3 Ağustos 2008
<b>ANKARA</b><br>KAPATMA davasının ardından, AKP sözcülerinden Çankaya’ya kadar uzanan yelpazede yeni dönem temennileri dile getirilirken hep "çoğul" ifadeler kullanılır oldu. "Kaygıları hep birlikte giderebiliriz" diyor mesela Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, dünkü Milliyet Gazetesi’nin manşetinde yer alan Hasan Cemal söyleşisinde...
Neden hep biz? Sorumluluk hakikaten anonim mi?
Dava Türk milletine, türbanlı öğrenciye ve hatta AKP seçmenine açılmadı ki.
Süreç zaten ayan beyan ortada; dün yazdım, izninizle tekrar edeyim:
1) Hükümete geçen yıl 27 Nisan’da muhtıra verildi, yanıtı ertesi gün geldi.
2) Bir önceki Meclis cumhurbaşkanı seçemedi, mecburen seçime gidildi, AKP kazandı.
3) AKP önce Abdullah Gül’ü seçti, ardından türbanı denedi, kapatma davası açıldı.
* * *
Dostum Ercan Kumcu’nun batık banka mağdurlarıyla ilgili çok çarpıcı bir tespiti vardır.
Ercan Hoca, "Bu ülkede kár bireysel, risk toplumsal algılanır" diye yakınır hep.
Türkçe mealiyle anlatırsak...
Bu ülkede kendisini uyanık sananlar, yüksek faizin cazibesine kapılıp parasını elin eşkıyasına kaptırır. Canı yanınca, "Nerede bu devlet" diye yaygarayı basar ve genellikle neticesini alıp zararını millete ödetir.
Yalan mı, yanlış mı, hep böyle olmadı mı?
Peki aynı uyanıklar şansları yaver gidip yüksek faizi cebe indirdiklerinde... Kimseye simit-çay ısmarlar mı? Hayır, çünkü o parayı kimsede olmayan akıl ve cesaretle kazandıklarına inanırlar.
Kárda unutulup sadece zararda hatırlanmaya razı mısınız?
Açıkçası ben değilim.
* * *
Temsili demokraside seçmenle, seçilenin sorumluluğu aynı ve eşanlı değildir.
Ben AKP’ye oy vermedim, ama verenleri bilir, tanır, çoğunu da severim.
Türbanlı kızların üniversiteye gidebilmesini ister, onaylar, desteklerim.
Abdullah Gül’ü tanır, sever, sayar ve Cumhurbaşkanlığı hakkını teslim ederim.
Ama ve lakin Çankaya seçiminde ve türban yasasında bu ülkenin yaşadığı gerilimi unutamam.
Siyasi taktik hatalarını, iletişim sorununu ve faşizan propagandayı görmezden gelemem.
O yüzden de, kim "biz" derse desin, kusura bakmayın ama üzerime alınmam.
Doğru örnek
YANDAKİ yazıya iyi bir örnek Konya’da çöken binadır.
O binayı ne mütedeyyin seçmen ne de laik muhalefet çökertti.
Sorumluların ihmal ve hataları bu faciaya yol açtı.
Zaten Başbakan Tayyip Erdoğan da, "Bizdendir, kapatalım" hatasına düşmedi.
Çağırdı İçişleri Bakanı’nı, "Sonuna kadar üstüne git" dedi.
İdari ve adli tüm yolların kullanılması talimatını verdi.
Çünkü bazı durumlarda söze "Ben..." diye başlamak zorunludur.
Tıpkı Başbakan’ın yaptığı gibi!
Yazının Devamını Oku 2 Ağustos 2008
<b>ANKARA</b><br>RUS hikáyeci ve tiyatro yazarı Anton Çehov’un altın bir kuralı var. Zaten bu kurala yabancı dilde "Çehov’un silahı" adı veriliyor.
Çehov diyor ki; eğer birinci perde açıldığında duvarda bir tüfek asılıysa...
Veya oyunculardan birisinin belinde tabanca görülüyorsa...
