13 Nisan 2006
ÖNÜME her gün yığılan mesajlarla inanın üç gazete çıkar. Yolsuzluk, haksızlık, vurgun, soygun, duyarsızlık, din ticareti, Türk milleti bunalmış durumda. Bugün çok özetle birkaç örnek vereceğim. Hürol Karahanoğlu’nun tepesi fena atmış, sansür ederek yazıyorum:
"Tekstilciyim. Devletin Gazi Üniversitesi Hastanesi’ne bin takım ameliyathane kıyafeti sattık. Faturayı 23 Kasım 2005’te kesip malı teslim ettik. En geç 45 gün sonra paramızı alacaktık. Lanet olsun, vermeseydik. Paramızı alamıyoruz. İlk kez devlete iş yaptım, böyle devlet mi olur lan? Soruyorum hükümete, bu mu devlet? Hastane borcunu ödemiyor, Tayyip Erdoğan her şey yolunda falan deyip duruyor. Neymiş iyi durumda olan? Önce borcunuzu ödeyin. Sizden ricam bunu millete duyurun ki, başka tüccarların canı yanmasın. Devlet bize borcunu ödemiyor, sonra bir ay içinde vergini ödemezsen hacizle alırım diyor. Lan siz benim paramı vermiyorsunuz, sonra haciz yaparız diyorsunuz. Valla bir devlet adamı falan gözüme gözükmesin... Böyle mi devlet yönetilir? 27 yaşında bir kimya mühendisiyim, böyle mi düşünmeliyim devletim hakkında?"
* * *
İstanbul’dan Dilara Kantemir Toros yazıyor, özetliyorum:
"THY ile 6 Nisan’da İspanya’ya uçtum. Uçağa girerken tasavvuf müziği çalıyordu! Havalandık, servis başladı. Sekizinci sırada şarap bitti, daha arka sıralara veremediler. Yemekte et veya makarna seçeneği vardı. Orta sıralarda makarnanın bittiğini açıkladılar. Soğuk kabinde battaniye istedik. Uçakta 10 battaniye varmış, hepsini çocuklara vermişler. Başka battaniye kalmamış. Sorun yemek, şarap, battaniye değil. Sürekli uçan biriyim ve şunu görüyorum: THY giderek ’Türklüğünü’ ve kalitesini yitiriyor."
* * *
Ege’den bir öğretmen yazıyor, ismini vermiyorum:
"Müftülükten okulumuza Kutlu Doğum Haftası nedeniyle bakanlık oluru alınmış, içinde bol Arapça-Farsça bulunan bir şiir gönderildi. Şiiri en iyi ezberleyip okuyan küçük çocuk birinci seçilecek ve kendisine bir Cumhuriyet Altını verilecekmiş. Öğrencilerimize duyurmamızı istediler. Maddi durumu iyi olmayan bütün öğrencilerimiz, altını alabilmek umuduyla bu şiiri ezberlediler. Öğrencilerimizi altın vaadiyle din sömürüsünde kullandılar. Biz olay burada bitti derken ilçe müftüsü okula gelip müdürle birlikte derslere girdi. Yavrularımıza dinsel sorular sorup verilen cevapları sınıfa tekrar ettirdi. Sonra müftülük tarafından hazırlanmış dinsel içerikli yayınları çocuklara verip gitti. Burası devletin bir okulu. Müftü hangi hak ve sıfatıyla bizim derslerimize giriyor? Bu nasıl bir eğitim sistemidir? Kimler minicik çocuklarımıza el atmıştır? Bu soruları biz kime soralım?"
* * *
Vatandaş Hüsnü Akıncı dün TBMM Başkanı Bülent Arınç’a gönderdiği faksın bir örneğini bana geçmiş. Yine özetliyorum:
"Peygamberimizin Kutlu Doğum Haftası törenindeki sözleriniz düşündürücüdür. Peygamber sevgisini gül demeti şovuna dönüştürmeniz ise ibret vericidir. Sebebine gelince: Hazreti Peygamberimiz ’İnsanlar sözleriyle değil, yaptıklarıyla değer bulur’ buyurmuşlardır. Kuran’ın hemen her sayfasında ’Adil olunuz, zulüm yapmayınız’ emri bulunduğu halde bazıları yetim hakkı yiyerek, başkalarının zararına kasalarını doldurarak ve hak etmedikleri makam, mevki ve rütbeleri elde ederek, adaletten uzaklaşarak zulüm yapmışlardır.
Sayın Başkan, gerçek Peygamber sevgisi, Hazreti Peygamberimizin verdiği emirlere uymaktır. O emirler hiçbir zaman değerini kaybetmemiştir, kıyamete kadar da geçerli olacaktır. O emirlerin gereği yapılmadıkça, gül dağıtmanın, tören yapmanın, parlak sözler söylemenin, ağlayıp gözyaşı dökmenin anlamı kalmaz. Yapılan etkinlikler de, duygu sömürüsünden öteye geçmez.
Her şeyden önce, ülkeyi yönetenler bu emirlere uyarak topluma örnek olmalıdır. Peygamberimizin, zulüm sahiplerinin işine gelmeyen emirleri hayata geçirilmedikçe İslam’ın gerçek nuru parlamayacak ve Hazreti Peygamberimiz memnun olmayacaktır.
Henüz milletvekili dokunulmazlığının bile çözüme kavuşturulmadığı ülkemizde gül dağıtmayı peygamber sevgisi ve ölçüsü kabul ve ilan etmek, bir siyasi gösterinin inkár edilemez kanıtıdır... Ve bana göre sömürünün en büyüğüdür.
