte devreye girdi. Abdullah Gül’ü seçim sürecinde ilk davet eden sivil toplum örgütü oldu. Yeni Anayasa kavgasında yine sivil topluma yer açarak yatıştırıcı rol oynadı. Türbanla ilgili Anayasa değişikliğinde sağladığı uzlaşı ortamı ise son anda bozuldu.
Peki bu kez devreye girecek mi? Çok zor, çünkü "oynama alanı bulamıyor, göremiyor".
* * *
İktidara yakın cemaatlerin havasını da aktarmak gerekiyor.
Duyduğuma göre son gelişmelere ilişkin tam görüş birliği yok.
Kimileri türbanla başlayan süreci AKP’nin iyi yönetemediğine inanıyor.
Diğerleri, AKP’nin her zamankinden fazla yardıma ihtiyaç duyduğu görüşünde.
Cemaat tavrının siyasete somut yansıması için biraz beklemek lazım.
Yazının Devamını Oku 22 Mart 2008
<b>ANKARA</b><br>ÖNCE başkentte yaşananın adını koyalım: Bu bir sistem krizidir. Anayasa’nın altıncı maddesi hem egemenliğin sahibini, hem de nasıl kullanılacağını tarif eder:
"Madde 6: Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir. Türk Milleti, egemenliğini, Anayasa’nın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır."
Sokak diline çevirirsek, egemenlik yürütme, yasama ve yargı ile Anayasa’da sayılan diğer yetkili organlarca (Örneğin Cumhurbaşkanı, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı, YÖK gibi) paylaşılır. Anayasa bu organların hiçbirisini diğerine üstün tutmaz. Hepsinin uyum içinde çalışmasını emreder, aralarında ahengi sağlama görevini de Cumhurbaşkanı’na emanet eder.
Yani ahenk varsa sistem çalışır, yoksa sistem aksar.
Yine bugün Ankara’da yaşananlara dönersek;
Yargı görevdeki Cumhurbaşkanı ve hükümet partisi hakkında iddianame düzenliyorsa,
Yürütme, yargının tabi olduğu hukuku işine geldiği gibi değiştirmeye kalkıyorsa,
Kolluk güçleri, dördüncü kuvvet sayılan medyaya sabaha karşı baskın veriyorsa,
ortada ciddi bir sistem krizi var demektir.
Sistem krizinin süresi ve sonuçları öngörülemez.
Sanki aynı rayda ve birbirlerine doğru hızlanan trenleri izliyor gibiyim.
Bu kez iş çok ciddi!
2 savcıya da saygı
DEMOKRASİ çifte standart kaldırmaz. O yüzden Yargıtay Başsavcısı’nın tüzel şahsında hukukun üstünlüğünü savunanlar, kalkıp Ergenekon Savcısı’na hakaret yağdırmasın.
Ama ve fakat, Başsavcı’ya karşı linç kampanyasını yürütenler ve/veya sessiz kalarak suça ortak olanlar, iki ayrı hukuki sürecin benzemezliğini de göz ardı etmemeli:
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı, 162 sayfa iddianame yazdı, 17 klasör kanıt topladı.
Ergenekon Savcısı’nın, iddianame olmadan 8 aydır içeride tuttuğu zanlı var.
Tek hukukta bu kadar fark normal mi?
Uzlaşı simgesi sekreter
TÜRKİYE’de sağduyunun emrettiği uzlaşının ölçüsünü fazla uzakta aramayın.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’nın sekreterine bakın yeter.
Görevde açık, dışarıda türbanlı dolaşıyor, özel yaşamıyla işine gönüllü duvar örüyor.
Keşke, "Üniversite ilk adım, türban kamuya girecek" diyen AKP’li zevat... Ya da, "Üniversiteye türbanlı girerse rejim çöker" iddiasındaki karşı cephede, o sekreterin sağduyusu olsaydı...
Sizce AKP iddianamesine gerek kalır mıydı?
Yazının Devamını Oku 18 Mart 2008
<b>ANKARA</b><br>GALİBA bazı basit sözcük ve/veya unvanların anlamını yeniden düşünme zamanı geldi. İlk dersimiz savcı unvanı.
Dün Türk Dil Kurumu sözlüğünde "Savcı" başlığında yazılanı tekrar okudum. Diyor ki; "Devlet adına ve yararına davalar açan, kamu haklarını ve hukuku yerine getirmek üzere yargıç katında sanıkları kovuşturan görevli, müddeiumumi."