O tüfek patlamalı, o tabanca kullanılmalı, yoksa seyirci şaşırır.
Siyaset sahnesinde de tehdidin gerisi gelmeli.
Aksi halde ya gülünç duruma düşülür veya kafalar karışır.
Bakın bu ülkede son bir-bir buçuk yıldır bilek güreşi yaşanıyor.
Hükümete geçen yıl 27 Nisan’da muhtıra verildi, yanıtı ertesi gün geldi.
Geçen Meclis cumhurbaşkanı seçemedi, mecburen seçime gidildi, AKP kazandı.
AKP önce Abdullah Gül’ü seçti, ardından türbanı denedi, kapatma davası açıldı.
Şimdi dava sonucuna bakanlar diyor ki: "Ortak akıl çalıştı, artık barış zamanı..."
Haklı olabilirler, hatta dilerim haklılar, ama ya yanılıyorlarsa?
Ya taraflar anlaşmaya yanaşmazsa?
O zaman bu karar çıkabilecek en kötüsüdür.
Muz niyetine her amaca, ağız tadına hizmet eder.
Muhalifler, "Demek ki yüzde 46’lık AKP laiklik karşıtı odakmış" diye korkutulur.
AKP, aynı oy oranına ve alternatifsizlik teziyle "feda edemezler" havasına girer.
Bu tez ve antitezden, Türkiye’yi rahatlatacak, sağlıklı sentez çıkar mı... Umarım.
Ama temkini elden bırakmamak gerek.
Unutmayın daha tüfek patlamadı, tabanca hálá belde!
* * *
Siyaseten izahı mümkün olmayan davaya yakışır sakillikte karar çıktı.
Muhtemel üç sakıncasını hemen sıralayabilirim:
1) İktidara ipotek:
AKP açısından türban, katsayı eşitliği ve benzeri alanlarda politika üretmek adeta imkánsız hale geldi. Bırakın icraatı söylem bile kapatma gerekçesi... AKP her an mayına basma tehdidi altında siyasete razı gelecek mi, boyun eğecek mi?
Yoksa Anayasa’yı değiştirip bildiğini okuyacak mı?
2) Çankaya sorunu:
Bu kavgada atılan ilk taş Çankaya seçimine rastladı. Eğer bugünkü karar barış ilanıysa, gerisinde Dolmabahçe mutabakatı varsa, ilk anlaşma maddesi Çankaya’ya dairdi, unutmayın.
Çankaya için iki taraf varsa... Öyle varsayılıyorsa. Bir tarafın seçimi hálá geçerli ve değişmiyorsa adına uzlaşma denilemez.
3) Karar süreci: Ben de tıpkı Başkan Haşim Kılıç gibi Türkiye’de hiçbir gücün Yüksek Mahkeme’yi etki altında bırakamayacağından emin olmak isterim.
Ne var ki, kararla ilgili spekülasyon daha ilk günden çıktı. Çukurambar zirvesine katıldığı ileri sürülen üçüncü bir ismi sağır sultan duydu. Yabancıların tahmin başarısı kuşku yarattı.
* * *
Neticede kabul etmek lazım ki, bugünkü Türkiye düne göre çok daha az gerilim yaşıyor.
Yani şikáyet etmenin alemi yok. Uyarımız sadece yarınki potansiyel riskle ilgilidir.
Yazının Devamını Oku 29 Temmuz 2008
<b>ANKARA</b><br>ÖNCE başlıktaki soruyu açmak lazım. Türkiye Cumhuriyeti’nin en azılı terör örgütü... Hizbullah’tan, Dev-Sol ve PKK’ya kadar uzanan yelpazedeki her türlü oluşumu yöneten/yönlendiren komuta-kontrol merkezi... Tüm faili meçhullerin, dahası faili belli siyasi cinayetlerin bile gerçek sorumlusu Ergenekon (iddianameden)... Acaba bu kadar uzun sürede, bu kadar çok eylemde hiç MİT’ın radarına yakalanmadı mı?
