16 Mart 2006
SALI günü TBMM kürsüsünde Unakıtan. Gensoru görüşmelerinde kendisini ve ailesini savunmaya çalışıyor. Rengi morarmış, haykırıyor: "Şerefsizler... Adi müfteriler... Kıvırtmayın... Hoplatırım... İki yumurtayla ülkenin gündemini bağladınız... Edepsizce iddialar... Kızım malını tanıtmış ama satmamış, ne var bunda!.. Allah’a şükür hesabını veremeyeceğim meselem yoktur... Sizinle uğraşacak halim mi var!.."
Hükümetin bir bakanı bu durumlara düşmüşse, yapılacak başka bir şey bizim açımızdan kalmadı demektir.
Düştüğü duruma üzülürüz, kendisine acırız.
Bir Maliye Bakanı düşünün ki, kendisine sorulan en basit sorulara bile yanıt veremiyor. Burada kendisine çok somut sorular sordum. Onlar iddia falan değildi. Hiçbirine yanıt veremedi. Ağzını bile açamadı. Örneğin, iki soruyu şimdi kendisine bir kez daha soruyorum:
"1- Oğlunuz ve kızınızla birlikte bunca ticari işin, şirketlerin içerisinde oldunuz. Paralar kazandınız. Allah daha çok kazandırsın, amin. Siz ve çocuklarınız, bu kazançlarınız sonrasında kişisel gelir vergisi ödediniz mi? Eğer evet diyorsanız, hangi yıllarda ne kadar?"
Sakın haa "vergiler gizlidir" demesin. Vergiler gizli değildir. Devlet her yıl yüksek vergi ödeyenlerin listesini açıklar. Sanatçılar, şarkıcılar, sunucular vesairenin vergileri gazetelerde çarşaf çarşaf yer alır.
Hele bir Maliye Bakanı, ailesiyle birlikte ödediği vergiyi asla gizlemez. Gerekiyorsa "zarar etmiştik, o yüzden vergi ödemedik" der ve işi bitirir.
Dikkat ediniz, bu soruya asla yanıt veremiyor. Niçin, niçin, niçin?
"2- AKP’li Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin kuruluşu olan EGO’nun bütün metro ve öteki kartlarında Unakıtan Yumurta reklamı var. Oğlunuz bu reklam için EGO’ya elbette para ödemiştir! Kaç para ödedi? Belgesi, faturası nerede?"
Bir Büyükşehir Belediyesi ile Maliye Bakanlığı’nın parasal ilişkisini düşünün... Ve bakan oğlunun reklamlarını göz önüne getirin!
Bunlar iddia değil. İftira yok. Sadece masum sorular soruyorum. Ne Unakıtan’dan, ne de Büyükşehir’den ses geliyor.
Tık yok.
* * *
Kemal Unakıtan olayı Türk milletinin gözünde sonuca ulaşmıştır. Bu aşamadan sonra öyle "abi-kardeş" ilişkisi falan hiç kimseyi kurtarmaz.
"Benim adamım yapmışsa helal olsun, ben onu görmezden gelirim, sahip çıkarım" anlayışıyla devlet yönetmeye kalkışanlar, filmin sonunda hüsrana uğrayacaktır.
Ne diyordu geçtiğimiz pazar günkü Kızılcahamam konuşmasında beyefendinin kardeşi Recep Tayyip Erdoğan.
"Seyir halinde olduğumuzu unutmayalım. Yolculukta hatalar, talihsiz anlar, tökezleyenler olabilir. Görevimiz, tökezleyen arkadaşlarımıza omuz vermektir."
Versin bakalım, nereye kadar vereceğini hep birlikte göreceğiz.
Bir başka konu: Unakıtan, Kızılcahamam toplantısında AKP’li milletvekillerine 37 sayfadan oluşan bir kitapçık dağıttı. Başlığı: "Hakkımdaki haksız, yersiz, gerçeklerle bağdaşmayan maksatlı iddialar ve gerçekler." Kitapçığı baştan sona okudum. İçinde hiçbir şey yoktu. Burada sorduğum soruların hiçbirine yanıt veremiyordu.
* * *
Şimdi size ilginç bir konu daha aktaracağım. Unakıtan’ın bir internet sitesi var:
www.kemalunakitan.com.tr
Bu siteyi açtığınızda, kendi savunmasını yaptığını göreceksiniz. Ancak işin püf noktası başka. CHP İstanbul milletvekili Mehmet Sevigen tarafından dün bu konuda TBMM Başkanlığı’na verilen soru önergesi:
"Com.tr. uzantılı internet siteleri, ticari kuruluşlara ve şirketlere verilir. Kemal Unakıtan bir ticari kuruluş mudur ki, kendisine bu alan verilmiştir?
Unakıtan’ın şahsı adına kayıtlı olan bu site niçin Maliye Bakanlığı’na ait internet sunucuları üzerinden yayın yapmaktadır? Sitenin künyesinde yer alan irtibat telefonları ise Maliye Bakanlığı Özel Kalemi’dir.
Bu durum, devlet olanaklarının kişisel çıkarlar için kullanılması değil midir?
Kendisinin ve ailesinin adı her geçen gün bir yolsuzluk ve usulsüzlüğe karışan Kemal Unakıtan’ı ne zaman görevden almayı düşünüyorsunuz?"
Varsayalım siz başbakansınız ve korumanız altına sığınmış böyle biri var. Bu son soruya ne yanıt verirsiniz?
"a- Daha çoook beklersiniz. Çıkmaz ayın son çarşambasında."
"b- Valla ben de şaşırdım, ne yapacağımı bilemiyorum. Aşağı tükürsem sakal, yukarı tükürsem bıyık."