Sanırım bu son sözcüğü gençler pek anlamaz. "Müdde-i umumi", kamu adına iddiada bulunan demek. İngilizcesi (Public Prosecutor) veya Almancası da (Staatsanwalt) aynı anlama gelir.
Yani savcının işi kamu adına sormak, soruşturmak, iddiada bulunmak.
* * *
İkinci dersimiz egemenlik ve milli irade olsun.
Başbakan, Meclis kürsüsünde arkasındaki duvarda yazanı okuyor:
"Egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir."
Ama devamını getirmiyor. Oysa Anayasa’nın aynı, altıncı maddesi diyor ki; "Türk Milleti, egemenliğini, Anayasa’nın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanır."
"Yetkili organlar" ifadesi herhalde süs diye konulmadı. Başbakan halkına her sabah pencereden bakarak, yoldan geçene sorarak danışacak değil ya... Meclis’in meydan mitinginin yerini alması, bağımsız yargının lince tercih edilmesi bu yüzden.
Başbakan’ın hükümeti de, Yargıtay Başsavcısı da aynı milli iradenin eseri, egemenliğin parçası. Arada düşmanlık, husumet, rekabet doğması/yaşanması eşyanın tabiatına aykırı.
Tabii eğer milli iradenin yetkili organlarının birisini diğerine üstün saymıyor... Yasama, yürütme ve yargının güçler ayrılığına yürekten inanıyorsanız... Peki aksi halde ne olur? Yargıç, savcı ve avukatların Hitler’e yemin ettiği günlere döneriz.
Yasama, yürütme, yargı tek elde toplanır, adı diktatörlük olur.
* * *
O yüzden 7’den 70’e herkesin tercih zamanı yaklaşıyor.
1) Savcı’nın iddianamesiyle hemfikir olmayabilirsiniz. (Ben değilim.)
2) İstenilen cezayı haksız ve yersiz bulabilirsiniz. (Şiddeti savunmayan partilerin kapatılmasına, siyasi yasağa karşıyım.)
Ama aynı Savcı’nın sırf iddianame hazırladı diye siyasi/medyatik lince uğramasını çok tehlikeli buluyorum. Çünkü Savcı’nın güç aldığı kaynak milli iradenin kendisidir.
Sizin, benim hakkımız, hukukumuzdur. Hukuk önce bana lazımdır!
Parti kuran başkanlar
BU köşede parti kuran belediye başkanları listesini yazdım. Recep Tayyip Erdoğan dahil çok isim sıraladım ama sadece Murat Karayalçın analizini yollama nezaketini gösterdi:
"Sevgili Enis Bey,
9 Mart günlü yazınızda yer alan ’Parti kuracak kadar güç kazanan başkanlar’ biçimindeki ifadenin mali ve maddi zenginliğe de işaret ettiği izlenimini aldım ve içimden bununla ilgili değerlendirmelerimi bir karşılaştığımızda Enis Bey’e söylerim dedim. Ancak yazınızda ayrıca ’tarihe dipnot’ düşmek istediğinizi belirttiğiniz için değerlendirmemi yazılı olarak ifade etmenin daha uygun olacağını düşündüm. Önce emekli maaşımın dışında hiçbir gelirimin ya da akarımın olmadığını belirtmek isterim. Ayrıca eşimin üzerine kayıtlı konutla olan dolaylı ilişkinin dışında hiçbir mal varlığım da bulunmamaktadır. Yazınızdaki güç kazanma ifadesi mali ve maddi açıdan değil de siyasi açıdan kullanıldıysa, o gücü de, 1995 yılında, hiçbir zorunluluğum olmadığı halde Başbakan Yardımcılığı’nı, Dışişleri Bakanlığı’nı ve SHP Genel Başkanlığı’nı bırakarak SHP-CHP birleşmesi için kullandığımı anımsatmak isterim. SHP’nin 2002’de yeniden açılmasında kurucu genel başkanlık görevini üstlenmem, sevgili Erdal İnönü’nün 2001 Kasım’ında bir parti kuruluşunda yer almayacağını açıklamasının yol açtığı özel bir durumdan kaynaklanmaktadır ve sanırım söz konusu yazınızda kullandığınız tahlilin tümüyle dışında bir durumdur.
