4 Mart 2008
<b>ANKARA</b><br>GENELKURMAY Başkanı’nın basın brifinginde Ankara temsilcileri ile kuvvet komutanları aynı masayı paylaşıyor. Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ın tam karşısındaki dev ekranda kare hiç değişmiyor. Cemseyle operasyondan dönen askerler bize bakıyor. Belki de hepsinin objektife baktığı an perdeye yansıdığı için sanki göz teması kuruyoruz gibi geliyor bana.
Orgeneral Büyükanıt, bir ara perdeyi gösteriyor, altyazıyı da okuyor: "Yorgun ama mağrur askerlerimiz... En soldakine belki dikkat etmediniz. Sağ gözü kapalı."
* * *
Geçen çeyrek asırda çok sayıda sınır ötesi harekát izlemiş bir gazeteci sıfatıyla Büyükanıt’ın ikon fotoğraf seçimine katılıyorum. Çünkü operasyonun hava ve arazi koşullarını iyi anlatıyor.
Zaten Orgeneral Büyükanıt da operasyon başarısını aynı eksendeki sorularla izah ediyor:
Neden bu mevsim?
Mevsim seçiminde öngörülebilir risk aldık. Ancak bu mevsimde PKK patlayıcılarını kullanamıyor. Dolayısıyla tek bir mayın zayiatı vermedik.
Kim fazla etkilendi?
Soğuk hava koşulları Türk Silahlı Kuvvetleri’nden çok PKK’yı etkiledi. Çünkü bizim teçhizatımız daha iyi. Birliklerimizin fiziki güç ve eğitimleri yüksek.
Neden gece çatışması?
Türk birlikleri operasyon süresince gündüz yaya yürüdü, gece çatışmaya girdi. Gece çatışmaları özellikle tercih edildi, PKK en büyük zayiatı geceleri verdi. (Büyükanıt, "Geceler bizim" dedi.)
Niçin Kandil yerine Zap?
Kandil, Türk sınırından 9 gün mesafede eğitim ve lojistik amaçlı kullanılan bir kamp. Oysa Zap, Büyükanıt’ın tabiriyle "Silahlı terörün beyni".
Hangi birlik havadan indi?
Genelkurmay Başkanı, harekátta PKK’yı şaşırtacak yeni teknoloji ve taktiklerin uygulandığını vurguladı, "Uçan birlikte ilk kez bir alay havadan indirildi" diyerek örnek verdi.
* * *
Kuzey Irak operasyonu sırasında Türk birlikleri ABD işgal gücüyle veya peşmerge ile hiç karşı karşıya geldi mi? Büyükanıt, herkesin merak ettiği bu soruyu da yanıtlıyor:
"Amerikalılar ile sürekli temastaydık. Hiçbir gerginlik olmadı."
Barmerni’deki Türk tanklarının üsten çıkışının sivillerce engellendiği haberlerini de çok ciddiye almışa benzemiyor: "Savaşta bazen aldatma, yanıltma taktiği de uygulanır. Örneğin, Zap’a girmeden Avaşin’i bombaladık ki, o tarafa takviye yollamasınlar. Barmerni’deki tankların bu operasyonda görevi zaten yoktu."
* * *
Genelkurmay Başkanı, özellikle TV kanallarının kilometrelerce uzaktan, örneğin Habur’dan Zap operasyonunu yorumlamalarını biraz tiye aldı gibi geldi bana... Şu örneği boşuna vermedi herhalde:
"Mesela saygıdeğer bir muhabir... Biliyorsunuz Siirt ile Şırnak arasında sivil hava koridoru var. Hava gayet açık, güneşli. Dört motorlu bir yolcu uçağı geçiyor. Muhabir diyor ki, ’İşte insansız hava aracı, görüyorsunuz’. Saat başı haber isterseniz, yanlış kaçınılmaz."
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2008
ANKARALEYLA Zana’yı ilk kez Temmuz 1991’de Diyarbakır’da gördüm. Vedat Aydın’ın cenaze töreninde yediği polis dayağı yüzünden hastanelikti.
Patlıcanı kıskandıran morlukta yüzü ve kollarını tarihe dipnot düşmek amacıyla fotoğraflamak isteyince diğer muhabir arkadaşlarla birlikte polis şefkatinden (!) nasibimi fazlasıyla aldım.
