2 Mayıs 2006
SEVGİLİ okuyucularım, haftanın bu ilk yazısına "çok mutlu bir rastlantı" ile başlamak istiyorum. Hayatta bazen böyle şeyler oluyor! Anlatacağım olay şu: İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne bağlı İGDAŞ isimli bir şirket var. Bu belediye şirketi doğalgaz işiyle uğraşıyor. İstanbul’da doğalgaz dağıtıyor ve satıyor.
Şirketimiz bir süre önce İstanbul’un beş yıldızlı otellerinden birinde görkemli bir tören düzenledi. Törene İstanbul’un AKP sosyetesi, İstanbul Üniversitesi Rektörü falan tam kadro katıldı. Konser verildi, yediler içtiler, doyasıya eğlendiler.
Peki bu törenin amacı neydi?
İGDAŞ şirketi, üç milyonuncu doğalgaz abonesine hoş ve değerli bir armağan verecekti. Belediyede ve şirkette para nasılsa boldu ve bu armağanın da görkemli bir şey olması gerekiyordu.
Düşündüler taşındılar, üç milyonuncu doğalgaz abonesine Fiat Albea marka son model, el değmemiş bir otomobil vermede karar kıldılar.
Şimdi sıra üç milyonuncu doğalgaz abonesinin kim olacağına (!) gelmişti.
Bu kişiyi dikkatle ve özenle belirlemek gerekiyordu.
İşin içinde hile hurda, kura, çekiliş, adamına göre muamele vesaire asla ve kesinlikle yoktu! Üç milyonuncu abonelik kime denk gelirse, otomobili o kazanıp götürecekti.
* * *
Günün birinde bu şanslı vatandaş belli oldu!
Mehmet Köşker!
Peki kimdi Mehmet Köşker?
Fethullah’ın Zaman Gazetesi’yle birlikte AKP iktidarının en büyük övücüsü olan Yeni Şafak Gazetesi var ya!.. Oranın haber müdürü idi. Doğrusunu isterseniz sayfalarında iktidara övgüler düzerek AKP’ye yararlı hizmetlerde bulunmuştu.
Sonra aynı çizgide görev yapan Bugün Gazetesi’ne geçmişti. Haber müdürlüğünü aynı doğrultuda orada sürdürüyordu.
İstanbul Büyükşehir Belediyesi AKP’li. İGDAŞ yönetimi AKP’li. Gazeteci Mehmet Köşker kardeşimiz de elbette öyle.
Ancak bütün bu saydıklarım, elbette ki otomobil armağanında torpil olduğu anlamına gelmiyor. Bunlar dini bütün adamlar! Kimseyi kollamazlar, yetimin hakkını, belediyenin parasını eşe dosta, partiliye, yandaşa yedirmezler!
* * *
Evet!.. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin İGDAŞ isimli doğalgaz şirketi harıl harıl abone kaydı yapıyor ve otomobil armağan etmek için üç milyonuncu abonesini bekliyordu.
İşte sevgili okuyucularım, gazeteci kardeşimiz Mehmet Köşker’in ismi bu aşamada çıktı!
Herhalde o güne kadar evinde doğalgaz yoktu ve tam tamına üç milyonuncu abone olmayı (ya da yapılmayı) başarmıştı!
Hilesi hurdası asla ve kesinlikle olmayan, kurasız çekilişsiz bir olaydı.
Talih kuşu dönmüş dolaşmış, belediyenin yemlemesiyle Mehmet Köşker’in başına konmayı başarmıştı!
Son model otomobilin sahibi oldu. Neresinden baksanız 40 milyar... Ödülünü (otomobilin anahtarını) beş yıldızlı otelde düzenlenen görkemli törende İstanbul Büyükşehir Belediyesi Başkanı Kadir Topbaş’ın elinden aldı.
Devir teslim töreninde poz verdiler, birlikte fotoğraf çektirdiler. Topbaş kürsüye çıkıp Köşker’i "şansından ve rastlantıdan dolayı" kutladı, Köşker de bu değerli otomobili eşine vereceğini açıkladı.
Eeee, üç milyonuncu doğalgaz abonesi seçilmek (!) kolay değildi.
Acaba gazeteci kimliğiyle AKP iktidarına yakın durmanın, Yeni Şafak ve Bugün Gazetesi’nde haber müdürü kimliğiyle iktidara övgüler düzmenin bir nevi küçük bir armağanı mıydı bu?
Hayır, asla!
* * *
Sevgili okuyucularım, bunları yazmamın nedeni var. Sakın hiç kimse yanlış anlamasın, "vay beee, bunlar kendi adamlarına göz göre göre kıyak yapıyor, kitabına uydurup otomobil ikram ediyor" falan demesin.
Lütfen hiç kimse bu mutlu olayı öğrendikten sonra "şike, şike, ayıptır ayıp" diye bağırmasın.
Bunlar her gün hepimize "Müslümanlıktan" dem vuran adamlar, şike mike yaparlar mı?
Yapmazlaaaar!
Üç milyonuncu abonelik düzmece değil, kesinlikle rastlantı idi! Tamamen şans, kader, kısmet!
Ah felek, kimine kavun yedirir kimine kelek!