Saygılarımla,
Murat KARAYALÇIN
SHP Genel Başkanı"
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2008
<b>ANKARA</b><br>SANIRIM AKP’nin fanatik hayranları ile yeminli düşmanları hariç tutulursa kahir ekseriyetin kafası karışık. Çünkü savcı, AKP’yi şeriat düzeni kurma amacıyla itham ediyor, kanıt sunuyor. Oysa sokaktaki vatandaş, aynı partinin tam aksi yöndeki icraatını görüyor, yaşıyor. Hafta başında bu köşede, "Ama hangi Tayyip?" diye sormuştum.
Aynı akıl yürütme, "Bu dava hangi Tayyip’e" sorusunu da zorunlu kılıyor. Çünkü;
Bu dava, Türkiye’yi Avrupa Birliği ile müzakere masasına oturtan, çağdaş demokrasi ve hukukun gereği yasal düzenlemeleri Meclis’ten geçiren Tayyip’e mi açılıyor?
Hiç sanmıyorum...
Enflasyonu tek haneli rakama çekip, faiz yükünü üçte birine düşüren, bütçesi fazla veren, yabancı yatırımlarda rekor kıran, küreselleşen ekonominin kaptanı Tayyip’e mi açılıyor?
Asla öyle düşünmüyorum...
* * *
Peki o zaman dava hangi Tayyip’e açılıyor?
2005’te Lübnan dönüşünde uçakta Kuran kurslarında yaş sınırını tartışmaya açan... Yeni Anayasa’yı sanki parti tüzüğü gibi hazırlatıp toplumsal uzlaşma aramadan dayatmaya çalışan... Türbanı yüzünden eğitim alamayan binlerce genç kızın hak mücadelesini siyaseten yönetmeyi beceremeyip toplumda zıtlaşmaya yol açan siyasetçiye olmasın?
O yüzden kusura bakılmasın ama, bu davada 16 milyon 500 bin AKP seçmenini tanık göstermek, sadece meselenin özünü tamamen ıskalamak anlamına gelir.
Çünkü 16 milyon 500 bin oy, memleketi şeriat düzeniyle idare etmek isteyen partiye atılmadı. Bu ülkede din düzenini arzu edenlerin oyu birkaç puanı geçmez.
Zaten eğer Tayyip Erdoğan oyların gösterdiği mecburi istikameti takip etseydi, Avrupa ve küresel ekonomi yolundaki adımlarını hızlandırsaydı, başına bu dava da gelmezdi...
Tekrar ediyorum, gelmezdi. Üstelik bu iddia, bir temenni değil kanıtlı tespit. Çünkü örneğin Avrupalı olsaydık... Parti kapatma konusundaki hükümlerde şu sınırlama yer alacaktı:
"Siyasi partilerin yasaklanması ya da kapatılması, ancak partilerin anayasa ile güvence altına alınan hak ve özgürlükleri ortadan kaldıracak şekilde, demokratik anayasal düzeni yıkmak için şiddet kullanılmasını savunması ya da şiddeti politik bir araç olarak kullanması durumunda haklılaştırılabilir. Bir partinin anayasanın barışçıl yollarla değişmesini savunması, o partinin yasaklanması veya kapatılması için yeterli gerekçe oluşturmaz." (AB Venedik Komisyonu raporundan aktaran Doçent Oktay Uygun)
* * *
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Siirt konuşmasında yazının girişinde dikkati çektiğimiz Avrupa Birliği mesaisi ve küresel ekonomiye entegrasyon performansıyla övündü.
Ekrandan gördüğüm kadarıyla kendisinin ve partisinin bu davayla haksızlığa uğradığı hissiyatını yansıtıyor ve maalesef iki önemli yanlışta ısrar ediyordu:
1) Demokrasilerde mesele liderin samimiyetine inanmak ve/veya sorgulamaktan ibaret değildir. Bendeniz, Erdoğan’ın "demokratik, laik, sosyal, hukuk devleti" vurgusunu son derece önemsiyorum, yeterli güvence sayıyorum. Ama demokrasi, kişi değil kurum rejimidir. Padişahın söyleyip, tebaanın dinlediği günler geride kaldı. Demokrasilerde partiler siyasi projelerini topluma anlatır, benimsetir, iktidara gelirler. AKP’nin projesi AB ve küresel ekonomiye uyumlu, daha zengin ve demokratik bir Türkiye idi. Bu proje ile oy aldı. Bugün sorgulanan da Tayyip Erdoğan’ın niyeti değil, bu projede neden topallamaya başladığıdır, karıştırılmasın.
