25 Şubat 2006
AKP hükümeti, hocaları ve ustaları Necmettin Erbakan’a çok büyük bir kıyak yaptı. <br><br>Kişiye özel yasa çıkardı. Dünyanın hiçbir "hukuk devletinde" böyle bir uygulama olamaz. Adamına göre yasa çıkarılmaz.
Necmettin Hocamız geçmişte Refah Partisi’ne verilen Hazine yardımını iç etmekle, sahte ve düzmece faturalarla bu parayı devletten kaçırmakla suçlandı. Yargılandı, suçlu bulundu, hapis cezası aldı.
Ayrıca ekibiyle birlikte 11 trilyonu devlete ödemesine karar verildi.
Hocamız şimdi indirilmiş hapis cezasını evinde çekecek! Yaklaşık 11 ay evinde kalacak. Konuklarını kabul edecek, gerekli olduğunda izin alarak evinden dışarıya çıkacak, telefonla konuşacak, hatta Altınoluk’taki yazlığına gidebilecek.
Ödenmesi gereken 11 trilyona gelince, o konuda hiç kimseden, kişiye özel yasa çıkaran hükümetten ses yok! Paranın nasıl geri alınacağı bilinmiyor!
* * *
Başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP iktidarı ustalarına, kendilerini yetiştiren hocalarına, feyz aldıkları, ilkelerini savundukları hocaefendilerine son bir iyilik gösterisi sergilediler... Ve haber gönderdiler:
"Hoca bizden bu kadar!"
Onlar bir süredir "biz değiştik" diyorlarsa da inanmayın. Değiştikleri falan yok. Sadece siyasetin tapusunu hocaefendilerinden, kendilerini yetiştirip bugünlere ulaştıran ustalarından kendi üzerlerine devraldılar. "Sen yaşlandın, bu işleri bize bırak" dediler.
Geçenlerde Hüsamettin Cindoruk’a sormuşlardı:
"Sizce Necmettin Erbakan ile Recep Tayyip Erdoğan arasında herhangi bir fark var mı?"
Yanıtı ilginçti:
"Sadece yaş farkı var!"
EĞİTİM!
Senirkent, Isparta’nın ilçesi. Bu ilçenin yerel haberlerle çıkan bir de gazetesi var. Senirkent Yükseliş. Gazetede ilginç bir haber:
"İlçemizdeki okullarda görev yapan öğretmenlerden 2005 yılında başarılı ve özverili çalışmalara imza atan eğitimcilere İlçe Milli Eğitim Müdürü Ceylan Çaylak tarafından teşekkür belgesi verildi.
Yükseliş İlköğretim Okulu’ndan Hüseyin Çaylak, Cumhuriyet İlköğretim Okulu’ndan Uğur Çaylak, Senirkent Çok Programlı Lisesi’nden Betül Çaylak, Ali Osman Yurtsever, Derya Uğur..."
Allah Allah, ilçenin teşekkür belgesi dağıtan Milli Eğitim Müdürü ile teşekkür belgesi alan ilk üç öğretmenin soyadları aynı!
Biraz kurcaladım, ortaya yine siyaset, yine AKP çıktı!
Peki kim bunlar?
Senirkent Halk Eğitim Merkezi Müdürü olan Ceylan Çaylak, son yerel seçimde AKP’den belediye başkan adayı oldu. Bu nedenle görevinden istifa etti. Ancak bu ilçemizde seçimi MHP kazandı.
Hükümet bunun üzerine yeniden göreve dönen Ceylan Çaylak’ı terfi ettirip İlçe Milli Eğitim Müdürü yaptı. Bundan sonra olaylar hızla gelişti.
Ceylan Bey’in eşi Betül Çaylak, lise müdürü oldu.
Ceylan Bey’in amcaoğlu Hüseyin Çaylak, ilköğretim okulu müdür yardımcısı oldu.
(Öteki amcaoğlu Uğur Çaylak, daha önceki görevi olan ilköğretim okulu müdürlüğünde kaldı.)
Bu işlerin içinde siyaset, AKP’cilik olabilir mi? Olamaz, olamaz!
Bugün size bir ilçemizden rastlantılarla (!) dolu bir örnek verdim.
Türkiye genelinde neler olup bittiğine siz karar verin.
* * *
Emin Çölaşan’ın notu:
Sevgili okuyucularım, bana sürekli yazıp bazı olaylardan yakınıyorsunuz. Particilik, torpil, haksızlık, usulsüzlük, yolsuzluk... Bu tür olayları araştırmak, doğrulatmak zorundayım. Çoğunuz isminizin ortaya çıkmasından haklı olarak çekiniyorsunuz. Ancak bana ilettiğiniz her mesaj, benim namusuma emanettir. İsminizi benden başka hiç kimsenin bilmesi mümkün değildir. O nedenle, varsa belge gönderin. Ayrıca mesajınızda açık isminizi (ve özellikle rica ediyorum) telefon numaranızı mutlaka bildirin ki, size ulaşabileyim. Teşekkür ederim.
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2006
SEVGİLİ okuyucularım, bugün bir konuya dikkatinizi çekmek istiyorum. Eğer izliyorsanız biliyorsunuz, İstanbul Menkul Değerler Borsası rekorlar kırıyor! Borsa sürekli yükseliyor. Dünyanın hiçbir borsasında böyle bir "yükseliş" yok.
Geçtiğimiz yılbaşından bu yana, yani yaklaşık 50 gün içerisinde borsamız yüzde 16 yükseldi!
Korkunç güzel, inanılmaz bir hadise!