Yazının Devamını Oku 30 Nisan 2006
SEVGİLİ okuyucularım, kayınpederim Mahmut Tuğcu vefat etmişti. Cuma günü cenazesini Ankara’da Kocatepe Camii’nden kaldırıp toprağa verdik. İnsan böyle günlerde kendi günlük olağan dünyasının dışına çıkıp değişik ortamları yaşıyor. Kayınpederim emekli subaydı. Cenazesini Merkez Komutanlığı kaldırdı. Asker cenazelerinde tanık olurdum da, ayrıntısını bilemezdim.
Böylesine bir düzeni, hiçbir şeyi en ufak bir biçimde aksamayan bir olayı insan ancak kutlayabilir. Her şey ve bütün ayrıntılar her açıdan ve inceden inceye hesaplanmış. Cenazenin yıkanmasından kabristana götürülmesine kadar geçen aşamayı burada uzun uzun anlatmayacağım.
Bu düzeni kuran ve yaslı cenaze sahiplerine en küçük ayrıntıyı bile düşündürmeyen, küçücük bir aksama bile yaratmayan askerleri gerçekten kutlamak gerekiyor.
Bu olaya ilk kez içinde yaşayarak tanık oldum. Bunları o yüzden yazıyorum.
* * *
Kocatepe, Türkiye’nin en büyük camisi. İçerisi 25 bin kişi alıyor. Ancak caminin, namaza gelen cemaatin, cenaze sahiplerinin çok büyük sorunları var. Kocatepe’nin temeli l967 yılında atıldı, l987’de ibadete açıldı. Caminin tam 34 yıllık imamı İsmail Coşar’la önceki gün dua sonrasında konuşma fırsatı buldum. İlginç şeyler söylüyordu:
"Camiye caddeden yaklaşık 50 basamak merdivenle çıkılıp iniliyor. Bir özürlü girişi yok. Özürlüler ve yaşlılar elle ve bazen sırtta taşınıyor.
Her gün birkaç cenaze kaldırıyoruz. Tabutlar da aynı ilkel yöntemle merdivenlerden taşınıyor. Merdivenlerde tabut taşıyan insanların, hatta tabutların yere düştüğü oluyor. Manzarayı düşünün.
Dahası var. İçeride bir yangın olsa itfaiye giremez. Cemaatten veya cenazeye gelenlerden hastalanan oluyor, avluya ambulans giremiyor. Cenaze araçları da merdivenler nedeniyle musalla taşına yaklaşamıyor.
Caminin çevresi tinerci dolu. Büyükşehir Belediyesi tarafından yaptırılan nikáh salonunun girişi ve arka tarafında tinerciler barınıyor, cemaati ve halkı rahatsız ediyorlar. Bunları gören yok. Abdest yerlerinde cepçiler, yankesiciler para çalıyor. Ayakkabı hırsızları kol geziyor. Çiçek mafyası cenaze sahiplerinden zorla para alıyor. Bunlarla bizim uğraşma gücümüz yok.
Avlunun bütün betonu bozuldu, yıkık dökük oldu. Çöp kutuları ve oturma bankları çürüdü. Kutuların dibi delik. Caminin tuvaletleri çok eskidi, kokudan geçilmiyor. Halılar da çok kirlenmişti, kokuyordu. Şimdi onları değiştiriyoruz."
Konuşmanın bu aşamasında İsmail Coşar Hoca’ya sordum:
"Camilere galoşla girilmesinde dinimiz açısından bir sakınca var mıdır?"
"Yoktur. Tam tersine çok iyi olur. Ancak temizliği simgeleyen renk olduğu için galoşların beyaz olması iyi olur. Rengarenk galoşlar cemaatin gözünü alır. Ayakkabı olmaz ama çorabın üzerine galoş giyilebilir. Böylece camilere ilk girişte hissedilen ayak kokusunu gidermiş, en başta halıların temizliğini sağlamış oluruz ve sağlıklı bir ortam yaratırız."
Diyanet Vakfı, Türkiye’nin en paralı kuruluşu. Yüzlerce trilyonu var. Ülkemizin en büyük camisinde bu sorunlara niçin eğilmiyor? Bunları niçin çözmüyor? O merdivenlerin yanına niçin özürlü girişi, elektrikli merdiven, itfaiye, ambulans ve cenaze araçlarının girebileceği bir bölüm yaptırmıyor?
Unutmayalım, Kocatepe’de bu sıkıntıları her gün binlerce insanımız yaşıyor ve caminin 34 yıllık imamı bunları açıkça dile getiriyor.
Başka camilerimizin görevlileriyle de konuşsak, mutlaka pek çok sorunu onlar da dile getirecek. En basit olanına bir kez daha değineyim:
Şu galoş konusunu birileri çözemez mi? Hem camilerimizin temiz kalmasını sağlayıp hem de mabetlere hiç yakışmayan ayak kokusunu gideremez mi?
Dikkat ediniz, olayda sorun para değil. Yüzlerce trilyon kasalarda duruyor da, ilgilenecek ve iş bitirecek bir makam gerekiyor.
* * *
Emin Çölaşan’ın notu:
Kayınpederimin vefatı nedeniyle telefonla arayan, yüzlerce faks ve mail’le başsağlığı dileyen, cenaze törenine gelen, eğitim vakıflarına bağışta bulunan tüm dostlarımıza, yakınlarımıza ve özellikle siz sevgili okuyucularıma çok teşekkür ediyorum.