"c- Benim Kemal’im iyidir, ne yapsa yeridir."
Şimdi geçerli olan a ve c şıkları!
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2006
BİRKAÇ gün önce ziyaretime bir hanım okuyucu gelmiş. Yoktum, epeyce de beklemiş. Bekir Coşkun’la ikimizin asistanı Leyla haber verdi. Madem bu kadar beklemiş, yoğunluğuma rağmen üçümüz 20 dakika konuştuk. Önce övgü sözleri... Hanımefendi benim yazılara hayran, beni çok seviyor ve teşekkür ediyor. Gerçek bir seven. Leyla bütün konuşmanın tanığı. Okuyucum bunca övgüden sonra çok ilginç bir şey söyledi:
"Şimdi şaşıracaksınız ama ben AKP kadın kolları üyesiyim."
"Aaaa, demek buna rağmen beni seviyorsunuz!"
"Ama onlardan değilim ki! Bu sayede çocuklarımı bir kamu kuruluşunda işe yerleştirdim. Yoksa çocuklarım işsiz kalacaktı."
Kamu kuruluşunun ismini de verdi.
"Şimdi yeni bir sınav açıldı. Yargıda görev almak isteyen yakınlarım var. Hákimleri mülakatla alıyorlar. İnşallah onları da işe sokacağım."
"Valla iyi bir yol seçmişsiniz. Yalnız dikkat edin, onlardan olmadığınız açığa çıkmasın."
"Yok, zaten çok dikkat ediyorum. Onların yanında onlardan biri gibi davranıyorum. Zaten kadın kollarında çalışanların çoğu benim gibi düşünenler. Yakınlarını işe aldırmak için çaba harcayanlar."
Okuyucum hanım daha sonra cep telefonunu çıkardı.
"Bakın, size cep telefonumda kayıtlı bir mesaj göstereyim. Bunu özellikle silmedim. Buyurun okuyun."
Mesajı okudum. AKP il örgütünden geliyor:
"İlimizde falanca kamu kuruluşuna şu kadar kişi alınacaktır. Yakınlarınız için il başkanlığımıza başvurabilirsiniz."
Mesajın hilesi hurdası yoktu. Vallahi okuyunca dudaklarım uçukladı. Hanım okurum gitmek üzereydi. "Devlete kendi adamlarını nasıl doldurduklarını görün Emin Bey" dedi. Vedalaştık.
***
DYP Denizli milletvekili Ümmet Kandoğan, Devlet Bakanı Ali Babacan tarafından yanıtlanması istemiyle TBMM Başkanlığı’na bir soru önergesi vermişti. Özetliyorum:
"Yüzde 56’sı Ziraat Bankası’na ait olan Başak Sigorta Genel Müdür Yardımcılığı görevine getirilen Mehmet İlker Aycı’nın herhangi bir siyasi parti ile ilişkisi var mıdır? Varsa, hangi partide ne gibi görevler üstlenmiştir?"
Ali Babacan imzasıyla verilen yazılı yanıt:
"Mehmet İlker Aycı’nın özgeçmişi ekte sunulmaktadır. Soruya ilişkin bilgiler, adı geçenin özgeçmişinde mevcuttur."
Yazılı yanıtın ekinde gerçekten de, adı geçen kişinin kendi hazırladığı özgeçmişi var. Üniversite bitirmiş, Bilkent Üniversitesi futbol takımında yer almış, bir ilaç firmasında görev alıp ilaç, diyet ürünleri, şekerleme, sabun, şampuan, güzellik ürünleri ihracatı yapmış, özel sektörde çalışmış, panel ve konferanslara katılmış. Harika!
Şimdi özgeçmişin "siyasi boyutuna" yine Ali Babacan’ın resmi yanıtından bakalım:
"Aycı 1994 yılında (Tayyip Erdoğan’ın başkanlığı döneminde) İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne girmiş. 1996-1999 yılları arasında Başkan Danışmanı olarak görev yapmış.
2001-2004 yılları arasında AKP İstanbul örgütü kurucu üyesi ve il yönetim kurulu üyesi. AKP İstanbul il başkan yardımcısı.
2004 yılında İstanbul Büyükşehir Belediyesi Encümeni (AKP’den) seçilmiş üye. Şimdi de aynı görevde.
Ayrıca halen AKP’den İstanbul Büyükşehir Belediye Meclis üyesi.
Ayrıca AKP Grup yönetim kurulu üyesi."
Bundan iyisi can sağlığı!
Başak Sigorta’nın yarıdan fazla payı devletin Ziraat Bankası’na aitmiş! Oraya bu niteliklere sahip bir AKP’liyi, genel müdür yardımcısı yapmışlar. Ayda birkaç milyar da oradan maaş alacakmış.
Varsın alsın, helal olsun.
Az bile yapmışlar!
Şimdi bir konuya daha dikkat ediniz. Devlet Bakanı Ali Babacan’ın eli, milletvekiline verdiği yazılı yanıtta bile "Kendisi AKP’lidir, bizim partimizdendir, Tayyip Bey’in yakınıdır" demeye varmıyor!
Sadece "özgeçmişi ekte sunulmaktadır, soruya ilişkin bilgiler adı geçenin özgeçmişinde mevcuttur" diyebiliyor.
Bu belgeleri görünce ziyaretime gelen hanım okuyucuma hak verdim.
Kendisini gizlemiş, AKP’li olarak göstermiş, partinin kadın kollarında görev alıp yakınlarını işe aldırmayı başarmıştı. Türkiye’ye özgü bir kara mizah!
Türkiye’de işler böyle yürüyor. Bir yanda milyonlarca işsiz, öbür yanda böyleleri.