İnancımın gereği, vatandaşlık hakkımı kullanarak duygu, düşünce ve görüşlerimi arz ettim. Saygılarımla."
Yazının Devamını Oku 12 Nisan 2006
GEÇTİĞİMİZ mart ayında bir gün, önüme yüzlercesiyle birlikte bir elektronik posta mesajı geldi. Hepsini tek tek okuyorum, bunu da okudum. Bir emekli albay Güneydoğu’da PKK ile yaptığı mücadeleyi kısaca anlatıyor ve bu konuda yaşadıklarından oluşan bir kitap yazdığını söylüyordu. İki şey soruyordu:
1- Acaba kitabıma bir önsöz yazar mısınız?
2- Kitabımı hangi yayınevine bastırabilirim? Bu konuda hiç bilgim yok. Bana yardımcı olabilir misiniz?
Telefon numarası vermişti. Emekli albay Erdal Sarızeybek’i aradım:
"Albayım inanın hiç zamanım yok. O yüzden önsöz yazamam. Ama kitabı bastırmak için Ümit Yayın’la bir konuşun. Sahibi Ümit Gürtuna arkadaşımızdır. Ben size telefon numarasını vereyim. Fakat her yayınevi kitabın satacağına inanırsa basar. Siz bir konuşun kendisiyle, kitabı da gönderin okusunlar."
Ertesi gündü. Yayınevinin yetkilisi, gazeteci arkadaşım Rahmi Özyazgan beni aradı:
"Abi, albayımla dün konuştuk. Kitabını getirdi ve hemen okuduk. Muhteşem bir kitap. Derhal basıyoruz."
Ben de bu hızlı gelişmeye çok sevindim, "Hayırlı olsun" dedim.
* * *
Aradan birkaç gün geçmişti. Albay Sarızeybek bu kez bana kitabın basılmamış kopyasını gönderdi. Ekinde üç satırlık bir not vardı:
"Emin Bey, lütfen önsözü siz yazın ki herkes okusun. Bu milletin buna ihtiyacı var.
Kitabı okuyunuz. Bir önsöz yazmak gerekmiyorsa yırtıp atınız.
Size bu ülkede güvenen insanlar var."
Henüz basılmamış kitabı yanıma aldım, eve götürdüm. Niyetim şöyle bir göz atmak! Gece saat 23 dolaylarında ilk sayfayı açtım...
Hiç ara vermeden bitirdiğimde neredeyse gün ağarmak üzereydi. Gerçekten de muhteşem bir kitaptı.
Ertesi sabah gazeteye geldiğimde ilk işim bilgisayarın başına oturup bu kitabın önsözünü yazmak oldu. Bu benim için bir görevdi. Yazıp yayınevine gönderdim.
* * *
Emekli jandarma albay Erdal Sarızeybek’le birkaç gün önce tanıştık. Gazeteye ziyaretime geldi. Kitabı çıkmıştı. Bana imzalamış ve getirmişti.
"Şemdinli’de Sınırı Aşmak!.." (Ümit Yayıncılık.)
Tam 10 yıl boyunca Doğu ve Güneydoğu’da sınırlarda bölük, tabur ve alay komutanı olarak görev yapan, bölge insanlarıyla iç içe yaşayan, PKK ile nice çatışmalara giren, PKK’nın karakol baskınlarında askerlerini yanı başında şehit veren bir Türk subayı, Şemdinli’de yaşadıklarını anlatıyordu.
Sadece kahramanlık değil. Yöre insanının tavırları, korkular, ihanetler, vurmalar, vurulmalar, kalleşlikler, kaçakçılık, teröre giden büyük paralar...
Erdal Sarızeybek 2004 yılında kendi isteği ile emekli olmuş. Ayrıca Fransız Jandarma Subay Okulu mezunu. Paris’te askeri ataşemiliter olarak görev yapmış. Türkiye’de adli kolluk üzerine master’ı var.
Bu kitabı mutlaka okuyunuz. Sınırlarımızın nasıl yolgeçen hanı olduğunu, PKK’nın çok sayıda gümrük noktasında nasıl haraç-vergi alıp semirdiğini, yanı başımızdaki İran ve Irak kamplarına asla müdahale edemediğimizi öğrenmiş olacaksınız...
Ve İran’la Kuzey Irak arasına sıkışmış Şemdinli’de karakollarımıza yapılan PKK baskınları... O baskınlarda yaşanan çok acı ve kanlı olaylar...
Kaç zamandır kaldırılan şehit cenazelerinin nedenlerini birinci elden, olayların tam göbeğindeki bir Türk subayının kaleminden okuyacaksınız.
Bazen gözleriniz dolacak. Üzüleceksiniz, nefretle dolacaksınız.
Erdal albay gazeteye ziyaretime geldiğinde, kendisiyle uzun uzun konuştuk. Şöyle diyordu:
"Bu konuları en iyi bilen kimselerden biriyim. Ayrıca yüksek lisans çalışmam, yurtdışı deneyimim var. Şimdi bizde çıkardıkları yasaların benzeri hiçbir AB ülkesinde yok. Bizdeki gibi yanlış uygulanan, teröristin ve suçlunun lehine kullanılan ’insan hakları’ da yok!.. Ve hükümetin Güneydoğu’da tutarlı, somut hiçbir politikası yok."
Evet, jandarma albay Erdal Sarızeybek Şemdinli’de askerleriyle birlikte nice çatışmalara bire bir giren isimsiz kahramanlardan biri.
