ANKARABAŞKENT politikası ikiz davaların mengenesinde sıkıştı kaldı.
Ve şehir efsanelerinin aksine Türk siyaseti yaratıcı çözüm üretemez. O yüzden geçmiş benzer örneklere bakılarak hazır çorba misali çözüm tekrarını beklemek pek yanlış olmaz.
* * *
Önce durum tespiti, ardından analiz ve sentez dersek...
1) AKP’nin radikalleri, 27 Nisan bildirisinden bu yana -belki de haklı olarak- ordu paranoyası ile yaşıyor. Anayasa Mahkemesi’nin 367 kararı, kapatma davası hep TSK’dan biliniyor.
Zaten hükümet medyası bu kuşkuyu gerçek belleyip, propagandasını yapıyor.
AKP saflarında -tıpkı iki yıl önce olduğu gibi- TSK’nın terfi ve tayin temayülünü bozacak karşı hamle talebi seslendiriliyor, hatta İlker Başbuğ Paşa’nın önünün kesilmesi öneriliyor.
2) Askeri kanat, Ergenekon soruşturması vesile edilerek ordunun kamuoyu önündeki itibarıyla oynandığı kanaatini taşıyor. Komuta kademesi Hurşit Tolon gibi önemli bir ismin gözaltına alınmasının orta ve alt rütbelerde yaratacağı öfke ve tepkiyi önemsiyor.
3) Sanki gizli bir el gibi çalışan cemaat, TSK ile hükümetin arasını açma gayretini sürdürüyor. Belli ki Tayyip Erdoğan’ı gözden çıkartmış olan cemaat AKP’yi yeni bir ismin etrafında toparlama planları için zaman ve zemin kolluyor.
* * *
Bu tabloda daha önce de yazdığım gibi yalnız bir adam var: Tayyip Erdoğan.
Geçmişte benzer sorunları nasıl çözdüğünü hatırlayalım...
2006’daki Şemdinli krizinde dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı ve Genelkurmay Başkanı adayı Yaşar Büyükanıt’ı Resmi Konut’ta kabul etti. Ardından Büyükanıt ile ilgili karalama kampanyası başlayınca atamasını Yüksek Askeri Şûra’yı beklemeden gerçekleştirdi.
Yaşar Paşa’nın başına gelenlerin benzerini bugün İlker Başbuğ yaşıyor.
Ağlama Duvarı fotoğrafları, Büyük Kulüp üyeliği ve benzeri saçma imalar üzerine Başbakan Erdoğan, Başbuğ ile 2 saat süren bir görüşme yaptı. "Acaba Büyükanıt modeli erken atamada gündeme gelir mi?" sorusu akıllara bu vesileyle düştü.
Acaba Erdoğan bu kez erken atama yoluna gider mi? Şimdiden kestirmek zor...
Ama hemen söyleyelim, bu tür bir jest, hem tansiyonu düşürür, hem de Yüksek Askeri Şûra öncesinde ülkeyi hükümetsiz, başbakansız bırakma riskini taşımak istemeyen Anayasa Mahkemesi’ni takvim açısından rahatlatır. Davada karar öne çekilir.
Kelepçe=yargısız infaz
GAZETECİ Ufuk Büyükçelebi’ye kelepçe takıp götürdüklerinde itiraz ettim. Gazeteci dayanışması sananlar oldu, oysa asla mesleki taassup taşımam. Sonra mahkeme Büyükçelebi’yi salıverince "Gördünüz mü kelepçeye gerek yoktu" diyenler çıktı, maalesef onlara da katılamam.
Çünkü eğer hukuk devleti varsa kelepçenin kime, ne zaman takılacağı kanunda yazar.
Nitekim buyurun Ceza Muhakemeleri Kanunu’nun 93. maddesini okuyun:
"Yakalanan veya tutuklanan kişiye yakalamanın gerektirdiği kadar zor kullanılabilir ve bu kişilere kural olarak kelepçe takılmaz. Ancak, kaçacaklarına ya da kendisi veya başkalarının hayat ve beden bütünlükleri bakımından tehlike arz ettiğine ilişkin belirtilerin varlığı hallerinde, kelepçe takmak kolluk görevlisinin takdirine bırakılmıştır."
Demek ki Ufuk Büyükçelebi; 1) ya gazetesine gelen polisleri öldürmeye kalktı 2) veya intihara teşebbüs etti, 3) dördüncü kat penceresinden atlayıp kaçmaya kalktı ki, bileklerine hem de arkadan kelepçe takıldı. Öyle mi? O zaman kelepçeyi haklı buluruz.
Ama eğer öyle değilse, o zaman bu keyfi ve yargısız infazın peşine düşülür.