Torpil, ahbap çavuş ilişkileri, particilik. Kadrolaşma gaddarca, acımasızca sürüyor.
Gülmeli mi, ağlamalı mı!
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2006
MALİYE Bakanı Unakıtan hakkında verilen üçüncü gensoru önergesi bugün Meclis’te görüşülüp oylanacak. Sonuç belli. AKP’li eller emir komuta zincirinde otomatik olarak inip kalkacak ve önerge reddedilecek. Böylece Kemal Unakıtan’ın suçsuz, şaibe altında olmayan, alnı ak, çoluk çocuğuna kıyak yapmayan bir bakan olduğu bir kez daha saptanmış olacak! Unakıtan, kendisine sorulan sorulara yanıt veremiyormuş! Aile bireyleri olarak ödemiş oldukları (?) gelir vergisinin miktarını bile açıklamaktan kaçınıyormuş! Onca kazanca karşın vergi ödeyip ödemedikleri belli değilmiş!
Ankara’nın AKP’li Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı EGO’nun kartlarında Unakıtan yumurta reklamları varmış, bunun karşılığında ne ödendiği, faturası olup olmadığı belli değilmiş!
Varsın olmasın be kardeşim, burası Türkiye. Unakıtan makamında oturmayı sürdürsün. Tayyip kardeşi nasılsa abisine sahip çıkıyor, kanatları altına almış koruyor.
Ne dedi pazar günü Kızılcahamam kampında milletvekillerine hitaben yaptığı konuşmada Tayyip kardeşi?
"Seyir halinde olduğumuzu unutmayalım. Yolculukta hatalar, talihsiz anlar, tökezleyenler olabilir. Görevimiz, tökezleyen arkadaşlarımıza omuz vermektir."
Şu mantığa, bir "devlet adamının" ağzından çıkan şu sözlere bakın!
Kendisi de "abisinin" tökezlediğini, radyatörün su koyverdiğini biliyor. Hem de bizlerden çok daha iyi biliyor. Ama yine de onu sahiplenmeyi bırakmıyor.
Bu, Türk siyasetinin amansız ve tedavisi mümkün olmayan hastalığıdır. Daha doğrusu, bizim toplumsal hastalığımızdır. Türkiye bu yüzden bu durumlara düşmüştür.
Dikkat ediniz ve anımsayınız. Bu uygulamaya, bu sapkın anlayışa geçmiş yıllardan beri hep tanık olduk:
"Benim hırsızım iyidir. Benim hırsızım çalıyorsa, yasadışı işler yapıyorsa üzerine gitmem."
"Karşı tarafın üzerine giderim, elimdeki devlet yetkilerini kullanıp onu süründürürüm."
"Benim teröristim iyidir. Benim adamım suç işlediyse onu görmezden gelirim. Karşı tarafın teröristini lanetlerim, kınarım."
Bugün saat 15.00’ten itibaren Meclis çatısı altında yapılacak gensoru görüşmelerini TRT 3’ten izlemeye çalışın.
Böylesine zan altında kalan bir bakanını savunmaya kalkışan ve ne yazık ki Türkiye’yi yöneten iktidarın kafa yapısını yine görecek, kulaklarınızla duyacak ve bir kez daha üzüleceksiniz.
***
(Emin Çölaşan’ın notu: Dünkü gazetelerde bir haber: Recep Tayyip Erdoğan, Kızılcahamam kampında kürsüye çıkıp İstiklal Marşımızın tamamını "ezberden" okumuş! Ezbere bir şey okuduğu yok! Sağında ve solunda, kameralara ve görüntüye yansımayan iki adet cam levha var. Her konuşmasında, önceden hazırlanmış yazılı metinler oradan akıyor. Ne söylerse -başını bir sağa bir sola çevirerek- önceden hazırlanmış metinleri oradan okuyor. Bazıları da irticalen konuştuğunu zannediyor!)
MEHMET AKİF NE DERDİ?
Önceki gün, İstiklal Marşımızın TBMM’de kabul edilmesinin 85. yıldönümü idi. Kayseri’de bir dershanede öğrencilere sorulan test sorusu hakkında polis suç duyurusunda bulunmuş. Soruda İstiklal Marşı’nın bazı mısraları öğrencilere farklı bir biçimde sunulmuş. Değiştirilen mısralar şöyle:
"Bastığın yerleri toprak diyerek geçme, tanı / Sermayeye satılık her santimi, her gramı.
Sen şehit oğlusun, incitme yazıktır atanı / Kim çok verirse ona sat bu vatanı."
Bu mısralar İstiklal Marşımıza "hakaret" olarak kabul edilmiş!
Acaba rahmetli Mehmet Akif Ersoy bugün yaşıyor olsaydı ve şu olanları görseydi, o da aynı şeyi mi düşünürdü?
Yoksa, "Efendiler, bu tamamen doğrudur, biz istiklal mücadelemizi vatanı satmak için yapmamıştık" mı derdi?
Bugün bu vatanın buldukları her santimini, her gramını, devletin milletin her malını sermayeye, hele yabancılara satmıyorlar mı?
Kim çok verirse ona satmıyorlar mı?
TELEKOM, TÜPRAŞ, ERDEMİR, limanlarımız, Galataport, Dubai kuleleri, Sümerbank tesisleri, hazine arazileri ve daha nice yüzlercesi böyle ne sihirdir ne keramet, el çabukluğu marifet yöntemiyle satılmadı mı?
İstiklal Marşımız bizim gözbebeğimizdir. Ama onun mısralarını değiştirenler değil, ülkemizi bugünlere getirenler utansın.