Bu kitabı okurken şaşıracak, hayret edecek ve ürpereceksiniz. Ülkemizin sınırları dışında ve içinde neler olduğunu, terörün nasıl yeşerdiğini, vatan evlatlarının neler yaşadığını, nasıl can verdiğini, kurtulanların nasıl kurtulduğunu -hayretle ve ibretle- göreceksiniz.
Şehit cenazeleri her gün boşuna kalkmıyor efendim!
Yazının Devamını Oku 11 Nisan 2006
GÜNLERİ ve haftaları kutlamaya pek meraklıyız! Bizde her şeyin bir günü, bir haftası vardır. Örneğin, öğretmenler haftasında o kutsal meslek için nutuklar veririz, övgüler düzeriz ama öğretmenleri bir yıl boyunca bir sürü haksızlıkla, kaderleriyle baş başa bırakırız. Polis günü de öyle! Şimdi polis günlerini kutluyoruz. Çilekeş Türk polisinin gününü!
Polis en büyük sömürü altında inim inim inleyen kesimdir. Maaşı yetmez. Lojmanı yoktur, uzak semtlerde, hatta gecekondularda kirayla oturur. Ayın sonunu getiremez. Üzerinde büyük baskı vardır. Amir memuru, müdürleri amiri ezer. Para derseniz!..
20 yıllık polisin eline geçen net para, her şey dahil 950 milyon.
Terörde, sokak olaylarında, linç girişimlerinde, kavgada, cinayette, kapkaçta polis... Ve sık sık yediği dayak yanına kár kalır!
Kentte asayiş bozulmuştur, ya da bozulacağı tahmin edilmekte, olay çıkmasından korkulmaktadır. Hemen bir emir yayınlanır:
"Üç gün boyunca 12-12 çalışılacak."
Yani polis 12 saat görev yapacak, 12 saat dinlenecektir. Dinlenme süresinin en az üç saati yolda, eve gidip gelirken geçer. Gündüz uyuyacak, gece sabaha kadar görevde olacaktır. Buna can dayanmaz. Karşılığında fazla çalışma ücreti verilir mi? Verilmez.
Polisin yetkileri budandı, eli kolu bağlı. Polis bıkkın ve bezgin. Görev yapmak içinden gelmez. Olaylara el koyamaz. Arama yapamaz, 24 saatlik gözaltı süresini aşamaz. En ufak bir hatasında başına neler geleceğini iyi bilir.
Fakat polisin sesi çıkmaz. Sindirilmiştir, eziktir, sahipsizdir, ayın sonunu getiremez.
Bugüne kadar sokakta veya başka yerlerde karşılaştığım bir tek polis olmadı ki "Abi lütfen biraz da bizim durumumuzu yaz" demesin.
Belli mesleklerin haftalarını kutlamak, mesajlar yayınlamak, nutuk atmak güzeldir. İyi de, bunlar hiçbir sorunu çözmüyor.
Tören yapıyoruz, kutluyoruz, palavra sıkıyoruz, beş dakika sonra unutuyoruz. Bir yıl sonra aynı süreç tekrarlanıyor. Aslında, haftası veya günü kutlanan her mesleğin mensuplarıyla alay ediyoruz! Değişen hiçbir şey olmuyor.
Yaşasın Türk polisi! Çilekeş, sabırlı Türk polisi.
UYKUCU BAKAN’IN MESAJLARI
Kutlu Doğum Haftası ve Mevlit Kandili nedeniyle insanlar birbirine kutlama mesajları çekiyor. Herkes bu mesajların parasını kendi cebinden ödüyor.
Pazar günü cep telefonlarına Kültür Bakanı, uyumasıyla ünlü Atilla Koç’tan mesajlar yağmaya başladı:
"Yükü sevgi, özü saygı, gücü barış, süsü hoşgörü olan tüm insanların kandilini kutlarım. Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç. Tel: 0 312 296 93 03 ve 04."
Arkadaşlarımız araştırdı. Bunlar bakanlığın Özel Kalem telefonları. Yani mesajlar bu telefon numaralarından çekilmiş.
Bir insan kandil, Cumhuriyet Bayramı, doğum günü, evlenme yıldönümü, akla ne gelirse onu kutlamak için telefon mesajı gönderebilir. İsterse binlercesini gönderir.
Ancak, parasını kendi cebinden ödemek koşuluyla. Şimdi Atilla Koç’a soruyorum:
"Pazar günü bu yolla toplam kaç bin kişiye devletin telefonlarıyla kandil mesajı gönderdiniz? İşin bedeli kaç para tuttu? Özel Kalem telefonundan gönderdiğiniz bu mesajların parasını siz mi ödediniz (ya da ödeyeceksiniz) yoksa devlet mi?"
Sorular çok basit. Hemen yanıt gönderirse buradan size iletirim.
Sorulara yanıt gelmiyor
Dün yine şehit yarbayımızın cenazesini kaldırdık. Genelkurmay Başkanlığı bu konuda ısrarla sorduğum sorulara her nedense yanıt vermiyor. Yineliyorum:
- Bugüne kadar PKK terörüne subay, astsubay, uzman çavuş ve er olarak kaç bin askerimizi şehit verdik? (Bu soruya şehit polislerimizi de ekliyorum.)
- Kaç askerimiz yaralandı?
- Kaç askerimizin ayağı, bacağı, eli kolu koptu, gözleri kör oldu, sakat kaldı?
Milyonlarca insanımızın merak ettiği bu rakamların niçin gizlendiğini anlamak mümkün değil.
Kimden neyi gizliyoruz? Saklımız gizlimiz Türk milletinden mi?
Lütfen, Genelkurmay bu rakamları açıklamakla yükümlüdür.
