4 Nisan 2006
VATANDAŞ sokakta kendi işini kendi görüyor! İstanbul’da Roman vatandaşlarımız pazar günü PKK takımının önüne dikildi. Ellerinde kılıçlar, baltalar, sopalar ve bıçaklarla! Yakaladıkları PKK’lıları dövdüler. Mahallede "Şehitler ölmez, vatan bölünmez" sloganları atıldı, Türk bayrakları açıldı. Geçen yaz Ayvalık’tayım. Kadınlı erkekli kalabalık bir kafile rıhtım boyunca davul zurna eşliğinde, ellerinde bayraklarla yürüyor. "Düğün mü var" diye sordum. Asker uğurlaması yapacaklarmış. Bir saat sonra aynı kafileye Migros’un önünde rastladım. İzmir’e giden bir yolcu otobüsünün önüne yığılmışlardı.
Roman vatandaşlar topluca İstiklal Marşı okudular ve gençleri yolcu ettiler. İstiklal Marşı okunurken, askere uğurlanan iki genç otobüsün içinde, sürücünün yanında asker selamı vererek esas duruşta duruyordu. O sahne belleğimde bir fotoğraf gibi taptaze saklı kaldı.
Bazılarının belki de küçümsediği Roman vatandaşlarımız işte bunlar.
* * *
Polis bıkkın ve yılgın. Elinden neredeyse bütün yetkileri alınmış durumda. Ülkenin dört bir yanında kan gövdeyi götürürken yetkililer nutuk atıyor, ahkam kesiyor!
Vatandaş polise ve yargıya olan güvenini yitirmiş, kendi işini kendi görmeye, cezayı sokak arasında kendisi vermeye çalışıyor.
İstanbul Emniyet Müdürü ve Emniyet Genel Müdürlüğü Sözcüsü açıkça söylediler:
"Bu budanmış, tırpanlanmış yetkilerimizle terör mücadelesi veremiyoruz. Yetkilerimizi geri verin."
Herkes, bütün polisler aynı şeyi söylüyor. İtiraf edemedikleri bir husus daha var: Bu yetki budanmışlığı yüzünden sadece terörle değil, adi hırsızlarla, kapkaççılarla, gaspçılarla da baş etmeleri mümkün olmuyor.
Polis bıkkın, yılgın.
Peki ama AKP iktidarı bu yasaları niçin değiştirdi?..
Çünkü AB öyle istedi! AB emretti, onlar yaptı. AB bir istedi, onlar hoşgörünmek için üç verdi.
* * *
Son olaylarda sadece Diyarbakır’da dokuz, Güneydoğu’da toplam 12, pazar günü İstanbul’da üç insanımız can verdi. Diyarbakır’da kan gövdeyi götürürken, işyerleri yakılıp yıkılırken, camlar ve vitrinler kırılırken Vali Bey demeç veriyordu:
"Cana gelecek cama gelsin!"
Devletin temsilcisi böyle diyordu. Olanları, yüzlerce işyerinin PKK takımı tarafından yakılıp yıkılmasını güya küçümseyip hafife alıyordu. O sırada beyefendi makamında oturuyordu. Hükümet binası, kamu kurumları ve hastaneler askeri birlikler ve tanklar tarafından korumaya alınmıştı. Polis aileleri karakollara sığınmıştı.
Güneydoğu’da devlet otoritesi yine yörenin DTP’li belediye başkanlarına, il ve ilçe başkanlarına devredilmişti.
Ülkemizin geleceğini, insanlarımızın can ve mal güvenliğini AB’ye rehin eden, AB’nin emirleri doğrultusunda Cumhuriyet rejimini ve ülkemizin bütünlüğünü yabancı güçlerin ipoteği altına sokan AKP iktidarı, bunların hesabını verecektir.
Şimdi lütfen alttaki bölümü okuyunuz ve bir komediye daha tanıklık ediniz!
YANILMIŞ!
Recep Tayyip Erdoğan pazar günü İstanbul’da -çok sayıda yabancının önünde- yine konuşma yaptı. Sözlerini hayretle, ibretle ve gülerek izledim. Bakınız AB için aynen ne söylüyordu:
"Türkiye AB’ye girmenin derdi içinde değil. Böyle bir hastalığımız da yok. Ama medeniyetler ittifakının adresi AB olsun diye istiyoruz."
Aaaa, bu sözleri Başbakan söylüyor! Ağız 180 derece değişmiş.
AB’ye girme gibi bir derdimiz, böyle bir hastalığımız yokmuş!
Ey muhteremler, o halde sizler tam kadro niçin AB kapılarında aylarca yalvardınız? Niçin hukuk sistemimizi onların talimatı doğrultusunda altüst ettiniz? Niçin polisimizi, yargımızı, vatandaşımızı bu durumlara düşürdünüz? AB gezisi sonrasında Ankara’da Kızılay meydanına taklar ve kürsüler kurdurup nutuk atanlar siz değil miydiniz?
Şimdi hidayete erdiler. AB’nin üzerimizde oynadığı oyunların farkına yeni varmaya başladılar. Türkiye Cumhuriyeti’ni nereye sürüklediklerini gördüler. Tabanları da gördü.
Şimdi geri adım da atamıyorlar, vaziyeti oldukları yerden nutuk vermekle, ahkám kesmekle idare etmeye çalışıyorlar. Niçin?..
Çünkü yanılmışlar, yanılmışlar! İş işten geçtikten, atı alan Üsküdar’ı geçtikten sonra günaydın bayım, günaydın!
Yazının Devamını Oku 2 Nisan 2006
SEVGİLİ okuyucularım, Güneydoğu’da kaç günden beri olanları hep birlikte utanarak, yüzümüz kızararak izledik. Bu tablo karşısında üzülelim ama gerçekleri asla unutmayalım. Eğer unutursak, sonra başımıza daha büyük belalar açılacağını iyi bilelim.