Dahası var: Borsamız 2005 yılında da yüzde 59 oranında yükselmişti.
Eğer bir ülkede borsa böylesine yükseliyorsa, rekor üzerine rekor kırıyorsa, o ülkenin hükümeti bunu haklı olarak kendi lehine kullanır. Halka seslenir:
"Ey ahali, durumu görüyorsunuz. Ekonomi iyiye gittikçe borsa yükseliyor. Bu yükseliş sağlıklı ekonominin göstergesidir."
Oysa bizde durum farklı. Borsa yükselmesine yükseliyor da, ekonomi iyiye gittiği için değil. Tam tersine, çeşitli alanlarda ciddi krizlerin eşiğindeyiz.
İstanbul borsasında yabancılar oyun oynuyor. Niçin? Türkiye'deki faizler dünyada en yüksek.
Yabancı, yurtdışından kara parasını, ak parasını getiriyor. Ayrıca çeşitli ülkelerde başıboş gezinen yüz milyarlarca dolar sıcak para var. Bunlar da Türkiye'ye akıyor.
Dövizler geliyor, Türk parasına çevriliyor. Sonra borsadan hisseler alınıyor.
Mekanizmayı size çok basit olarak aktarmaya çalışıyorum:
Türk parasının değeri yapay olarak yüksek olduğundan, alım yapan her yabancı kazançlı çıkıyor. Ya borsaya giriyor, ya da sattığımız kağıtların faizine.
Şimdi birkaç rakama daha bakalım. Borsada kayıtlı pek çok büyük şirketin hisse çoğunluğu şu anda yabancıların elinde. İki örnek vermekle yetineyim:
Türkcell halka açık hisselerinin yüzde 92'si.
İş Bankası halka açık hisselerinin yüzde 69'u.
Bu listeyi uzatmak mümkün. Peki borsadaki toplam hisselerin yüzde kaçı şu anda yabancıların elinde?
Yüzde 67'si!
***
Türkiye'de şu anda 50 milyar dolara yakın sıcak para var. Korkunç bir rakam. Bu paranın sahipleri geliyor, dövizini bozduruyor, borsaya ve faize giriyor.
Sonunda kazanıyor. Kazandıkça yeni sıcak para getiriyor.
Yeri ve zamanı gelince, parasını yeniden yurtdışına götürüyor. Ancak şu anda gelen para, gidene göre çok daha fazla.
Buna bir de özelleştirme adı altında satılan kamu kuruluşlarını, Telekom, Tüpraş gibi altın yumurtlayan tavuklardan gelen paraları ekleyin.
Ülkemiz şimdilik dövize boğuldu! Bu yüzden paramızın değeri -yapay olarak- yükseldi. Gerçekte değer kazanmayan bir para suni teneffüsle kazanmış gibi oldu!
Peki bunun sonucu nedir?
İthalat patladı, ihracat düştü. İthalatçı malını ucuza getiriyor, yerli üretim çöküyor, fabrikalar kapanıyor, işsizlik patlıyor. Kendi paramızla dışarıyı besliyoruz.
İhracatçı iç piyasada zaten satış yapamıyor, çünkü talep yok. Malını dışarıya satınca düşük kur yüzünden zarar ediyor ve işi bırakıyor.
Ama öbür yanda borsa coşmuş, rekor üzerine rekor kırıyor, yabancılar malı götürüyor.
Borsa mekanizması sadece iki gruba çalışıyor:
1- Türkiye'nin zenginleri ve para babaları.
2- Yabancılar.
Borsamız yükseldikçe onlar kazanıyor!
Fakat gelin görün ki, bu yükselme sağlıklı değil.
***
Evet, İstanbul Menkul Değerler Borsası'ndaki hisse senetleri 2005 yılında, yani geçen yıl ortalama yüzde 59 değer kazandı.
Bu yılbaşından bu yana ise yüzde 16.
Dünya rekorlarını bizim borsamız paramparça ediyor!
Peki ama böylesine "muhteşem" sonuçlar sonrasında hükümet nerede?
Bu yükseliş sağlıklı, sağlam ve tutarlı olsaydı, her gün haykıracaklardı:
"Ey vatandaş, ekonomi öyle iyi gidiyor ki, borsamız rekorlar kırıyor."
Oysa hükümet sessiz. Borsa sözcüğünü ağzına bile alamıyor!..
Çünkü yabancılar daha kazançlı başka bir yer bulup sıcak parayı Türkiye'den çekmeye başladığında neler olacağını, başımıza hangi ekonomik krizlerin bineceğini çok iyi biliyor.
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2006
BİLGİSAYARI olanlara çok yararlı, ulusalcı bir siteyi sürekli okumalarını öneriyorum:
www.19mayis1919.com.tr.
Dün bu sitede gezinirken
Ergün Poyraz’ın belgeli bir haberini gördüm.
Manisa Valiliği Emniyet Müdürlüğü, Müdürlük makamına yazıyor:
"Müdürlüğümüz bünyesinde faaliyet gösteren Vali Parkı polis lokalince TBMM Başkanı Sayın Bülent Arınç’ın annesinin vefatı nedeniyle 3 Kasım 2003 tarihinde ikametgahlarına (evine)
taziye yemeği gönderilmiş olup, verilen yemek bedeli olan 400 milyon liradan yüzde 25 indirim yapılarak toplam 300 milyon lirasının polis lokali gelirlerinden ödenmesi hususunu tensiplerinize arz ederim."
Yazının altında Emniyet Müdür Yardımcısı’nın imzası var. En altta ise Manisa Emniyet Müdürü tarafından verilen
olur ve imzası var.