2) Yine demokrasilerde parti kapatma davalarını oy oranlarıyla izaha kalkışmak en hafif deyimiyle "şık" olmaz, kuvvetler ayrılığı mantığına ters düşer.
Son söz... Zaten 50 küsur yaşında, kimbilir kaçıncı kez parti kapatma üzerine kalem oynatmak yeterince moral bozuyor. Bir de gelen tepkilerin seviyesini görünce daha da üzülüyorum.
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2008
ANKARAAKP’yi kapatma davasında zamanın bu parti lehine işleyeceği aşikár. Türkiye, Avrupa Birliği yörüngesinde ilerledikçe parti kapatmanın anlamsızlığı daha iyi anlaşılacak. Ne var ki, kapatma davasının zamanlaması ilginç.
Anayasa Mahkemesi’nin son türban paketine ilişkin kararına yön verecek raporun eli kulağında.
Diyelim ki, Meclis’ten geçen, Köşk’ten onay gören değişikliğin Anayasa’nın temel/değişmez hükümlerine aykırı düştüğü yolunda rapor verilirse...Dahası Yüksek Mahkeme’den bu yönde karar çıkma ihtimali artarsa... O zaman kapatma davasına ilişkin algılama da değişir. Anayasa Mahkemesi’nin türban değişikliğini iptalinin AKP’yi kapatma davasına en güçlü kanıtı oluşturacağı ortadadır. Türkiye’de işlerin otomatik pilota geçmesi riskinden kastımız da budur.
Yanlış seçici algı
Ahmet Türk, Selahattin Demirtaş ve Fatma Kurtulan... DTP’nin bu üç ismi son günlerde sadece Çankaya Köşkü ve siyasi partileri değil, gazete büroları ile yazarları da ziyaret ediyor. DTP’liler önceki gün Ankara Büromuza öğle yemeğine geldi.
Partinin Grup Başkan Vekili Selahattin Demirtaş, sabahtan Sincan Cezaevi’nde yatan DTP Başkanı ağabeyi Nurettin Demirtaş ile görüşmeye gitmişti. O yüzden bizlere biraz geç katılabildi.
Samimi bir sohbet ortamında Demirtaş’a aklıma takılanı sorma fırsatını buldum:
- Kara harekátına karşı çıktınız, mitingler bile düzenlediniz. Ama Diyarbakır’daki bombalı saldırıyla ilgili neden eylem yapmadınız, örneğin çocukların öldüğü yere yürümediniz?
Selahattin Demirtaş bu soruyu yanıtlarken söze Ahmet Türk ve Fatma Kurtulan da katıldı.
Bir süre tartıştıktan sonra DTP’nin olayların gelişimine ilişkin algılamasını şöyle anladım:
1) PKK saldırıya uğramazsa silah kullanmayacağını açıklıyor. (DTP bazen bu politikayı yanlış şekilde silah bırakma olarak tarif ediyor. Oysa ateşkes ve silah bırakma farklıdır.)
2) Buna karşılık güvenlik güçleri ile Türk Silahlı Kuvvetleri yurt içinde/dışında PKK’ya karşı askeri operasyonlara kararlılıkla devam ediyor.
3) İşte o yüzden DTP’nin çağrısı ve eylemlerinin muhatabı TSK ile güvenlik güçleri. Operasyonlara ara verilirse, PKK da saldırmayacak ve silahlar susacak.
Peki hangi devlet terörle mücadele ederken, dağlarında silahlı insanlar gezerken, operasyonlara ara verir? Kim, neden ve nasıl böyle bir beklentiye girer?
Sanırım ortada çok ciddi bir seçici algı yanlışlığı var.
Çünkü Selahattin Demirtaş, sohbetin orta yerinde bana dönerek sordu:
- Başbakan, ’durduk yerde operasyon olmaz’ dememiş miydi?
Demirtaş bu soru cümlesiyle ne kastetti? Anlamak için Ekim 2006’ya dönmek gerekli.
O tarihte PKK yaklaşan kış koşullarını da dikkate alarak tek taraflı ateşkes ilan etti, Türk kamuoyu ABD ile yeni kurulan terörle mücadele koordinasyonuyla ilgiliydi.
