Emin Çölaşan

Bir Ömer Çelik kurbanı

3 Ocak 2007
ÖMER Çelik iktidar partisi AKP’nin milletvekili. Günlerden bir gün THY ile uçacak. Bagajları 20 kilodan fazla geliyor. Yolcu hizmetleri memuru Selçuk Kaplan kendisinden fazla bagaj ücretini almak istiyor. Ömer Çelik kendisini tanıtıyor, milletvekili olduğunu söylüyor ve fazla ücret ödemeyeceğini bildiriyor. Aralarında tartışma çıkıyor.

Şimdi Selçuk Kaplan’dan birkaç gün önce aldığım mesajı okuyalım:

"THY’de 19 yıl şerefiyle görev yaptım. İki yıl önce sayın milletvekilimiz Ömer Çelik tarafından, işim gereği fazla bagaj farkı istediğim gerekçesiyle görevime son verdirildi. 19 yıllık emeğim sona erdi. Sonra mahkemeye başvurdum ve kazandım. Buna rağmen beni göreve başlatmıyorlar.

Vatanını seven bir ailenin çocuğuyum. Askeri pilot olan ağabeyim iki yıl önce İstanbul’da şehit düştü. Ardından diğer ağabeyimi ve babamı kaybettim. Şu anda işsiz geziyorum. 80 yaşındaki anneme Artvin’de akrabalarım bakıyor. Yaşadıklarımı sizin aracılığınızla kamuoyu ile paylaşmak istiyorum."

***


Selçuk Kaplan’ı aradım, belgelerle birlikte dün gazeteye çağırdım. İşte size bir belge... THY tarafından kendisine gönderilen 12 Aralık 2003 tarih ve 11753 sayılı yazı:

"2 Aralık 2003 tarihli Teftiş Kurulu raporunda 30 Ağustos 2003 tarihinde Milletvekili Sn. Ömer Çelik’le fazla bagajı nedeniyle bir gerginlik yaşadığınız ve bundan önce de benzer sebeplerle uyarıldığınız ve müteaddit (çeşitli) disiplin cezaları aldığınız tesbit edilmiş olup agresif (saldırgan) kişiliğinizin mesainizi olumsuz etkilemesinden dolayı şahsınızdan yeterli verim alınamadığı anlaşıldığından, 4857 sayılı İş Kanunun 17, 18 ve 19. maddelerine göre kıdem tazminatınız ödenerek sözleşmenizin feshi düşünülmektedir.

Konu hakkındaki savunmanızın işbu yazımızın tebliğinden itibaren 5 gün içinde tarafımıza verilmesi hususunu rica ederiz."

İşin ciddiyetsizliğine bakın! Önce kararı bildiriyorlar, sonra savunma istiyorlar!

***

Selçuk Kaplan’
a bu kovulma olayının nasıl olduğunu sordum. Anlattı:

"Yolcu hizmetleri memuruydum. Bir gün hiç tanımadığım Ömer Çelik bagajıyla geldi. Fazla bagaj parasını istedim. Milletvekili olduğunu, bu parayı vermeyeceğini söyledi. ’VIP’ten geçsem bu parayı ödemezdim’ dedi. Tartıştık. Parayı almakta ısrarcı oldum. Bana hitaben ’Terbiyesizlik yapma lan, ben milletvekiliyim’ diye bağırmaya başladı. İsmimi sordu. Benim yanımdan Genel Müdürü arayıp ’şu dangalağı soruşturun ve işine son verin’ diye talimat verdi.

Kovuldum! Mahkemeye başvurdum, dava açtım ve kazandım. Yargıtay 9. Hukuk Dairesi Esas 2005/2634 sayılı kararı ile mahkeme kararını onayıp kesinleştirdi. İşe alınırsam diye, bankadaki tazminat paramı çekmiyorum.

Mahkeme kararına rağmen beni işe başlatmıyorlar. Bu nasıl adalet anlayışıdır, nasıl hukuk devletidir?"