Meclis Başkanı
Bülent Arınç AKP Manisa milletvekili. Evi Manisa’da. Annesi vefat ediyor. Allah rahmet eylesin. Emniyet Müdürlüğü tarafından evine yemek gönderiliyor...
Ve parası ödenmiyor. Ödenmeyince de para polis lokalinden çıkıyor.
Belki
Bülent Arınç bu olayı bilmiyordu. Evine gelen yemeklerin Emniyet Müdürlüğü tarafından polislerin cebinden gönderildiğinin farkına varmamıştı. Olabilir!
Ancak, örneğin bu iktidar
Samsun 19 Mayıs Üniversitesi için Meclis’te komisyon kurdu. Amaçları kendilerinden olmayan Rektör Prof. Dr.
Ferit Bernay’ı da tasfiye etmekti. Meclis Komisyonu çalışmalarını bitirdi ve somut hiçbir şey bulamadı. Üniversitenin lokalinde bazı yemek harcamaları falanca yerden usulsüz yapılmış! Bu gibi gerekçelerle savcılığa suç duyurusunda bulunuldu.
Şimdi
Bülent Arınç belgesi internet sitesinde.
Hiç kuşkunuz olmasın,
Arınç iktidarın milletvekili değil de
iktidar karşıtı biri olsaydı, örneğin
Van ya da
Samsun Rektörü olarak görev yapıyor olsaydı, bu belgeden sonra hakkında derhal
soruşturma başlatılırdı. Dürüstlük ve ilkeler adına değil,
iktidar karşıtlığı adına!
Rakam az veya çok.
Bülent Arınç kendi evine Manisa Emniyet Müdürlüğü tarafından gönderilen yemeğin parasını -bilerek veya bilmeyerek- ödememiş.
Boşverin canım, ödememişse canı sağolsun! Koskoca AKP Manisa milletvekili ve Meclis Başkanı’nın arkasından koşacak değiliz ya!’FİKİR VE İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ’!!!BELÇİKA’da aşırı sağcı
Front National (Milliyetçi Cephe) partisi, kapatılması istemiyle mahkemede. Ayrıca partinin başkanı için 1 yıl hapis istemiyle dava açıldı. Peki bu parti silaha mı başvurmuş? Terör mü yaratmış? Hayır.
Gerekçe:
"Fikir ve ifade özgürlüğü sınırsız değildir."
İkinci örnek iki gün önce Avusturya’da yaşandı. 1989 yılında kitap yazıp
"Nazi Almanyası’nda Yahudi soykırımı olmamıştı" diyen İngiliz yazar ve tarihçi
David Irving, Avusturya’da yargılandı ve
üç yıl hapis cezası aldı.
Irving eline silah mı almıştı? Terörist miydi? Nazi partisi mi kurmuştu? Hayır. İfade özgürlüğünü kullandığını, ancak yanıldığını kabul etmişti.
Mahkeme kararının gerekçesi yine aynı idi:
"Fikir ve ifade özgürlüğü sınırsız değildir."
* * *
Şimdi bir de Türkiye’ye bakalım!
AB’nin
emirleri doğrultusunda bütün yasalarımız
AKP tarafından değiştirildi. Hukuk sistemimiz hallaç pamuğu gibi atıldı, tersyüz edildi.
Şimdi suçlular korunuyor, masumlar eziliyor.
Suç işleyenlerin çok büyük bölümü artık mahkemeler tarafından serbest bırakılıyor.
Polis yılgın, ürkek. Elini taşın altına sokamıyor. Hakimler ve savcılar tedirgin. Ancak yeni yasalar hepsinin elini kolunu bağlamış durumda.
Türkiye’nin dört bir yanında sokaklara dökülüp
Abdullah Öcalan posterleri, PKK bayrakları açmak serbest!
"Biz Türkiye’den ayrılmak istiyoruz... Bağımsız Kürdistan... Biz İslam devleti kurmak istiyoruz" diye haykırmak, yazılar yazmak, bu doğrultuda çaba harcamak artık suç değil!..
Çünkü bunlar bizde "fikir ve ifade özgürlüğü" kapsamına giriyor! Yeter ki silahsız olsun!
Vallahi helal olsun!
Bu konuda bize bastıran AB’yi bile solladılar.
Onlar bile
"bu özgürlük sınırsız değildir" derken bizim iktidar bütün engelleri kaldırdı,
"sınırsız fikir ve ifade özgürlüğü" getirmeyi başardı!
Ama işin sonunun nereye, hangi ihanetlere varacağını, başımıza hangi belaların açılacağını bilmeden.
AB hayran!
"Aferin Tayyip" diyor da, başka bir şey demiyor.
.. Çünkü bu kadarını onlar bile beklemiyordu.
Boynuz kulağı geçti.
Yine helal olsun!Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2006
BÜYÜK devlet ve hükümet adamı, Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdullah Gül yine harikalar yaratıyor. Ağzından çıkan cümleler, sözcükler ve mantığı muhteşem! Gerçi arada bir kendisiyle çelişkiye düşüyor ama o kadarcık kusur kadı kızında bile olur. Örneğin, 1995 yılında Refah Partisi milletvekili kimliğiyle Meclis kürsüsüne çıkmış, AB'ye en ağır sözleri söylemiş ve "Bizi hiçbir zaman almayacaklar, bu bir aldatmacadır" demişti.
Gül sonra Dışişleri Bakanı olunca 180 derece döndü, AB kapılarında yalvarıp yakardı, günümüzde en hızlı AB yandaşı oluverdi.