İddianameden anlıyoruz ki, Ergenekon bile olsa MİT’ten kaçamamış!
Ne var ki MİT’in Ergenekon’un peşine nasıl düştüğünü anlatan yazısındaki (9 Mayıs 2008 tarih, 11.010.051 sayı) ilginç ayrıntıyı da atlamamak lazım.
Ülkenin istihbarat örgütü, Ergenekon’dan ancak PTT sayesinde haberdar olmuş.
İnanmıyorsanız gerisini MİT’ten dinleyin:
" ...03.07.2002 tarihinde Müsteşarlığımıza İstanbul’dan posta kanalıyla intikal eden, ancak kaynağı tespit edilemeyen 2 sayfalık isimsiz bir mektup ve CD’lerin incelenmesi sonucunda; ’Ergenekon’ isimli bir yapılanma hakkında bazı bilgiler tespit edilmiştir."
* * *
Peki bu kimliği meçhul ihbar üzerine MİT neler yaptı? Yine aynı yazıdan:
"Ergenekon ve Lobi isimli projeler ile iddia niteliğindeki bilgiler çerçevesinde hazırlanan kitapçık; 10/07/2003 tarihinde Genelkurmay Başkanı’na ve 19/11/2003 tarihinde ise Sn. Başbakan’a intikal ettirilmiştir. Bahse konu çalışmanın özeti niteliğinde hazırlanan başka bir bilgi notu ise 19/01/2006 tarihinde Sn. Başbakan’a ve 26/05/2006 tarihinde Sn. Genelkurmay İstihbarat Başkanı’na sunulduğunun belirtildiği..."
Demek ki MİT Ergenekon konusunda sivil ve askeri otoriteyi tam 4 kez uyardı!
10 Temmuz 2003’te Genelkurmay Başkanı’na, aynı yıl 19 Kasım günü Başbakan’a yazdı. 2006 yılındaki adresi 19 Ocak’ta yine Başbakan, 26 Mayıs’ta Genelkurmay İstihbarat Başkanı oldu.
Bu arada MİT’in Ergenekon analizi terör örgütü tarifine uygun:
"Asker orijinli yönlendirici bir kadronun kontrolünde, bazı Sivil Toplum Örgütleri (STO), siyasi parti ve medya kuruluşlarının kullanılması suretiyle, sivil idarenin örtülü biçimde denetime tabi tutulması ve yeni bir yapı altında yeni bir yönetim biçimi yaratılması amacına dayalı olduğu..."
* * *
MİT’in Ergenekon’un adını duymasından ilk uyarı yazısına kadar geçen süre bir yıldan uzun... Sonra neredeyse 3 yıllık bir sessizlik, 2006’da yine uyarı ve 2007’de başlayan soruşturma.
MİT Ergenekon adını, ne zaman ve hangi vesileyle hatırlıyor sorusu bu çerçevede haksız mı?
Gelin arşivden yazı tarihleriyle o dönemdeki gündemi eşleştirelim.
Hükümete muhalefeti darbe şakşakçılığı ölçüsüne varan Uzanlar’a operasyon başladı, 10 Temmuz 2003 tarihli yazı Genelkurmay Başkanı’na ulaştı. El Kaide bombaları İstanbul’u kana buladı, üç gün sonra 19 Kasım 2003 yazısı Başbakan’a yollandı.
Kasım’da Şemdinli’de patlayan bombalar asker-hükümet gerginliğine yol açtı, iddianame hazırlığında sona yaklaşılırken 19 Ocak 2006’da Ergenekon Başbakan’a bir daha hatırlatıldı. Danıştay cinayeti ülkeyi sarstı, 10 gün sonra 27 Mayıs 2006’da Ergenekon konulu yazı Genelkurmay’a gitti.