THY
tebligatında Selçuk Kaplan’a daha önce de disiplin cezaları verildiği, uyarılar yapıldığı belirtiliyor. Bunu kendisine sordum. Yanıtı ilginçti:

"Araştırabilirsiniz. Böyle bir şey asla yok. Yaptıklarına kılıf hazırlamak için öyle yazmak zorunda kalmışlar. Zaten beni Disiplin Kurulu kararıyla kovmadılar. Oraya sevk edilmedim. Yönetim Kurulu kararıyla çıkardılar. THY’de 19 yıllık şerefli hizmetimi emekli olmama çok az bir süre kala, bir milletvekilinin kaprisi uğruna bir anda yok ettiler. En ufak bir suçum olsa tazminatsız kovarlardı."

***

Olayı size belgelerle aktardım. Zaten bu olayın gelişimi de Kaplan’ın anlattıklarını doğruluyor. Madem suçludur, niçin tazminatı ödenerek kovulmuştur? Madem suçludur, niçin Disiplin Kurulu’na sevk edilmemiştir?..

Ve madem kesinleşmiş yargı kararı vardır, niçin uygulanmamaktadır?

Bir soru daha: AKP milletvekili Ömer Çelik’in vicdanı şimdi rahat mıdır?

Son soru: Bu yapılanlar, bu haksızlıklar, bu işten çıkarmalar, acaba bay başbakanın kendisine çok yakışan bir dille ifade ettiği "kaşarlı kadrolaşmanın" bu dönem uygulamalarından sadece biri midir!!!
Yazının Devamını Oku

Bayram manzaraları

2 Ocak 2007
KURBANLAR kesiliyor. Ortalık kan gölü. Acemi kasaplar kendilerini kesiyor. Arazi bir de yaralı kasapların kanlarıyla doluyor. Çoğu yerde, büyük kentlerimizin merkezlerinde bile hayvan atıkları ortada bırakılıyor. Korkunç bir çevre kirliliği oluşuyor. Boğalar, koyunlar kaçmış, sahipleri onları otoyolda, cadde ve sokaklarda kovalıyor. Hayvana sopayla vuruluyor, boynuna kement atılıyor.

Dün gazetelerde fotoğraflarını gördüm, bir boğa vinçle kamyona başaşağı asılmış, kesime götürülüyor. 

Kesilen kurban etleri bir yerlerde fakir fukaraya dağıtılıyor ve sonra bunların görüntüleri çekiliyor. Zavallı gariban vatandaşımız bir but kapmış, bir parça ciğer almış, kameraların önünde "Allah razı olsun, evimize et girdi" diyor!

Evine yılda bir kez et girmesine şükürler ediyor! Kendisini aç bırakanları aklına bile getirmiyor.

Oysa ona et verenler hem krallar gibi yaşıyor, hem de geri kalan 364 günün hesabını hiç yapmıyor.

Yapmazlar, yapamazlar...

Çünkü bütün düzen sömürü çarkı üzerine kuruludur.

İnsanları fakirleştir, yılda bir kez iki kilo ete, bir ton kömüre, iki kilo pirince muhtaç et, belediye parasıyla onlara gıda paketi dağıt!..

Paketlerin üzerine "falanca belediye başkanının armağanıdır" diye yazmayı da unutma! Sonra git o insanlardan oy iste!

Süreç şöyle çalışıyor:

1- Uyguladığın politikalarla insanları işsiz bırakacaksın, iyice fakirleştireceksin. Ya da 400 milyonluk asgari ücretle açlığa mahkûm edeceksin.

2- Sonra o zavallı kesimlere Kurban Bayramı’nda iki kilo et, arada sırada gıda paketi, kışın bir ton kalitesiz kömür verip kendine gebe bırakacaksın. Bunların toplu alımında mutlaka yolsuzluk yapıp avanta ve rüşveti partili yandaşlarınla paylaşacaksın.

3- Milletin parasıyla yaptığın bu yardımları kendin için oy’a tahvil etmeye kalkışacaksın. O fukara kesimlerden birileri de bu adi ve basit oyuna gelip sana gerçekten oy verecek.

