Enis Berberoğlu

Bomba tek, fail bol

15 Temmuz 2008
<b>ANKARA</b><br>ASLINDA Ergenekon’da sürpriz yaşanmadı. Savcılık iddianamesinde; 1 Temmuz günü gözaltına alınan ve daha sonra tutuklanan iki emekli paşa, Sinan Aygün ve gazeteci Mustafa Balbay’a dönük suçlamalar yer almadı. Bunun için ek iddianame beklenecek.

Özden Örnek’e ait olduğu ileri sürülen (gerçeklik davası temyizde) Darbe Günlükleri metinlerinde yer alan iddialar bu davada gündeme gelmeyecek, askeri savcılık araştıracak.

* * *

Peki Ergenekon’un üç savcısı, dava mimarisini nasıl kuracak? Çok büyük ihtimalle Danıştay saldırısı ve Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan bombalardan yola çıkılacak... Devletin otoritesini ortadan kaldırma, halkı isyana teşvik amaçlı (TCK 314) "terör örgütü" tarif edilecek, 1 Temmuz tutukluları ya çete üyeliğinden ya da muhtemelen yöneticilikle (TCK 220/5) suçlanacak.

2 bin 455 sayfanın kısa künyesi böyle.

* * *

Savcılığın elinde başka hangi kanıtlar var bilmiyorum... Ama Ergenekon’u Danıştay-Cumhuriyet’e bağlayacak zincirin hukuki sağlamlığı hakkında soru işaretleri yok değil.

Hatırlayacaksınız, Danıştay davasında sanıklardan Osman Yıldırım’ın çok önemli açıklamalar yapacağı beklentisi hákimdi. Oysa Osman Yıldırım hiçbir ifşaatta bulunmadı. Mart ayında medyada Yıldırım’ın Ergenekon Savcısı ile görüştüğü ve ifade verdiği bilgisi yer aldı. Yine iddiaya göre, Yıldırım yeni ifadesinde şu bilgiyi verdi:

"Arslan’la (Danıştay katili) birlikte tahsilat işleri yapardık. Cumhuriyet Gazetesi’ne atılan bombaları 27 Nisan 2006 tarihinde Ataşehir’deki ofiste görüştüğümüz Veli Küçük Paşa’dan aldık. Veli Paşa, bombaların birini bana, ikisini de Alparslan Arslan’a verdi."

Bombalarla ilgili bir başka şüphelinin teşhisi de yine Osman Yıldırım’a dayanıyor. Yıldırım’a göre, bombaların teslimi sırasında TSK’dan ayrılma Muzaffer Tekin de hazır bulundu.

Ergenekon’u Danıştay saldırısı ve Cumhuriyet’in bombalanması olayında bir numaralı şüpheli konuma getiren bu ifadeler iyi güzel de... Mahkeme nezdinde ne kadar muteber, orası yoruma bağlı.

Çünkü belki farkındasınız belki değilsiniz... Danıştay davasının karar aşamasına geldiği günlerde, yani geçen yılın haziran ayında Ergenekon gözaltıları başladı.

Danıştay davasının görüldüğü Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, medyadaki haberler üzerine İstanbul’dan dosyayı istedi. İnceledi, Ergenekon şüphelilerini/ilişkisini karıştırmadan kararını verdi (13 Şubat 2008). Karar gerekçesini de iki ay kadar sonra (28 Nisan 2008) açıkladı:

"Yapılan inceleme ve değerlendirmeler sonucu, sanıklar ve sanıklara isnat edilen eylemler ile ilgili yürütülen hazırlık soruşturmasının (Ergenekon) arasında suç vasfını, sanıkların hukuki durumunu ya da sübutu etkileyecek şekilde bir bağlantı tespit edilememiştir. Dolayısıyla o hazırlık soruşturmasının sonucunun beklenmesine gerek de duyulmamıştır.

Yine, sanık Osman Yıldırım, duruşmadaki savunmaları yanında, cezaevinden genel iddialar içeren dilekçeler göndermiş ise de yargılama aşamasında somut olayı aydınlatacak nitelikte bilgi içermeyen bu dilekçelere itibar edilmeyerek, ayrıca araştırılması yoluna gidilmemiştir."

* * *

Sabrınızı zorlamadan özetlersek;

1) Ankara mahkemesi, İstanbul dosyasını da gördükten sonra, daha üç ay önce Ergenekon ve Danıştay arasında bağlantı kuramadı.

2) Yine aynı mahkeme, hükümlü Osman Yıldırım’ın (ceza indirimi amaçlı?) ifadelerine itibar etmediğini gerekçeli kararında açıkladı.