Onun ağzından çıkan kerametli, muhteşem sözleri zaman zaman ibret ve hayretle izliyoruz, bu vesileyle gülüp neşemizi buluyoruz!
Dünkü sözleri yine muhteşemdi. Dünya ülkeleri tarafından -öyle veya değil- terörist ilan edilen HAMAS'ın önde geleni kod adı Halid Meşal birkaç gün önce komedi, skandal bir gezi için Ankara'ya gelmişti. Onu VIP'ten karşıladılar, ertesi akşam havaalanının kargo kapısından postaladılar.
Abdullah Gül'ün kendisiyle Dışişleri Bakanı değil, AKP milletvekili (!) sıfatıyla görüştüğü açıklandı.
Tayyip Erdoğan da görüşecekti. Fakat devreye ABD, AB ve İsrail girip baskı yapınca vazgeçmek zorunda kaldı.
Bizimkiler iddialıydı: "HAMAS'a nasihat verdik. Terörü bırakın, İsrail'i tanıyın dedik. Çok iyi oldu."
Fakat aynı Meşal iki gün sonra İran'a gidip konuşmasın mı:
"Direnişimiz aynen devam edecektir."
Demek ki bizimkilerin Ankara'da "nasihat verdik" dediği adamın, bu sözler bir kulağından girip öbür kulağından çıkmıştı! Bizimkiler boşa nefes tüketmişti ve olacağı da zaten buydu!
Neyse, esas yazmak istediğim konu başka.
***
Abdullah Gül Beyefendi bu gezi sonrasında büyük eleştiriler aldı. O kadar ki, İsrail'in Ankara Büyükelçisi dün Dışişleri Bakanlığı'nın görüşme istemini reddetti ve gitmedi. Ancak Abdullah Gül inciler saçmayı sürdürüyor. Tarihe geçecek son sözleri şöyle:
"Filistin'in tapu kayıtları bende. Bütün bölgenin tapu ve arşivleri benim elimde. Ben Filistin'le ilgilenmeyeceğim de kim ilgilenecek? Ben mi ilgilenmeyeceğim? Bu, büyüklüğün ve gücün farkında olmamak demektir. Bu ziyareti eleştirenler tarih bilincine sahip değil."
Osmanlı'dan kalan Filistin tapuları elimizde ve bu nedenle Filistin'le ilgilenmek durumundayız!
Çağımızda birkaç yüzyıl öncesinden kalan tapularla iş yapmanın, sonuç elde etmenin mümkün olmadığını Abdullah Gül herhalde bilmiyor.
Bu mantıktan gidersek Osmanlı döneminden kalan Kıbrıs başta olmak üzere Kuzey Irak'ın (özellikle Musul, Kerkük), Bulgaristan, Bosna Hersek, Makedonya gibi Asya ve Avrupa kıtalarında pek çok ülkenin tapu kayıt belgelerinden bir bölümü de bizim arşivlerimizde.
Peki bu durumda biz oralarla da -Abdullah Gül mantığı doğrultusunda- aynı tapu arşivlerini gerekçe göstererek ilgileniyor muyuz?
Bu nasıl bir anlayıştır? Bir Dışişleri Bakanı gerçekleri nasıl olur da böylesine laf oyunlarıyla çarpıtmaya kalkışır?
***
Türkiye Cumhuriyeti elbette ki dünya olaylarıyla, hele bize yakın ülke ve topraklarla ilgilenecektir.
Buna Filistin de dahildir.
Ama "tapusu bende" gerekçesiyle değil!
Burada kendisine bir şeyi daha anımsatmak gerekiyor:
Çağımızda dış siyaset ve ülkeler arasındaki ilişkiler, yüzlerce yıllık tapu arşivleri ve kayıt defterleriyle yürümüyor.
O belgelerin zamanı çoktaaan geçti!
Şimdi ülkelerin kendileri tarafından verilmiş yeni tapular var.
Filistin, İsrail, Kıbrıs, Irak, Bulgaristan, Bosna Hersek, Makedonya...
Belki Mekke ve Medine yöresi...
Atamız Osmanlı zamanında oraları ele geçirmiş, yüzyıllar boyu kalmış. Camiler, köprüler, çeşmeler, kaleler yaptırmış, tapular vermiş.
O tapular artık geçerli değil!
Onların hükmü kalmadı.
Filistin'le ilgilenirsen ilgilenirsin de, tapularla değil daha gerçekçi yöntemlerle!
Aksi takdirde başta Filistin olmak üzere bütün dünya sana güler!
Şimdi burada, bunların HAMAS örgütüne niçin böylesine büyük ilgi gösterdiğini iki cümle ile açıklamak isterim. Bilmeyen öğrenir...
Çünkü Filistin'de iktidarı ele geçiren HAMAS, İslam devleti kuracak. Tam AKP'ye göre bir iş.
İşin perde arkası, tapu-mapu masalları ve ötesi bu kadar!
Yazının Devamını Oku 19 Şubat 2006
ÖNÜME her gün tomarla gelen internet mesajlarını káğıda çektiriyorum, tamamını okuyup saklıyorum. Buna faksları ve mektupları ekleyin. Tamamı saklanıyor, birikiyor. Araştırmacılar için inanılmaz bir hazine... Çünkü Türk toplumunun nabzı o belgelerde, Hürriyet okurlarından bana gelen yazılarda yatıyor. Onların içinde ne ararsanız var. Hepsine ne yazık ki tek tek yanıt vermem mümkün olmuyor. Bu konuda bana lütfen gücenmeyin. Bizim Leyla önüme günde birkaç taksitte tomarlarla mektup getiriyor. Bazen ona "yeter artık be Leyla" diye takılıyorum.