Şu işe bakın ki, Türkiye ne zaman önemli bir travma yaşasa MİT’in aklına Ergenekon örgütü geliyor. Sonra gerçek fail yakalanıyor veya siyaseten sulh yaşanıyor, Ergenekon yedeğe çekiliyor. Hakkında işlem yapılmıyor, adeta uykuya bırakılıyor, ta ki bir daha ihtiyaç duyulana kadar!
Olağan şüpheli ve günah keçisi Ergenekon devlet arşivinde iz bıraktıktan 6 yıl sonra ilk kez kamuoyu önünde suçlanıyor, mahkemeye çıkıyor. Demek ki gelecek terör eyleminin yıkılacağı örgüt, sığınılacak bahane kalmayacak. Sadece bu kadarı bile adalete minnet duymamıza yeter.
Yazının Devamını Oku 27 Temmuz 2008
ANKARARahmetli Ufuk Güldemir, medyada editörlüğe soyunan gençlere, bana çok anlamlı gelen bir öğüt verirdi. Mealen aktarayım: Gazetecilik aslında ayıklama sanatıdır.
Gerçekten de haber lüzumsuz detaydan ve kenar süsünden kurtuldukça ortaya çıkar.
Her muhabir kadar polis-adliye ile uğraştım, hukuk asla uzmanlık alanım olmadı.
Ama yılların haber editörü olarak Ergenekon iddianamesini okurken, inanın parmaklarım kaşındı. "Şu metni üçte birine indirsem, anlamından ne kaybederdi?" diye çok kez düşündüm.
Sakın yanlış anlamayın, kanıtları, ifadeleri ayıklamak ne haddime...
Ben işin özel yaşama açık ve taammüden saldırı kısmına taktım.
İki kişi telefonda üçüncü kişi hakkında dedikodu yapıyor, ağzına geleni söylüyor.
Savcılık artık her ne sebepleyse iddianameye aynen aktarıyor.
Atılan çamurun, geyik muhabbetinin soruşturmaya katkısı olur mu? Hiç sanmam.
Başka bir örnek.
Ünlü bir gazeteci, sözde bir yakınının uygunsuz resimleri nedeniyle tehdit ediliyor. O duayen gazeteciyi en az 25 yıldır tanırım, bu iğrenç dedikoduya ilk kez iddianamede rastladım.
Gazeteci eşim Oya Berberoğlu’nun ismi de iddianamede var. Anlaşılan Ergenekon Akşam Gazetesi’nin diğer yazarlarıyla birlikte eşimin de istihbaratını yapmış.
İddianameye göre, "Yabancı gizli servislerle ilişkisi araştırılmış!"
Buyur buradan yak, yıllardır bir ajanla,(CIA, KGB, MOSSAD, MI6 acaba hangisi) evliymişim, şükür ki Ergenekon iddianamesi sayesinde aydınlandım. (Bu arada, savcılık nezaket gösterip beni MİT’çi diye sınıflayan ve asla işbirliği yapılamaz sayan, yine Ergenekon’a ait başka bir sözde doküman/analizi iddianameye almamış, sadece referans vermekle yetinmiş. Teşekkür ederim!)
İşin şakası bir yana, onlarca kişiye dönük akıl almaz ve uyduruk iddialar savcılık metni yoluyla TV ekranlarına çıkıyor, bilgisayar hafızalarına kaydediliyor. Yıllar sonra Berberoğlu soyadını Google’da arayanlar, yazıp çizdiklerimizin yanı sıra bu saçmalıkları da okuyacak.
Tekrar ediyorum, hukukçu değilim, iddianame yazamam. Ama basın yasasındaki sınırı iyi bilirim, suç sayılanı medya yoluyla yaymanın cezası çok daha ağırdır. O yüzden soruyorum: Acaba iddianame mağdurları kimi kime şikayet etmeli?
2. bölüm neden gecikti
ERGENEKON iddianamesini önyargısız okudum. Ana mimarisi hakkında kesin kanaat edindim.
Bu bir darbe soruşturmasıdır.