3) Ama Ergenekon Savcılığı iddianamesinin Danıştay/Cumhuriyet eksenli hazırlandığı anlaşılıyor. Ortada Ankara mahkemesinin kararı varken iddianamenin Ergenekon bölümünü İstanbul mahkemesi kabul edecek mi, önümüzdeki günlerde göreceğiz.
Yazının Devamını Oku

Bir caddeden 8 kez çöp toplanan kent

13 Temmuz 2008
<b>DİYARBAKIR</b><br>DIŞARISI gölgede 45 derece. Hürriyet treninde klimalar fayrap, suhunet solunabilir düzeyde... Fikret Ercan, Yalçın Doğan, Ayça Aktan, Cengiz Semercioğlu, Temuçin Tüzecan ve yazar Latife Tekin ile birlikte DTP heyetini ağırlıyoruz. Latife Tekin, Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir’e geçen yılki gözlemini anlatıyor:

- Benüsen’de çocuklarla konuşmaya gittim. Ama kokudan taksiden inemedim. Dönüşte iki gün depresyona girdim.

Baydemir bu eleştiriyi açık yüreklilikle kabulleniyor:

- Latife Hanım bizim açık yaramızı görmüş, görmüş ve onun da canı yanmış.

Ardından Diyarbakır gerçeği süssüz, çıplak rakamlarla gezici yazı işleri masamıza geliyor:

"Biliyor musunuz Fatih Caddesi’nde (Bağlar Mahallesi) bir günde 8 kez çöp topladığımız oluyor."

Diyarbakır’ın belediye tecrübesi yüksek DTP’li vekili Gülten Kışanak ekliyor:

"Öyle ki zabıtayı 15 gün çöp nöbetine çıkarttık. Elinde çöple geleni geri çevirdik. ’Saat 8’de toplanacak’ dedik. Ama nöbeti bırakınca yine çöp dağları belirdi karşımızda..."

Belli ki kent yaşamına uyumda ciddi sorun var Diyarbakır’da.

Nitekim rakamlar sadece merkez nüfusun bile son 15 yılda üç katına çıktığını gösteriyor.

Avrupa Birliği’nden sağlanan 10 milyon Euro, kırsaldan göçen ailelerin kente uyumu için harcanıyor.

* * *

Tabii ki her uyum sorunu çöp toplama saatine cehalet isyanı kadar masum sayılmaz.

DTP’nin yeni başkanı gözüyle bakılan Ahmet Türk, Şırnaklı bir baba oğulun sade dramını yansıtıyor:

- Diyarbakır’da bir göz evde hanımı ve altı çocuğuyla yaşıyor. Büyük oğlan köyünü soruyor. Baba anlatıyor. ’Tarlamız vardı, hayvanımız vardı, ağacımız vardı’ diye. Oğul bileniyor, çünkü Diyarbakır’a her şeylerini bırakıp göçmüşler.

Sohbet tam siyaset kulvarına dökülecek iken Yalçın Doğan ustaca laf sokuşturuyor:

- Sayın Başkan iyi de neden bu bölgede hep 6, 8, 10 çocuk var.

Ahmet Türk bıyık altından gülüyor:

- Kürt nüfusunu çoğunluğa getirmek için mi diye soruyorsan, inan değil.

Sonra ciddileşiyor: "Bugünkü aklım olsa ben de 6 çocuk yapmazdım."

Kuşak farkı kısa bir masa başı anketinde bu ruh halini teyit ediyor.

Baydemir’in 2, Selahattin Demirtaş’ın 2, Gülten Kışanak’ın 1 çocuğu var.

* * *

Yine de Diyarbakır nüfusunun yüzde 47’si 14 yaş altında...

Genç nüfus, eğitim ve daha da önemlisi iş bekliyor.

Osman Baydemir her ay halk günlerinde sorun dinliyor, "Yüzde 95’i iş istiyor" diyor.

Bağlar Belediyesi’nin son araştırmasına göre töre cinayeti sayısı bölge genelinde 4’e kadar indi.

Ama bölgede ezilen kadınların yerini çocuklar almış gibi. O yüzden DTP’liler, Hürriyet treninde tek bir ağızdan "çocuk hakları" konusuna dikkati çekiyor.

* * *

Hürriyet treninde öğleden sonraki konuğumuz Tarım Bakanı Mehdi Eker... Trene Diyarbakır milletvekilleriyle birlikte biniyor. Zaten AKP’nin geçmiş iktidarlardan farkı bu tabloda. Kentten seçilenler, kenti terk etmiyor.