Eğer bu rakamları açıklamak "ulusal çıkarlarımıza aykırı ise" bunu söylesinler, bilelim.
Yazının Devamını Oku 9 Nisan 2006
DÜNYANIN neresinde, hangi ülkesinde bir başbakan, ülkesinin insanlarının milliyeti hakkında böyle sözler söyler? Tayyip Erdoğan’ın kafasında "Türkiyelilik!" diye bir kavram var! Her nedense "Türk" sözcüğünü kullanmaz, "Türkiyeli" der... Ve bu anlamsız kavramı sözlerinde, nutuklarında, televizyon programlarında sık sık, hem de yıllardan beri kullanmaktan kaçınmaz.
Fakat iş bununla bitse yine iyi!
Birkaç gün önce Kanal 7’de Nazlı Ilıcak’ın karşısına oturmuş söyleşi yapıyordu. (Bizlerin karşısına oturmaz, oturamaz.)
Ekranda söyleşi yapacağı kimseleri iyi tanır! Kendisine zor ve ters sorular sormayacaklarını bilir.
Danışıklı dövüş, ahbap çavuş ilişkileri ve çanak sorularla programlar tamamlanır...
Çünkü böyle olmasının "ödülü" vardır. Eğer gazeteci kendisine ters gelecek, hoşuna gitmeyecek sorular sorarsa, başbakan bir daha onun programına gelmeyecektir. Gelmesi en büyük ödüldür!
Aynı şeyi o gece Nazlı Ilıcak yaptı. Çanak sorular sordu.
* * *
Şimdi o geceden bir ibret belgesini size bant çözümünden aktarıyorum. Görün bakalım Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, "Türklük-Türk olmak" konusunda ne diyor:
"Yurtdışına giderseniz sorarlar nerelisiniz. Türkiyeliyim demek bize bir kayıp mı getiriyor?"
Yabancı dil bilenlere bir sorsun bakalım. Örneğin "Türkiyeli" sözcüğünün İngilizcesi var mıymış?
Sonra sözlerini sürdürüyor:
"Bizim 780 bin kilometrekare içerisinde yaşayan her insan kendini anlattığı zaman ’Türkiyeliyim’ diye anlatır zaten."
Allah Allah, yok böyle bir şey.
Şimdi en vahim cümlesine geliyoruz. Aşağıdaki sözleri Recep Tayyip Erdoğan söylüyor:
"Türk olma noktasında, Türk’üm demekten GOCUNMAYAN da ben Türk’üm der."
Bu cümle bir ibret belgesidir.
Türk olmayı, milletimizin biricik sözcüğünü "gocunulacak" bir şey gibi sunmaya kalkışıyor. Demek ki Türklüğü, ancak gocunmayacak olanların kullanacağı bir kimlik olarak görüyor.
Türk olmayı küçümsüyor, hafife alıyor.
Böyle bir olayı bugüne kadar Türk tarihi yazmadı. Bu sözleri hiç kimse söylemedi.
Peki başbakan bunları söylerken, karşısında "gazeteci!" kimliği ile oturmakta olan bayan ne yaptı? Bir gazeteci -eğer düzmece, çanak program yapmıyorsa- bu sözleri duyduğu anda bütün refleksleri ile harekete geçip sorar:
"Yani sizce Türk olmak gocunulacak bir şey mi?"
Sormadı, zaten soramazdı!
Biz "Türkiyeli" değil, Türküz. Türk olmaktan asla gocunmayız. Bizim onurumuzdur. Sadece bu gibi anlamsız, tutarsız, hangi amaca hizmet ettiği bilinmeyen sözleri duymaktan gocunuruz.
Vah benim ülkem, seni kimler yönetiyor!
Vah benim gazetecilik mesleğim, seni kimler temsil ediyor!
HÁKİM BEY
Dünkü yazımda mahkeme kararıyla gönderilen, Türk hukuk tarihine geçmesi gereken bir tekzip kararını okudunuz. Kararın altında Eskişehir 3. Sulh Ceza Mahkemesi Hákimi Şenol Peker’in imzası vardı. Peki kimdi bu Şenol Peker?
Ankara’da Asliye Ceza Hákimi olarak görev yapıyordu. Adı bazı olaylara karıştı. Muhabirimiz Nurettin Kurt hadiseyi belgeledi. Ayrıntıya girmek istemiyorum, yanındaki genç kızla birlikte fotoğrafları bizim gazetede yayınlandı. Gazetemizi, Nurettin Kurt ve Oya Armutçu’yu mahkemeye verdi, tazminat istedi. Yargıtay davasını reddetti.
Şenol Peker Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından kürsü hákimliğinden alındı ve -rütbesi düşürülerek- Ağır Ceza Mahkemesi üyeliğine verildi.
Sonrasında yine aynı kurul tarafından hakkında bir kez daha işlem yapıldı ve ceza gördü. Hem birinci bölge olan Ankara dışına, Eskişehir’e gönderildi, hem de Sulh Ceza Hákimi yapıldı. Rütbesi bir kez daha düşürülmüştü. Bir yargı mensubuna verilecek en ağır cezalardan biriydi.
Bir hákim bir gazete ile mahkemelik olmuş. O gazeteyle (ya da mahkemelik olduğu kişiyle) ilgili bir dosya önüne geldiği zaman o dosyaya bakamaz... Çünkü taraf durumundadır. Ama Şenol Peker bu kuralı umursamamış, tekzip kararını verip göndermiş! Dün kısaca okudunuz, hem de neler yazarak!
Size Türk yargısından küçücük bir kesit sundum!