Daha nice olaylar izleyeceğiz.
Şimdi ortalık duruldu diye sevinmeyelim.
Ayrıca bir şeyi çok iyi algılayalım. Bunlar durup dururken olmuyor.
Biz kendi başımıza iş açtık... Çünkü AKP hükümeti ilk gününden beri AB’nin bize verdiği emirleri uyguladı.
Sonuç ortada.
1- AB istedi, ceza yasalarını, terörle mücadele yasalarını değiştirdik. Suçluya, suç işleyene inanılmaz olanaklar sağladık. Örneğin, gözaltı süresi kısaldı. Polisin ve yargının yetkileri elinden alındı.
Şimdi akılları başlarına geldi, terörle mücadele yasasını yeniden değiştireceklermiş.
2- Bu süreç sonrasında vatandaş kendi hakkını kendisi aramaya başladı. Suçluya cezayı vatandaş veriyor! Yakalanan hırsız, kapkaççı, gaspçı, terörist vesaire sokak ortasında dayak yiyor. Niçin?.. Çünkü polise ve yargıya güven kalmadı.
3- Kürtçülük yoğunlaştı. Dahası, siyasallaştı. Ardında tümüyle AB desteği var.
4- Son olayları başlatan, sokak olayları için direktif veren Roj TV, Danimarka’dan yayın yapıyor. Bizim hükümetimiz Danimarka’yı protesto ediyor (!) ve kanalın kapatılmasını istiyor. Kapatılsa kaç yazar? Bir başka AB ülkesinden değişik isimle yayın yapar. Daha önce bunlar İngiltere, Belçika’dan değişik isimle yayın yapmıyor muydu?
5- Güneydoğu’da ahaliyi devlet değil, DTP il ve ilçe başkanlarıyla belediye başkanları yönetip yönlendiriyor. Sokak olayları, gösteriler, vurup kırmalar, Kürtçülük hareketleri, PKK desteği onların elinde ve güdümünde. Oralarda devletin valisinin, kaymakamının, polisinin değil, özellikle belediye başkanlarının sözü geçiyor. Güneydoğu’da iki ayrı devlet var! Ne yazık ki tablo böyle.
6- Bu işler Ankara’da nutuk atmakla olmuyor. Nutuk atıp bu olayları kınayan hükümet, örneğin belediye başkanlarına karşı hiçbir önlem almıyor, alamıyor... Çünkü yetkisini kullanıp görevden alma gibi bir girişimde bulunsa Güneydoğu’da ahali ayaklanacak. Artı, AB bu olayı kınayacak, yeni bir baskı oluşturacak.
***
Görüyorsunuz, ülkemizin asayişi, milyonlarca insanımızın giderek yok olan can ve mal güvenliği, devlete, polise ve yargıya olan güvenin yitirilmesi, pek çok şey AB’ye endeksli.
Bu iktidar bütün bu değişiklikleri yaparken, burada kendi adıma ısrarla yazdım, yalvardım, feryat ettim.
"Yapmayın, etmeyin... Biz İsveç, İngiltere, Danimarka değiliz. Bizim koşullarımız AB’den çok farklı. Türkiye’nin kendine özgü koşulları var. Biz bir terör ülkesiyiz. Açlar ülkesiyiz. Hırsızlık, kapkaç, genel asayişsizlik boşuna böyle artış göstermiyor. AB’nin emirlerini, onların kurallarını aynen uygularsanız başımıza büyük belalar açılır."
Umursamadılar! Aldırış etmediler. Bunları söyleyen sadece ben değildim. Nice siyasetçi, bilim adamı ve milyonlarca vatandaşımız olacakları görmüş, aynı yakınmayı dile getiriyordu.
AKP’nin bütün amacı, AB’den yalvara yakara bir müzakere tarihi alabilmekti. Bu yüzden onların kapılarını aşındırdılar, rica minnet ettiler. AB ne istediyse, hiç kimsenin gözünün yaşına bakmadan aynen verdiler. Ülke olarak onurumuzu yitirdik. Müzakere tarihini aldılar. Sonuç? Sıfır. İş orada durdu.
***
Danimarka’dan "Roj TV’yi durdur" diye ricada bulunuyorlar! Durdursa ne olacak? Bu kez karşımıza başka bir AB ülkesinden "Moj TV’yi çıkaracaklar.
Belçika’dan Fehriye Erdal’ı bile alamayanlar işte bunlar.
Siz AB olsanız, kapınızda yalvaran bir ülkeye başka türlü mü davranırdınız?
Onu ciddiye mi alırdınız?
Dün elime İngiltere’deki PKK yandaşlarının nevruz kutlama programı geçti. Kitapçığın önsözünü Londra Belediye Başkanı yazmıştı. Kitapçığın içinde Kürdistan haritası yer alıyordu. Tüm Doğu ve Güneydoğu Anadolu, Kürdistan olmuştu. Bize Karadeniz sahili ile İskenderun’un batısı kalmıştı!
Koskoca Londra Belediye Başkanı bu belgeye imzasını koymuştu.
***
Burada "çok basit" bir konuyu daha sizlere anımsatmak isterim. Son olaylar nerelerde yoğunlaştı? Tayyip Erdoğan’ın seçim bölgesi Siirt. Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’in bölgesi Van. İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun bölgesi Diyarbakır.
Peki oralarda devlete isyan provası yapılırken kendileri neredeydi?
Tayyip Erdoğan Sudan ve Suudi Arabistan, Hüseyin Çelik 12 günlük Avustralya ve Yeni Zelanda turunda, Abdülkadir Aksu Ankara’da!