İşte bu siyasi ve psikolojik iklimde ABD’ye uçan Başbakan’a gazeteciler ateşkesi ve askeri operasyonları ısrarla sordu...Erdoğan şu yanıtı verdi:
- Eğer terör örgütü sözünde durursa güvenlik güçleri durup dururken operasyon yapmaz. 1.5 yıl önce Siirt’te DTP temsilcileriyle konuştum. Bana, devlet bütün operasyonları durdursun, dediler. Onlara da şunu söyledim: Devlet operasyonu durdurmaz. Gerektiğinde yapar.
Bu diyalog 1 Ekim 2007 tarihli gazetelerde yayınlandı. Yanlış seçici algı dediğim refleks, bu mülakátta geçen tek bir cümleyi cımbızla seçti, dev aynasına yansıttı:
"...Güvenlik güçleri durup dururken operasyon yapmaz."
Algı farkına yarın da devam edeceğiz.
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2008
<b>ANKARA</b><br>GAZETECİ Taha Akyol’un "Ama Hangi Atatürk" kitabını okudum. Ahmet Hakan’ın Tarafsız Bölge programında kitapla ilgili tartışmayı da izledim.
Sonuçta Sabancı Üniversitesi’nden tarih hocası Cemil Koçak’ın kitabın ismine dönük önerisine içtenlikle katıldım. Bence de kitabın ismi, Doçent Koçak’ın önerdiği -ve Taha Akyol’un da "Benim de aklıma geldi" diye teyit ettiği gibi- "Politikacı Atatürk" olmalıydı.
Çünkü Atatürk’ün kitapta incelenen Osmanlı subayı, ulusal Kurtuluş Savaşı önderi ve devrimci kimliklerinin her birisinde icab-ı zamana uygun siyasi manevraları zorunluydu.
Aynı programda Araştırmacı Mehmet Ali Gökaçtı, Atatürk’ün zamana uyum çabalarının dış konjonktüre/zorlamaya bağlı olduğunu hatırlattı. Ve bu tespit bendenizi bugüne getirdi.
Aklıma üç kelimelik soru düştü:
- Ama hangi Tayyip?
* * *
Başbakan’ı sevenler ve/veya isminin Atatürk’le aynı satırda geçmesini istemeyenleri peşinen uyarayım. İki lider arasında benzerlik/zıtlıkları arıyor değilim.
Meramım Başbakan’daki değişimi dış konjonktür çerçevesinde analizden ibaret.
İl Başkanı, Belediye Başkanı, hatta parti genel başkanı Recep Tayyip Erdoğan, dış politikanın hassas dengelerinden ve baskılarından uzak, küresel dünyaya teğet yaşamanın keyfini sürüyordu.
Gerçek değişim, biraz da asker vesayetinden kurtulmak üzere Avrupa Birliği yörüngesine sığınmasıyla hissedildi... Zina krizinde geri adım, AİHM’nin türban kararına teslimiyet, Kıbrıs’ta siyasi maliyetli çözüm arayışları hep bu ana eksene/hedefe bağlıydı.
Ne zaman ki Avrupa Birliği yan çizmeye başladı...
Yine ve yeniden farklı Başbakan portresi zuhur etti.
Yüzde 46.6’yı her derde deva sayan, Anayasa için uzlaşmayan, türbanda dayatan Recep Tayyip Erdoğan, Avrupa Birliği hedefinden uzaklaştıkça değişecek... Hele ekonomik sıkıntı artarsa bu değişim giderek regresif nitelikte yaşanacak... Başbakan geçmişinde yatan -daha sonra reddettiği- bazı değerlere yapışacak korkusundayım. O yüzden "Ama hangi Tayyip?" sorusunu ciddiye alıyorum.
Çoğu muhalifi gibi geçmişine bağlı olarak değil, gelecek merakıyla!
Prodi diye kime yapıştı?
İDDİAYI herhalde okudunuz: Tansu Çiller, başbakanlığı döneminde, Türkiye’nin Avrupa ile Gümrük Birliği anlaşmasına karşı çıkan İtalyan Başbakanı Romano Prodi’yi kravatından tutup sürüklemiş. Aktaran danışmanı, şahit gösterdiği uluslararası bir kadın avukat. Avukat Hanım, "Bilmiyorum" diyor, onu geçelim. Çiller efsanesinin tarihi tutmuyor!
Çünkü Prodi, Türkiye Gümrük Birliği pazarlığı yaparken İtalya’nın başbakanı değil.
Prodi başbakanlık koltuğuna 1996 mayıs ayında, yani Gümrük Birliği anlaşması imzalanıp, yürürlüğe girdikten beş ay sonra oturuyor.