Günde ortalama 150-200 yazılı mesaj!
Bir şey dikkatimi çekiyor. Parasal yardım isteyenlerin sayısı hızla artıyor. Öğrenciler, emekliler, ev kadınları, küçük esnaf... Diyelim ki bunların bir bölümü palavra. Belki de yeni bir dolandırıcılık yöntemi. Ama bazılarının içtenlikle yazıldığını, ülkemizde insanların ne yazık ki bu duruma düşürüldüğünü biliyorum.
Bazı mektupları okuyunca içim sızlıyor. Bazıları ise beni kahkahalarla güldürüyor. Kendi kendime "Olamaz böyle bir şey" diyorum. İşte bir örnek:
"Uyku sorunu çekiyorum, hiç uyuyamıyorum. Kültür Bakanı Atilla Koç ise Meclis’te Başbakan konuşurken dahil her ortamda horul horul, mışıl mışıl uyuyor. Ona imreniyorum. Acaba kullandığı bir uyku ilacı mı var? Kendisine nasıl ulaşıp bunu öğrenebilirim?"
Okurum Necdet Çetinalp, Kültür Bakanlığı’na -Atilla Koç’a hitaben- dilekçe verirse, sorusuna mutlaka yanıt alacaktır!
Sadi Gülergüç öldükten sonra kadavrasını üniversite hastanelerine bağışlamak istemiş ama olumlu yanıt alamamış. Üniversite hastanelerinin isimlerini bana yazıyor, girişimde bulunmamı istiyordu.
Karı koca kavgaları, avukat arayanlar, mahkemede haksızlığa uğradığını iddia edenler, belediyelerden, rüşvetten yakınanlar, ülkenin genel gidişinden tiksinti duyanlar, yolsuzluk bildirenler, yaşanan çirkin olaylar, çok sayıda övgüler ve az da olsa eleştiriler...
Bazen bizim İslamcı kesimden gelen dört dörtlük (!) mesajlar: "Allahsız kitapsız, dinsiz imansız, Ermeni tohumu, Yahudi tohumu!.."
Her gün bu tomarları okumak benim görevim.
BİR ÖZÜRLÜNÜN DRAMI
Önceki gün gelen bir mesajı okuyunca yine içim ezildi. 28 yaşında Gülcan Aksoy yazıyor:
"Doğuştan özürlüyüm. Yüzde 60 oranında işgöremezlik raporum var. TED Ankara Koleji’ni ve Ankara Üniversitesi İstatistik Bölümü’nü bitirdim. Hacettepe’de master yaptım. Hayatta asla yılmadım. TÜBİTAK tarafından 2005 yılında açılan özürlü sınavına girip kazandım, özürlü kadrosunda işe başladım.
Dört ay sonra sakatlığım bahane edilerek işten çıkardılar! Ama bu süre içerisinde hep üzerime geldiler. Dava açtım. İş Mahkemesi’ne verdikleri savunmada ’kişisel ihtiyaçlarımı kendi başıma karşılayamadığım, başkalarının yardımına muhtaç olduğum’ belirtildi.
Evet, ben sakatım ve ne yazık ki kendi kendime yetmiyorum. Başkalarının yardımına muhtacım ve bu yüzden işe sakat kadrosundan alınmıştım.
Davayı kaybettim. Gerekçede altı aylık süre dolmadığı için kaybettiğim yazılı. Oysa sakatlar için böyle bir kural yok. Dosyam şimdi Yargıtay’da.
Bütün dünyam yıkıldı. Türkiye’de bize reva görülen bu mu olmalı?"
* * *
Dün Gülcan’ı gazeteye çağırdım ve tanıştık. Babası ve abisiyle birlikte geldi. Pırıl pırıl, kafası dört dörtlük çalışan bir genç kız. Çok iyi İngilizce biliyor. Gerçekten de yardımsız yürüyemiyor, ellerini rahatça kullanamıyordu.
Siyasal iktidar TÜBİTAK’ı ele geçirdi. Neresi burası? Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu! En iyi elemanları baskıya dayanamadı, ayrılıp gitti.
Peki Gülcan oraya nasıl girmiş? Gazetelerde yayınlanan "özürlü uzman yardımcısı alınacak" ilanıyla. Sözlü sınavı kazanıp başlamış. Bir süre sonra masasını, bilgisayarını almışlar. On gün tek başına sandalyede oturtmuşlar.
Gülcan’dan sonra -yasal zorunluluk olduğu için- yeniden ilanla özürlü almışlar! "Üniversite işletme mezunu santral memuru..."
Gülcan’ın olayı Türkiye’de üniversite bitirmiş, master yapmış, yabancı dil bilen bir özürlünün dramı.
Bir de bu niteliklere sahip olmayan gariban özürlülerin başına gelenleri ve nasıl süründüklerini düşünün.
Özürlülerin bile üzerine gidip onlarla uğraşanların galiba insanlığı da kalmamış. Çok yazık.
Yazının Devamını Oku 18 Şubat 2006
SEVGİLİ okuyucularım, Filistin'de terör eylemleriyle ünlü HAMAS örgütünün Suriye'de yaşayan ve kendi ülkesine bile gidemeyen lideri kod adı Meşal, Türkiye'nin davetiyle ülkemize geldi. Fakat bu ziyaret tam bir komediye, skandala, rezalete dönüştü.
Adamın geleceğini biliyorlardı ama Türk kamuoyundan ısrarla sakladılar. Dışişleri'nin üst düzey yetkilileri, bu haberi öğrenen gazetecilere rica minnet ettiler, "lütfen yazmayın" dediler.