Yazının Devamını Oku 12 Mart 2006
ELİME geçen kitapların bir bölümünü çeşitli kuruluşlara, okullara, cezaevlerine bağışlıyorum. Yıllar önce bir öğretmen aramıştı. Cezaevinde görevliydi ve kitap istiyordu. Epeyce kitap vermiştim. Bu öğretmen geçtiğimiz günlerde yine ortaya çıktı. Ankara’da 1 numaralı F Tipi cezaevinde görevli. Cezaevi kitaplığı için yine kitap istiyordu. Vereceğimi söyledim.
Aradan günler geçti, bir sürü aksilik oldu. Bir türlü bir araya gelemedik. Fakat öğretmen yılmıyor, beni ısrarla arıyor. Yani işin peşini bırakmıyor. Tuttuğunu koparan biri. Bu tavrı çok hoşuma gitti.
Birkaç gün önce sözleştik ve gazeteye geldi.
Adı Zekai Akın. Tam bir Cumhuriyet öğretmeni. 63 yaşında. 23 yıldan bu yana Ankara’da cezaevlerinde çalışıyor. Oralarda hem öğretiyor, hem de kütüphaneler kuruyor. Emekli olmuş ama çalışmak zorunda.
Epeyce lafladık. F Tipi cezaevi kütüphanesini Adalet Bakanlığı’nın göndermiş olduğu 812 kitapla devralmış ve beş yılda bu sayıyı 8600’e çıkarmış.
Orada kitap hangi ölçüde okunuyor? Daha çok siyasi mahkûmlar okuyormuş. Kütüphaneden ayda 350 kitap alınıyormuş. Zekai Akın Hoca anlatıyor:
"Bütçemizde ödenek olmadığı için dışarıdan kitap satın alamıyoruz. Bazı kuruluşlardan ücretsiz sağlıyoruz. Bir de yakalanan korsan kitaplar var. Çankaya Belediyesi bunları yakalayınca bize veriyor."
Peki cezaevinde gazete çok okunuyor mu? Evet, epeyce gazete geliyormuş. Mahkûmlar gazeteyi kendi paralarıyla alıyormuş. En çok okunan gazete hangisi?
Hürriyet. Onu Posta, Milliyet ve Sabah izliyormuş.
Kitapları öğretmene verdim. Çok sevindi. Cuma günü F Tipi cezaevinden bir faks aldım:
"Ceza İnfaz Kurumumuz kütüphanesine konulmak üzere bağışladığınız 210 adet kitap kütüphane demirbaş defterine kaydedilerek kütüphanemize konulmuştur.
Bu nazik davranışınızdan ötürü Bakanlığımız ve Eğitim Birimimiz adına teşekkür eder, saygılarımızı sunarız. Ali Demirtaş. Kurum Müdürü."
Burada aynı çağrıyı bir kez daha tekrarlıyorum:
Evinizde ve işyerinizde işinize yaramayacak, bundan sonra okumayacağınız kitapları tutmayın. Onları süs eşyası olarak kullanmayın. Çevrenizdeki okullara, askeri birliklere, cezaevlerine, ya da başka yerlere bağışlayın.
Kitap bulamayanlar okusun.
* * *
Kitap isteyen çok sayıda okul ve kuruluştan mektuplar alıyorum. Bunlara tek tek yanıt vermem, ya da buradan sizlere duyurmam mümkün olmuyor. Şimdi size Diyarbakır’dan aldığım bir mesajı iletiyorum, ilgilenmenizi rica ediyorum:
"Okulumuzun yeni açılan kitaplığını donatıp bizden sonraki kardeşlerimize bir hediye bırakmak istiyoruz. Kampanyamıza kaleminizle destek vermenizi rica ediyoruz. Alparslan Lisesi kitaplık kolu öğrencileri. Adres: Alparslan Lisesi. Gazi Cad. Suriçi-Diyarbakır.
Okul telefonu: 0412 223 83 44. Cep: 0505 252 44 84."
GEÇMİŞTEN GELEN KİN Mİ?
Kurmay Albay Yaşar Büyükanıt, 1983 yılında Kuleli Askeri Lisesi Komutanı. O günlerde yeni örgütlenen, bugünkü kadar yaygın olmayan Fethullah ekibi, Kuleli’ye yaklaşık 80 öğrenci sokmayı başarıyor. Bunlar geleceğin komutanları olacak! Durum ortaya çıkıyor. Büyükanıt başkanlığında beş subaydan oluşan disiplin kurulu toplanıyor ve 80 öğrencinin tamamı okuldan kovuluyor.
Yapılan geniş kapsamlı soruşturmada bu öğrencilerin Fethullah’a bağlı ışık evlerinde eğitildiği, en parlak zekálı çocukların hákim, savcı, kaymakam olmaları için üniversitede hukuk ve siyasal bilgiler fakültelerine, lise düzeyindekilerin ise TSK’da yer tutabilmek amacıyla Kuleli ve öteki askeri liselere sevk edildiği anlaşılıyor.
Kuleli yönetimi bu ışık evlerinin adreslerini saptayıp polise bildiriyor, polis işlem yapmıyor. (Türkiye’nin dört bir yanında bugün de on binlerce ışık evi var. Öğrencilere ev tutuyorlar, besliyorlar, başlarına abiler koyup eğitiyorlar ve para almıyorlar. Değirmenin suyunun nereden geldiği bilinmiyor!)
Yapılan soruşturmada ortaya çarpıcı gerçekler çıkıyor. Kuleli sınavına gönderdikleri her öğrenciye görev vermişler:
"Sorulan beş soruyu ezberleyeceksiniz, bize getireceksiniz. Biz bunları gelecek yıllarda soru bankası olarak kullanacağız."