Arkadaşım ve neredeyse 30 yıla varan kariyerimin büyük bölümünü paylaştığım Faruk Bildirici’nin "Yemin Gecesi" (Doğan Kitap) ismini taşıyan kitabında o karanlık günleri sorgulayan/ışık tutan onlarca çarpıcı ayrıntı mevcut. Ama ben, Vedat Aydın’ın ölümünü seçtim.
* * *
Vedat Aydın, 1954’te Diyarbakır’ın Bismil İlçesi’ne bağlı Kazancı Köyü’nde doğdu. 1979’da Ziya Gökalp Lisesi’nde tarih öğretmenliğine başladı. 12 Eylül darbesinde tutuklandı, 1984 yılına kadar cezaevinde kaldı. Devrimci Demokrat Kültür Derneği (DDKD) davasında yargılandı.
1990’da, İnsan Hakları Derneği Diyarbakır Şubesi’nin kurucu üyeleri arasında yer aldı. İHD’nin Ankara’daki kurultayında Kürtçe konuştu, hakkında dava açıldı. Savunmasını da Kürtçe yapınca ünlendi. 1991 yılının Mayıs ayında HEP Diyarbakır İl Başkanı oldu. Üç-beş ay daha fazla yaşasaydı belki arkadaşları Leyla Zana ve Hatip Dicle gibi Meclis’e bile girebilirdi. Ama olmadı!
5 Temmuz 1991 gecesi evinden polis olduğunu söyleyen kişilerce kaçırıldı. Birkaç gün sonra ağır işkenceye uğramış ve 8 kurşunla delik deşik edilmiş bedeni Ergani-Maden yolunda bulundu.
Susurluk soruşturmasında Vedat Aydın cinayeti, devlet içi çetelerin işi sayıldı.
* * *
Ama Leyla Zana, Vedat Aydın cinayetinin resmi tarihe geçiş biçimine itiraz ediyor.
En azından devlet çetelerine ortaklık edenlerin varlığından bahis açıyor:
"Devlet çeteleri ile bizim içimize sızan çeteler işbirliği halinde onu (Vedat Aydın) ortadan kaldırdılar. Vedat Aydın çok dürüst, dobra konuşan, bölgede çok sevilen bir insandı. Onun ortadan kaldırılması iki kesimin de hesabına geldi." (Yemin Gecesi, s. 98)
Faruk’un kitabında Leyla Zana iki önemli tespitte daha bulunuyor.
1) Eğer yaşasaydı, Vedat Aydın’ın Kürt hareketinin ön saflarında yer alabileceği, hatta liderliğine gelebileceği öngörüsünü ilk kez paylaşıyor.
2) Vedat Aydın’ı ortadan kaldıranların koordinatlarını, "Bu projenin aktörlerinin iç ve dış güçlerle bağlantıları var" diye veriyor.
Leyla Hanım suçluyor ama ayrıntıya girmiyor.
Haydi iç güçleri anladık da, dış güçlerden kimi kastediyor?
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kara harekátı düzenlediği güney komşumuz Barzani’yi mi? Yoksa o topraklardaki işgal gücü ABD’yi mi? İsim vererek kimi kırmaktan kaçınıyor?
Ayrıca savaşan taraflardan Ankara iyi kötü kendi evini temizliyor.
Susurluk, Ergenekon derken devlet çetelerinin cesareti kırılıyor.
Oysa Leyla Hanım, kendi evinden o kadar emin mi?
Bingöl’deki 33 askeri şehit ederek ateşkesi kim bozdu? Diyarbakır’daki çocuk katili bombayı kim patlattı acaba biliyor mu? Matruşka gibi çete içinde çete halinde yaşayan bir yapıyı neden destekliyor ki?
* * *
Faruk Bildirici’nin son kitabı da Tansu Çiller ve Mesut Yılmaz çalışmaları gibi dikkatli ve dengeli gazetecilik ürünü. Yine de okurken Kürtler de kızacak, Türkler de...