Ama DTP’li belediye başkanları, tüm Kürtçü takımı ve PKK ekibi olay yerlerindeydi!
Olmuyor, olmuyor, bu işler Ankara’dan nutuk atmakla olmuyor.
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2006
GAZETECİ arkadaşlarımız çok ilginç kitaplara imza atıyor. Bunların mutlaka okunması gerekiyor. Birkaç gün önce spor ve güreş yazarı Ali Gümüş yedi kitabını gönderdi. Tümüyle Türk güreşi. Geçmişe gittim, çok şeyler öğrendim.
Şimdi elimde Saygı Öztürk’ün son kitabı "Aynadaki Reis. Sedat Peker’in Sıradışı Yaşamı". (Birharf Yayın.) Organize suç çetesi lideri olduğu iddiasıyla halen cezaevinde bulunan Peker’i anlatıyor. İlginç bir kişinin yaşamöyküsünü ve mafyanın perde arkasını belgelerle veriyor.
Yine gazeteci arkadaşımız Turan Yavuz’un dört dörtlük kitabı: "Çuvallayan İttifak". (Destek Yayınları.) Turan uzun yıllar Washington’da gazetecilik yaptı. Bu kitabında AKP döneminde Türkiye-ABD ilişkilerini, uğradığımız hezimetleri, düştüğümüz durumları, oralarda nasıl küçüldüğümüzü, rezaletin perde arkasını yine belgelerle ve tanık olduğu somut olaylarla bire bir anlatıyor. Saygı’nın kitabı gibi bunu da bir solukta okuyacaksınız.
Eğer biraz gülmek, neşelenmek istiyorsanız, işte karşınızda Metin Uca’nın kitabı "Yes Yerine Orrayt Demek Caiz midir Hocam?" (Epsilon.) Ülkemizin gerçekleri, mizah, kara mizah!.. Tansiyon ve kolesterol düşürücü, 1 miligramlık Metin Uca tableti!
Ali Baransel, Korutürk ve Evren döneminde Cumhurbaşkanlığı basın danışmanı ve sözcüsü olarak görev yaptı. Anılarını anlattığı kitabı "Bıçak Sırtında Çankaya Köşkü Yılları". (Remzi Kitabevi.)
Ve gazeteci abimiz Yılmaz Çetiner’in meslek anılarını topladığı kitabı: "Nefes Nefese Bir Ömür". (Epsilon.)
Şu sözünü ettiğim gazeteci kitaplarının her biri inanın dört dörtlük.
***
Ya öteki kitaplar? Yani gazeteci olmayanlardan iyi kitap çıkmıyor mu? Elbette çıkıyor. Biraz da onlardan söz edeyim, birkaç örnek vereyim. Konularını isimlerinden ve yazarlarından anlayacaksınız. İlgi alanınıza göre, okuduğunuz zaman çok şey öğrenmiş olacaksınız:
Prof. Dr. Ergün Aybars’ın kitabı "İstiklal Mahkemeleri". (Zeus.) Bu devrim mahkemelerinin baştan sona öyküsü, kararları.
Prof. Dr. Çetin Yetkin’in kitabı "Türkiye’de Askeri Darbeler ve Amerika". (Yeniden Müdafa-i Hukuk Yayınları.)
Prof. Dr. Erol Manisalı’nın kitabı "AB Süreci mi, Sevr Süreci mi?" (Derin Yayınları.)
Sevgi Özel’in kitabı "Dilimde Tüy Bitti". (Çınar Yayın.) Perişan edilen, yanlış kullanılan Türkçemizin başına gelenleri bir dilbilimci anlatıyor.
"Dip Dalgası". Yargıtay emekli Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın kitabı. (Bilgi Yayınevi.) İşbirlikçilerin, ihanet yuvalarının ülkemizi nasıl kuşattığının belgeleri, onlara karşı dip dalgasının nasıl oluştuğunun belgeseli.
Emekli Tümgeneral Osman Özbek’in kitabı "Ilımlı Türkiye". (Ümit Yayıncılık.) AKP-AB-ABD işbirliği ile Türkiye nereye sürüklenmek isteniyor! Patlayan ampuller!
Ufuk Söylemez ve Melih Yürüşen’in kitabı "Türkiye Maskeli Değişimin Tuzağında". (Orion.) Ülkemize karşı kurulan medya liboşları-İslamcı-Kürtçü işbirliği tuzağının perde arkası.
Mustafa Yıldırım’ın kitabı "58 Gün. Mustafa Kemal’le Filistin’den Anayurdun Dağlarına". (UDY Yayın.) Belge roman.
"Tanıklık Ediyorum. Cumhuriyet ve Atatürk Anıları". (Epsilon.) İstiklal Harbi komutanlarından, Atatürk döneminin devlet adamı Kazım Özalp’ın oğlu Teoman Özalp anılarını anlatıyor.
"Ali Tunalı. Vatana Hizmette 70 Yıl". (Tarih Vakfı.) Bülent Varlık, kitabında milli mücadelenin bir sivil kahramanını, bir topçu ustasının yaşamını belgelerle anlatıyor.
***
Piyasaya arabesk kaset çıkarıyorlar 50 bin satıyor. Bilmem ne diski çıkarıyorlar, 100 bin satıyor! Bazıları milyona ulaşıyormuş.
Yukarıda kısaca değindiğim kitapların her biri alın teri, göz nuru, araştırma ürünü. Bir kitap bir yılda 3 bin adet satıyorsa, çoğu yazar ve yayınevi "amaca ulaştık" diyor!
Birkaç istisnası dışında, 72 milyon nüfusu olan bir ülkede böylesine az kitap okunması çok garip. İnsanlar, bedava kitap bulunca okuyor. Ama para vermekten "pahalı geliyor" diye kaçınıyor.