Haydi, "Danışman yanıldı" desek, meselenin devamı var, aktaralım.
Danışmanı bu hikáyeyi duyduğunda Çiller’e soruyor. Yazılana göre eski Başbakan, "Memleket için neler yaptık da, bilen, takdir eden yok" diye hayıflanıyor.
Diyelim ki ortada bir kravata yapışma hadisesi var.
Masada Çiller’in karşısında oturan Prodi olmadığına göre...
Sayın eski başbakan, Prodi niyetine kimi kravatından çekiştirdi acaba?
Yazının Devamını Oku 9 Mart 2008
ANKARAGALİBA Soğuk Savaş’ın bittiğini kabul etmekte zorlanıyoruz. Öyle ki, sıcak savaşı bile hálá kalubeladan kalma, antika formatıyla tartışıyoruz. Hani neredeyse Türk ordusunun at sırtında hilal formasyonuyla düşmana akın ettiği günleri özlüyoruz.
Oysa dünya değişti, teknoloji gelişti, savaş oyunları güncellendi.
Soğuk Savaş günlerinde temel doktrin ilk vuran olmak, düşmanı bitirmekti.
Ama bugün savaşan tarafların gücü eşit değil, asimetrik imha potansiyeli ortada.
Örneğin, ABD isterse Afganistan’ı bir gecede yerle bir, dümdüz eder.
Ancak tıpkı İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’da yaşadığı gibi önce yıkıp sonra yeniden inşa zahmetine katlanmak istemez. Zaten bu yüzden 1990’ların ikinci yarısından itibaren halı bombardımanı yerine Etki Odaklı Harekát (Effect Based Operation) konsepti uyguluyor.
Bu yeni harekát konseptinde, sivil ve askeri otorite, müşterek nihai hedefi belirliyor. Topyekûn savaş yerine önceden belirlenen hedeflerin imhası ile sonuca ulaşılmaya çalışılıyor.
(NATO’nun 1999 baharında Sırbistan’a düzenlediği hava akınlarını hatırlarsınız. Seçilmiş Sırp hedefleri 3 ay müddetle bombalanarak; 1) Sırp ordusunun Kosova’dan çekilmesi, 2) Uluslararası Barış Gücü’nün aynı bölgeye yerleşmesi, 3) Miloseviç rejiminin yıkılması sağlandı.)
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak operasyonu da Etki Odaklı Harekát niteliğindedir.
Pijamalı paşaların hayalini kurduğu, Musul ve Kerkük’ün fethinin yaya 10 bin askerle mümkün olmadığı ortadadır. Operasyon süresine bakılarak, "Türkiye’yi PKK ile masaya oturmaya zorluyorlar" hükmüne varmak için de eldeki veri yetersizdir.
Eğer Etki Odaklı Harekát’tan söz ediyorsak, sivil ve askeri ortak komuta merkezinin, yani MGK’nın sınır ötesi talimatını bir kez daha hatırlamakta yarar vardır.
MGK, Türk askerine 1) Kuzey Irak’taki hedeflerin imhasından sonra dönme talimatı verdi, 2) Hükümete Irak’la siyasi, ticari ve enerji işbirliğini geliştirme hedefini koydu.
Nevruz öncesi Zap kampının imhası ilk maddenin sonucudur. Celal Talabani’nin beş bakanıyla Ankara’ya koşması, askeri olmayan hedeflere yaklaşıldığının işaretidir.
* * *
Harekát tartışmasının yanlış eksende yürüdüğü bellidir. Ancak bu yanlış, askerin kendisine sınır ötesi yetkisini tanıyan yasama erkiyle kavgaya girmesi için yeterli sebep değildir.
Parti kuran başkanlar
ERTUĞRUL Özkök, zengin gösteren laciler giyen ama aslında fevkalade mütevazı yaşayıp aramızdan ayrılan belediye başkanları döneminin bittiğini İhsan Alyanak’ın cenazesi vesilesiyle yazdı.
Bana da vesile oldu, 1980 sonrasında parti kuracak/iktidara yürüyecek kadar güç kazanan başkanların isimlerini tarihe dipnot olarak düşmek istedim.
Tabii ki önce Bedrettin Dalan’ın ismi geliyor akıllara... Tarih sırasıyla devam edersek, Murat Karayalçın’ı, Ali Müfit Gürtuna’yı ve Melih Gökçek’i de listeye ilave etmek lazım.