İki gün önce Almanya Dışişleri Bakanı Ankara'da idi ve kulağına karsuyu kaçmıştı! Kendisine mesaj iletildi: "Endişe etmeyin, gelmeyecek."
Sonunda geldiler! AKP iktidarına teslim bayrağını çeken Dışişleri Bakanlığı diplomatlarından ses yoktu. Birkaç gün öncesine kadar diplomasi muhabiri gazetecilere "ne biz çağırdık, ne de onlar gelmek istiyor" diyen anlı şanlı diplomatlarımız şimdi yelkenleri suya indirmişti.
İş hızla skandala, fiyaskoya yönelmişti.
Türk kamuoyuna ve özellikle dış dünyaya karşı bahaneler, gerekçeler üretmeye kalkıştılar:
"HAMAS lideri hükümetin değil, AKP'nin davetlisi olarak gelmiştir!"
Adamlar yaka bağır açık gelmişti. Önce Dışişleri diplomatları ile görüştüler. Sonra AKP genel merkezine gittiler. Orada Abdullah Gül ve (dış politikayı çok iyi (!!!) bilen AKP genel başkan yardımcıları ile halvet oldular. Toplantıda bizim diplomatlar yoktu!
HAMAS'la Erdoğan da görüşecekti.
Ancak İsrail, AB ve ABD'den gelen baskılar nedeniyle görüşemedi!
***
AKP genel merkezinde önceki gece basına açıklama yapılıyor. Arka fondaki AK Parti yazıları, kürsüdeki ampul falan görülmesin diye yok edilmiş, üzerleri örtülmüş! HAMAS lideri konuşuyor, Türkiye'ye yağ çekiyordu. Tam bu sırada kendisine yazılı bir not iletildi. Birkaç cümle sonra sözlerini bitirdi ve "Soru sormak yok" diyerek oradan kaçarcasına ayrıldı.
Abdullah Gül aynı şeyi yaptı. Gazetecilerin soru sormasına izin vermedi.
Söylediklerine göre Abdullah Gül bu HAMAS heyeti ile "Dışişleri Bakanı olarak değil, AKP milletvekili kimliği" ile görüşmüş.
Vay anam vay! Şu devlet yönetimine, kandırmacalara, yutturmacalara bakın, kim kimi nasıl kandırmaya kalkışıyor, iyice görün.
İsrail tepkisini açıkça koydu: "Biz PKK ile konuşsak siz Türkiye olarak ne yapardınız?" Bizimkilerde tık yok!.. Çünkü HAMAS bütün dünyada -AB dahil- terör örgütleri listesinde yer alıyor.
Bir hükümet düşünün ki, Diyarbakır Belediye Başkanı ABD'ye giderken ABD yetkililerine haber salıp "Bu adama üst düzeyde kabul göstermeyin" diyor!
Bir hükümet düşünün ki, kendi ülkesinde esnaf kepenk indirirken çaresiz kalıp izlemekle yetiniyor ama Ortadoğu konusunda "arabuluculuk" yapmaya soyunuyor! AKP'de "arabuluculuk hastalığı" başladı.
Ya da bir hükümet düşünün, burnumuzun dibindeki Kuzey Irak'ta ABD'nin kanatları altında semirip gelişen PKK'yı bırakmış, sesini bile çıkaramazken, kendi ülkesine gizlice HAMAS'ı çağırıyor!
Efendim AKP toplantısında bizim Abdullah Gül ve saire HAMAS'a demişler ki "Silahları bırakın, İsrail'i tanıyın!" Onlarda herhalde "Emriniz olur, derhal silah bırakacağız" demişlerdir!
***
Sevgili okuyucularım, Ankara'ya yapılan bir ziyaretin özünü sizlere kısaca verdim.
Kamuoyundan gizlenen bir ziyaret... Hükümetin değil de, AKP'nin davetlisi imiş... Madem AKP'nin davetlisiydi, o halde arka fondaki AK Parti yazısı ve kürsüdeki ampul amblemi niçin kapatıldı?.. Saklayacak, gizleyecek, utanacak bir şey mi vardı?.. Gazetecilerin soru sormasına niçin izin verilmedi?.. Çünkü sorulsaydı, rezalet bütün boyutlarıyla ortaya çıkacaktı...
HAMAS heyeti ile Erdoğan da konuşacaktı. Niçin konuşmadı?.. Çünkü devreye ABD, AB ve İsrail girince korktu.
Bu ziyareti Türk ve dünya kamuoyundan niçin gizlediler? Niçin Türk basını bu haberi ziyaretin yapıldığı gün öğrenebildi? "Daveti hükümet değil partimiz yaptı" yutturmacası kimi kandırmaya yetti?..
Dışişleri Bakanlığı nerede? Koskoca ulu çınar böylesine çöktü, iyi dış görevlere atanma umuduyla kişiliğini tümüyle yitirip teslim bayrağını çekti mi?.. Suriye'de yaşayan, kendi ülkesi Filistin'e gidemeyen ve Ankara'da "AKP konuğu" diye ağırlanan bir şahıs!..
İki güne sığan somut bir olaylar dizisi önümüzde...
Skandal... Komedi... Rezalet...
Ve bir kez daha soruyorum:
Böyle ülke yönetimi, devlet yönetimi, devlet anlayışı olur mu?
Bunlar neyi amaçlıyor, kime hizmet ediyor?