İnsaf! Sigara, içki, eğlence, sinema, barlar kafeler ucuz, sadece kitap mı pahalı?
Bugün, kütüphane haftasında, size yeni çıkan ve her biri çok güzel ve öğretici olan kitaplardan bir demet sundum. Karar sizindir!
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2006
VARSAYALIM patronumuz Aydın Doğan bir genelge yayınladı: "Hürriyet çalışanlarının bir tiyatro eseri sergilemesine karar verdim. Oyunumuz Hamlet olacak. Bu konuda rol dağıtımını yaptım. Provalar yakında başlayacak. Hamlet rolü için Emin Çölaşan’ı uygun gördüm."
İtiraz ederdim... "Aman Aydın Bey, ben bu işten ne anlarım? Ben tiyatrocu değilim, rol yapamam. Ben gazeteciyim. Ne Hamlet olurum, ne de figüranlık yaparım."
Patron ısrarlıysa ya kovulur, ya da gazeteden istifa ederdim.
Böylesine akıl, mantık dışı bir olayın olması elbette mümkün değil.
Fakat sevgili okuyucularım, bu Aziz Nesin’lik olay günümüzde oluyor.
***
Biliyorsunuz, Isparta’da Şevket Demirel’in Orma, Göltaş gibi dokuz şirketine TMSF el koydu. Şirketler ve binlerce çalışanı şimdi zor durumda. (Danıştay bu olaya ilişkin bazı konularda yürütmenin durdurulması kararı verdi.) TMSF bu şirketlerde hızla kadrolaşıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi kökenliler ve öteki AKP’li yandaşlar işe alınıyor, eski personel çıkarılıyor.
Örneğin, karşılıklı yazışmalarda bir isim görüyorum. İlhan İmik! Kim bu, hiç yabancı gelmiyor! Aaaa, Kemal Unakıtan, TMSF Başkanı Ahmet Ertürk vesaire ile birlikte meşhur Bereket Mensucat şirketinin ortağı! Ne bereketli yermiş!
Isparta’da el konulan şirketlerin başına TMSF tarafından "güvenilir" bir genel koordinatör atandı. Adı Aslan Yaman. Güvenilirliği nereden geliyor? Son seçimde Bakırköy AKP listesinden Belediye Meclis üyesi adayı idi.
Aslan Yaman da TMSF tarafından maaşa bağlandı. Ayda net 15 MİLYAR Törkiş lira alıyor.
***
Aslan Yaman adına bundan birkaç gün önce bütün personele hitaben bir e-mail gönderildi ve Aziz Nesin’lik olay başladı:
"Şirketimiz çalışanları tarafından sahnelenecek olan PAYDOS isimli tiyatro eserinde yer alan karakterler ve bunları canlandıracak kişiler, Genel Koordinatörümüz Sayın Aslan Yaman tarafından belirlenmiştir. Rollerine ait dokümanlar kendilerine en kısa sürede ulaştırılacaktır."
Yazının ekinde roller, rollerin kişilik tanımları ve bunları oynayacak personelin listesi vardı. Sadece iki örnek vereyim:
Hatice Hanım: 50 yaşlarında, sinirli, sert, her şeyi erkeğe benzer. Her gün kavga çıkarmaya çalışır. Hiçbir şeyden memnun olmaz. Şımarık. Oynayacak (!) kişi: Gülay Selçuk. GÖLTAŞ Kalite Güvence Şefi.
Balıkçı Ahmet: Alkolik. Çabuk kızar, çok bağırır. İçmeyince tembel, çalışırken sarhoştur. Şimdi de dilinin kaymasından, aklının pek başında olmadığı anlaşılmaktadır. Oynayacak (!) kişi: Mehmet Ali Çetin. ORMA Üretim Şefi.
İsimlerinin yanına yazılan "kişiliklere" bakın! Hayatında sahneye çıkmamış çalışanlar ya bu emrivaki rezaleti kabul edecek, ya da reddettikleri takdirde sonucuna katlanacaktı.
Sanki Hitler rejimi.
Çalışanlar arasında büyük tepki oluştu. Yukarıda örneğini verdiğim zorlama rol verilenlerden, TMSF’nin adamlarına tepki yağdı. Kendisine alkolik balıkçı Ahmet rolü uygun görülen üretim şefi Mehmet Ali Çetin yönetime yazıyor:
"Aslan Bey, gördüğüm manzara karşısında şaşkına döndüm. Bunun bir şaka olduğunu düşündüm. Ben 1987 yılından beri orman-endüstri mühendisiyim ve o tarihten başlayarak ORMA’da çalışmaktayım.
Bir işyerinde yönetim, ne zamandan beri çalışanlara zoraki piyes oynatmakta, zoraki rol dağıtmaktadır? Ben tiyatrocu değilim. Eğitimim mühendislik üzerinedir. Tiyatro oynamak gibi bir hobi ve yeteneğim yoktur. Ayrıca böyle bir niyetim, isteğim, talebim de olmamıştır.
Bu zoraki tiyatroya niçin beni seçmiş olduğunuzu anlamış değilim. Oyunla ilgisi olmayan karakterlerin karşılığına isimlerimiz yazılmış olarak tüm şirket çalışanlarına bu mail’in atılmış olması yoksa bizlerin kişiliğini yıpratmaya mı yöneliktir?"
Kendisine huysuz Hatice Hanım rolü biçilen kalite güvence şefi Gülay Selçuk yönetime yazıyor:
"22 yıldır sürdürmekte olduğum mesleğimdeki başarıları tiyatro çalışmalarına borçlu değilim. Sanat etkinliklerine katılım gönüllü olur ve ilgi duyulursa zevk verir. Hakkımda verilen karara uymamın hiçbir zaman mümkün olmayacağını, ’yüksek sanat’ anlayışınıza dayanarak size bildirir, sanatsal başarılarınızın devamını dilerim."