Bakan Bey, bize uğramadan kent için önemli bir projeyi açıklamış. Bağcılık canlandırılacak.

Diyarbakır’ın artık tarih kitaplarında kalmış merzune üzümü yeniden sofralara dönecek.

Bakan Eker’in bir de temennisi, hatta uyarısı var, aktaralım:

- Lütfen bu kente hak etmediği sıfatlar yakıştırmayalım. Boş yere tehlikeli demeyelim. Diyarbakır’a gelen önce bilmediğinden ağlar, sonra bura insanını tanır, bırakıp giderken yine ağlar.

Temuçin’i ve trende doğum gününü kutlamaya hazırlanan maskotumuz Ütay’ı bırakıp havaalanına yollanırken...

Düşündüm de galiba Bakan Bey haklı.
Yazının Devamını Oku

Darbe duyumu çamur değildir, el yakmalı

12 Temmuz 2008
ANKARACUMHURBAŞKANI Abdullah Gül’ün eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’le yemeğinde darbe günlükleri sohbeti yapıldı mı, bilmiyorum. Ama Nokta Dergisi, Özden Örnek’e ait olduğu ileri sürülen bu günlükleri geçen yıl yayınladığında iddiaların Abdullah Gül’e tanıdık geldiği kesin.

6 Nisan 2007 tarihinde Milliyet Yazarı Hasan Cemal’i Başbakanlık’ta kabul eden Gül, darbe söylentileri hakkında bakın ne diyor: "İddia edilen, ortaya atılan niyetleri, gayretleri biliyoruz. Bunları basında çıkmadan önce biliyorduk. Türkiye’ye, bu ülkenin geleceğine yakışmayan niyetler... Bunlarla ilgili bilgiler, devlette bilmesi gereken yerlere bildirilmiştir. Bilmesi gerekenlerin bilgisi vardır. Zaten savcılar da gereğini yaparlar." (7 Nisan 2007, Milliyet)

Rastlantıya bakın ki, yine aynı gün bu köşede şu ifadeler yer aldı:

"Darbe günlüklerinin medyaya yansıdığı günlerde hükümetin çok önemli bir ismiyle sohbet ettik. ’Yazılanların hepsi doğru’ dedi ve ekledi: Çok yakından izledik; sağlam durmasaydık, her şey çok farklı olabilirdi." (7 Nisan 2007, Hürriyet)

Asıl korkulan neydi, darbe mi, yoksa söylentisi mi?..

Ankara’da yeniyim bilemem.

Ama yarım asrı aşan ömrümün tamamını bu ülkede geçirdiğim için... Her gün darbe ihtimali hakkında kafa yorulan zihni iklimde, yaklaşan fırtınaya şemsiye açmanın zorluğunu kabul ederim.

Lafı fazla dolaştırmaya gerek yok...

Gazeteci kimliğimle darbeye direnmeyen siyasetçiyi, hatta komutanı bile kınamak zorundayım. Ama, işimi yaparken "Aynı konumda kalsam acaba ne yapardım?" diye vicdanıma samimi olarak danışırım.

Darbelere bireysel karşı çıkış hayali kurduğum, elimden geleni yaptığım günler gençlikte kaldı.

Artık kurumsal çözüm, erken uyarı, hesap sorma sistemi peşindeyim.

O yüzden darbe iddialarının kaynağını çok önemsiyorum.

Örneğin, bu ülkede mevcut cumhurbaşkanı, eski başbakan yardımcısı Gül darbe ihtimalinden haberdar olduğunu söylüyorsa, hemen kaynağı sorulmalı. Çünkü o makama bilgi veren her kimse savcılığa da başvurmamışsa işini eksik yapmış demektir.

"Darbe girişimi oldu da demem, olmadı da" türü cümlelerin mimarı Hilmi Özkök Paşa da hakeza öyle... "Paşam o bilgi nereden geldi, neden kendine sakladın" diye sorarlar o komutana!

Ezcümle meramım şudur ki, darbe istihbaratı siyaset ve medya rekabetinde çamur niyetine kullanılamaz. Bu bilgi el yakmalı, kimse öğrenip üstüne yatmamalı.

* * *

Tekrar
başa dönersek, Abdullah Gül’ün sadece darbe konusunda değil örneğin Ümraniye bombaları konusunda da değişik tarihli açıklamaları dikkatimi çekti.

Kaynağını merak ettim. Bana, "Sayın Cumhurbaşkanı, o tarihte sadece Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı değildi. Aynı zamanda Terörle Mücadele Yüksek Kurulu Başkanı’ydı. O nedenle bu tür bilgiler de önüne geliyordu. Nitekim Ümraniye bombaları konusunda, ’Sonuna kadar gidilsin’ talimatını da kendisi verdi" bilgisi aktarıldı.