Kızmasınlar, Faruk’un anlattığı ortak kanlı tarihimizden ibarettir.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2008
<b>ANKARA</b><br>BU ülkede camiyi-kışlayı ayağa kaldıracak iki tehlike nedir diye saysak... Herhalde ezici çoğunluğun yanıtı, irtica ve ayrılıkçı terör olur. O yüzden 28 Şubat günlerinde Gaziantep’te İncil satıyor diye yayınevi bombalayan... 10 yıl sonra Diyarbakır’daki Irak’a en büyük kara harekátına muhalefet mitinginde elinde Kuran’la meydana çıkan İmam Muhittin Eryılmaz dikkatle izlenmelidir.
Çünkü her siyasi dönemin olağan şüphelisi haline gelmek öyle kolay iş değildir.
* * *
Adına Vasat denilen tek kullanımlı örgüt
18 yıllık İmam Şahmerdan Sarı, 1992 yılında Sahabe Dergisi etrafında örgütlenmeye başladı. Derginin ismi 1996 yılında Vasat olarak değişti.
Örgüt Türkiye’yi "Dar-ül Harp" sayıyor, militanlarına "firavunlara memurluk etmeyin, okullarında eğitim almayın, askerlikten kaçın" çağrısında bulunuyordu.
Hizbullah çizgisine yakın Şahmerdan Sarı, otoriter bir liderdi, çekirdek kadronun pek genişlemesine izin vermedi. Tabir yerindeyse başka yerde şube açmadı!
Örgütün insan ve mali kaynağı nasıl sağladığı, polis kayıtlarına Sarı’nın ifadesiyle geçti:
"Görev yaptığım camilerde yatsı namazından sonra toplanan cemaatten örgüt için öğrenciler edindim. Bunları eğiterek başka camilerin Kuran kurslarında öğretmenlik yaptırdım. Örgütün en büyük geliri kurban derilerinden sağlanıyordu."
Vasat örgütünün ses getiren tek eylemi, 14 Eylül 1998 gecesi yaşandı. Fuarda İncil satan Müjde Yayıncılık standına el bombası atıldı, patlamada 4 yaşındaki Ali Özdemir öldü.
Örgüt lideri Şahmerdan Sarı, bir ay kadar sonra Adana’da yakalandı. (Halen cezasını çekiyor.) Hemen ardından 17 kişi gözaltına alındı. Tutuklananlar arasında Muhittin Eryılmaz da vardı. Muhittin Eryılmaz, üç ay sonra delil yetersizliği nedeniyle serbest kaldı.
Vasat örgütünden 10 yıldır pek ses çıkmadı.
* * *
Ümraniye’deki gibi el bombası dolu polis evi
Gaziantep’teki Vasat bombasının iki ilginç yanı vardı: 1) Vasat örgütünün bombayı Siirt Kurtalan Çevik Kuvvet Amirliği’nde görevli polis memuru Halil Yıldız’dan (27) aldığı ortaya çıktı. Polisin evinde yapılan aramada 7 el bombası daha bulundu. Polisin el bombalarını PKK’dan ele geçirdiği ama kimseye bildirmediği anlaşıldı. 2) Dönemin İçişleri Bakanı Murat Başesgioğlu, el bombalarının Alman üretimi ve NATO standardında olduğunu açıkladı. NATO bombasının PKK’nın eline nasıl geçtiği ise aydınlığa kavuşmadı.
* * *
Kimsenin tanımadığı konuk Diyarbakır’da
İmam Muhittin Eryılmaz’ın izine on yıl sonra DTP’nin Diyarbakır mitinginde rastlandı.
Peki orada ne işi vardı, resmi görevli veya davetli miydi? Sırrı Sakık’a sorduk:
"Bu kişiyi partiden, örgütten tanıyan yok. Savaş karşıtı bir miting olduğu için herkes destek verdi. Bizim dini inancı siyasete alet etmek politikamız zaten yok. Çağrımız ortada: Siyaseti cami avlusundan ve askerin kışlasından uzak tutmak istiyoruz."
Ezcümle Muhittin Eryılmaz’ın yaşam öyküsü aslında bazen cüppeye giren, işine gelince poşu bağlayan mevsimsel tahrikin izdüşümünden ibarettir.