Böyle 20-25 kişi var. Size bir TMSF olayını belgelerle aktardım. Arkasına iktidar gücünü almış olan TMSF’nin, el koyduğu şirketlerin çalışanlarına neler yaptığını, onlara nasıl manevi işkence uyguladığını sergiledim.
TMSF yönetiminin Isparta’da personeli devlet gücüyle sahneye çıkarmasına, onlara rol biçip zorla tiyatro oynatmasına gerek yok.
Bu anlattığım olay tiyatronun ta kendisi.
Aziz Nesin’in ruhu şad olsun da, bu kadarı ayıptır yahu.
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2006
DİYARBAKIR’da olanları izliyoruz. PKK yandaşları, devlete ve Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı açıkça isyan provası sergiliyor. Kente özel harekát timleri, askeri birlikler, panzerler yığılmış durumda. Benzer olaylar başka kentlerimizde de oluyor. Adana, Mersin, İstanbul, İzmir, Hakkári, Van, Siirt... Ve Yüksekova, Şemdinli gibi ilçeler...
İsyancılar, talimatları AB ülkelerinden yayın yapan Roj TV’den alıyor.
"Yürüyün, yakın, yıkın, açık dükkánları tahrip edin..."
PKK’nın televizyonu bugün Danimarka’dan yayın yapıyor. Dün Belçika, İngiltere, İsveç gibi AB ülkelerinden yapıyordu.
Biz işte bu AB’nin peşinden koşuyoruz, yalvarıyoruz.
Ama bir televizyon kanalını susturmaya gücümüz yetmiyor... Çünkü AB, karşısında nasıl zayıf, kişiliksiz, onursuz olduğumuzu bizden çok daha iyi biliyor ve görüyor.
AKP tarafından AB’ye yaranmak için çıkarılan yeni yasalar sonrasında polisin, askerin, tüm güvenlik güçleriyle birlikte yargının da eli kolu bağlandı.
Diyarbakır’da dükkánlar, bankalar yakılıp yıkılıyor, işyerleri ve kamu kurumları taşlanıyor, polisler yaralanıyor, ortalık ateşe veriliyor. Çok acıdır, valilik binası güvenlik güçlerince kuşatılıyor. İsyan provası yapanlar sağlık ocağını bile taşlıyor.
Taş ve ateş yağmuru altında polis ne yapıyor?.. Daha doğrusu ne yapabiliyor?
Kalkanların ardına sığınmış, panzerlerle su sıkıyor, biber gazı atıyor, bazen de havaya ateş ediyor. Sonra birkaç kişiyi gözaltına alıyor, acele mahkemeye sevk edilenlerin çoğu da tutuksuz yargılanmak üzere salıveriliyor!..
Çünkü AB ve AKP yasaları böyle emrediyor!
Türkiye’nin dört bir yanında Kürtçü kitleler yürüyüşte, vurup kırmada, polisle çatışmada.
Ellerinde PKK bezleri ve Abdullah Öcalan posterleri, önlerinde kadınlar ve çocuklar...
Yeni yasalar nedeniyle polis ve yargı çaresiz. Elleri kolları bağlı.
Asayişi sağlamak için (!) yörenin DTP’li belediye başkanları bir araya geliyor. Güneydoğu’da devletin değil, DTP’li belediye başkanlarının sözü geçiyor.
***
(Burada bir parantez açmak zorundayım. Başbakan birkaç gün önce bundan önceki hükümeti, özellikle Devlet Bahçeli’yi eleştiriyordu:
"Abdullah Öcalan bile sayenizde idamdan kurtuldu. İdamdan kurtulmasına ait belgenin altında MHP Genel Başkanı’nın imzası var."
İnsaf yani! İdam edilseydi ne olacaktı? Bugün İmralı’da kuzu gibi oturan şahıs eğer asılsaydı, dünya çapında bir efsane ve kahraman (!) ilan edilecekti.
Pek çok yerde heykeli dikilecek, anısına toplantılar yapılacak, anma törenleri düzenlenecekti.
PKK’ya, Kürtçülüğe, bölücülüğe karşı burada yüzlerce yazı yazmış olan ben bile, o günlerde ısrarla yazıyor ve söylüyordum:
"Sakın idam edilmesin, aman asılmasın."
Türkiye Cumhuriyeti’nin böyle önemli bir makamında oturan bir kimsenin, bir başbakanın bu gibi sözleri söylemesi yakışıksız, dayanaksız, mantıksızdır. Parantezi kapatıyorum.)
BASİT OLAYLAR!
İlköğretim okullarında ve liselerde olaylar birbirini izliyor. Öğrenci çeteleri okul kapılarında. Öğrenciler, her gün ekranlarda izledikleri dizilerin etkisi altında birbirini vuruyor.
Okullarda cinayetler işleniyor.
Bu konuyu geçenlerde Eğitim Bakanı Hüseyin Çelik’e sordular. (Dikkat ediniz, milliliği kalmamış bir eğitim sisteminde kendisine Milli Eğitim Bakanı demiyorum.) Yanıtı şöyleydi:
"Olayları büyütmemek lazım! Bunu mercek altına aldığınız ve medyada büyük görüntülerle yer aldığı zaman, diğerleri için de özendirici olduğunu unutmayalım. Basit olayların medyada büyütülerek verilmesini doğru bulmuyorum."
Aferin yav!
Okullarda kan gövdeyi götürüyor, küçücük çocuklar bile silahlanmış, çeteleşmiş, birbirini vuruyor, öldürüyor...