Yazının Devamını Oku 17 Şubat 2006
SEVGİLİ okuyucularım, bugünkü yazıma resmen ve açıkça reklamla başlıyorum. Bu reklam için firmayla konuşmadım, para almadım. Tamamen iyi niyetle, girişimci bir aileye destek olması gerektiğine inandığım için Kızılay menfaatine yayınlıyorum. Televizyonlarda, gazetelerde yayınlatmak için para ödüyorlar. Burası bedava!
"Vatandaş, Unakıtan pastörize ve sıvı yumurtası kullan. Aldığın her paket Unakıtan Ailesi’ne para olarak dönecektir. Unakıtan... Bu hayırlı çorbada senin de tuzun olsun. Alnımızın akı, yumurtanın sarısı, KDV’den düştü yarısı..."
* * *
Vergi çapraşık, teknik, karmaşık bir konu. Bırakın sade vatandaşı, işin uzmanları bile Türkiye’de olanların farkında değil. AKP bunu çok iyi kullanıyor ve vatandaşı kandırıyor.
Olanları çoğu zaman yazarımız Prof. Dr. Şükrü Kızılot açığa çıkarıyor. Dünkü Hürriyet’te bir gerçeği daha açıkladı. AKP hükümeti bir Bakanlar Kurulu kararnamesiyle Kemal Unakıtan’ın oğlu tarafından üretilen sıvı yumurtada KDV oranını yüzde 18’den 8’e indirivermiş. Resmi Gazete’de yayınlandığı halde hiç kimse bu cingözlüğün farkına bile varmadı.
İtiraf edelim, AKP hükümeti vergi konusuyla çok iyi oynuyor.
Geçen yıl bizzat Başbakan Recep Tayyip Erdoğan "İşte vergi müjdesi, gelir vergisi oranını yüzde 5 indiriyoruz" demişti. Oysa bu indirim, yıllık geliri 155 milyarın üzerinde olanlar için geçerliydi. Yararlanan zengin kesim oldu. Müjdeli haber (!) fiyaskoya dönüştü.
Vatandaş (hem üreticiler, hem de tüketiciler) "KDV oranları çok yüksek, biraz indirilsin" diye feryat ediyordu. Hükümet bu istemleri dikkate aldı ve gerekeni yaptı!
Pırlanta, elmas, yakut ve incinin yüzde 18 olan KDV’si sıfıra indirildi!
Oysa ekmek, su, et, peynir, defter, kitap, meyve, sebze, kefen bezi, akla ne gelirse KDV’si var.
Gündeme gelen kararnamede, Unakıtan Ailesi tarafından üretilen sıvı yumurtanın da KDV’si, hem de parantez içine alınarak, yüzde 18 iken yüzde 8 oluverdi.
Ne sihirdir ne keramet, el çabukluğu marifet!
Bu indirimin anlamı ne? Unakıtan Ailesi’nin ürettiği malın fiyatı bir anda yüzde 10 oranında ucuzlayıp çekici duruma getiriliyor. Böylece tüketimin artması sağlanıyor. Sıvı yumurtanın pazarlama gücü, satışı ve kazancı bu yolla artırılıyor.
Maliye Bakanı, verginin patronu. Çocukları bu yatırım için milyonlarca dolar harcadı. Babaları ise Bakanlar Kurulu kararnamesiyle bu malın maliyetini "parantez içinde" ucuzlattı, aile kazansın diye kıyak yaptı, devletin vergi kaybına neden oldu.
Bay Unakıtan’ın ailesi kazanıyor, devlet kaybediyor.
Bunlar devlet gücüyle, devlet eliyle yapılıyor. Yakışıyor mu?
BAYKAL NE YAPTI?
Önceki gün TBMM’de Unakıtan gensorusu görüşülüyor. Unakıtan kürsüden Baykal’ın Ankara’da Angora Evleri kooperatifindeki lüks villasına yükleniyor, kaçak olduğunu iddia ediyor.
O görkemli sitede çok sayıda milletvekilinin, Melih Gökçek’in, tüccar terzi Seyfi Saltoğlu gibi bazı Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi üyelerinin de görkemli, süperlüks villaları var. Tapular henüz verilmemiş. Unakıtan vurdukça bu konuda vuruyor, Baykal oturduğu yerden kendini savunmaya çalışıyordu. Gensoru yön değiştiriyor, Baykal kendi silahıyla vurulmaya başlıyordu.
Oturduğu yerden Maliye Bakanı’na yanıt vermeye çalışıyordu ama sözleri kaynayıp gidiyordu. Görüşmeleri ekranlardan izleyen milyonlarca insan, onun ne söylediğini bile duymuyordu.
Baykal niçin kürsüye çıkıp yanıt vermedi? Niçin haklı olduğu bir konuda kendini savunamadı?
Gerçek gündemin, gensoru olayının böyle laf oyunlarıyla saptırılmasına niçin göz yumdu?
Niçin kürsüye çıkıp Unakıtan’a hitaben şöyle haykıramadı:
"Bu mal varlığı olayını kendi gazetenizde sen gündeme getirdin. Niçin kendi ailenin mal varlığını açıklamıyorsun da benim kooperatif evimin tapusunu burada konuşuyorsun? Bu gensoru önergesi benim hakkımda mı verildi, senin hakkında mı?.."
* * *
Yaşadıkça ortaya bazı gerçekler çıkıyor.
CHP’nin yumuşak karnı Deniz Baykal.
Rakipler bunu bildiği için oraya çullanıyor, yumruklarını o yumuşak karın bölgesine indiriyor.