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2008
<b>ANKARA</b><br>TÜRKİYE günlerdir BOTAŞ bombalarını konuşuyor. 1265 sayfalık iddianame sanki rüşvetin resimli tarihi gibi. Ama asıl dikkatimi çeken, 1245’inci sayfadaki kısa ifade:
"Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı’nca yapılan bu soruşturmada aşağıdaki belirtilen açıklamaların yapılmasının zarureti hasıl olmuştur.
1) Cumhuriyet savcıları, yasaların verdiği yetkiye dayanarak suç ve suçluyla mücadelede; hiçbir zaman tarafların inançları, etnik unsurları, kültür yapıları, siyasi yapıları, ekonomik ve sosyal yapılarını nazara almaz.
Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı da, bu hususları nazara alıp, soruşturmasına başlayıp, neticelendirmiştir.
2) Türkiye Cumhuriyeti’nde hiç kimsenin suç işleme özgürlüğü yoktur. Yasalar önünde herkes eşittir, hiç kimse suç işleme özgürlüğüm var diye, yasalarca suç kabul edilen eylem ve hareketlerde bulunamaz.
Mehmet Tamöz
Cumhuriyet Savcısı-33499"
İddialı değilim... Ama okuduğum/duyduğum yüzlerce iddianamede bu tür bir "zaruri" açıklamaya rastlamadım. Savcı bu oldukça kişisel duyuruyu sanıklar için istediği cezaların hemen öncesinde yaptığına göre sadece akıl yürüterek; bu ifadenin,
a) Sanıklar, b) Savcı, c) Her ikisi için kullanıldığını varsayabiliriz.
Varsayalım ki, sanıklar arasında dini kimliğini kullanarak sıyırmak isteyenler bulunsun... Diyelim ki, aynı sanıklar savcının siyasi düşüncesi ve mezhebini ileri sürerek muhafazakár iktidarı yanlarına çekmek amacıyla asılsız ihbarlar yağdırıyor olsun...
Savcı acaba bu yüzden zaruri bir nota ihtiyaç duyuyor olmasın?
Ama gelin bu sorunun gerçek muhatabını bulalım... Kamuda türbanlı hákim ve savcıyı sakıncalı görmeyenlere soralım: Yolsuzluk soruşturmasını bile türbana dolaştırmak isteyen varsa, asıl kim dine hakaret ediyordur sizce?
Endişe dosyaya yansır
ABDULLAH Gül’ün farklı bir cumhurbaşkanı olduğu kesin. Örneğin, türbanla ilgili Anayasa değişikliğini TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu ile diğer sivil toplum liderlerinin siyasi partilerle yaptığı alternatif çözüm arayışı için bekletebildi. CHP ve DSP, Meclis’te uzlaşmaya ikna edilseydi Anayasa değişikliği Çankaya’dan dönecekti.
Ama olmadı, sivil toplum liderlerinin iyi niyetli girişimleri sonuç vermedi. Abdullah Gül, değişikliği uzun bir gerekçe ve şu çekinceyle imzaladı:
"...bazı vatandaşlarımızın endişelerinin de anlayışla karşılanmasında ve bu endişeleri giderecek düzenlemelerin hayata geçirilmesinde zorunluluk bulunmaktadır.
Sayın Cumhurbaşkanımız bu kaygıların giderilmesi konusunda azami hassasiyet ve özenin gösterilmesi gereğine inanmaktadır."
Anlaşılan o ki yeni Cumhurbaşkanı karar sürecini -öncekinden farklı olarak- tek cümlelik, kuru "onayladı" veya "veto etti" açıklamalarıyla değil, uzun metinlerle kamuoyuyla paylaşacak.
Peki ama bu metinler ileride bazı dava dosyalarına konulabilir mi?
Mesela, Anayasa Mahkemesi, Köşk’ün onayladığı değişikliği yok sayarsa... AKP hakkında kapatma davası açılırsa... Cumhurbaşkanı’nın kamuoyu endişelerini ortaya koyduğu cümleler eski partisine karşı kanıt oluşturmaz mı?
Yazının Devamını Oku 23 Şubat 2008
<b>ANKARA</b><br>TÜRK askeri ilk kez Irak toprağına ayak basmıyor. İlk sınır ötesi operasyon 1983 baharında yapıldı. 1991 Irak Savaşı’nın ardından Kuzey Irak, Türkiye’nin arka bahçesi haline geldi. Peki o zaman, önceki gece başlayan kara harekátı neden bu ölçüde heyecan yarattı?