Yazının Devamını Oku 8 Nisan 2006
"22.1.2006 tarihli gazetenizde gazeteniz köşe yazarı sayın Emin Çölaşan’ın köşesinde çıkan Eskişehir Odunpazarı Belediyesi ile ilgili köşe yazısı üzerine aşağıdaki açıklamayı yapmak zarureti hasıl olmuştur. Göreve geldiğimizden bu yana belediyemiz tarafından kültürel amaçla yapılan tüm çalışmalar tamamen şehrimizin kültür, tarih ve folklor değerlerini tanıtmayı ve yaşatmayı amaçlamaktadır. Yazıya konu olan Nasrettin Hoca kitabı bir prestij kitabı olarak kent protokolu, yerel ve ulusal medya mensupları, köşe yazarları, belediyemiz misafirleri, yabancı ülke temsilcilikleri, yurtdışından gelen konuklar ve özellikle yurt dışı tanıtımı için hazırlanmıştır. Bu nedenle geleneksel Türk sanatlarıyla da süslenen kitap bir çocuk kitabı değildir, çocuklar için hazırlanmamıştır ve yukarıda da ifade edildiği üzere üç dilde hazırlanan bir kültürel imaj çalışmasıdır. Nasrettin Hoca kitabı yazıda dile getirildiği gibi hiçbir şekilde ücretsiz olarak halka dağıtılmamıştır. Nasrettin Hoca bilindiği gibi ülkemizde pek çok ilimizin sahiplenme gayreti gösterdiği bir düşünür ve mizah ustasıdır. Kültürel ve folklor değerlerinin en sıradanlarının bile markalaştırılmaya çalışıldığı bir dünyada Nasrettin Hoca gibi neredeyse tüm dünyanın tanıdığı hatta etkilendiği bilge ve mizah ustası bir hemşehrimizi tanıtmaya yönelik yayın ve çalışma yapılmaması bir vefasızlık olurdu. Bir dünya mizah ustası olan Hasrettin Hocanın mesajının daha geniş topluluklara ve toplumlara ulaştırılması amacıyla özellikle İngilizce ve Arapça konuşan uluslar için de Arapça olmak üzere anadilimizle birlikte üç dilde hazırlanmıştır. Bütün bunların yanısıra ne Nasrettin Hoca kitabında ne de yayınlarımızın herhangi birinde yazıda bahsedildiği gibi herhangi bir anket, broşür veya soru formu dağıtılmamış veya kitaplarımıza eklenmemiştir. Hizmetlerimizin diğer hiçbir alanında da içeriği ve konusu ne olursa olsun hiçbir sözlü ya da anket veya soru metni kesinlikle kullanılmamıştır. Bu husus saygıdeğer Eskişehir kamuoyunun da malumudur. 2004 yılı eylül ayında basılan Nasrettin Hoca kitabına ilişkin olarak şu ana kadar sadece olumlu tepkiler alınmıştır. Türk basınında objektif gazeteciliğin adresi olarak bildiğimiz Hürriyet gazetesinde araştırmacı gazeteciliğin duayeni sayın Emin Çölaşan tarafından Nasrettin Hoca kitabının bu şekilde gündeme getirilmesini üzülerek karşılamaktayız. Sayın Çölaşan’ın kitap konusunda yeterince bilgilendirilmediği ya da yanlış bilgilendirildiği kanaatini taşımaktayız. Sayın Çölaşan’ın yanlış bilgilendirme sonucu kaleme aldığını düşündüğümüz yazısıyla ilgili işbu açıklamamızı kamuoyunun ve değerli Hürriyet okurlarının bilgilendirilmesi için 5l87 sayılı Basın Yasası gereği sayın köşe yazarının aynı köşesinde yayınlanmasını takdirlerinize bilvekale sunuyorum. Keşideci Odunpazarı Belediye Başkanlığı vekili Av. Cevriye Natioğlu."
* * *
Eskişehir 3. Sulh Ceza Mahkemesi tarafından gönderilen tekzip metnini okudunuz. Şimdi size mahkemenin hákimi Şenol Peker’in gerekçeli kararından -özetle- birkaç örnek vereyim:
"Çölaşan’ın yazısı incelendiğinde eserin Arapça (harflerle) basımı eleştirilmekte, diğer dillerdeki basımından söz edilmemektedir. (Oysa edilmektedir!) Eserin Arapça basımında harf devrimini delecek nitelikte bir belge ve bilgi yoktur... Belediye tarafından bastırılan eser anayasamızın başlangıç ilkelerine uygundur..."
"Kitabın ekinde yayınlandığı iddia edilen (dinsel) sorular ve cevapların İslamiyeti kabul etmiş ve çoğu Müslüman olan halkımızın dini inançlarıyla ilgili soru ve cevaplar olduğu, İslamiyeti kabul etmiş, Müslümanlık için mücadele etmiş atalarımızın mücadelesi karşısında tüm Avrupa’nın İslamiyeti yok etmek üzere birleşerek Haçlı seferleri düzenledikleri bilinmektedir." (Bunların benim yazdıklarımla, tekzip metniyle ne ilgisi var?)
"Çocuklara sorular ve cevapları adındaki soru káğıdında vahim bir içeriğin olmadığı..."
Çelişkiye bakınız: Belediye dinsel soruların kitap ekinde verilmediğini savunuyor. Hákim bey bu tekzip metnine onay veriyor. Hayrettir, tekzip metninde verilmediği bildirilen dinsel soruları gerekçeli kararında savunmaya başlıyor! Sonra, aynı kararda kendisini anlatıyor:
"(Tekzip kararına) İtiraz eden avukatlar, Emin Çölaşan’ın gazetecilik mesleğini başarıyla sürdürdüğü ve büyük bir okur kitlesi olan köşe yazarı olduğu yolunda beyanlarda bulunmuş ise de mahkeme yargıcı da... (yani kendisi) ayırım gözetmeksizin yargı yetkisini kullanan bir yargıçtır."