KABLODA YENİ BİR KANAL
Bugün size güzel bir haber iletmek istiyorum. Ankara’dan yayın yapan Kanal B (bir Başkent Üniversitesi kuruluşu) bugüne kadar yayınını Türksat ve Digiturk üzerinden yapıyordu. Kanal B üç günden bu yana artık kablo yayında yer alıyor.
Kablo yayın şimdi Atatürkçü, laik, yurtsever, ulusalcı bir kanal kazanmış oldu. Milletimizin kazancıdır. Kablo yayın alan yerlerde televizyonunuza Kanal B’yi almayı unutmayın.
(Keşke Kanal Türk, Avrasya (ART), Kanal B gibi ilkeli, ulusalcı, yurtsever yayın yapan kanal sayısı çoğalsa.)
Yazının Devamını Oku 29 Nisan 2006
İSTANBUL’da eczanesi olan vatandaş Hüsnü Akıncı feryat ediyor... Çünkü hasta vatandaşlara devletin sosyal güvenlik kuruluşları adına ilaç veriyor, devletten parasını alamıyor. Batma aşamasına gelmiş. Son çare olarak Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a faks göndermiş, bir örneğini de bana geçmiş. Sadece eczacılar değil, hiç kimse devletten alacağını alamıyor.
Aslında devletten değil, hükümetten alamıyor.
"Yol geçecek" diye ya da başka gerekçelerle kamulaştırmalar yapılıyor, Anayasa’nın "peşin ödenir" hükmüne karşın mal sahiplerine hiçbir şey ödenmiyor.
Bunlar bir "hukuk devletinde!" nasıl oluyor? Hiçbir makamın umurunda bile değil. Dava açıyorsunuz, kazanıyorsunuz, yargı kararlarına rağmen paranız ödenmiyor.
Niçin?.. Çünkü IMF bunlara emir verdi: "Yatırım yapmayacaksın, harcamaları mümkün olduğunca kısacaksın, sıkı para politikası uygulayacaksın ki enflasyon zıplamasın."
Türkiye’de yüz binlerce insanımız bu açıdan mağdur edilmiş durumda. Borçlu olan üçkağıtçıların ağzıyla, onlara buradan naçizane sesleniyorum:
"İstersin!.. Yaz tahtaya, al haftaya."
Şimdi eczacı Hüsnü Akıncı’nın Tayyip Bey’e gönderdiği mektubu özetleyerek okuyalım:
***
"Sayın Başbakan, eczacıyım. Devlet ve SSK hastanelerinin birleştirilmesi sonrasında eczanelerin alacaklarının 45 gün içerisinde ödeneceğini ilan etmiştiniz.
Ne yazık ki bu taahhüdünüz gerçekleşmedi. SSK, reçete kontrol birimlerini ihtiyaca cevap verecek bir biçimde kuramadı. Yeteri kadar personel temin edemedi.
İstanbul için ifade ediyorum: Yunanistan ve Bulgaristan nüfusu kadar büyük bir metropolde sadece Üsküdar’da bir reçete kontrol birimi oluşturuldu. İşler personelin bütün iyi niyetine rağmen bitirilemiyor.
Zamanında ödeme yapılamaması nedeniyle bütün eczaneler mali sıkıntıya düştü. Borçlarımızı ödeyemiyoruz. Taahhütlerini yerine getirebilmek için kredi alanlarımız ise sürekli faiz ödemek zorunda kalıyor."
Şimdi mektubun en çarpıcı bölümüne geliyoruz:
"Kendimle ilgili vereceğim örnek genel durumu açıklamaya ve gerçeği belirtmeye yetecektir.
SSK’dan 2005 yılından kalan alacağım: 55 milyar lira.
2006 Ocak ayından kalan alacağım: 78 milyar lira.
Son kontrol sonrasında ödenmek üzere bloke edilen ve Nisan 2005’ten bu yana ödenmeyen alacağım: 34 milyar lira.
Toplam alacağım: 168 milyar 719 milyon lira.
Sayın Başbakan, ödemeler yapılmadığı için eczaneler zor günler yaşıyor. Aileden varlıklı ve sermayesi güçlü eczaneler için bu durum sorun yaratmayabilir. Ama şu anda eczanelerin yüzde 80’i gizli iflas içindedir.
Gereği hususunda ilgili birimlere talimat vereceğinize inanarak bilgilerinize ve takdirlerini arz ediyorum.
Saygılarımla. İstanbul’da eczacı Hüsnü Akıncı."
Şimdi bu olayı tersten düşünelim. Varsayalım ki Hüsnü Akıncı’nın devlete şu veya bu nedenle 168 milyar borcu kalmıştı ve ödemiyordu.
Ne yapılırdı? Derhal hacizler gelirdi, mahkemelerde sürünürdü, malı mülkü satılırdı, hayatı kayardı.
Akıncı dua etsin ki devlete borçlu değil, alacaklı! Gerçi hayatı yine kaymak üzere ama!..
Olsun varsın...
Hayatın böyle kayması, borçlu olmaktan daha onurludur.