Bence bu sorunun yanıtı, Türkiye’nin bilinçaltında yatan yersiz korkuda saklıydı, şöyle ki:
Türkiye’de ezici çoğunluk, Kuzey Irak’ı Kürdistan olarak görüyor.
ABD’nin Kürtleri himayesinden dolayı dokunulmaz ve girilemez sayıyordu.
İşte dün Türkiye, bu korkuyu yendi ve bazılarının Kürdistan hevesini kursağında bıraktı.
* * *
Devletin en basit tarifi, belirli bir coğrafyada güç/silah kullanma tekelidir.
Eğer toprağınızda başka silahlı güçler cirit atarken aciz kalır, başınızı kuma gömerseniz, öylesine devlet değil muz cumhuriyeti denilir.
Gelelim Kuzey Irak’a veya onların tabiriyle Kürdistan’a...
PKK silahını saklamadan dolaşıyor, kamp kuruyor, Türkiye’ye saldırıyor. Kuzey Irak’ta otorite olduğunu iddia edenler ne yapıyor? Hiç...
2003’te ABD ordusu topuyla, tüfeğiyle işgale geldi... Kucak açmaktan başka ne yaptılar, yine hiç.
Şimdi Türk askeri Kuzey Irak’ta, itiraz çok ama yine icraat yok.
Demek ki Kürdistan hayali buraya kadardı!
* * *
Kara harekátının stratejik sonucu kadar taktik hedefleri de önemlidir.
Zamanlama seçimi:
Yaklaşan Nevruz öncesinde Türkiye’ye sızma hazırlığında olan PKK ile savaş Türk topraklarında değil sınır ötesinde kabul edildi.
ABD Başkan Yardımcısı ve Dışişleri Bakan Yardımcısı’nın ziyareti öncesinde harekete geçilerek, "Operasyon için izin alındı" izleniminden kaçınıldı.
Lojistik zincir:
İlk kara operasyonunda kurulacak güvenli lojistik zincir, gelecekteki harekátları kolaylaştıracak ve çabuklaştıracak.
Kuzey Irak’taki Bamerni Havaalanı’ndaki Türk askeri gücü artırılacak, belki de alana uçan birlik yerleştirilecek.
Harekát süresi:
Savaşta muharip ve destek birlikleri oranı hesaba katıldığında... Kuzey Irak’ta savaşan asker sayısının birkaç bini aşmadığı anlaşılıyor. Bu sayı harekátın kısa süreceğine işarettir.
* * *
Enerji işbirliği:
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Talabani’yi davet etti. MGK bildirisinde, Irak’la enerji işbirliğinden söz edildi. Şifresini kıralım: Irak’ın kuzey batısındaki çölde Akkaz doğalgaz kuyusu var. Bu kuyudaki beş vanadan Suriye’ye günde 50 milyon metreküp gaz akabilir. Irak-Suriye arasındaki boru hattı Türkiye’ye kadar uzatılırsa... Türkiye’de yaklaşık 100-150 km’lik yeni hat inşaatı ile Irak gazı Ceyhan’a taşınır, Nabucco aracılığıyla AB’ye satılır.
Bazı barışlar, gelecek savaşlara gebedir.
Kimi savaşlar da kalıcı barış yaratır.
Dileriz haklı savaşımız barışa hizmet eder.
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2008
<b>ANKARA</b><br>TÜRBANDA MHP’nin rolü çok tartışılıyor. Parti, siyasi yelpazenin hemen her renginden eleştiri alıyor. Ancak gelinen noktada MHP’nin istediği oldu gibi geliyor bana, çünkü; Türbanda frene basıldı ama fatura MHP’ye değil AKP’ye kesiliyor.
MHP, AKP’den farklı nedenlerle kopabilecek seçmenin sağdaki ikinci adresi haline geliyor.
MHP’ye dönük eleştirilerin büyük bölümü kendi tabanından kaynaklanmıyor.
Dolayısıyla MHP kurmaylarının sol cenaha şu soruyu yöneltme hakkı bulunmuyor mu:
- Sistemde topu topu üç parti kaldı. MHP’nin CHP’ye benzemesi kime yarar?
Bu soruya samimi yanıt, MHP’ye karşı doğru tavrın ön şartıdır.