Bugün öteki konuları bir yana bırakıp, mahkeme kararıyla gelen bu tekzibi -yasal süresi nedeniyle- yayınlamak zorunda kaldık.
Eskişehir 3. Sulh Ceza Mahkemesi hákimi Şenol Peker’in 3 sayfalık bu gerekçeli kararı herhalde Türk hukuk tarihine geçecektir! Hukuk fakültelerinde ders (!) olarak okutulmalıdır! İlgili kişi ve kurumlara -istedikleri takdirde- gönderirim, bilgi edinirler!
Yazının Devamını Oku 7 Nisan 2006
YİNE şehit cenazeleri kaldırılıyor. 24 saat içerisinde Bingöl’ün Genç İlçesi’nde polis karakoluna roketatarla yapılan saldırıda şehit edilen polisimiz ve Şırnak’ta çatışmada şehit edilen beş askerimiz. Güneydoğu’da devlete isyan provası şimdilik yatıştı. İlk fırsatta yine olacak. Niçin?..
Çünkü o bölgede devlet, devlet olma niteliğini yitirdi.
Otoritenin önemli bir bölümü PKK yandaşı DTP isimli partiye ve DTP’li belediye başkanlarına devredildi.
Diyarbakır Belediye Başkanı olan şahıs esip gürledi:
"Acımız 14’tü, şimdi 16 oldu."
Çatışmada öldürülen l4 teröristten, sonra Diyarbakır’da sokak kalkışmalarında öldürülen iki kişiden söz ediyordu.
Diyarbakır Valisi son derece serinkanlı! Vitrinler indirilirken, ortalık ateşe verilirken konuşmuştu:
"Cana geleceğine cama gelsin."
Terörle mücadele tarihine geçecek muhteşem (!) bir sözdür.
* * *
Dün uzun yıllarını terörle mücadelede geçiren, sınır boylarında nice çatışmalara giren bir subayımızla tanıştım. Söyledikleri ürkütücü idi:
"Bölgede İran ve Irak sınırlarımızı koruyamıyoruz. Sınırlarımız yolgeçen hanı. Açıkça söylüyorum, Güneydoğu’da görevli asker ve polis kabuğuna çekildi. Yetkileri alındı. Şikáyet edilen bir güvenlik mensubu hakkında derhal ’insan hakları’ açısından soruşturma başlatılıyor, iş hapis cezasına kadar gidiyor. İran ve Kuzey Irak’taki PKK kamplarının yerleri belli. Oraları avcumuzun içi gibi biliyoruz ama hiçbir şey yapamıyoruz. Tavır koyamıyoruz, gidip temizleyemiyoruz.
Hiç kimse Güneydoğu halkını devlete karşı zannetmesin. İnsanlar çaresiz. Devleti göremiyor. Göremeyince, şimdi olduğu gibi otorite PKK’ya, onun yandaşı olan partinin temsilcilerine ve belediye başkanlarına geçiyor. Hükümetin bir politikası yok."
Bunların en önde geleni Diyarbakır Belediye Başkanı. Hükümet bu şahıs için oraya müfettiş gönderdi. Başkanın bugüne kadar yaptıkları belli. Sözleri açık ve net. Terörist cenazelerini belediye araçlarıyla kaldıran biri!
Hükümet bu konuda ne yapacak?
Bu belediye başkanını görevden alma yetkisi var. Bunu yapabilir mi?
Büyük olasılıkla yapamaz... Çünkü yaptığı anda sokak olayları ve isyan provaları yine patlayacaktır.
* * *
Sevgili okuyucularım, bundan bir süre önce burada Genelkurmay Başkanlığı’na bazı sorular sormuştum. Bunlara verilecek yanıtı bilmek her Türk vatandaşının hakkıdır. Bu sorularımı yeniden soruyorum:
1- Bugüne kadar PKK terörüne subay, astsubay, uzman çavuş ve er olarak kaç askerimizi şehit verdik? (Bu sayının 6 bin dolaylarında olduğunu zannediyorum ama elimde kesin rakam yok.)
2- Kaç bin askerimiz yaralandı?
3- Kaç askerimizin kolu bacağı, eli kolu koptu, gözleri kör oldu ve sakat kaldı?
Aynı soruları polislerimiz için Emniyet Genel Müdürlüğü’ne de soruyorum.
Bu rakamlar açıklandığı anda hem Türk milleti, hem de bütün dünya, bu olayın vahşetini ve büyüklüğünü somut rakamlarla görecektir.
Elbette başta AB olmak üzere bu insanlık dramını anlamak istemeyenler de!
Burada saklanacak gizlenecek bir husus yok. Bana özel bir yanıt gönderilmesini de beklemiyorum.
Açıklama kamuoyuna yapılabilir.
* * *
Bu yazıyı acayip bir karamsarlık içinde yazmakta iken, dünkü muhteşem haber önümüze düştü. Recep Tayyip Bey gazetecilerin önünde PKK’ya şu mesajı gönderiyordu:
"Demokratik bir yaşam sürmek istiyorsanız zaten kaçmaya göçmeye gerek yok. Elde silahla dolaşmaya gerek yok. Silahsız şekilde gelirsin masada her şeyini konuşursun edersin."