***
Şimdi size ters açıdan bir mektup iletiyorum. Okuyucum yazıyor. Hastanenin adını vermiyorum:
"11 yıllık Bağkur’luyum. Esnaf can çekiştiği için son aylarda primlerimi düzensiz ödeyebiliyorum. Böbrek hastasıyım. Geçenlerde Ankara’da acil servise gitmek zorunda kaldım. Prim ödemediğim için 50 milyon liralık senet yaptılar. Ertesi gün borçla primi ödedim, hastaneye yeniden gittim. 50 milyonluk senet borcumu ödemezsem hemen icraya verileceğimi söylediler. Küçük dükkanıma icra gelirse ben intihar ederim..."
Ötesini yasal nedenlerle -zorunlu olarak- sansür ediyorum!
Karşımızda madalyonun iki yüzü. Biri devletten alacağı olanlar, öteki devlete 50 milyon lira borçlu olanlar!
Yazının Devamını Oku 28 Nisan 2006
30 Nisan günü İstanbul’da tesettür defilesi yapılacak. Defilede ünlü ve anlı şanlı mankenlerimiz sıkmabaşlarla, topuğa kadar pardösülerle boy gösterecek. Parayı veren düdüğü çalar!
O mankenlerin pek çoğunun vıcık vıcık yaşamını ekranlardan ve gazetelerden izliyoruz.
Alkol, birbirini izleyen paralı zampara sevgililer, onlar tarafından armağan edilen son model arabalar, mücevherler, görkemli villalar ve ’seviyeli’ birliktelikler!.. Parayı bastırana düdüğü çaldıran, kapanın elinde kalan cicili bicili bayanlar ve yozlaşmış yaşamlar! (Düzgün yaşantılı mankenlerimiz bu sözlerimin elbette dışındadır.)
Lale Belkıs geçmiş yılların dünyaca ünlü mankeni. Anılarını anlattığı ve Doğan Kitap tarafından yayınlanan "İpek Çoraplar" isimli kitabında şöyle diyor: "Utanıyorum. Devremülk benzeri ilişki yaşayıp haftada bir sevgili değiştiren ve adına manken denilen kişilerden utanıyorum."
Bastır parayı, bir defile düzenle, sokakta bile soyunsunlar. Hatta bazen danışıklı dövüş, medyanın ilgisini çekmek için podyumda göğüslerini fora ediversinler...
En tahrik edici iç çamaşırlarıyla salına salına yürüsünler...
Sonra bastır parayı, tesettüre bürünüp podyuma örtülü çıksınlar!
Her şeyin ucu para.
Tesettür defilesinde 21 ünlü mankenimiz örtünecekmiş. Defileyi düzenleyen firmanın sahibi, Haftalık Dergisi’ne konuşmuş:
"AKP döneminde yüzde 150 büyüdük. Bunda Emine Erdoğan’ın katkısı büyük. Müşterilerimiz arasında Hayrünisa Gül ve Münevver Arınç var. Şimdi 23 şubemiz oldu. AKP beş yıl daha iktidarda kalırsa Türkiye’nin her yerinde mağaza açarız."
Büyümek onların hakkı. Türk kadınını tesettürlü olmaya zorlayan iktidarı bulmuşken büyüyeceksin. Ama burada birkaç söz de anlı şanlı ve ünlü mankenlerimiz için söylemek isterim:
Hayatta her şey para için mi? Hanginiz tesettür defilesinden alacağınız paraya muhtaçsınız?
Değer mi?
İnsanın bir yaşam biçimi vardır. İnsanda biraz ilke, biraz da omurga olmalıdır. Sizde bunlar hiç mi yok?
Belki şöyle diyecekler: "Biz profesyonel meslek sahibiyiz. Soyunuruz, örtünürüz, ne olsa yaparız. Yeter ki paranın ucunu görelim..."
Bu anlayış benim bir süre sonra "daha fazla maaş verdiler" bahanesiyle gerici basına geçip orada yazı yazmama benzer mi!
"İlkeli, omurgalı, Türk kadınının yüz akı" mankenlerimize sıkmabaşlı hayırlı defileler diliyorum. Yakışacak yani!
AÇIKLAMA
TRT’nin Yayınlardan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı Muhsin Mete’den beklenen açıklama sonunda -dün- geldi. Özetliyorum:
"Hiçbir zaman ve hiçbir yerde ne yazdıklarımı, ne de ’Ekranın Büyüsüne Kapılmadan’ adı ile yayınlanan kitabımı inkár ettim. Bu kitap bana aittir. Abbas Abalı müstearıyla (takma adıyla) yayınlanan eserin gizli kapaklı bir yanı olmamakla birlikte, bugün gizli kapaklı bir takım emellere alet edilme gayretlerini esefle karşılamaktayım.
Kitap bundan on yıl öncesinin iletişim dünyasını irdelemektedir. Bu yazılarda Kuran-ı Kerim’den ayet yer aldığı gibi, Papa’nın Hıristiyan álemine çağrısı da vardır.
Kitapta yaptığım değerlendirmeler ne şu an Yayın-Programdan sorumlu olduğum TRT’yi bağlar, ne de onu yönlendirecek bir el kitabı niteliğini taşır. Hizmetin usul ve esasını kişiler değil, kurumsal kimlik belirler.
Kitaptan yaptığınız alıntılar ve televizyon yayınlarıyla ilgili tespitleriniz körler ve fil hikáyesinde olduğu gibi, filin neresinden tuttuğunuza bağlı olarak değişecektir."