Şimdi Van iddianamesi sonrasında akıllara ister istemez bazı sorular takılıyor:
"AKP döneminde devlet kademelerine yerleştirilen Fethullah takımından birileri, acaba Büyükanıt’tan 1983 yılının intikamını mı alıyor?"
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2006
"MUHTEREM AKP milletvekilleri, bugün Kızılcahamam’da kampa giriyorsunuz. Ekmek elden su gölden, harcamalar partinizden! Yiyip içeceksiniz, temiz hava alacaksınız, havuzlarda yüzeceksiniz, boy boy fotoğraflarınız çekilecek ve sizler de kameralara eşofmanla, haşemalarla poz vereceksiniz. Ancak muhterem milletvekilleri, Türk milletinin sizlerden beklediği bazı şeyler var. İktidarınıza yönelik eleştiri yapmanız. Ülkemizde neler olduğunu görüyorsunuz.
Hiçbirinizin korkacak bir şeyi yok. Allah’a bin şükür, hepiniz varlıklı insanlarsınız. Aç değilsiniz, açıkta değilsiniz. Yarın milletvekilliğinden ayrılsanız, her birinizin geçimi yine olacak.
Milletvekili seçilmeyi zaten başarmış durumdasınız. Bundan sonra sizlere karada ölüm yok! Yaşamınızın sonuna kadar sizin ve aile bireylerinizin tüm sağlık harcamaları Meclis bütçesinden karşılanacak. Emekli maaşı olarak her ay milyarlarca lira alacaksınız. Yani bir gelecek endişeniz asla yok.
Şimdi sizlerden beklenen, ellerinizi biraz da vicdanlarınız üzerine koymanız. Bugüne kadar tamamınız demeyeyim de, büyük çoğunluğunuz, Meclis çatısı altında emir komuta zinciriyle el kaldırıp oy kullandınız. Parti yönetimi sizleri açıkça kullandı. Parti disiplini adı altında, vicdan yaralarına rağmen oylar verdiniz.
Yahu lütfen, biraz eleştirin. Biraz açık olun. Şu ülkenin nerelere sürüklenmekte olduğunu biraz olsun görün.
Sizin korkacak neyiniz var? Geçim sıkıntısı, ekmek parası ve işsiz kalmamak uğruna korkanları, çekinenleri ben anlarım. Ama siz neden korkuyorsunuz?
Özel sohbetlerinizde konuştuklarınızın, anlattıklarınızın, eleştirilerinizin yüzde birini olsun, niçin parti yönetimine, hükümetinize söyleyemiyorsunuz?
Unutmayın, sizler Meclis çatısı altında bir partiyi değil, bütün milleti temsil ediyorsunuz. Hiç kimsenin kölesi, emir kulu değilsiniz.
Bugün ve yarın sizin için iyi bir fırsat var. Örneğin şu Kemal Unakıtan’ı biraz sorgulayın bakalım! Kendisi ve aile bireyleri, trilyonluk şirketlerin kurucuları ve ortakları.
Sorun kendisine: Bugüne kadar kendisi ve aile bireyleri, ticari kazançlarından ne kadar kişisel gelir vergisi ödemişler? Verginin açıklanması suç mu ki, kaçınıyor? Topluma örnek olması gereken bir Maliye Bakanı bu konuda suskun kalabilir mi?
Hortlayan terörü, AB rezaletini, dış ticaret açığını, işsizliği, yabancılara peşkeş çekilen ulusal servetimizi sorgulayın.
Yineliyorum: Çıkın kürsüye ve konuşun. Meclis’te yapamadıklarınızı hiç değilse şu iki günlük hafta sonu kampında gündeme getirin.
Korkacak bir şeyiniz yok. Olsa, vallahi de billahi de size bu öneriyi getirmem. ’Milletvekilliği bunların ekmek kapısıdır, zorlarsak işsiz kalırlar, aç kalırlar’ deyip bunları yazmaktan vazgeçerim.
Haydi muhterem AKP milletvekilleri, şu söylediklerimi bir düşünün!.. Çünkü bu gidişin sorumlusu siz olacaksınız."
VETO
Cumhurbaşkanı, "kişiye özel" çıkarılan Erbakan yasasını veto etti... Ve en doğru olanı yaptı. Dünyanın neresinde, hangi demokraside, hangi hukuk devletinde kişiye özel yasa çıkarılır?
Erbakan 80 yaşına gelmiş, cezaevinde yatması hoş olmazmış. Bunu elbette hiç kimse istemez. Gençlerin yatmasını da istemeyiz. Ancak karşı taraf işi anında cıvıttırdı. Hocaefendinin cuma namazına gitmesi gerekirmiş, o yüzden cuma günleri için özel izin başvurusu yapılacakmış. Olmazsa evinin bahçesine mescit açılması düşünülüyormuş.
Yahu böyle uygulama olur mu?
Yatıp kalkıp "çıraklarımız bize kıyak yaptı, Allah razı olsun" diyeceklerine, hemen işin boşluklarını aramaya başladılar.
Şimdi ortada çok önemli bir soru daha var:
Erbakan ve ekibi, devletin 11 trilyon lirasını buharlaştırmaktan yargılanıp mahkûm oldular. Peki bu 11 trilyon ne olacak? Onu kim tahsil edecek?
Dikkat ediniz, bu konuda hükümetten tık yok.
Devletin parası gitti gider.
Erbakan’ı özel yasa çıkarıp kurtaranlar, iş devletin parasını kurtarmaya gelince hiçbir şey yapmıyor!
Cumhurbaşkanı bu hukuksuzluğu veto etmeyip de neyi edecekti?