Bu sözler çok çok önemli! Şimdi herhalde PKK silah bırakıp Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile görüşme masasına oturur! Karşısına acaba hükümetten kim oturur?!
Herhalde PKK ve bilumum destekçileri bu çağrıya derhal uyacak, silahları bırakacak ve masaya çöküp pazarlığa başlayacaktır!
Bravo vallahi!
Tayyip Bey keşke bu ’dört dörtlük ve gerçekçi’ çağrıyı daha önce yapmış olsaydı! Ne terör kalırdı ne bir şey!
Yazının Devamını Oku 6 Nisan 2006
EMEKLİ Korgeneral Nevzat Bölügiray 12 Eylül döneminde Adana Sıkıyönetim Komutanı. Sonra Genelkurmay Sıkıyönetim Koordinasyon Başkanı. Terör olaylarını bire bir yaşamış bir komutan. Dün kendisinden aldığım mektubu biraz kısaltarak size iletmeyi görev bildim: "l2 Eylül öncesinde yaşanan sağ-sol terör çatışması bugün yok. Ancak yeni tehlikeler kapımızda: Dinsel bölücülük (irtica) ve etnik bölücülük (Kürtçülük). Dinsel bölücülük bugün yok gibi görülebilir. Ancak AKP iktidarının koruması altındadır. Bugün harekete geçmiyorsa, nedeni alabildiğince beslenip semirmekte olmasıdır. Yarın bu olanak kesildiğinde çok büyük patlamalara neden olacaktır.
Etnik terör Kürtçülüğe gelince, perşembenin gelişi çarşambadan belliydi. Olayı yıllardan beri biliyoruz. Ancak AKP iktidarı tüm uyarılara rağmen büyük bir aymazlık sonucu AB ile oyalanmaya, İslamcı uygulamalara ağırlık verdi ve önlem almakta gecikti. Şimdi yumurta kapıya dayanınca önlem almaktan söz ediliyor!
Siyasi iradenin kalmadığı bir ülkede güvenlik güçlerinin terörle mücadelede aciz kalması kaçınılmaz olur. İktidar AB ölçütleri bağlamında elinin kolunun bağlı olduğunu düşünüp harekete geçmedi.
Geçmiş iktidarlar gibi bugünküler de terörle mücadelenin altyapısını oluşturacak sosyal-ekonomik önlemleri almadı.
İktidar ve güvenlik güçleri aciz duruma düşünce, sabrı taşan belli kesimler 12 Eylül öncesinde olduğu gibi terörle mücadelede devletin yanında yer alma iddiasıyla terörde taraf olabilir. Bugün sabrı tükenen toplulukların terör karşıtı eylemleri bu tehlikeyi çağrıştırıyor. Gösteriler bugün belki demokratik sınırlar içinde kalıyor. Ancak hep böyle olacak değildir. Bu durum güvenlik güçlerinin ve halkın iki ateş arasında kalmasına neden olabilir.
12 Eylül öncesinde çoğu yeteneksiz ve niteliksiz kişiler sadece siyasi dengeler ve particilik uğruna terörle mücadele için görevlendirilirdi. Bugün de aynı anlayış egemen.
Sıkıyönetim Komutanı olduğum anarşi ve terör döneminde en korktuğum şey, bir kısım halkın terör eylemlerinde yer alması ve güvenlik güçlerinin halkla teröristi ayırt etmeden acı olaylara neden olmasıydı. O zaman da teröristler kadınları ve çocukları öne sürerdi. Kuşkusuz eyleme katılanlar sorumludur ama güvenlik güçleri burada zorlanır. Çünkü teröristle sivil halk iyi ayırt edilmezse, ılımlı kesimler de teröre itilir. Bugün Güneydoğu’da bu durum yaşanıyor.
12 Eylül öncesinde sağ-sol diye cepheleşen partiler, terör karşısında kendi siyasi eğilimlerine göre ’eylemsiz taraftarlık’ şeklinde tavır alırdı. Bu da terörün tırmanmasında bir etken olurdu.
Şimdi ise İslamcı güçleri besleyen AKP’li yerel yönetimlerle PKK’yı destekleyen DTP’li yerel yönetimler var. Peki DTP ve DTP’li belediyeler neye güveniyor? İki şeye. İlki, yöre halkının büyük desteğine. İkincisi, başta ABD ve AB olmak üzere kendilerine sağlanan dış desteğe.
12 Eylül öncesinde bir avuç terörist bölge halkına egemen olabiliyordu çünkü halkımız çoğunlukla devlete değil, tehdit eden, baskı kuran, öldüren terör örgütlerine baş eğiyordu. Bugün Güneydoğu’da siyasi kurumlar dahil aynı durum gözlemleniyor.
Etkin önlemler alınmasında daha da geç kalınırsa, Türkiye hızla Milliyetçi-Kürtçü cepheleşmesine gidebilir. Çünkü insanların savunma içgüdüsü onları bir cephede birleşmeye iter. Türkiye yağmurdan kaçarken doluya tutulur. Hatta etnik bölücülüğü ve bölünmeyi önleyeceğim derken İslamcı-faşist bir dikta rejimine bile kayabilir.
Son olarak polisimizin durumuna kısaca değineyim. Polisin adeta pasif direniş içinde olduğunu görüyoruz. Nedenleri var. Örneğin silahlı çatışmada terörist öldüren polis yıllarca mahkemelerde sürünüyor, hapis cezası alıyor.
Ayrıca polisimiz nerede sert, nerede yumuşak davranması gerektiğini bilemiyor. Yoğun olaylarda seyirci kalırken, masum bir gösteride şiddet uyguluyor.