Ve Hüseyin Çelik bu olayların büyütülmesini doğru bulmuyor! Dahası, bunları "basit olaylar" olarak tanımlıyor.
Valla bu kafaya, bu anlayışa helal olsun. Ülkemizin "milli!" eğitimi uzman ellerde! Kendisini kutlamak gerekiyor!
Şu okullar olmasaydı eğitimi ne güzel yönetecekti Çelik!
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2006
BURADA 10 Mart 2006 tarihli yazımın başlığı şöyle idi: "En büyük sanayicinin feryadı". Türkiye’nin en büyük tekstil sanayicisi Cavit Çağlar’a "Sizin sektörde durum nedir" diye sormuştum. Aldığım yanıt korkunçtu. Çağlar şöyle diyordu: "Sıcak para ülkemizi soyuyor. Bizi sıcak para ve düşük kur öldürdü. Dört fabrikam var. Yeşim, Sifaş, Polylen, Nergis. Hepsi de dünya devi. Fabrika binalarımın toplam kapalı alanı 1 milyon metrekare. Her gün dört ton yoğurt, 16 bin ekmek tüketiyoruz. Kreşimde çoğu kadın olan işçilerimin bin çocuğunu besliyorum."
Sonra işin istihdam boyutu geliyordu. Çağlar tabloyu şöyle çiziyordu:
"Bordrolu ve SSK’lı 14 bin işçi çalıştırıyorum. Ayrıca Bursa’da fason olarak 20 bin kişiye iş veriyorum. 34 bin kişi ekmeğini benden sağlıyor."
Aynı yazımda Cavit Çağlar’ın sözlerini şöyle aktarıyordum:
"Bu düşük kurlarla bu iş gitmez. Türkiye’ye gelip hepimizi soyan sıcak para bizi öldürdü. Dolar 1.600 olmazsa batacağız. Son üç yıldır zarara çalışıyorum ve hayatımda ilk kez işçilerimin SSK primlerini ödeyemiyorum. Kullandığımız doğalgaza bir yılda yüzde 46 zam yapıldı. Ucuz elektrik vermiyorlar. Bu maliyetlerle biz batmak üzereyiz. Bu fabrikaları benden alın, ne yaparsanız yapın diye rica ediyorum. Ses yok. Dayanma gücüm kalmadı. Bir sanayici böyle açık konuşur mu? Ben konuşuyorum çünkü ben durursam Bursa çökecek, tekstil sektörü büyük yara alacak.
Ülkeye sıcak para yatırıma değil, borsaya ve faiz vurgununa geliyor. Gittiği anda ekonomi zaten çökecek. İş ciddidir, lütfen çözüm bulsunlar."
Bunları 10 Mart günkü yazımda aynen yazmıştım. Bazıları bana kızdı: "Çağlar hortumcudur, banka batırmıştır, onun hakkını savunmak size mi düştü?"
Oysa ben 30 bin’den fazla insana ekmek yediren sanayici Cavit Çağlar’ın feryadını yazıyordum. O batarsa, peşinden on binlerce ailenin sürükleneceğini vurguluyordum.
***
Nitekim korkulan oldu. Cavit Çağlar iki gün önce borsa ve devletin ilgili kurumlarına resmen yazılı başvuruda bulundu:
"Sifaş ve Polylen şirketlerini geçici olarak kapatıyoruz."
Dün Cavit Çağlar’ı yeniden aradım, gerçek bilgileri kendisinden aldım. Feryat daha da artmıştı:
- 3.500 işçiye cumartesi gününden başlayarak ücretsiz izin verdik. Üretimi durduruyoruz. 7 Nisan günü mart ayı ücretlerini ödeyeceğiz. İçim kan ağlıyor ama başka çare kalmamıştı. Sesimizi kimse duymak istemedi. Şimdi sadece benim 3.500 işçim işsiz kalmıyor. Bunları taşıyan servisçiler, yemek verenler, gazoz satanlar, işçilerimin alışveriş yaptığı esnaf, ev sahipleri, on binlerce insan mağdur olacak.
- Peki bu işin sonu nereye gider?
- Dalga dalga büyür. Grup şirketlerim 2005 yılında 270 milyon dolar ihracat yaptı. Bu düşük kurla bu iş kurtarmıyor. Zarara çalışıyoruz. Şimdi birileri bu fabrikaları 3-4 milyar dolara kuramaz. Devlete veya bankalara bir kuruş kredi borcum yok. Dolar düşünce, böyle yapay düşük kur uygulanınca biz bittik. Katilimiz kurdur. Ben hayatım boyunca nice olumsuzluklar yaşadım ama pes etmedim. Kur normal düzeyde olsa yine dayanırdım. Fakat şimdi iş bitti. Çorap söküğü başlıyor. Tekstil sektörü çöküyor. Çoğu kadın olan bu 3.500 çalışanıma günah değil mi? Bu iki fabrikanın kapatılması doğrudan ve dolaylı olarak en az 20 bin insanımızı etkileyecek.
Çağlar’a son bir soru sordum:
- Peki bu fabrikaların kapatılması kesin mi? Kararınızdan geri dönüş yok mu?
- Bugünkü koşullar aynen devam ederse, kur yükseltilmezse, enerji ve doğalgaz fiyatı düşürülmezse, 49 il için verilen teşvik kararları bize de uygulanmazsa, ne yazık ki bu iş bitmiştir. Bunları söylerken içim kan ağlıyor ama yapacak başka bir şey yok.
İşte size Türkiye’nin en önde gelen sektörlerinden tekstilin içler acısı durumu. Sanayimizin ve ihracatımızın lokomotifi, irili ufaklı fabrika ve atölyelerinde milyonlarca insanımıza iş olanağı sağlayan sektörün içine düştüğü durum. Büyüğü böyle, sesi çıkmayan küçüklerin durumunu siz düşünün!