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2006
CAVİT Çağlar geçmişin siyasetçisi ve ülkemizin en büyük birkaç sanayicisinden biri. Alanı tekstil. Bursa’daki dev fabrikalarında aklınıza gelen her şeyi üretiyor. Ekonomideki son gelişmeler sonrasında dün Çağlar’ı aradım. Acaba ne yapıyor, ne düşünüyordu, öğrenmek istedim. Aramaz olaydım! İşte söyledikleri:
"Sıcak para Türkiye’yi soyuyor. Bizi sıcak para ve düşük kur öldürdü. Benim dört fabrikam var. Yeşim, Sifaş, Polylen ve Nergis. Üretimin yarısı ihraç ediliyor, yarısı iç piyasada satılıyor. Hepsi de dünya markası ve dünya devi. Fabrika binalarının toplam kapalı alanı 1 milyon metrekare. Fabrikalarıma her gün 500 otobüs gelip işçilerimi getiriyor. Çoğu kadın. Her gün dört ton yoğurt, 16 bin ekmek tüketiyoruz. Kreşimde işçilerimin bin çocuğunu besliyorum. Bordrolu ve SSK’lı 14 bin işçi çalıştırıyorum. Ayrıca Bursa’da fason olarak yaklaşık 20 bin kişiye iş veriyorum. 34 bin kişi ekmeğini benden sağlıyor. Son üç yılda 2 milyar dolar ciro yaptım. Yarısı ihracattır. En ileri teknolojiyi kullanıyoruz."
Asıl feryat bu sözlerden sonra başlıyor:
"Bu düşük kurlarla bu iş gitmez. Türkiye’ye gelip hepimizi soyan sıcak para bizi öldürdü. Dolar 1.600 olmazsa biz tümüyle batacağız. Son üç yıldır bu koşullar altında zararına çalışıyorum. Hayatımda ilk defa, bir yılı aşkın süredir işçilerimin SSK primini yatıramıyorum.
Kullandığımız doğalgaza bir yılda yüzde 46 zam yaptılar. Ucuz elektrik vermiyorlar. Bu maliyetlerle biz batmak üzereyiz. Bu fabrikaları benden alın, ne yaparsanız yapın diye rica ediyorum, sesimi duymak istemiyorlar. Kuru arttıramıyorsanız, hiç değilse yükümüzü biraz azaltın diye yalvarıyoruz, ses yok. Dayanma gücüm kalmadı. Bir sanayici böyle açık konuşur mu? Ben konuşuyorum... Çünkü ben durursam Bursa çökecek, ülkemizin tekstil sektörü büyük yara alacak. On binlerce aile işsiz kalıp sokağa salınacak.
Ülkeye sıcak para getiriyorlar. Bu para yatırıma değil borsaya ve faiz vurgununa geliyor. Gittiği anda ekonomi zaten çökecek. Ben görevimi yapıyorum. İş ciddidir. Lütfen çözüm bulsunlar."
Cavit Çağlar’ın sözlerini hiçbir yorum yapmadan size iletiyorum.
AB İSTİYOR!
Basınımız Van savcısının iddianame olayı ile dolup taşarken, çok önemli bir olay gümbürtüye gitti.
Dışişleri Bakanı Viyana’da AB toplantısına katıldı. Orada çok olumlu (!) bir gelişmeye tanık olduk. AB’nin üst düzey yetkilileri Kayseri milletvekili Abdullah Gül’ü kutladılar. Ne dediler?
"Senin ilinin takımı Kayserispor Türkiye liginde çok iyi gidiyormuş, seni kutluyoruz."
Ancak iş bu kadar basit değildi. Hemen ardından bastırdılar:
"Havaalanları ve limanlarınızı Kıbrıs Rum uçaklarına ve gemilerine açmanız gerekiyor. Bunu en kısa zamanda yapmak zorundasınız. Ayrıca AB üyeliğiniz için ciddi kuşkularımız var. Hazım kapasitemizi bilemiyoruz."
Peşinden koştukları, kapılarında yalvarıp yakardıkları AB gerçek yüzünü şimdi gösteriyor. Söylediklerimizin tamamı doğru çıkıyor.
Tepkiler!
Van savcısının iddianamesi ile ilgili yazdığım yazılara binlerce olumlu tepki yanında, özellikle Fethullah kesiminden de bazı mesajlar geldi. Fethullah Bey rahatı bulmuş, ABD’de yaşıyor. Onun müritleri ise Türkiye’de, bilgisayar başında, okullarda, yurtlarda, ışık evlerinde, dershanelerde aktif bir biçimde çalışıyor. İşte mesajlarından birkaç örnek:
"Zor tabii, sizin gibilerin bu ülkenin kanını içmesine fırsat vermeyen Fethullah Gülen talebelerinin bu mevkilere gelmeleri. Yetmez mi siz zihniyetli insanların ülkeyi yiyip bitirmeleri? Ne o, artık kan içemiyor musunuz? Fethullah Gülen hareketini dünya benimserken senin ve senin gibilerin benimseyememesi! Mehmet Yener."
"Şunu biliniz ve emin olunuz ki Hoca Efendi Fethullah Gülen’in ışık evlerinden kaymakamlar, valiler, bakanlar değil, komutanlar, generaller, genelkurmay başkanları çıkacaktır. Bu millet hakiki saadeti o zaman bulacaktır. Muhammed Osman Başar."
"Şu anda bu iktidar döneminde Hürriyet gazetesinde ayakların sallanıyor. Bu gidişle işinden kovulacağın kesin. Korkun ve acelen bu yüzden. Ama ne sen, ne de başkaları bu iktidarı yıkamayacaksınız. Temenni ederim en kısa zamanda Hüriyyet’ten kovulursun. Hak ettin çünkü bunu. Selim Can."