Ama kurduğu partiyle iki seçim kazanan Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın liste başı olmasına sanırım kimse itiraz etmez. Unuttuğum kaldı mı bilmiyorum!
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2008
<b>ANKARA</b><br>CELAL Talabani’nin Ankara ziyaretiyle ilgili çok önemli iki zamanlama taktiğine işaret etmek istiyorum. İlki kara harekátının başlaması haberlerine kurban gitti, ikincisi çekilme kavgası nedeniyle dikkatten kaçtı. Şöyle ki; 1) 20 Şubat tarihli MGK toplantısında Türk birliklerine birkaç saat içinde sınırı geçme talimatı verilirken, eşanlı olarak Irak Cumhurbaşkanı Celal Talabani’nin Ankara’ya davet edilmesi kararı alındı.
2) ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Casey "TSK Irak’tan çıkmalı" açıklamasını yaparken -ve Genelkurmay’a göre çekilmenin başladığı saatlerde- Bağdat’ta bulunan Türk heyetinin tek çabası Talabani’yi Türkiye ziyareti için ikna etmekti.
Bu görev Irak Özel Temsilci Vekili Murat Özçelik’le birlikte Bağdat’a giden Başbakan Başdanışmanı Büyükelçi Ahmet Davutoğlu’na düştü. Davutoğlu bir saate yakın başbaşa görüştüğü Talabani’ye açıkça şu mesajı verdi:
- Ya şimdi gelirsiniz ya da bir daha mümkün olmayabilir...
Talabani kesin kararını verdi, ziyaret tarihi Türk askerinin çekilme günü açıklandı.
* * *
Türk sivil-askeri yerleşik düzeninin ani Talabani sevdasının sebebi sır sayılmaz.
Türk askerinin terörist kovalamak üzere girdiği toprakların yasal Cumhurbaşkanı Celal Talabani.
O yüzden Talabani’nin Ankara’yı ziyareti askeri harekáta uluslararası meşruiyet kazandıracak.
Biraz geçmişe dönersek, bu zamanlamanın önemini daha iyi anlarız.
Türkiye’nin 1974 Kıbrıs Barış Harekátı’nın üzerinden tam 34 yıl geçti.
Bir Yunanistan Başbakanı’nın Ankara ziyareti için 49 yıl bekledik.
Celal Talabani ise harekáttan sadece bir hafta sonra konuğumuz oluyor.
* * *
Ankara’nın askeri güç takviyeli diplomasisi ile Irak’ta yol alındı mı?
Irak Özel Temsilci Vekili Murat Özçelik’e göre;
1) Kuzey Irak Türkiye’nin ciddiyetini anladı.
2) Sünni ve Şii Araplar toprak bütünlüğüne sahip çıktı.
Peki Celal Talabani Ankara’da bu yönde makul mesajlar verecek mi? Mümkün... Ama basın planlamasına bakıldığında, kendi kamuoyunu tatmine dönük ve Türk kamuoyunu kızdıracak açıklamaların da muhtemel olduğu görülüyor.
Yine de unutmayın ki bu ziyaret için önem taşıyan kapalı kapıların ardında söylenenler olacak!
Baykal’a Baba desteği
CHP lideri dün CNN-Türk’te Fikret Bila ve Murat Yetkin’in konuğuydu. Programdan sonra çay sohbeti imkánı bulduk.
Dokuzuncu Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in kendisini aradığını duymuştum. Sordum, doğruladı:
"Evet, aradı. ’Çok iyi gidiyorsun, bir tek sen kaldın’ dedi. Ayrıca Bahçeşehir Belediye Başkanı Kemal Aydın’la çok özel bir ilişkisi var. ’Yanımda, randevu ver, sana göndereyim’ dedi, salı günü Kemal Bey bize katıldı."
Siyasetin iki duayeni arasındaki bir önceki bilinen temas 4 Haziran günü, 27 Nisan muhtıra fırtınası sırasında yaşandı.
Bu görüşme de CHP ile Genelkurmay gerginliğine rastladı. Sadece tesadüf mü, bilemem.
Baykal’ı yakalamışken, "Askerden bir mesaj var mı?" diye sordum. "Üstü kapalı mesajlar var, ’sizi kastetmedik’ diye. Ama yazılı açıklama hiçbir izaha gerek bırakmıyor" yanıtını verdi.
Yazının Devamını Oku