Burada yazıyoruz, irdeliyoruz, acı gerçekleri dile getiriyoruz. Ancak ülkeyi yönetenlerin umurunda bile değil. Sektör çöküyor, fabrikalar ve atölyeler kapanıyor, işsizler ordusuna her gün yenileri katılıyor...
Çünkü IMF’nin hükümete verdiği emir kesin: "Kur düşük kalacak, üretici ve ihracatçı başının çaresine bakacak."
Yazının Devamını Oku 28 Mart 2006
KÜTÜPHANE Haftası’nı kutluyoruz. Gerçi Türkiye’de her şeyin bir haftası vardır ama kitap deyince benim kafamda önem kazanır. Türkiye’nin dört bir yanında kitap bağışlamak isteyen insanlarımız var. Fakat iş bir yerde sarpa sarıyor. Bu kitapları bağışçının evinden kim alacak?
Yerine kim, nasıl ulaştıracak?
Bunlar zor ve zahmetli işlerdir. Aldığım bir mesajı şimdi size iletiyorum. Kitap bağışı yapmak isteyenler lütfen ilgilensin:
"Hürriyet Gazetesi’nde 12 Mart günü yayınlanan ’Yılmayan Öğretmen’ başlıklı yazınızı ilgiyle okuduk. Bu nedenle, TNT Ekspres Türkiye’nin bu yıl yedinci kez düzenlediği kitap toplama kampanyası ile ilgili bilgileri sizinle paylaşmak istedik. Bu yılki kampanyamıza kimlerin bağışlamak istediği kitaplar olursa, ihtiyacı olan okullara ulaştırmaktan mutluluk duyacağız.
TNT Ekspres Türkiye’nin Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ile birlikte 2000 yılından beri sürdürdüğü kitap toplama kampanyası, her yıl olduğu gibi bu yıl da mart ayının son haftası kutlanan Kütüphane Haftası’nda yedinci kez başlıyor ve eylül ayına kadar devam ediyor.
TNT Ekspres Türkiye kuryeleri, ücretsiz 444 0 868 numaralı telefonu arayarak kitap bağışlamak isteyenlerin kitaplarını KAPILARINDAN ÜCRETSİZ olarak teslim alıyor. Her yıl kendi bağış rekorunu kıran TNT Ekspres’in kitap toplama kampanyası ile altı yıl içinde 912 okula yaklaşık 1 milyon 350 bin kitap bağışlandı ve yüz binlerce öğrenciye umut ışığı oldu.
Ayrıca Türkiye sınırlarını aşarak büyüyen kampanyaya TNT ülkelerinden İngiltere, Almanya, İsviçre ve ABD’den toplam 52 bin kitap gönderildi."
* * *
Sevgili okuyucularım, kitap bağışlamak isteyenler için elimizde bulunmaz bir fırsat olduğunu ben de bu mesajla öğrenmiş oldum. Vereceğiniz kitapları kapınızdan telefon, taşıma ve gönderme ücreti olmadan alıyorlar, tek merkezden okullara dağıtıyorlar.
Burada size, bu işin sorumlusu olduğunu anladığım, bana yukarıdaki mesajı gönderen Ferda Çekem’in telefon numarasını da vereyim. Belki kendisinden bu konuda öğrenmek istediğiniz başka hususlar olabilir.
Tel: 0212 351 91 81. Faks: 0212 351 91 71.
Kitap süs eşyası, evin aksesuvarı değildir. Bir telefon edin, okumayacağınız kitapları bağışlayın, başkaları okusun. Okumak başkalarının da hakkı.
* * *
Şimdi size bir başka mektuptan kısaca söz edeyim:
"Ben İran sınırında suyu, telefonu olmayan, ilçeye bir saat mesafede bir köy okulunun müdürüyüm. Dört öğretmeniz, 200 öğrencimiz var. Maaşlarımızdan aktardığımız kısıtlı bütçeyle okulumuzun ihtiyaçlarını cebimizden gidermeye çalışıyoruz. Ancak yetmiyor. Türk ulusunun geleceği olan çocuklarımıza yeterince yardımcı olamamak bizi kahrediyor.
En büyük sıkıntımız, yaptığımız etkinlikleri öğrencilere dağıtmak için bir fotokopi makinemiz yok. Bunun yanında kitap ve kırtasiye malzememiz yok. Öğrencilerimizde hafif bir rüzgárın bile söndürebileceği bu mum ışıklarını sizin yardımınızla güçlendirmek istiyoruz. Tüm eğitim gönüllülerinin yardımlarını bekliyoruz. Baran Yaşlı. Okul Müdürü.
Adres: Çubuklu Köyü İlköğretim Okulu. Çaldıran-Van.
Cep: 0538 291 47 81. 0 543 258 45 59."
MUSTAFA BALBAY’IN KİTABI
Konu kitaplardan ve kitaplıklardan açılmışken, son günlerde elime ulaşan çok güzel kitaplardan söz edeyim. Saygı Öztürk, Turan Yavuz gibi gazeteci arkadaşlarımızın yeni çıkan kitaplarına birkaç gün sonra değineceğim.
Bugün sıra Cumhuriyet Gazetesi’nin Ankara Temsilcisi Mustafa Balbay’ın son kitabında.
"İran Raporu." (Cumhuriyet Kitapları.)
Komşumuz İran hemen her gün karşımızda. Şeriat düzeni, nükleer gücü, ABD ve Batı dünyası ile girdiği çatışma ve sürtüşmeler, karşılıklı tehditler, petrol gücü, etnik yapısı, mezhebi, Humeyni rejimi, istihbarat örgütleri, din şemsiyesi altındaki rejimi, PKK ile ilişkileri, ülkemizle ilişkileri, Türkiye’ye kendi rejimlerini nasıl ihraç etmeye çalıştıkları...