Bay Mete o kitabı yazdığını doğrulamak zorunda kaldı. Kemalizm, Cumhuriyetçilik gibi konulara karşı çıkan, "TRT demokrat olmak yerine Cumhuriyetçi olmuştur... Rejim çığırtkanlığı... Malum çevreler, laikperestler... Mihenk taşı DİN olan yayın anlayışını benimsemeliyiz" diye takma isimle kitap yazan bir kişi, şimdi TRT’nin başında oturuyor, tüm yayın ve programları yönetiyor.
Gönderdiği yazılı açıklamada o yazdıklarına nedense hiç değinmiyor.
TRT yayınlarının ne duruma düşürüldüğünü, kimlerin eline teslim edildiğini hep birlikte izliyoruz. Üstelik iş bununla da kalmadı, Muhsin Mete’nin ismi RTÜK’ün AKP’li üye çoğunluğu tarafından TRT Genel Müdürü adayı olarak hükümete gönderildi!
Kendisiyle ilgili yazdığım yazılarda iki soru sormuştum:
"Bu kitap kimin?.. TRT hangi kafaların elinde?"
İlk sorunun yanıtı geldi! İkincisi malum!
Yazının Devamını Oku 27 Nisan 2006
SEVGİLİ okuyucularım, bu fotoğraflar gözden uzak okullarda değil, Ankara’nın göbeğindeki Eryaman’da, Bahar İlköğretim Okulu’nda 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı gününde çekildi. Arkadaşımız
Olcay Pınar dün bu okula gitti, aynı tablonun devam ettiğini bir kez daha belgeledi.
Burası cami mi? Değil. Burası Diyanet İşleri Başkanlığı mı? Değil.
Ya neresi?
"Millilik!" sıfatını çoktaan yitiren Eğitim Bakanlığı’nın bir okulu. Devletin (!) okulu.
Duvarlar 23 Nisan’la değil, dinci pankartlarla dolu.
Fazla yazmıyorum. Okullarımızda olanları, küçücük beyinlere pompalanan mesajları, dinin ilköğretim okulları bile alet edilerek nasıl kullanıldığını bir kez daha ve somut belgelerle sizlere aktarıyorum.
Eğitimde gerici kadrolaşma almış başını gidiyor. Hüseyin Çelik Eğitim’in başına çökmüş, başarıdan başarıya koşuyor! YANIT YOK!Dünkü yazımda
TRT’nin Yayınlardan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı olan
Muhsin Mete’ye bir soru sormuştum:
"Bu kitabın yazarı siz misiniz?"
Takma isimle yazılan kitapta
"dinci radyo ve televizyon" özlemi dile getiriliyor,
"paşaların saltanatından" söz ediliyor,
TRT’nin geçmişte
"laikperestlere" hizmet ettiği iddia ediliyor ve
"Biz dört koldan İslam gemisini yüzdürmeye koyulduk" deniliyordu...
Ve bu şahsın ismi kısa süre önce
RTÜK’ün
AKP’li üyeleri tarafından öteki iki isimle birlikte hükümete
"TRT Genel Müdür adayı" olarak bildirilmişti!
Muhsin Mete’den dün bütün gün yanıt bekledim.
"Kitabı düzmece isimle ben yazmadım, o görüşler bana ait değildir" demesini bekledim.
Tık yok!
TRT bu kafalara mı emanet?
Allah sonumuzu hayır etsin. Amin.Yazının Devamını Oku 26 Nisan 2006
ELİME geçen bir kitabı okumaya koyuldum! İçinde, ülkemizin nereye sürüklendiğini gösteren bölümler var. Kitabın adı: "Ekranın Büyüsüne Kapılmadan"
Yazarının adını hiç duymamıştık: Abbas Abalı!
Kitapta öyle şeyler var ki, insanı yerinden hoplatmaya yetiyor... Çünkü kitap baştan aşağı İslami radyo-televizyonu savunuyor.
Merak edip soruşturduk. Kimdir bu Abbas Abalı? Böyle biri yok. Demek ki takma isimle yazılan bir kitap. Bu şahsın kim olduğunu doğrusu merak etmiştik.
Çiğdem Toker hadiseyi araştırdı. "www.kameraarkasi.org" sitesine girince gerçeğe ulaştı. Sözü edilen kitabı takma isimle yazan kişinin adı Muhsin Mete idi.
Sonra çorap söküğü başladı. Muhsin Mete, RTÜK’ün AKP’li üyeleri tarafından seçilip hükümete TRT Genel Müdürlüğü için gönderilen üç isimden biriydi.
Kendisi halen TRT’de Yayınlardan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yapıyor. TRT’nin giderek nasıl dini kanal olduğunu buradan yola çıkarak hep birlikte izliyoruz!
* * *
Şimdi kitaptan bazı alıntılar yapalım:
"Yıllarca cami hoparlörüne karşı çıkan zihniyet..."
"Müslümanlarca il ve ilçelerde pek çok radyo ve televizyon kuruldu. Dört koldan İSLAM GEMİSİNİ yüzdürmeye koyulduk."
"(Televizyonlar için) Düşünülecek çözüm, dini bir kanal oluşturmaktır..."