Eğer, "Sistemde iki CHP olursa AKP güçlenir" diyorsanız -ki ben o kanıdayım- bırakın MHP bildiğini yapsın.
FB doğrusunu yaptı
FENERBAHÇE Mali İşler Koordinatörü Abdülkadir Kuşin, yolladığı postaya şu özel notu düşmüş:
"Geçen yıldan size bir borcum vardı. Bunu şimdi ödüyorum. Bana demiştiniz ki, ’Fenerbahçe 16. ise Aston Villa’ya ne oldu?’ Merak etmekte haklıydın. Ekli listede Aston Villa’nın Fenerbahçe’nin tam dört sıra altında olduğunu göreceksiniz."
Hatırlayan çıkabilir... Fenerbahçe 2006 yılında Deloitte&Touche tarafından hazırlanan, dünyaca ünlü spor kulüplerini mali güce göre sıralayan listeye (2005) korsan giriş yaptı.
Kendi hesapladığı gelir rakamına göre dünyadaki ilk 20 kulüp arasında 16’ncı sırada olduğunu ilan ve reklam etti. Ben de yine bu köşede (16 Nisan 2006) itirazımı dile getirdim.
"Siz takımınızı, kafanıza göre ilk 20’ye koyarsanız, gerçek listede 20’nci sıradaki Aston Villa buhar oluyor" diye dokundurdum. Abdülkadir Hoca’nın sitemi de bu yüzden!
Elhak Abdülkadir Bey bu kez doğrusunu yaptı: 1) Fener’in rakamları Deloitte&Touche onaylı, 2) Liste Deloitte&Touche’un resmi "Football Money League" sitesinde yer aldı.
Denilebilir ki, "Ne değişti?"
Listenin bu kez orijinal olmasının yanı sıra;
Fener’in rakamları bir önceki yıl ilan edilen tutarın (98.5 milyon Euro) altında kaldı. Deloitte&Touche gelirleri, 87.2 milyon Euro olarak hesapladı.
Fener kendisine layık gördüğü 16’ncı sıradan değil 25’inci basamaktan listeye girdi.
Bir Türk takımının mali güç açısından dünya devleriyle yarışması tabii ki gurur veriyor. Hele bu işi halka açık şirkete yakışır şekilde ilanı, "Doğrusunu yaptı" başlığını hak ediyor.
Kaldı geriye Başkan Aziz Yıldırım’ın 2010 iddiası: Biliyorsunuz, Aziz Başkan 2010 yılında Fenerbahçe gelirlerinin 400 milyon dolara ulaşacağı tahminini kamuoyuyla paylaştı.
Fener’in 2006-2007 geliri 127 milyon dolar...
Aziz Başkan’ın haklı çıkması için Fener’in 3 yılda 3 kat büyümesi lazım. Şunun şurasında 2010’a iki yıl kaldı. Hep beraber yine burada olursak, devamını o zaman konuşuruz.
Yazının Devamını Oku 10 Şubat 2008
ANKARAMECLİS’teki türban oylamasını izlerken aklıma Bülent Çaparoğlu geldi.
İstanbul’dan telefonla buldum, konuştuk, eski günlerden söz ettik. Telefonu kapattığımda, "Bugün sokaktaki türban yanlısı veya karşıtı eylemcilerden kaçı, hatta Meclis’te oy kullananlardan hangisi Bülent Çaparoğlu’nu hatırlıyor acaba?" diye merak ettim.
Bilmeyene, unutana hatırlatalım... Eski ANAP Malatya Milletvekili Bülent Çaparoğlu, 1980 sonrasında patlak veren türban sorununu Meclis’e taşıyan, yasa çıkartan ilk isimdir.
* * *
Malatyalı Bülent Bey, 1970’lerde yükseköğrenim için İstanbul’a geldi. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde inşaat mühendisliği okudu, 1987 seçiminde TBMM’ye girdi.
ANAP ikinci dönem iktidarında üniversiteden atılanlara af çıkarttı.
Ancak başörtülü bir grup genç kız Çaparoğlu’nu buldu, madalyonun öbür yüzünü gösterdi: "Bize af yok, çünkü okula giremiyoruz." Çaparoğlu, işte o kızların savaşını Meclis gündemime getirdi.