Gayet makul bir açıklama.

Demek ki konumu gereği Gül’e rapor eden resmi makamlar varmış. O zaman herhalde pazartesi günü açıklanacak iddianamede de aynı bilgiler yer alacaktır.

Yanılıyor muyum, çok yakında görürüz.
Yazının Devamını Oku

Fail tamam olay eksik

8 Temmuz 2008
<b>ANKARA</b><br>BİR ülke düşünün ki, üç açık bir de postmodern askeri darbe atlatmış. Mağdurları yine aynı ülkede cumhurbaşkanı, başbakan, bakan seçilmiş.

Siyasete tövbe edeni işadamı, hákim, savcı, bürokrat, sanatçı, gazeteci olmuş.

Yaş kemale ermiş, onlara dede ve nine denilmiş.

Çoğu zulmü torunlarına anlatmaya kıyamamış.

Bu ülkede darbe veya darbeci sevilebilir mi?

Ama seviliyor, alkış tutuluyor, bağra basılıyor...

Mesleğinin tek güvencesi ifade özgürlüğü olan gazeteci darbe ister mi?

Tabii ki hayır... Ama gazetelerle darbe soruşturması eleştiriliyor.


Bu yaman çelişki neden diye merak mı ettiniz?

Aslında çok sebebi var ama biz birkaçını sayalım yeter.

* * *

1) Ergenekon-Susurluk farkı:

Dikkat ediyorum, Susurluk ilişkilerini aylarca ve hatta yıllarca mercek altında tutan birçok kalem (bendeniz dahil!) Ergenekon soruşturmasına mesafeli duruyor.

Gerçi kıymetli bir meslektaşım bu isteksizliği solculuğa bağlıyor...

Ama payı bulunsa da gözlük farkı tek başına yeterli izah sağlamıyor.

Bence Susurluk ve Ergenekon’u ayıran soruşturma tekniğidir.

Susurluk’ta seri cinayetler işlendi, bombalar atıldı, devletin istihbarat mekanizması adeta ikiye bölündü, resmi raporlar medyaya sızdı. Kamyon Mercedes’e çarptığında ilişki ağı sergilendi.

Susurluk faili meçhullerin sorumlularını yakalayıp adalete çıkartma sürecidir.

Ergenekon’da ise izlenimim, faillerin seçilip, suçlamaya uygun olaylar arandığıdır.

2) Eski davalara kulp aranıyor:

Medyadan takip edebildiğim kadarıyla Ergenekon soruşturması 33 erin PKK tarafından şehit edilmesi (1993), Gazi Mahallesi olayları (1995) ve Danıştay saldırısını (2006) kapsayacak kadar genişliyor, tarihi derinlik kazanıyor.

Yalnız bu olaylarla ilgili davaların görülüp hüküm ve cezanın kesinleştiği de unutulmamalı.

Eğer bu davalarla ilgili yeni belge ve bilgiye ulaşıldıysa, yeniden yargılamada sakınca yok.

Ama mesele iddia boyutunu aşamıyorsa adaleti geciktirmeyi anlamak mümkün değil.

Ergenekon soruşturması sırasında görülen ve karara bağlanan Danıştay davası iyi bir örnek.

Mahkeme Ergenekon belgelerini dikkate almadan davayı bitirdi, cezayı verdi.

Elde mahkeme kararı ve hükümlü varken, aynı olayda farklı fail arama hevesi neden?

3) Darbe yöntemleri uygulanıyor:

Önce Van Rektörü Yücel Aşkın davasında Genel Sekreter Yardımcısı Enver Arpalı cezaevinde intihar etti. Ergenekon zanlısı Kuddusi Okkır’ın ömrü iddianameyi görmeye, neyle suçlandığını öğrenmeye yetmedi. Geriye tek bir soru miras kaldı: Biz bu soruşturmaları neden yapıyoruz? Darbeyi önlemek için, öyle mi? Peki o zaman neden darbe yöntemleri uygulanıyor?