"Resmi radyomuz (TRT) demokrat olmak yerine cumhuriyetçi olmayı tercih etmiştir. Laik ve KEMALİST olmak din programlarında bile ihmal edilmemiştir. Resmi radyonun 70 yıllık REJİM ÇIĞIRTKANLIĞINDAN gına getirenler..."
"Lokman Suresinin 6. ayetinde şöyle buyurulmaktadır..."
"TRT kuruluşundan bu yana kültürel değerlerimize sırtını, Batılı değerlere yüzünü dönmüştür. Bu tavrını sola ve KEMALİZME yaslanarak sürdürmüş, sağ iktidarlara ayakbağı olmuştur."
"Milli Güvenlik Kurulu direktiflerine uymak ve siyasi otoriteye boyun bükmekle kamu hizmeti yapılmaz. Olsa olsa PAŞALARIN, beylerin saltanatına hizmet edilir."
"Televizyonlarımız LAİK, Batıcı ve liberal değerleri empoze eden yayın anlayışını benimsemiş durumdadır."
"Dini yayınlar televizyonlarımızın en yetersiz ve zayıf kaldığı yayın türüdür."
"TRT dinsiz radyo televizyon imajı yaratmamalıdır. Ülkemizde son yıllarda İslami eğilimler artmakta, İslamcı olduğu varsayılan bir parti seçimden birinci çıkmakta, buna rağmen TRT’deki dini yayınlar azalmaktadır. Bu uygulamalarla MALUM ÇEVRELER ve LAİKPERESTLERE HİZMET EDİLDİĞİ sanılıyorsa da, bu yayınların hiç yapılmaması daha iyidir."
"Asıl olan din programları yayınlamak değil, mihenk taşı DİN olan bir yayın anlayışını benimsemektir."
"İlahi kanunlar (din kuralları) dışında kalan kanunlara (devletin kanunlarına) mükemmeliyet izafe edemeyiz. (Mükemmel göremeyiz.)"
* * *
Şimdi soruyorum: Bu sözleri takma isimli kitabında yazan şahıs halen Yayınlardan Sorumlu TRT Genel Müdür Yardımcısı olan Muhsin Mete midir, değil midir? TRT’yi elbirliği ile bu doğrultuda mı yönetmektedirler?
Dikkat ediniz, şimdiki Genel Müdürvekili Ali Güney de köy imamı.
RTÜK genel müdürlük için üç aday belirleyip hükümete gönderdi, biri Muhsin Mete.
Arkadaşımız Çiğdem Toker bu şahsı aradı ve aralarında şu konuşma geçti:
- Bu kitabı takma isimle siz mi yazdınız?
- Ne amaçla ilgileniyorsunuz?
- İnternet sitelerinde bu bilgi veriliyor.
- Ne evet derim ne hayır derim. Doğru veya yanlış demiyorum. Siz nasıl değerlendiriyorsanız öyle değerlendirin.
Bu sözlerin Türkçe’ye tercümesi "Evet ben yazdım" oluyor.
* * *
Şimdi ben de burada kendisine soruyorum ve açıkça yanıt vermesini bekliyorum:
Bu kitabı siz mi yazdınız?
Şu anda TRT’de Yayınlardan Sorumlu Genel Müdür Yardımcısı olarak görev yapıyorsunuz. Yukarıdaki görüşlerinizi TRT yayınlarına hangi hakla yansıtıyorsunuz?
Sevgili okuyucularım, TRT’yi gerçekten de din kanalı yaptılar. Hangi kanalını açsanız dini yayın var. Buna diziler, filmler, söyleşiler, Arapça yazılar ve levhalar, Osmanlıcılık, padişahçılık, her şey dahil. Üzerine iktidar borazanlığını da ekleyin.
Bu kafayla TRT’nin izlenilirliğini en alt düzeye indirdiler.
Muhsin Mete’den yanıt bekliyorum, bu kitap kimin?
TRT hangi kafaların elinde?
Yazının Devamını Oku 25 Nisan 2006
23 Nisan törenlerinde Başbakan yok! Niçin? Hasta, evinde dinleniyor! Ama ertesi gün -dün, pazartesi- evinden aslanlar gibi çıkıp Bakanlar Kurulu toplantısına katıldı. Hastalığı bir gecede sona ermişti! Durumu çok mu kötüydü ki, 23 Nisan törenlerine katılmadı?
Hayır, sadece katılmak istemedi. İçinden gelmedi. Bu angaryaya katlanmayı gereksiz gördü.
Meclis’te düzenlenen törenlerde olanları hep birlikte izledik. Gönlünde "Cumhurbaşkanlığı" yatan Meclis Başkanı yine laiklik ve sıkmabaş üzerine esip gürledi. Kendisine yatırım yapıyor, Atatürk’ün bayramına bu kavramları sokmaktan çekinmiyordu. Bir düşünün, böyle bir bayramda yurdun dört bir yanından öğrenciler çağırdılar. İmam hatip öğrencisi liselileri özel siparişle getirttiler.
Çocuk bayramında 21 yaşında, askerlik çağında imam hatip öğrencileri!.. Ve bunlar Meclis kürsüsünden konuşma yaptılar. Ellerine verilen -kimler tarafından yazıldığı belli- metinleri okudular:
"İmam hatipliler olarak engel tanımayız. Bilin ki zirveye çıkacağız... YÖK kanunu değişmelidir..."