Bülent Bey, türbanın Meclis serüvenini kalın bir kitapta topladı. (Meclis’te Başörtüsü Mücadelesi, Malatya Milletvekili M. Bülent Çaparoğlu’nun Hatıraları, Şule Yayınları, 1998.)
1991’de aktif siyaset dışında kaldı ama 6 yıl daha türban ve benzer sorunlar için -dostlarının deyimiyle- fahri milletvekili gibi çalıştı.
* * *
Bülent Bey, türbanın Meclis süreci nasıl başladı?
- İnkılap kanunlarına aykırı olmamak kaydıyla kılık kıyafet serbesttir anlayışına öncülük ettik. Rahmetli Turgut Özal da sahip çıktı. Özal, inandığına inanan bir insandı.
Neden böyle bir savaş verdiniz?
- Kanaatim şu: Türbana sahip çıkanlar ve gerekse sahip çıkmayanların neticede tek el olduğu kanaatindeyim. O tek el de nedir? Öyle veya böyle adam mesela silah kullanıyor, hangi silah yakın mesafede, hangi silah uzun mesafede, hangi silah orta mesafede kullanılır o hangisiyse onu kullanıyor. Eğer başörtüsü geçerliyse başörtüsünü kullanıyor. Generalleri öldürmek geçerliyse generalleri öldürüyor.
Türban üzerinden istikrarsızlık mı yaratılıyor diyorsunuz?
- Orada tablo var benim kitapta... Mesela aynı tarihlerde 1990’da Muammer Aksoy merhumla başlıyor, Bahriye Üçok’a kadar geliyor. Ne zaman ki Bahriye Üçok’un vefatından biraz sonra bizim kanun geçiyor Meclis’ten, o hadise bitiyor. Bu sefer emekli generaller, 1991’de İsmail Seren, işte Memduh Ünlütürk falan onlar gidiyorlar. Eğer bu kanun zamanında geçseydi Bahriye Üçok belki de öldürülmeyecekti.
Yani türban özgürlüğü yasası uygulansaydı...
- Bütün üniversiteler uyguladı zaten. Uygulamadı değil. Bir tek İstanbul Üniversitesi’nde Hemşirelik Yüksekokulu uygulamadı. Orada da hemşire oldukları için, Sağlık Bakanlığı’nın yönetmeliğine tabi olduklarından dolayı uygulanmadı. 1993 veya 1994’te. Onun üzerine biz gittik, Ek 23. maddeyi çıkardık. Ben dışarıda olduğum halde. "Staj süresince YÖK kanuna bağlıdır" diye hüküm getirdik, meseleyi çözdük.
* * *
Türban savaşçısı ilk Bülent Bey, adaşı Bülent Arınç’tan 8 yıl önce Meclis’e girdi. Türban özgürlüğü, yasal zemindeki eksiğe rağmen 1990’lı yıllarda yaygın olarak uygulandı.
Yer yerinden oynamadı, kıyamet kopmadı, Türkiye İran olmadı.
Ama bugün türbandan korkanların sesi her zamankinden fazla duyuluyor. Çünkü bugün sadece Türkiye değil tüm dünyada din giderek günlük yaşama nüfuz ediyor. Hatta siyasete yön veriyor.
ABD’yi Evanjelik mezhebinden Başkan Bush yönetiyor. Almanya’nın Doğu Almanya doğumlu kadın başbakanı Merkel, Katolik rahibin kızı. Mütedeyyin Türk Başbakanı, imam hatip mezunu.
O yüzden dine saygılı ve fakat dindar olmayanların, yaşam tarzının devamı açısından bugün düne göre daha fazla güvence istemeleri de makul karşılanmalı!
Çünkü yüzde 46.6’ya rağmen yaşamak da demokratik haktır.
Yazının Devamını Oku 9 Şubat 2008
<b>ANKARA</b><br>BUGÜN AKP ve MHP’li vekiller Anayasa değişikliği için yine el kaldıracak. Gözüken o ki, Anayasa değişikliği referandum riski alınmadan imzaya sunulacak.
AKP işte ancak bu aşamada, YÖK yasasında sol partilerle uzlaşma arayacak.