4) İş kara mizaha dökülüyor:

30 yıla yaklaşan meslek hayatım bana öğretti ki, çok abartılan bir mesele kara mizaha dökülürse ciddiyetini yitirir. 12 Mart’ın en karanlık günlerini, duvardaki posteri "Altıncı Lenin" (VI. Lenin) sanan polisi, Karl Marx’a nur yüzlü, ak sakallı dede diye saygı gösteren jandarmayı tiye alarak atlattık. Mustafa Balbay’ın gözaltı anıları bu şehir efsanelerine fark atıyor. Aman dikkat!
Yazının Devamını Oku

Hangi paşa makbuldür

6 Temmuz 2008
<b>ANKARA</b><br>AKP’li mütefekkirler durup durup Hilmi Özkök nostaljisi yapmıyor mu, bayılıyorum. Aslında dillerinin altındaki bakla belli. Özkök olsaydı, 27 Nisan bildirisi çıkmazdı, 367 kararına asker gölgesi düşmezdi, diye akıl yürütüldüğünü sanıyorum.

27 Nisan bildirisi zaten kimseye yaramadı. Siyasi sonuçları (22 Temmuz) ortada.

Ama Hilmi Özkök Paşa görevde olsaydı, acaba o bildiriyi önleyebilir miydi?

Açıkçası hiç sanmıyorum...

Hilmi Özkök zamanında, askerin sık sık kamuoyu önüne çıkmadığı, siyasi iktidarla laf yarışına girmediği, her kokteyli halkla ilişkiler fırsatı saymadığı elhak doğrudur.

Ancak AKP’li hazretler anlaşılan dört yıldızlı darbe soruşturmasının yine aynı Özkök dönemini kapsadığını unutmuşa benzer... Yani kimileri konuşur, bazıları doğrudan icraata yönelir.

Yoldan çıkanı yola getirmek de komutanın görevidir.

Tabii ki söz geçirebiliyorsa!

Söz geçirmek deyince... 1 Mart tezkeresine askerin kurumsal tavrı belliydi. Nitekim Hilmi Özkök, tezkere faciasından hemen sonra düzenlediği basın toplantısında, tezkereden yana konuştu.

Ama hemen altındaki komutanların oylama gününe rastlayan isimsiz demeç ve manşetlerle tezkereyi siyaseten bombalamalarına engel olamadı. NATO Paşası diye anılan Özkök, Türkiye-ABD ilişkilerinde en hayati krize yol açan TSK’nın komutanı olarak tarihe geçti.

* * *

Hilmi Özkök
neyse, Yaşar Büyükanıt ve İlker Başbuğ çizgisi tam aksidir. Özkök Paşa altına hiç demesek bile pek hákim olamadı, Büyükanıt ve Başbuğ çizgisi gözü kapalı itaat ister, bekler.

Ve Türkiye için, demokrasi için, siyaset için TSK’nın emir-komuta zincirinin yekpare kalması elzemdir. Çünkü kimse kendisini kandırmasın, bugünkü Türkiye’de artık hiçbir Genelkurmay Başkanı darbeye cesaret edemez. Ama orta ve alt kademelerde tümör misali oluşabilecek cuntalar her zaman risktir. Bu hastalığın tedavisi, orduya hákim komutanın eliyle yapılır, başka ilaç çare olmaz.

O yüzden müstakbel Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ Paşa’nın ordu üzerindeki gücü kimseyi korkutmamalı. Hatta tam aksine Özkök dönemindeki tehlikelerin geride kalmasına sevinilmelidir.

Nihayetinde Hariciye’ye aydın diplomat, yaşlılar evine müşfik hemşire almıyoruz, orduya komutan seçiyoruz, ölçüler karışmasın.

2. köstebek astsubay

GENELKURMAY geçen hafta Dağlıca köstebeğinin yakalandığını duyurdu. Gazete haberlerine göre tabip asteğmen hakkında yasal işlem başlamış. Ben de Ağlama Duvarı fotoğraflarını dışarı sızdıran bir astsubayın da tespit edildiğini duydum. Ancak kesin olarak teyit ettiremedim.

Terör silahı cep telefonu

SON soruşturma gösterdi ki, ne el bombası, ne Glock marka tabanca... En tehlikeli terör silahı kesinlikle cep telefonu. Baksanıza zanlıların önüne eylem, ceset koyan yok. Gözaltılar, tutuklamalar hep cepten yapılan konuşma dinlemelerine dayanıyor.
Yazının Devamını Oku

Tek yol: Erken atama

5 Temmuz 2008
ANKARABAŞKENT politikası ikiz davaların mengenesinde sıkıştı kaldı. Ve şehir efsanelerinin aksine Türk siyaseti yaratıcı çözüm üretemez. O yüzden geçmiş benzer örneklere bakılarak hazır çorba misali çözüm tekrarını beklemek pek yanlış olmaz.

* * *

Önce durum tespiti, ardından analiz ve sentez dersek...