Savcılığa göre Ergenekon örgütü siyasi cinayetler, etnik çatışma, terör eylemleri yoluyla halkın hükümete güvenini sarsmak, darbe ortamı yaratmak istiyor. Bu amaca TSK emir komuta sistemi içinde değil, sızma yoluyla kurdukları cunta(lar) yoluyla ulaşmaya çalışıyor.
İyi hoş da, o zaman 1 Temmuz tutuklamalarına ilişkin iddianame neden gecikti?
Bu davada büyük resim ancak o iddianame yazıldıktan sonra ortaya çıkacak.
Varsayalım ki, gecikme AKP kapatma davası yüzünden...Yani parti kapatılmazsa, yola devam edilecek. Aksi halde siyasi destek eksikliği nedeniyle vites küçülecek.
Umarım ne AKP kapanır, ne de hukuk bu denklemdeki kadar siyasallaşır.
Yazının Devamını Oku 26 Temmuz 2008
<b>ANKARA</b><br>KARŞI mahalleden sevip saydığım arkadaşlar merakta! Susurluk’u aylarca/yıllarca takip eden bir gazeteci, neden Ergenekon’u aynı ısrar ve inat ile yazıp çizmez diye... Cevap vermemek olmaz. Dahası, "Yahu muhteremler, Susurluk günlerinde sizler neredeydiniz?" karşı sorusuyla kaytarmaya kalkmak yakışık almaz. O zaman başlayalım... 12 yıl öncesine dönelim.
Susurluk patlak verdiğinde sorumluları iktidardaydı.
Zaten o yüzden ne iktidar (Refahyol) işin üzerine gidebildi.
Ne de kurulan Meclis Komisyonu siyasi destek bulabildi.
Susurluk karanlığı biraz olsun aydınlandıysa...
İnanın sadece medya ve sivil toplumun sayesindedir.
Gelelim bugüne... Ergenekon soruşturması 13 aydır sürüyor.
Başbakan kendisini savcı ilan etti. Savcılık zaten kevgirden beter sızdırıyor.
Susurluk’ta örtülmeye çalışılan ilişkiler, karartılan kanıtlar vardı.
Ergenekon’da daha iddianame yazılmadan mal işportaya düştü.
Yani Susurluk’ta gazetecilik iktidara karşı meydan okumaydı.
Ergenekon gazeteciliği ise iktidar yağcılığı kokuyor.
(Her Ergenekon yazan gazeteci tabii ki iktidar propagandası yapmıyor. Ama ve lakin Susurluk hükümlüsü özel harekátçı İbrahim Şahin’i öve öve bitiremeyen köşe yazarının bugün Şahin’in ’komutanım’ diye saygı dolu bağlılık mesajları attığı Muzaffer Tekin’i yerden yere çalması sadece rastlantı mı sayılmalı?)
Susurluk’ta iktidar olanlar, bugün de yani Ergenekon soruşturmasında da muktedir konumda.
Bendeniz ve diğer olağan şüpheliler o gün de, bugün de muhalefette.
Pervane gibi iktidara dönenler de yine aynı yörüngede. Yani iki süreçte çok fark varmış gibi gözükse de, aslında pek yok!
12 yıl önce iktidarı korumak için Susurluk’u örtmek işlerine geliyordu.
Bugünse iktidarda kalmanın yolu, Ergenekon soruşturmasını dalga dalga genişletmekten geçiyor.
* * *
Ergenekon’u bilmem ama Susurluk soruşturma/yargı süreci bu ülkenin röntgenini çekti.
Hastalıklarını, bağışıklık sistemini, tıbbi hikáyesini en çıplak haliyle ortaya koydu.