Yaaaa, işte böyle!
Yazının Devamını Oku 9 Mart 2006
VAN savcısı günün birinde oturup iddianame hazırlıyor. Yazıp bitiriyor! Tamamı 100 sayfadan oluşuyor. Bu iddianamede Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ı "yargıyı etkilemekle, gizli örgüt (!) kurmakla" suçluyor. İddianamenin ister istemez akıllara getirdiği, AKP iktidarının hiç hoşlanmadığı Yaşar Büyükanıt’ın önünü bu yolla kesmeye çalışmak ve zan altında bırakarak, spekülasyon yaratarak, onun 30 Ağustos’ta Genelkurmay Başkanı olmasını önlemek.
Şimdi size bazı "ilginç" gerçekler:
100 sayfadan oluşan iddianamenin tam 21 sayfası, yani beşte biri, TBMM’de kurulan Şemdinli Komisyonu’na Mehmet Ali Altındağ isimli bir şahsın verdiği ifadeden oluşuyor! Bu şahıs Diyarbakır’da gazete çıkarıyor, şimdi Kürtçe yayına geçmek üzere olan televizyonu var ve aynı zamanda müteahhitlik yapıyor. Devletten iş alıyor.
Şemdinli Komisyonu çalışmalarını henüz tamamlamadı, raporunu yazmadı. Komisyonun çalışmaları gizli! O kadar ki, görevliler bile içeriye örneğin cep telefonu sokamıyor.
Pekiii, Meclis Komisyonu’nun bu gizli çalışması nasıl oluyor da haftalar öncesinden Van Savcısı’na iletiliyor, sızdırılıyor? Bu sorunun yanıtı dün belli oldu. Tutanakları Van savcısına Komisyonun Başkanı AKP milletvekili Musa Sıvacıoğlu’nun habersizce göndermiş olduğu ortaya çıktı.
Bakar mısınız savcı ile AKP milletvekili arasındaki şu "ilginç" işbirliğine!
***
Şimdi size iddianameden bir alıntı yapıyorum. Daha doğrusu, Mehmet Ali Altındağ’ın ifadesinden bir bölümü aynen veriyorum:
"...Aynen böyle güldü, sırıttı. Mehmet Ali Bey memlekette iblis çok dedi...
-Kim dedi bunu?
-Paşa söyledi.
-Hangi Paşa, Yaşar Büyükanıt Paşa mı söyledi?
-Heee, Yaşar Büyükanıt ya. Ben 20 seneden beri Milli Savunma ihalelerini yapan bir firmayım. Birdenbire beni sakıncalı gördüler yaa. Paşa bunu da söyledi... Bu kelimeyi şey etti."
Paşa Diyarbakır’da bunun tekerine çomak sokmuş. Adam yakınıyor. Adamın yakınmaları komisyon tutanaklarına geçiyor ve oradan Van’a gönderilip savcının iddianamesinde tam 20 sayfa yer alıyor!
İlişkiler zincirine bakın!
***
Adalet Bakanı Cemil Çiçek pazartesi günü yapılan Bakanlar Kurulu toplantısı sonrasında açıklamalar yapıyordu. Sinirleri gergindi, pek çok soruya yanıt veremiyor, geçiştirmeye çalışıyordu.
"Ben iddianameyi görmedim ki! Adalet Bakanı orada yazılanları bilemez ki!.."
Savcıya karışmasının mümkün olmadığını söylüyordu.
Ne zaman ki olaylar birbiri ardına patladı, iddianamenin kapsamı çorap söküğü gibi ortalığa döküldü, şimdi Van Savcısı hakkında inceleme ve soruşturma başlatmaya karar verdi.
Van’a müfettişlerini gönderiyor.
Niçin?.. Gayet basit... Çünkü askerler bastırdı ve Cemil Bey bu kararı almak zorunda kaldı.
***
Üşenmedim, 100 sayfalık iddianameyi baştan sona okudum. İçerisinde çeşitli rütbelerden tam 27 komutan suçlanıyor.
Dahası var!
İddianamenin 89. sayfasında başlayan bir "değerlendirme" bölümü var ki, tam anlamıyla evlere şenlik.
Yorum yapılıyor, devlet düzeni hakkında ahkam kesiliyor, PKK’nın internet sitesi adresleri veriliyor!..
"Cumhuriyetin kuruluş yıllarında uygulanan olağanüstü güvenlik önlemlerinin bugün de sürdürülmek istenmesi" eleştiriliyor.
Savcı Bey ülkemizin 1984 yılından beri yaşadığı terör olaylarında 35 bin insanını yitirdiğini, 100 milyar dolardan fazla parayı terörle mücadele için harcadığını acaba unuttu mu?
(Eğer unuttuysa, birkaç gün önce Batman’da PKK teröristlerinin açtığı ateş sonrasında dört polisimizin şehit edilmiş olması, kendisine bazı acı gerçekleri acaba hatırlattı mı?)
Dahası var. İddianamede yer alan bu değerlendirme ve yorum bölümü -çok ilginçtir!- Fethullah Gülen’in geçmişte yazdıklarıyla bire bir örtüşüyor. İnanılmaz bir uyum!
Hayret verici bir durum!
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2006
"ORDUNUN ve yargının yedeği yoktur. Onları yıpratmayalım!" İşlerine gelince ağızlarından zorunlu olarak dökülür bu sözler. Ama işlerine gelmeyince, hoşnut kalmadıkları her türlü yargı kararı sonrasında efelenmeler, ağır eleştiriler...