1) AKP’nin radikalleri, 27 Nisan bildirisinden bu yana -belki de haklı olarak- ordu paranoyası ile yaşıyor. Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı, kapatma davası hep TSK’dan biliniyor.

Zaten hükümet medyası bu kuşkuyu gerçek belleyip, propagandasını yapıyor.

AKP saflarında -tıpkı iki yıl önce olduğu gibi- TSK’nın terfi ve tayin temayülünü bozacak karşı hamle talebi seslendiriliyor, hatta İlker Başbuğ Paşa’nın önünün kesilmesi öneriliyor.

2) Askeri kanat, Ergenekon soruşturması vesile edilerek ordunun kamuoyu önündeki itibarıyla oynandığı kanaatini taşıyor. Komuta kademesi Hurşit Tolon gibi önemli bir ismin gözaltına alınmasının orta ve alt rütbelerde yaratacağı öfke ve tepkiyi önemsiyor.

3) Sanki gizli bir el gibi çalışan cemaat, TSK ile hükümetin arasını açma gayretini sürdürüyor. Belli ki Tayyip Erdoğan’ı gözden çıkartmış olan cemaat AKP’yi yeni bir ismin etrafında toparlama planları için zaman ve zemin kolluyor.

* * *

Bu tabloda daha önce de yazdığım gibi yalnız bir adam var: Tayyip Erdoğan.

Geçmişte benzer sorunları nasıl çözdüğünü hatırlayalım...

2006’daki Şemdinli krizinde dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı ve Genelkurmay Başkanı adayı Yaşar Büyükanıt’ı Resmi Konut’ta kabul etti. Ardından Büyükanıt ile ilgili karalama kampanyası başlayınca atamasını Yüksek Askeri Şûra’yı beklemeden gerçekleştirdi.

Yaşar Paşa’nın başına gelenlerin benzerini bugün İlker Başbuğ yaşıyor.

Ağlama Duvarı fotoğrafları, Büyük Kulüp üyeliği ve benzeri saçma imalar üzerine Başbakan Erdoğan, Başbuğ ile 2 saat süren bir görüşme yaptı. "Acaba Büyükanıt modeli erken atamada gündeme gelir mi?" sorusu akıllara bu vesileyle düştü.

Acaba Erdoğan bu kez erken atama yoluna gider mi? Şimdiden kestirmek zor...

Ama hemen söyleyelim, bu tür bir jest, hem tansiyonu düşürür, hem de Yüksek Askeri Şûra öncesinde ülkeyi hükümetsiz, başbakansız bırakma riskini taşımak istemeyen Anayasa Mahkemesi’ni takvim açısından rahatlatır. Davada karar öne çekilir.

Kelepçe=yargısız infaz

GAZETECİ Ufuk Büyükçelebi’ye kelepçe takıp götürdüklerinde itiraz ettim. Gazeteci dayanışması sananlar oldu, oysa asla mesleki taassup taşımam. Sonra mahkeme Büyükçelebi’yi salıverince "Gördünüz mü kelepçeye gerek yoktu" diyenler çıktı, maalesef onlara da katılamam.

Çünkü eğer hukuk devleti varsa kelepçenin kime, ne zaman takılacağı kanunda yazar.

Nitekim buyurun Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 93. maddesini okuyun:

"Yakalanan veya tutuklanan kişiye yakalamanın gerektirdiği kadar zor kullanılabilir ve bu kişilere kural olarak kelepçe takılmaz. Ancak, kaçacaklarına ya da kendisi veya başkalarının hayat ve beden bütünlükleri bakımından tehlike arz ettiğine ilişkin belirtilerin varlığı hallerinde, kelepçe takmak kolluk görevlisinin takdirine bırakılmıştır."

Demek ki Ufuk Büyükçelebi; 1) ya gazetesine gelen polisleri öldürmeye kalktı 2) veya intihara teşebbüs etti, 3) dördüncü kat penceresinden atlayıp kaçmaya kalktı ki, bileklerine hem de arkadan kelepçe takıldı. Öyle mi? O zaman kelepçeyi haklı buluruz.

Ama eğer öyle değilse, o zaman bu keyfi ve yargısız infazın peşine düşülür.
Yazının Devamını Oku

Meğer Malezya’nın hünsası meşhurmuş

1 Temmuz 2008
<b>ANKARA<br></b>MALEZYA garip bir ülke... 10 saati aşkın uçuş mesafesinde, yurdum insanı haritada parmağıyla zor gösterir. Ama her daim bir fırsatını bulup Türkiye’nin gündemine oturmayı bilir. Mesela hatırlayan çıkabilir: Refahyol iktidarının çatırdaması, Necmettin Erbakan Hoca’nın güvenoyundan iki gün sonra (10 Ağustos 1996) çıktığı İran-Pakistan ve Malezya turuna rastlar.