Yazının Devamını Oku 16 Şubat 2006
SEVGİLİ okuyucularım, geçtiğimiz günlerde Trabzon’da bir cinayet işlendi. Kentin tek Hıristiyan rahibi, kilisesinde öldürüldü. Hemen ardından zanlı bulundu. 16 yaşında bir çocuktu.
Gözaltına alındı, ifadesine başvuruldu ve doğal olarak tutuklandı. Fakat basına sızan bilgilerden öğrendik ki, gözaltındaki çocuk konuşmak istemiyor ve "susma hakkını" kullandığını söylüyordu.
Bu çocuk herhalde profesyonel bir katil, mafya mensubu, deneyimli ve sabıkalı bir suçlu değildi. Ama susma hakkını kullandığını söylüyordu!
Bu gibi polisiye olaylardan pek anlamam ve yazılarımda konu etmem. Ancak bu konu en baştan bana inandırıcı gelmedi...
Çünkü o günlerde peygamberimizin Avrupa basınında yayınlanan çirkin, yakışıksız ve ahlak dışı karikatürleri konuşuluyordu. Ülkemizde de kitleler tepki gösteriyordu. Tam o günlerde rahip öldürüldü.
* * *
Şimdi düşünün. Rahip cinayeti işleniyor. Katil ve tabancası bulunuyor. Çocuğun annesinin Trabzon AKP kadın kollarında görevli olduğu ortaya çıkıyor...
Ve 16 yaşındaki deneyimsiz toy çocuk, onlarca profesyonel ve işinin uzmanı dedektif tarafından sorgulandığı halde bir türlü konuşturulamıyor!
Bu olacak şey midir? Sizin aklınız mantığınız bunu alır mı?
Ya da çocuk her şeyi anlattığı halde bunlar kamuoyundan gizleniyor. Bence bu olasılık daha geçerli.
Bu çocuk silahı nereden buldu? Tabancayı ona kimler verdi? Rahibi öldürmesi için kimler yol gösterip suça itekledi?
Acaba bu çocuk ifadesinde, "Cinayeti peygamberimize yapılan karikatür saygısızlığı nedeniyle işledim" dedi mi?
Eğer böyleyse, AB ile ilişkileri bozmamak, onların hışmını üzerimize çekmemek için Ankara’dan "özel" direktif geldi mi?
Bu türdeki ifadeleri hasıraltı edildi mi?
"Katilin bu ifadelerini gizleyin, gerekirse değiştirin ve kamuoyuna açıklamayın ki, başımız AB ile derde girmesin."
Ya da yine Ankara’dan Trabzon polisine, "Cinayet peygamber karikatürlerine tepki olarak işlenmişse bunu mutlaka gizleyin, çocuğun da bu doğrultuda yapacağı itirafların değiştirilmesini sağlayın" direktifi gelmiş olabilir mi?
* * *
O Türk polisi ki, nice içinden çıkılmaz cinayetleri, en karmaşık olayları, örgüt bağlantılarını çözmüş, sanıkları tek tek yakalayıp adaletin önüne göndermiştir...
Ve aynı polis, şimdi yakalanmış olduğu halde 16 yaşında bir çocuğun işlediği cinayeti çözmekte aciz kalmaktadır!
Çocuk konuşmuyormuş, susma hakkını kullanıyormuş!
Hayır, ben buna inanmıyorum.
Bu işin içinde başka bir iş var.
Hakan Akpınar’ın kitabı
HAKAN, Tercüman Gazetesi’nin Ankara Temsilcisi. Hem haber ve araştırmaları, hem de kitapları zevkle okunan bir gazeteci arkadaşımız. İki kitabı vardı ve bir solukta okumuştum:
Kimlerin gazeteciliğe nasıl başladığını anlatan Nasıl Gazeteci Oldular ve ülkücü hareketi anlatan Kurtların Kardeşliği.
Türkiye 1997 yılında çok ilginç bir olay yaşadı. 28 Şubat süreci. Hakan’ın bu konuyla ilgili kitabını mutlaka okumalısınız:
28 Şubat. Posmodern Darbenin Öyküsü. (Birharf Yayınları.)
İktidarda Refahyol hükümeti var. Başbakan Necmettin Erbakan, yardımcısı Tansu Çiller! Türkiye büyük açmazlara sürükleniyordu ve askerler bu gidişe "dur" dedi. Hakan Akpınar’ın kitabı sizi o günlere götürecek, sürecin perde arkasını ve bilinmeyenlerini öğreneceksiniz. Okumanızı öneririm.
* * *
Kemal Unakıtan hep gündemde. Unakıtan kim? Neler yaptı, hangi marifetleriyle ün kazandı? Kendisini iyi tanımak gerek. Bu nedenle size gazeteci arkadaşlarımızın yazdığı, mutlaka okunması gereken iki kitap daha öneriyorum:
İlhan Taşçı’nın kitabı Af Dağının Ardındaki AKP. (Ümit Yayıncılık.)
Nedim Şener’in kitabı Fırsatlar Ülkesinde Bir Kemal Abi. (Güncel Yayıncılık.)
Bunları özellikle AKP yandaşlarının okumasını istirham ediyorum. Okusunlar da, "kimlere" arka çıktıklarını görsünler!
Emin Çölaşan’ın notu:
Bugün gazetemizde Prof. Dr. Şükrü Kızılot’un yazısını okudunuz. Likit ve pastörize yumurtadan alınan KDV’yi kararnameyle yüzde 18’den yüzde 8’e düşürdüler. Kemal Abi’nin oğlu, Unakıtan markasıyla bunları üretiyor, paraya para demiyor.
Hükümet eliyle daha nice hayırlı kazançlar!
Yazının Devamını Oku