Nitekim Yargıtay’ın ilamı yakın tarihin özeti gibiydi: "...sanıkların terörle mücadele adı altında yola çıkıp bir süre sonra yasaların kendilerine verdiği yetkileri tam bir sorumsuzluk içinde ve kendi çıkarlarını gözeterek her türlü yasadışılığı meşru sayıp amaçlarına ulaşmak için her yöntemi uygun yöntem olarak benimseyerek yanlarına kamu görevlisi olmayan kumarhane işleticisi, uyuşturucu kaçakçısı ile katliam sanığı ve hükümlüsünü de alarak tam bir dayanışma ve işbirliği içinde hareket edip çeteleşme sürecine girmeleriyle..." (Yargıtay 8. Ceza Dairesi onama kararı, 15 Ocak 2002)
Bugün siyaset ve yargı Ergenekon soruşturmasında bu kadar özgürce ilerleyebiliyorsa...
Raylardaki Susurluk kayasının kaldırılmış olması sayesindedir.
Ayrıca hatırlatalım ki marifet iddiada değil hükümdedir.
Bakalım Ergenekon’da Susurluk benzeri hüküm çıkacak mı?
İktidar iddianame ile değil hükümle sağlanır.
* * *
Bana gelince... Susurluk sürecinde üç kitap yazdım. İlkinde sivil çetelerden üniformaya yer kalmadı. O yüzden ikinci kitap Yüksekova ilişkilerine ayrıldı. Üçüncüsü çok teorikti, daha az sattı.
Ne zaman ki, Susurluk soruşturması Mesut Yılmaz ile Tansu Çiller’in iktidar savaşına dönüştü.
Üstüne bir de asker Korkut Eken’e sahip çıktı, "AB düşmanı Susurluk Koalisyonu" yazımdan dolayı Genelkurmay’ın şikáyetiyle TCK 159’dan yargılandım. Sıtkım sıyrıldı, midem bulandı, o gün bugündür, tamamen kesmesem de oldukça seyrek Susurluk yazdım.
Ergenekon soruşturması tabii ki ilgimi çekti. Ama yürütme, yasama ve yandaş medyadan oluşan yekpare cepheden hoşlanmadım. O yüzden şimdiye kadar pas geçme jokerini kullandım. İddianameyi gördükten sonra bakarım.
Meraklısına arz ederim.
Yazının Devamını Oku 22 Temmuz 2008
<b>ANKARA</b><br>EMEKLİ Orgeneral Hurşit Tolon’un içeriden mesaj trafiği sürüyor... İfadesine ilişkin ayrıntılar, mutlaka okunmasını önerdiği kitaplar (Zihni Çakır, Kod Adı Darbe) medyaya yansıyor. Ama sanırım Hurşit Paşa da öyle istediği için... Bir sitemi, her ziyaretçisiyle paylaşsa da kamuoyuna duyurulmuyor. Aktaranın yalancısıyım, Hurşit Tolon TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu’nun, arkadaşı ve üyesi Sinan Aygün’ün gözaltına alınması üzerine gösterdiği tepkiyi çok beğeniyor.
Hatta yakınlarına, "Silahlı Kuvvetler neden Odalar Birliği kadar bile sesini çıkartamadı? Benim suçum ne ki, Sinan Aygün gibi sahip çıkılmadı?" diye dert yanıyor.
Elhak kurulan denklem ilk bakışta çok ikna edici geliyor...
TOBB da, TSK da Türk halkının sevdiği, saydığı ve daha da önemlisi güvendiği güçlü kurumlar.
Hisarcıklıoğlu, Sinan Aygün’e gözü kapalı kefil oluyor çünkü 30 yıldır tanıyor, ortaklık ediyor.
Aynı yakın ilişki Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt ile Tolon arasında da fazlasıyla mevcut.
Büyükanıt ve Tolon Ankara’dan Diyarbakır’a kadar kader birliği etmiş iki asker.
Peki o zaman Yaşar Paşa tıpkı Rıfat Bey gibi kürsüye çıkıp Hurşit Tolon’a destek verseydi...
İyi mi olurdu, yoksa kötü mü?
Bana sorarsanız son derece sakil ve yanlış olurdu, iyi ki yapılmadı...