Hoca’nın coşarak, "Keşke Türkiye, Malezya kadar olsa" demesi büyük tepki topladı. Erbakan, meselenin sadece sanayileşme düzeyi kıyaslaması olduğunu kimseye anlatamadı.

Aradan çok iktidar geçti. AKP’nin 22 Temmuz zaferinden sadece haftalar sonra Malezya bu kez mahalle baskısı ve ılımlı İslam adresi olarak kamuoyuna sunuldu. Gazeteler, TV’ler Kuala Lumpur’a araştırma ekipleri yolladı. Diziler, haberler günlerce manşetten inmedi, ekrandan silinmedi.

Muhafazakár Türk akademisyenler, Malezya’nın Uluslararası İslam Enstitüsü’nde her zaman hoş karşılandı. AKP kadrolarında yer alan Ahmet Davutoğlu (iyi örnek!) ve YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan (yorumsuz) gibi isimlerin Malezya mazileri hep referans alındı.

Yani Malezya artık her ne sebeptense yabancımız değil.

Ama hiçbir Malezya haberi, muhalefet partisi liderinin fiili livata suçlamasıyla Türk Büyükelçiliği’ne sığınması kadar ilgi çekmedi herhalde.

Belki de o yüzden dün gazeteci-siyasetçi-bürokrat karması kalabalık bir grupta sohbet Malezya’ya değince, mesele yine belden aşağı çekildi. Birileri Malezya anılarını aktarınca hepten şaşırdık... Çünkü ikliminden, suyundan veya huyundan olsa gerek Malezya yerkürede en fazla hünsa (er dişi, hermafrodit) barındıran ülkeler arasındaymış... Hatta anlatanın yalancısıyım, sakallı bıyıklı ve fakat kabarık göğüslü garsonlar, şarkıcılar epey yaygınmış.

Allah’tan kimse Malezya’yı cinsel zenginlik yönünden örnek almıyor, göstermiyor. Aksi halde maazallah uyum göstermemiz epey zor olacaktı.

Kapatma takvimi

Bugün savcı, öbür gün AKP konuşacak. Devamı hızlı gelir ve ağustostan önce karar çıkar mı? Biraz zor gözüküyor. Çünkü Yüksek Mahkeme, kısa kararıyla birlikte gerekçesini de hazırlayıp açıklayacak. Gerekçe yazımı kadar süreyi hesaba katmak lazım.

Babasının değil velinimetin oğlu

BAKTIM, dün hükümete yakın hemen her gazetede Esra Özyürek (CHP Genel Saymanı Mustafa Özyürek’in kızı) haberi var. Belli ki Esra Hanım’ın -babasına inat- Kemalizm eleştirisini çok sevmişler. Sadece Ahmet Hakan kitabın ortasından sormuş:

- Neden muhafazakár aile ortamından böyle bireyler çıkmıyor.

Sevgili Ahmet Hakan, sadece birey olma farkı mı, pek sanmıyorum. Galiba daha kurumsal izah gerekiyor. AKP’li güzide yavrularımız maşallah hiç yokluk çekmiyor.

Daha sakal bıyık terlemeden şirketlere, gemilere kavuşuyor.

Buna karşılık CHP’nin aykırı çocukları dizilere çıkıyor (Selen Sevigen), her özelleştirmeyi, yabancı yatırımı mahkemeye taşıyan partiye inat dev turizm projelerinde çalışıyor (Burak Öymen). AKP’linin babası velinimeti, diğerininki neredeyse kariyer engeli. Birisinde biat, diğerinde kuşak çatışması normal değil mi?
Yazının Devamını Oku

Oran darbesi DSP’de tutmadı

29 Haziran 2008
<b>ANKARA</b><br>BAŞKENTİN durgun siyaset havası Oran rüzgárıyla dağılıyor. Rahşan Ecevit’in DSP’de Genel Başkan Zeki Sezer’i değiştirme ve yerine merkez sağdan bir ismi atama girişimi heyecanla izleniyor. Rahşan Hanım bastırıyor, Zeki Sezer ve örgütü direniyor. Aslında meselenin özü bu kadar!

Ama kapalı kapılar arkasında yaşananlar, parti içi demokrasi açısından bir o kadar ibret verici.

* * *

Takvimine göre aktarırsak... Zeki Sezer 21-22 Haziran tarihinde Almanya’ya, oradan da 3 günlüğüne Brüksel’e seyahat planlıyor. Bu geziden önce Oran’da Rahşan Hanım’la buluşuyor.