Mümkün mü; açıkçası çok zor. Hatta bırakın uzlaşma zemininin genişlemesini, AKP’nin MHP dışında kalan liberal ve aydın kesimdeki dostlarını (TÜSİAD gibi) yitirmesi bile muhtemel.
İktidar partisinin Avrupa’daki imajını da tehdit eden bu ittifak çatlağı nasıl ve nereden kaynaklandı? Gelin üç soru ekseninde tartışalım.
* * *
Soru Bir: AKP üniversite kapısında türban meselesini anayasa ve yasa değişikliği olmadan, uygulama pratiğinde çözemez miydi?
Yanıt Bir: Bu yılın temmuz ayında 22 rektörün görev süresi doluyor. İsimlerini sayalım: Prof. Dr. Mustafa Akaydın, Prof. Dr. Nusret Aras, Prof. Dr. Yaşar Sütbeyaz, Prof. Dr. Ayşe Soysal, Prof. Dr. Mehmet Bakır, Prof. Dr. Alper Akınoğlu, Prof. Dr. Fikri Canoruç, Prof. Dr. Emin Alıcı, Prof. Dr. Ülkü Bayındır, Prof. Dr. Cengiz Utaş, Prof. Dr. Mehmet Hamdi Muz, Prof. Dr. Kadri Yamaç, Prof. Dr. Erhan Ekinci, Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu, Prof. Dr. H. Faruk Karadoğan, Prof. Dr. İbrahim Özen, Prof. Dr. İ.Vildan Alptekin, Prof. Dr. R. Ferit Bernay, Prof. Dr. Ural Akbulut, Prof. Dr. Enver Duran, Prof. Dr. M. Abbas Yurtkuran ve Prof. Dr. E. Durul Ören.
Bu rektörlerden 10’u sekiz yıldır görevde yani yeniden seçilmeleri mümkün değil.
2009 yılında 2, 2010 yılında da 18 üniversitede rektör seçimi yapılacak.
YÖK Genel Kurulu’nda dengeler zaten değişiyor, Çankaya’nın eğilimi de belli.
Asgari dört ay (temmuza kadar) en çok iki yıl beklenseydi...40 kadar rektörün değişeceği yeni üniversite ortamında türban meselesi çok daha kolay, sessiz sedasız hal yolunagirmez miydi?
İktidar partisi neden sabır gösteremedi, acelesi neydi?
* * *
Soru İki: Türbanlı öğrencilerin sorunu çözülürken, başı açıkların güvencesi neden ve ısrarla göz ardı ediliyor?
Yanıt İki: Rakamlara başvuralım... Yüksek öğrenimde okuyanların sayısı yaklaşık 1.5 milyon kişi. Yarısı kız talebe desek, bu rakamın 120 bini resmi yurtlarda barınıyor. Demek ki 600 bin kız öğrenci ya aile yanında veya özel (tarikat?) yurtlarda kalıyor.
Diyelim mi üniversitede türban serbest kaldı... Şu anda türban yüzünden eğitim hakkından yoksun kalan 3-5 bin genç kızın sorunu çözüldü... Diğer 600 bin kızın başının baba baskısı, ağabey dayağı, tarikat zoruyla örtülmesi ihtimaline karşı kim güvence verecek?
3 bin kişiye hakkını teslim etmek, 30 bin yeni başı kapalı mı yaratacak?
* * *
Soru Üç: Hükümet her karşı görüşe kulak tıkayarak, kolay yerine zor yolu seçerek, hatta Anayasa Mahkemesi’nin iptal riskini göze alarak türbanla neden oynuyor?
Yanıt üç: Kimileri, "AKP, MHP’nin tuzağına düştü, oyun planını kuramadan hazırlıksız yakalandı" yorumunu yapıyor... Ama bence AKP’nin asıl hedefi türban çözümünü kutsal zafer olarak sunmak... Hele çözüm formülü yargıdan dönerse belki daha fazla sevinecek. Her iki halde de son günlerin moda deyimiyle 2009 seçiminde siyasi hasadı toplamak isteyecek.
Başaracak mı? Merkez parti efsanesi çöktüğüne göre giderek zorlaşıyor!
Ezcümle Pirus zaferi AKP’ye hayırlı olsun...
Galiba başka hayırlara da vesile olacak.
Yazının Devamını Oku