Ben Adana sıkıyönetim komutanlığım döneminde panzer ve arazözlerden boyalı su sıkılması yöntemini uygulardım. Şimdi bu niçin yapılmıyor?
Terörle mücadelede vatandaşın terör örgütlerinin kontrolüne girmesini önlemenin en etkili yöntemi, devletin o örgütlerden daha güçlü olduğunu göstermek, güvenlik güçlerine sahip çıkmak ve bunu uygulamada kanıtlamaktır.
Bu konuda AKP iktidarının ne yaptığı, ne yapmak istediği ise belli değildir. Olaylarda her şeyden önce siyasi iktidar elini taşın altına koyacak ki, güvenlik güçleri korkusuzca görev yapabilsin.
Çok doluyum ve size saatlerce anlatabilirim. Ancak ben böyle üzülürken, son yıllarda ve halen o bölgede terörle savaşanların, hükümetin böylesine pısırık tutumu karşısında nasıl kahrolduğunu varın siz düşünün. Saygılarımla."
Evet, Nevzat Bölügiray Paşa bunları söylüyor. Başını kuma gömenlere değil, anlamak isteyenlere söylüyor.
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2006
DEVLETTE olmayan para büyükşehir belediyelerinde var. Belediyeler bu paraları istedikleri gibi kullanıyor. Devlet beş kuruşa muhtaçken, yatırım yapamazken, bütçenin iki yakası bir araya gelmezken, belediyeler özellikle seçmen elde etmek için yoğun çaba harcıyor.
Trilyonlar bir kalemde harcanıyor.
Ortalıkta belediye şirketleri var, bunların denetimi
sıfıra yakın. Çoğu ihaleyi onlar alıp götürüyor... Ve bir de partili yandaşlar.
AKP’li Ankara Büyükşehir Belediyesi, bu yıl başkentte yaşayan tam
370 bin aileye yardım paketleri dağıtıyor. Paketlerde fasulye, pirinç, nohut, çay, şeker ve biraz da temizlik malzemesi var.
(Bu yardımlar oya dönüşürse, Allah razı olsun diyenlerin yaklaşık
bir milyon oyu cepte keklik.)
Bu iş için ihale açıldı. İhale sonuçlandı. Peki kim aldı?
AKP Bitlis milletvekili Vahit Kiler’in şirketi olan Kiler Grubu.
Kaça aldı? 28 trilyon 300 milyar liraya!
AKP milletvekili bu işten
yüzde 10 kazansa, trink
3 trilyon cebinde demektir.
Allah bin bereket versin!
Peki bu işin içinde bir iş var mı? İhale yapılmış, elbette yok! Alan razı veren razı. Sadece rastlantı!
Rastlantı 1!
Ne var yani, ihaleye başkaları girseydi, onlar AKP’liden daha düşük fiyat verip alsaydı kardeşim! RASTLANTI 2AKP Balıkesir milletvekili
Turhan Çömez, Sivil Savunma Genel Müdürü
Atilla Özdemir’e bir faks gönderdi. Halen Van’da görev yapan bir memurun kendi seçim bölgesi olan Balıkesir’e atanmasını istiyor.
(Ayıp olmasın diye memurun adını soyadını gizliyorum.)
Ancak, bu faks genel müdür
Atilla Özdemir’in değil, benim elime geçti.
Şunun için yazıyorum: Milletvekili, isteğini yerine getirmedi diye genel müdüre lütfen kızmasın. Epey düşündüm! Bu faks bende kalsa memurun ataması yapılmayacak,
Turhan Bey belki kızacak, genel müdür belki yerinden olacak.
O yüzden yayınlamaya karar verdim!
Genel müdürün bu konudan, şimdi bu yazıyı okuyunca haberi olacak.
Ben de kendisinden istirham ediyorum,
AKP milletvekilinin istediği bu atamayı derhal, en kısa zamanda yapıversin.
Peki bu faks benim elime nasıl geçti?
Rastlantı 2! RASTLANTI 3 ANKARA’da Suudi Arabistan, Irak, Pakistan ve Bosna Hersek büyükelçiliklerinin yan yana, karşı karşıya bulunduğu
Turan Emeksiz Sokak. Burası Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin değil, Çankaya Belediyesi’nin alanı.
Birkaç gün önce sokağa
Büyükşehir ekipleri girdi. Taşlar getirildi, çimento ve kum yığıldı. Sadece
Suudi Arabistan Büyükelçiliği’nin önündeki 30 metrelik kaldırım söküldü ve yeniden yapılıyor. Sokağa bir de
"Büyükşehir tretuvar çalışması" diye levha konuldu. İnanmayan, yolu oraya düşerse hemen gidip görsün.
Normalde sokak sakinleri ve büyükelçilikler kaldırımların yapılması için Büyükşehir’e başvursaydı, alacakları yanıt belliydi:
"Orası bize değil, Çankaya’ya bağlı. Oraya başvurun."Şimdi merakla izliyoruz.
AKP’li Büyükşehir,
AKP’ye oy çıkmayan bu semtte yaşayanların ve öteki büyükelçiliklerin kaldırımını da yapacak mı, yoksa bu iş
Suudi Arabistan’lı dostlarına
Melih Gökçek tarafından yapılan bir kıyak mı? Bu gibi konular
ahbap çavuş ilişkisi ile mi götürülüyor? Halkın parası
Suudi’lere torpil yaparak mı harcanıyor?
Hayır, bu da sadece rastlantı! Rastlantı 3!
Hayatımız hep böyle ilginç
"AKP’li rastlantılarla" geçiyor!
Yazının Devamını Oku