Kamuoyundaki yaygın izlenimin aksine Rahşan Ecevit ile Zeki Sezer öyle sanıldığı gibi sık sık görüşmüyor. DSP Genel Başkanı ancak birkaç ayda bir Oran’ın yolunu tutuyor.

Son görüşme anlaşılan o ki biraz nahoş geçiyor, gerginlik yaşanıyor.

Rahşan Hanım, Zeki Sezer’i izlediği politikalar nedeniyle ağır dille eleştiriyor.

Zeki Sezer ertesi gün Almanya’ya, oradan da Brüksel’e gidiyor. Tam döneceği gün Ankara’dan ilginç bir haber alıyor. Rahşan Hanım, 25 Haziran Çarşamba günü partinin 13 milletvekilini Oran’a davet ediyor. Parti yönetimini ise hiç muhatap almıyor ve çağırmıyor.

Duyduğum kadarıyla milletvekillerinden Harun Öztürk ile Mustafa Vural, "Genel Başkan yurtdışında, yokluğunda gitmemiz yakışık almaz" gerekçesiyle davete icabet etmiyor.

Hüseyin Mert, milli maç için İsviçre’de, Hüseyin Pazarcı Genel Başkan Zeki Sezer’e eşlik ediyor, Mücahit Pehlivan da mazeret bildirince, sadece 8 milletvekili Oran’a gidiyor.

Rahşan Hanım milletvekillerine, partinin sağa açılması gereğinden söz ediyor uzun uzun. Ardından kurultay çağrısı yapıyor, Zeki Sezer’i gıyabında çekilmeye davet ediyor.

Bayan Ecevit’e göre yeni genel başkan dışarıdan ve tercihen merkez sağdan bir isim olmalı. Rahşan Hanım, vekillere Zeki Sezer’in çekilmeye hazır olduğunu ve yerine Tayyibe Gülek’i önerdiğini hissettiriyor, ama ardından "Tayyibe Hanım’la da olmaz" demeyi ihmal etmiyor.

8 milletvekili, Rahşan Hanım’ın yanından Ahmet Tan’ın evine geçiyor, parti yönetimi haberdar ediliyor. Zeki Sezer yurda döndüğünde çalışma arkadaşları açıkça "İstifayı düşünüyor musunuz?" sorusunu yöneltiyor. Sezer tereddütsüz, "Hayır, ben tek başıma seçilmedim, ekip olarak geldik, devam ediyoruz" diyerek arkadaşlarını yatıştırıyor. Genel Başkan’a yakın bir isim bugün gelinen noktayı şöyle özetliyor: "Genel başkan seçildiği günden bu yana ilk kez rahat nefes aldı."

DSP Genel Merkezi’nin bu rahatlığında Rahşan Hanım’ın planının örgütte yarattığı huzursuzluğun izlerini okumak mümkün. Bayan Ecevit, sadece Genel Başkan değişikliğiyle yetinmiyor. Dışarıdan bir ismi Genel Başkanlığa taşıyacak yeni Parti Meclisi de arzu ediyor.

Bu il başkanlarının da değişeceği anlamına geliyor. Parti örgütü bu geniş çaplı değişikliğe karşı çıkıyor, son birkaç gündür genel merkeze yurdun her yanından destek mesajları yağıyor.

* * *

DSP’yi Ecevit çiftinin kişisel mal varlığı/mirası sayanlar açısından buraya kadarı hayret verici sayılmaz, siyaseten ayıp karşılanmaz. Ama ve lakin Rahşan Hanım’ın talimatları ne kadar tutarlıdır, aşağıdaki iki soru ekseninde tartışan herhalde çıkacaktır:

1) Rahşan Ecevit, Meclis’teki türban düzenlemesi sırasında DSP parti yönetimi ve milletvekillerini Oran’a davet etti. Yeterince sert politika izlenmediği gerekçesiyle eleştirdi.

2) Oran’dan parti yönetimine iletilen mesajlarda yaklaşan yerel seçimlere yine CHP çatısı altında katılma ihtimalinden söz ediliyor, "Tek başımıza gireriz" söylemi riskli görülüyor.

Özetlersek, türbanda sertlik, CHP ile ortaklık... Ama sağa açık politika.

DSP bu işi nasıl becerecek, anlamak mümkün değil. Lider ve eşine vefa, partinin geleceğine mal olsa bile sorgulanamaz mı? Sanırım DSP’de asıl kritik soru bu, gerisi teferruat.
Yazının Devamını Oku