Çünkü Odalar Birliği (aslında yarı resmi yapısına rağmen) sivil toplum örgütü yönüyle öne çıkıyor. Oysa Türk Silahlı Kuvvetleri’nin lafı ancak isminde yer alan gücü kullanma ihtimaline göre ciddiye alınıyor.
O yüzden Odalar Birliği (veya TÜSİAD, sendikalar vb.) sesini çıkartınca dinleniyor...
TSK konuşunca ’Acaba gerisi gelir mi?’ diye merak ediliyor. Gelmeyince boş veriliyor.
Hatta 27 Nisan e-muhtırasında olduğu gibi verilen mesajın tam aksi sonuç alınıyor.
* * *
Suskun Hilmi Özkök dönemine tezat sosyal Yaşar Büyükanıt günlerini geride bırakıyoruz.
Peki daha fazla konuşması Genelkurmay’ın muhataplarıyla daha iyi iletişim kurduğu anlamına mı geliyor?
Açıkçası hiç sanmıyorum ve bu kanaatimde yalnız değilim.
TSK’yı en iyi okuyan ve yazan duayen gazeteci Mehmet Ali Kışlalı Radikal’deki köşesinde bakın ne diyor:
"Doğrusu Genelkurmay içinde Genelkurmay Başkanı’nın kamuoyu karşısında sergilediği davranışların etkilerini izleyen ve bulgularını kendisine sunan, sunmakla da kalmayıp, gereken telkinleri kendisine cesaretle arz eden bir birim var mıdır? Bilmiyorum. (...)Ama bu defa, Yaşar Paşa hakkında, görevinden ayrılmasına çok kısa süre kaldığı şu günlerde, TSK’nın görünümünü de etkileyecek bir imaj tashihi yapılmasında büyük yarar olduğunu düşündüğümü söylemeliyim." (6 Haziran 2008)
* * *
Ergenekon soruşturmasıyla ilgili gecikmiş Genelkurmay açıklamasını okurken yukarıdaki satırlara daha da hak verdim... Komutan, subaylar, askeri öğrenciler, sivil memurlar... Bu topluluk bana 2006 Mart ayında ortaya çıkan ve soruşturması süren Hava Harp Okulu skandalını hatırlatıyor. Eğer öyleyse neden "Ergenekon değil" deniliyor da, ne olduğu anlatılmıyor? Hafta sonu veya gece yarısı açıklamaları... Derdini anlatamayan metinler.
Her yana çekilebilen, maksadını aşan temenniler, örnekler. Galiba asker eğer konuşacaksa asli ve yasal zemini olan MGK’yı kullanması hepimizin hayrına!
Yazının Devamını Oku 20 Temmuz 2008
ANKARABU pazar günü, yazıya ölümcül hastalık teşbihiyle başlamak istemezdim. Ama AKP’nin halini tarife başka misal bulamadım.
İktidar partisi, 14 Mart tarihinde açılan kapatma davasında ölümcül hastalığa yakalanan (ve şifa dilediğimiz) hastalara çok benzer tepkiler gösterdi:
1) Önce inkár etti... Böyle bir davanın açılamayacağını düşündü, iddianamenin Anayasa Mahkemesi’nden dönmesine umut bağladı.
2) Sonra öfke nöbetleri geçirdi... "Neden hep bizim başımıza geliyor?" sorusu ve Anayasa’yı değiştirerek parti kapatmayı önleme planı bu evreye rastladı.
3) Ardından içe kapanma (depresyon) dönemi geldi. Başbakan dış gezileri iptal etti, AKP sadece kapatma gündemine odaklandı, mahkemeye savunma hazırlandı.
4) Son evrede, yani yakın zamanda AKP durumunu kabullendi. Eğer kapatma mukadderse kalan süreyi en iyi şekilde kullanmaya karar verdi.
Ve bu son evredeki icraatlar AKP kapatma davasındaki havayı aniden değiştirdi!