"Efendi" diye başlayan sözcükler! "Bu ne biçim yargı kararıdır, tasvip etmemiz mümkün değildir" demeler!
Genelkurmay Başkanı’na "Hocam" diye hitap eden bir başbakan!
Öbür tarafta Van’da olup bitenler.
Van savcısı tarafından hazırlanan ve gizli olması gereken iddianame, günlerden beri tam metin (100 sayfa) gazetecilerin elinde.
Bu belgede Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt insafsızca suçlanıyor. Sanki savcılık iddianamesi değil, kaleme alan savcının hukukta yeri olmayan kişisel görüşleri ve yorumlarıyla dolu...
Şemdinli’de bir kitapçı dükkanı bombalanmıştı. Dükkan sahibi PKK’nın ilçedeki bir numaralı milisi idi. Başbakan, Adalet ve İçişleri bakanları olaydan sonra Şemdinli’ye gittiler, PKK milisine dükkanda üzüntü bildirdiler, konuşma yaptılar.
Van savcısına göre onların yaptığı "yargıyı etkileme" değil! Olsaydı Büyükanıt gibi onların da isimleri iddianamesinde yer alırdı.
Ve Adalet Bakanı konuşuyor: "Savcı yazmış, biz bu işlere karışamayız ki!.."
Sonra başbakan konuşuyor, yine köşe yazarlarını suçluyor. Bizler TSK ile hükümetin arasını açmak istiyormuşuz! Niçin?.. Çünkü o iddianameyi biz hazırladık ya, herhalde onun için!
* * *
Türkiye’nin gündeminde Maliye Bakanı vardı. Aile boyu kurdukları şirketler, ödemedikleri vergiler, ekonomik sıkıntılar ve daha pek çok şey. Hükümet ve AKP büyük yara almıştı. Ortalıkta kıyamet kopuyordu.
Bir anda Van savcısının yasalar uyarınca gizli olması gereken iddianamesi "madem öyle işte böyle" yöntemiyle basına sızdırıldı ve gündem bir anda değiştirildi. Maliye Bakanı unutuldu.
Sadece onlar değil, ülkemizin öteki sorunları da şimdilik geri plana itilmiş oldu. Hangileri? Örneğin dünkü gazetelerde bir haber:
"Samsun 19 Mayıs Üniversitesi hastanesinin uluslararası standarda sahip yoğun bakım ünitesi, Maliye Bakanlığı hemşire kadrosu vermediği için çalışmıyor. Yoğun bakımda yatması gereken hastalar Ankara’ya sevk ediliyor."
Ankara’da nereye? Oradaki üniversite hastanelerinin durumu ne? 2.500 yataklı Ankara Tıp Fakültesi Hastanesi’nin Dekanı Prof. Dr. Tümer Çorapçıoğlu konuşuyor:
"Personel maaşı ödeyemiyoruz, hastane masraflarını karşılayamıyoruz. Maliye alacaklarımızı ödemiyor. Ve ben yakın gelecekte kapanacağım. Hastanede 1.500 hemşire açığım, devletten 100 trilyon alacağım var."
Sonra Maliye Bakanı "müjde" veriyor:
"Ocak ayında bütçe fazla verdi!"
Sen devlet olarak kurumları çökertirsen, yatırımları durdurursan, harcama yapmazsan, devletin ve üniversitelerin hastanelerini bile parasızlıktan böyle inim inim inletirsen, bütçe elbette fazla verir.
Türkiye’nin tablosu işte bu. Yatırım yok. İnsanlar işsiz, aç, perişan! Ama efendim paramız değer kazanmış! Değer kazanan para kimsenin karnını doyurmadı.
Üç yılı aşkın süredir iktidardalar. Tümüyle göz boyamaca. Kredi kartı borçlarıyla yaşamaya mahkum edilen milyonlarca insanımız. Vergi borçlarına, SSK borçlarına, her şeye af! Borcunu ödeyen keriz, ödemeyen nasılsa af çıkacağını biliyor.
Medyanın büyük bölümünde sergilenen yapay pembe tablolar!
İnsanlarımızı din ticareti, din sömürüsü, türbanla uyutmaya kalkışanlar... Ve iktidar oldukları halde örneğin türban sorununu çözmek için bir adım bile atmayanlar. Niçin?
O konu orada dursun ki, sömürü çarkı sürekli çalışsın!
Etkili olmadığını da söyleyemeyiz. İşte bir örnek. Van savcısının iddianamesi sonrasında dün Ertuğrul Atagün ismiyle aldığım mesaj:
"TSK’yı savunmak kartel medyasının kalemşörü size kaldıysa eyvah ki eyvah. Artık TSK vatan millet sakarya edebiyatı ile yargısız infazda bulunamayacak. Senin gibi hain kalemşörleri besleyemeyecek. Amerika’ya dömelmeyecek. Emirleri CIA’dan değil halkından alacak.
Neden rahatsız oluyorsunuz? Türk Silahlı Kuvvetleri denilen silahlı çeteye artık dur demek lazımdı. Savcımızı destekliyorum. Sizin gibi Marksistleri demokrasi düşmanlığından dolayı kınıyorum. Siz Türk milletinin düşmanısınız. Türkiye Cumhuriyeti 80 yılda Allahsız kitapsız, geçmişine söven, Kemalizm dinine bağlı dünyanın en kötü rejimini yarattı. Bunun neyini savunuyorsun? Defolup gidin."
Bu sözler çok şeyi anlatıyor.
Son söz: Fethullah’ın ışık evlerinde, dershane ve okullarında yetiştirilen çocuklar boşuna hakim-savcı-kaymakam yapılmadı.
Yazının Devamını Oku