Kendi siyasal görüşlerini imam hatip öğrencilerine okuttular. Kimseden tık yok!
* * *
Sonra sıra geldi Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın konuşmasına! Aylardan beri o günü bekliyordu. Mesajlarını verecek, siyasi yatırım yapacaktı. Nasılsa hiç kimse ses çıkarmayacak, tepki vermeyecekti. Esti ve gürledi. Kendisini dinleyen Cumhurbaşkanı ile komutanlara sözlü muhtıra verdi:
"Türban konusunda referanduma gidelim. Türban engelleniyor. Yasaklar kaldırılsın. Anayasa’yı değiştirelim. Böyle laiklik olmaz. Böylesi dünyada yok. Kamusal alan ve laikliği tartışalım. Laiklik adına inançlar kısıtlanıyor. Bazı kurumlar kendilerinin daha üstün olduğunu sanmaktadır. Saltanat kaldırıldı ama bazı kurumların saltanatı devam ediyor. (Herhalde Cumhurbaşkanlığı, Türk ordusu, YÖK ve yargıyı kastediyor! Henüz ele geçiremedikleri kurumlar bunlar.)
Bu sözlerinin 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’yla ne ilgisi var?
23 Nisan Arınç’ın siyaset atraksiyonu yapacağı tarih mi?
Ama yaptı. Fütursuzca, çekinmeden yaptı. Konuşma metnini önceden Tayyip Erdoğan’a gönderip onayını almıştı.
Öyle ya, kendisini geleceğin "Cumhurbaşkanı" olarak düşlüyor. Bir hata yapmak, liderini karşısına almak istemezdi!
’EĞİTİM’ BU MU?
Milliliği kalmayan, gerici kadrolaşmanın doruk noktasına çıktığı Eğitim Bakanlığı neler yapıyor? İşte örnekler. Afyon’da yayınlanan Sözcü Gazetesi’nin 17 Nisan 2006 tarihli nüshasının haber başlığı:
"Kutlu Doğum Haftası nedeniyle Afyon’da ilköğretim okulları arasında Hz. Muhammet konulu bilgi yarışması yapıldı. Hacı Hayriye Özsoy İlköğretim Okulu birinci oldu. Fatih Lisesi konferans salonunda yapılan yarışmaya (16 ilköğretim okulundan) öğrenciler katıldı. Yarışmada öğrencilere Hz. Muhammet’in hayatı, davranışları, düşünceleri ve o döneme ait bilgiler soruldu. Yarışma sırasında ayrıca Funda Çobanoğlu isimli öğrenci ilahiler okudu. Dereceye girenlere çeşitli hediyeler verildi."
Afyon Valisi nerede?
İstanbul Gaziosmanpaşa Atatürk Lisesi öğrencileri yazıyor: "Okulumuzda Kutlu Doğum yarışması açmışlardı. 21 Nisan Cuma günü bayramı anma törenimizin ortasında belediye başkanı geldi ve okulumuzda dereceye giren öğrenciye bisiklet hediye etti. Nutuk attılar ve gittiler. Biz kaldığımız yerden devam ettik."
Peygamberimizin doğum haftasını birkaç yıl öncesine kadar hiç kutlamazdık! Ayrıca hiçbir İslam ülkesinde böyle bir uygulama yok. Ne zaman ki bunlar iktidar oldu, oy avcılığına yönelik kutlamalar başladı...
Ve kutlamalar camilerde falan değil, ülkenin dört bir yanındaki ilköğretim okulları ve liselerde yapılıyor.
İlköğretim okullarında ve liselerde bu tür kutlamaların, bu tür törenlerin ne işi var? Bir basılı çağrı daha:
"Boyabat Anadolu Lisesi tarafından hazırlanan Örnek İnsan Hz. Muhammet isimli Kutlu Doğum Haftası programına tüm halkımız, öğretmen ve öğrencilerimiz davetlidir. 20 Nisan saat 20." (Sinop Valisi bu toplantıyı yaptırmadı.)
Ey "Eğitim" Bakanı Hüseyin Çelik, okullarımızda bir Atatürk haftası yaptırıyor musunuz? Küçük öğrencilere laiklik, devrimler gibi kavramları verdiriyor musunuz?
İlköğretim okulları ve liseler dahil Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün kurumlarına el attılar. Oy avcılığı için din ticaretine artık okulları ve öğrencileri alet ediyorlar. Türkiye nereye?..
Yazının Devamını Oku 23 Nisan 2006
REFİK Halit Karay ülkemizin önde gelen yazarlarından biriydi. Gazeteci. Kalemi çok akıcı ve çok güzel kitapları var. Karay 1888 doğumlu. 1965 yılında aramızdan ayrıldı. İkinci Meşrutiyet döneminde (1908) İttihatçı hükümetlere karşı çıktı, sert yazılar yazdı ve İstanbul’dan Anadolu illerine sürgün edildi... Birinci Dünya Savaşı’nı kaybettik. İstanbul işgal altına girdi. Hain Sadrazam Damat Ferit, Refik Halit’i Posta Telgraf Genel Müdürü yaptı. Çok önemli bir görevdi. Kapitülasyon eseri yabancı postalar dışında ülkenin tek iletişim sistemini oluşturan telgraf ve posta idaresinin başına getirildi.