* * *
Kapatma davasından hemen sonra ABD Büyükelçiliği’ne davet edilen AKP’nin önde gelen isimlerine yöneltilen soruyu daha önce bu köşeye taşımıştım. (22 Nisan 2008)
Büyükelçi Ross Wilson, Salih Kapusuz ve 3 vekil arkadaşına sordu:
"Kapatma davası sizce dış politikadaki önemli dosyaları nasıl etkiler? 1) Kıbrıs’ta ne olur? 2) Irak’ta ne yaşanır? 3)Ermenistan politikası değişir mi?"
Gelin bugünü, Büyükelçi’nin üç sorusu ekseninde analiz edelim.
Kıbrıs’ta tek devlete her zamankinden daha yakınız.
Ermenistan’la gizli görüşmeler 8 Temmuz’da İsviçre’de başladı.
Kürt liderlerle MGK onaylı ilişki kuruldu, Başbakan Irak’ı ziyaret etti.
Gerçi Büyükelçi merak edip sormamış, ama Afganistan’ı da ekleyelim.
Türkiye, Afgan ordusuna savaş eğitimi amaçlı katkısını artırıyor.
Demek ki ABD Büyükelçisi’nin endişesinin aksine... Kapatma davası AKP’yi uluslararası küresel düzenden kopartmadı, hatta tam aksine, üstüne düşenleri yerine getirme konusunda ateşledi.
O yüzden ABD’nin eski Türkiye Büyükelçisi, Demokrat Parti’nin önemli ismi (ve yeni sefirin hamisi) Marc Parris’in AKP’nin kapatılmayacağı umudunu bizlerle paylaşmasına şaşmamalı.
Küresel sermayenin kontrolüne geçen mali piyasaların "kapatmama" ihtimaline oynayarak ralliye yönelmesi de sürpriz sayılmamalı.
* * *
Ama AKP’nin dışarıda uyguladığı bu taktiği içeride denediğini söylemek zor. Dava açıldığı günden itibaren parti yönetimi vaktini bu işin arkasındaki esrarengiz muhatabı aramakla geçirdi.
Komutanlarla temas etti, mahkemeyi yokladı, işadamlarını aracı tuttu.
Tabii ki sonuç alamadı... Halbuki tıpkı dış kamuoyunda yaptığı gibi içeride de güven yaratma yoluna gitseydi, bugün belki çok farklı noktada olurduk.
Ertuğrul Özkök’ün dün ve önceki günkü yazılarını AKP’nin içeriye dönük güven yaratma rehberi gibi okudum, katılıyorum. Hatta daha da ileri gidiyorum. Eğer AKP, hükümet ve parti yönetiminde acil bir revizyona giderse, Anayasa Mahkemesi kararının nasıl etkileneceğini bile merak ediyorum.
Olması zor biliyorum, ama merak bu ya!
Yazının Devamını Oku 19 Temmuz 2008
<b>ANKARA</b><br>İSTANBUL’da Bahçeşehir Üniversitesi’nin Beşiktaş’taki kampusunda çarşamba gecesi toplanan 30 kadar işadamı MHP lideri Devlet Bahçeli’yi dinliyor. Bahçeli açısından bu tür bir toplantı ilk.
Zaten kendisi de konuşurken, 11 yıldır (genel başkan seçildiğinden bu yana) kullanmadığı fırsattan söz ediyor. İş dünyası ile geç buluşmasından dolayı özeleştiride bulunuyor.
Bahçeli’nin Genel Sekreter Cihan Paçacı ile birlikte katıldığı yemekli toplantıda işadamları karşılarında önyargılarına hiç uymayan bir lider profiliyle karşılaşıyor.
"Bizi yanlış tanıyorsunuz, medyada fazla yer bulamıyoruz" tespitini paylaştığı konuşmasında Bahçeli iş dünyasına iki önemli mesaj aktarıyor:
1) MHP, AB karşıtı olarak tanınıyor. Tamamen yanlış. AB hedefi devlet politikasıdır. MHP olarak tek istediğimiz onurlu duruş ve AB’nin çifte standart uygulamaması,
Yazının Devamını Oku