Mustafa İran olayını araştırmış, bu konuda yazılan tüm raporları okumuş, pek çok belgeyi değerlendirmiş ve kendi İran gözlemleriyle birlikte kitabını yazmış.
Bilene bilmeyene İran gerçeğini anlatıyor, öğretiyor. Bir solukta okunuyor.
Ellerine sağlık.
Yazının Devamını Oku 26 Mart 2006
SEVGİLİ okuyucularım, şu yaşadığımız olayları, bu iktidarın elinde güzel ülkemizin ne durumlara düşürüldüğünü lütfen iyi görün. Bu konuyu daha iyi irdelemek için çok değil, sadece beş gün öncesine dönelim. 1- Hafta başında askerlerden Van Savcısı ile ilgili olarak korkunç sert bir bildiri geldi. Yenilir yutulur lokma değildi.
2- Yine hafta başında Merkez Bankası Başkanlığı için Çankaya’ya gönderilen kararname gündemdeydi. Erdem Başçı isimli birinin adı geçiyordu. Eşinin başı bağlıydı. Kamuoyunda bunlar tartışılırken, Başbakan konuşuyordu:
"Bu atamayı bal gibi yaparız."
Hemen ardından Çankaya’dan açıklama geldi:
"Bizde Erdem Başçı ile ilgili bir kararname yok!"
Herkes şoke oldu. Bizi kimler işletmişti?
Devletin geleneğidir. Önemli yerlere yapılacak atamalar için önceden Cumhurbaşkanı’nın onayı alınır. Bunu bile yapmamışlardı.
3- Hemen sonrasında, bu görev için kararnamesi sevk edilen kişinin Adnan Büyükdeniz olduğu ortaya çıktı. Kendisi İslamcı Albaraka’nın başında, Maliye Bakanı Kemal Unakıtan’la şirket ortağı idi.
Cumhurbaşkanı bu kararnameyi geri çevirdi. Merkez Bankası sorunu devam ediyor.
4- Ülke genelinde Kürtçü kesimin yaptığı nevruz kutlamalarında polisler taşlandı, Abdullah Öcalan posterleri, PKK bayrakları açıldı.
Hükümet nevruz öncesinde yaptığı duyurularda Öcalan posterlerine, PKK bayraklarına kesinlikle izin verilmeyeceğini bildirmişti!!!
5- Başbakan, ekonomik durumdan yakınan tekstil sanayicilerine "beceriksizler" diye hitap etti.
6- Ankara’ya gelen ABD Genelkurmay Başkanı, "Irak’ta öncelikle istikrarı sağlamalıyız, Kuzey Irak’ta PKK ile daha sonra mücadele edebiliriz" dedi!
Böylece bu konuda bir nasihat daha aldık, bir başarısızlığa daha uğramış olduk. Terör sorunumuz çıkmaz ayın son çarşambasına ertelenmiş oldu.
7- AB’nin genişleme sürecinde frene basıldı. AB ülkeleri bu konuda karar aldı. Verdiğimiz bütün ödünlere karşın AB olayımız bitiyor. Bu olay her nedense (!) bizim medyada gündeme getirilmedi.
Onlara yaranmak için yaptıklarımızla kaldık. Bütün iç düzenimizi bozduk.
8- Bu konuda somut örnek: İstanbul Emniyet Müdürü basına açıklama yaptı ve polisin elinden alınan yetkilerin geri verilmesini, gözaltı süresinin uzatılmasını istedi. Emniyet Genel Müdürlüğü Sözcüsü bu isteme ayrıca destek verdi.
Türkiye’nin asayişi, AB uğruna alınan kararlar ve değiştirilen yasalar nedeniyle allak bullak edildi. Ülkemiz suçlular cennetine dönüştü. Polisin ve yargının eli kolu bağlandı.
9- Başbakan, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Büyükanıt’la baş başa iki saat görüştü. Genelkurmay Başkanı kendisine bu konuyu soran gazetecilere önce "Ben bilmiyorum, kendisine sorun" diye yanıt verdi. Birkaç saat sonra ise fikrini değiştirdi: "İç harekát meselesini konuşmuşlar."
Ortada hangi iç harekát meselesi olduğu anlaşılamadı! Olsa bile bunun Başbakan ile Kara Kuvvetleri Komutanı arasında baş başa konuşulmayacağını bilen herkes hayrete düştü!
10- Türkiye’nin her yerinde kan gövdeyi götürüyor. Hırsızlık, gasp, kapkaç, vurgun, soygun. Mafya, çeteler.
Edremit’te ahali protesto yürüyüşü yaptı.
İlköğretim okulları ve liselerde bile her gün kanlı olaylar yaşanıyor...
Ve bunlara yolsuzlukları, parasal vurgunları, özelleştirme vurgunlarını, devletteki anormal ve acayip İslamcı kadrolaşmayı, devletin ve milletin parasının belli yandaşların ceplerine nasıl hortumlandığını ekleyin.
* * *
Sevgili okuyucularım, size şu son haftanın özetini kısaca aktardım.
Devlet düzeni altüst edildi. Sivil-asker bütün kesimlerden büyük tepki var.
Asayiş, can ve mal güvenliği, polise, yargıya ve devlete güven kalmadı.
İç ve dış siyasette başarısızlıklar birbirini izliyor.
Masallar döneminin sona erdiği çok net ve açık bir biçimde ortaya çıkıyor.
Ötesini izlemeye devam edeceğiz.
Bir iktidarın beceriksizliği ve kaprisleri uğruna güzelim ülkemize yazık oluyor.
Yazının Devamını Oku