Anadolu’da Kurtuluş Savaşı başlamıştı. Genel Müdür Refik Halit, Mustafa Kemal Paşa Anadolu’da telgraf hatlarından yararlanmasın diye sert bildiriler yayınlayıp Anadolu’daki memurlarına emirler gönderdi. Gazete yazılarında Kurtuluş Savaşı’na şiddetle karşı çıktı, 1922 yılında halk tarafından linç edilen hain Ali Kemal gibi çok ağır yazılar yazdı. Savaşı Milliciler kazanınca yurtdışına kaçtı.
Lozan Antlaşması hükümleri uyarınca, savaş sonrasında 150 kişi hariç genel af çıkarıldı. Yüzellilikler diye bilinen bu listeye giren hainlerin isimleri TBMM tarafından belirlendi. Bunların yurtdışında olanlarına ülkeye girme yasağı getirildi. Türkiye’de olanlar ise yurtdışına sürgün edildi.
Refik Halit Karay da bu listede yer aldı. Hem satılık İstanbul basınında gazeteci olarak Anadolu ihtilaline karşı yazdığı ağır yazılar, hem de Posta Genel Müdürü olarak yaptıkları yüzünden.
Yazarımız 1938 yılında yüzellilikler için af çıkana kadar -l6 yıl boyunca- Beyrut ve Halep’te yaşadı. Sonra vatana döndü. Siyasete girmedi, sadece yazarlık yaptı. Çok güzel kitaplar yazdı. (Özellikle Minelbap İlelmihrap ve Bir Ömür Boyunca isimli anı kitaplarını okumanızı öneririm.)
* * *
Kavgalar ve sürgün döneminden sonra uzun yıllar geçmişti. Refik Halit Karay İstanbul’da yaşıyordu. Yıl 1963... 70 yaşından sonra Bir Ömür Boyunca kitabını yazdı. Artık hayattan beklentisi yoktu. Geçmişi, yaşadıklarını ve Atatürk’ü anlattı. Elimde bu kitap... Bakınız Karay, eski düşmanı Atatürk için neler yazıyor:
"Eski ve yeni hiçbir nesle hoşgörünmek için çırpınmayan bir adamım. Zaten yaşım da beni o külfetlerden kurtarmaktadır. Gerçekten unumu elemiş, eleğimi duvara asmışım. Ne siyasi, ne de edebi bir isteğim kaldı. Ne mebus olmak, ne de Nobel ödülü kazanmak için hırs besliyorum...
Benim veya başkalarının anılarını okuyanlar ne devlerin cüce haline geldiğini, nasıl mum gibi eridiklerini, kardan yapılmış aslanlar gibi bir kucak çamurdan ibaret kaldıklarını görmüşlerdir.
Dev kalan kaç kişi var içlerinde?
Ömrüm boyunca tanıdıklarım arasında Atatürk’ten başka cüceleşmeyen dev yok."
Aşağıdaki satırları ise günümüzde "bazılarına" ders olacak nitelikte:
"Hayatta dev olmak galiba pek güç değil. Tarihte dev kalmak zor.
Siyaset, yalancı pehlivan üretilen bir fideliktir. Ya da mermer ve tunç yerine mukavvadan heykeller yapılan bir atölye, balmumundan garip ve biçimsiz karnaval kuklaları yetiştiren bir imalathanedir. Arada, bir büyük adam da karışır içlerine.
Şöyle geriye baktığım zaman o siyaset serçeleri sürüsünde birkaç kanadı kırık leylekle, sonunda arpacı kumrusuna çevrilmiş dört beş mahzun kabartı görüyorum.
Şahin sandıklarımızın çoğu da leş kargası imiş meğerse!
Bir teki (Atatürk) hariç, çoktandır memlekette büyük adam yetişmemiştir..."
Ve amansız düşmanı, kitabında büyük adamı anlatmayı sürdürüyor:
"Şimdi düşünüyorum, bir Mustafa Kemal çıkıp milli şuur ve şerefimizi tazelemiştir.
Atatürk ömrümüz boyunca bizleri kan ağlamaktan kurtarmıştır."
Evet!.. Bunları uzun yıllar İstiklal Harbi’ne ve Atatürk’e karşı çıkan, onun hakkında gazetelerde en ağır yazıları yazan, ismi hainlerden oluşan yüzellilikler listesine konulan, 16 yıl yurtdışında sürgün yaşayan ve sürgünde bile Suriye’de gazete çıkarıp muhalefet yapan Refik Halit Karay yazıyor.
Muhteşem bir tarih gerçeğidir.
Aradan yıllar geçmiş, hayatta hiçbir beklentisi kalmamış bir yazar, yukarıdaki satırları Atatürk’ün ölümünden tam 25 yıl sonra kaleme alıyor... Çünkü geçmişte yaptıklarını ve yaşadıklarını akıl ve mantık süzgecinden geçirmiş, gerçeği görmüş ve amansız karşıtı olduğu Atatürk’ün değerini anlamış.
Bugün 23 Nisan.
Bugün özellikle ülkemizdeki Atatürk düşmanı aymazlara, din bezirgánlarına, dinimizi kullanarak malı götüren ahlaksızlara, rahmetli Refik Halit Karay’dan bu örneği vermek istedim.
Yazının Devamını Oku