4- Genel durum: Milleti aç bırakanlar, bütçede yatırımları tümüyle kesenler, eldeki paraları belediyelere, kendi kurdukları vakıflara aktarıp yolsuzluğu bu yolla yapıyor.

Bu Kurban Bayramı’nda da aynı olayları yaşadık. Biz bu kafayla daha çoook yaşarız.

Somut bir örnek vereyim: Dadaşköy Beldesi’nin belediyesinde beş kuruş para kalmamış. Başkan, Başbakan’a telgraf çekip maaş ödeyemediğini bildirmiş. Hemen emir verilmiş, küçük beldeye 50 milyar lira gönderilmiş ve maaşlar ödenmiş! Başkan ekranlara çıkmış, Başbakan ve Maliye Bakanı’na teşekkürler ediyordu! Yukarıda anlattığım sürecin somut örneğidir. Aç bırak, parasız bırak, sonra bir lokma mama verip teşekkür edilmesini sağla!

MEHMETÇiK VAKFI RAKAMLARI

VEKÁLETEN kurban kesimini halka daha iyi duyurmadıkları, daha çok ilan vermedikleri için birkaç gün önce Mehmetçik Vakfı’nı eleştiren bir yazı yazmıştım. Dün Mehmetçik Vakfı bir açıklama göndermiş. Özetliyorum:

"Bu işi 1996 yılından beri en titiz bir biçimde yapıyoruz. 2004 yılında kurban bağışı 55 bin idi. 2005’te 63 bin, 2006 yılının geçtiğimiz ocak ayındaki ilk Kurban Bayramı’nda 77 bin bağış yapıldı. Bu rakam şimdiki Kurban Bayramı’nda 104.865 adet oldu.

Bu dönem kampanyamızın ilan maliyeti yaklaşık 300 bin YTL oldu. Dengeli bir tanıtım ve reklam kampanyası sürdürüyoruz..."

Mehmetçik Vakfı’
na bu açıklaması için teşekkür ediyorum. Hemen belirteyim, bağış yapanlara tek tek teşekkür mektubu gönderiyorlar. Kurban bağışı alan öteki vakıf ve kuruluşların da rakamları açıklaması gerekir. Bağışçılara saygının gereği budur.

Yener Süsoy için

SEVGİLİ arkadaşımız Yener Süsoy’u yılbaşı gecesi kalp krizinden yitirdik. Kalp krizi bizim gazetecilik mesleğinin birinci ölüm nedenidir. Sürekli yaşanan gerilimli günlerimizin sonucudur.

Yener, gazetemizde pazartesi günleri yapılan söyleşileri hazırlardı. Bu işi ben de yıllarca yaptığım için nasıl bir gerilim yarattığını çok iyi bilirim. İyi bir konuk bulacaksınız, önceden araştırıp iyi sorular soracaksınız. Zor iştir.

Yener Süsoy
kardeşimiz gerçek bir basın emekçisi idi. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın.
Yazının Devamını Oku

Bayram ve yeni bir yıl

31 Aralık 2006
BU yıl ilginç bir rastlantı oldu, yılbaşı gecesi Kurban Bayramı’nın ilk gününe denk geldi. Bu demektir ki, bayramın ikinci günü -yarın- öğle saatlerine kadar bayram ziyareti yapılması biraz zor olacak!.. Çünkü insanların çoğu bu gece eğlenecek, alkol alacak, geç yatacak ve yarın sabah kalkamayacak. Yarın sabah saatleri, bayram olmasına karşın her yerde çok ıssız geçecek.

Yılbaşı gecesi ilginçtir! Hayatımda sevmediğim, sevemediğim bir gecedir. Haftalar önceden "eğlenme" programlanır... Ve zaman çoğu kez, yapay eğlencelerle geçer. Aile ve arkadaşlarla birlikte olmayı bunun dışında tutuyorum.

Bu gece için özellikle İstanbul’da yaşayanlara bir tavsiyem olacak. Sakın ola ki alkol duvarının aşıldığı açık alanlara, özellikle Taksim Meydanı’na ve İstiklal Caddesi’ne yanınızda bayanlarla gitmeyin. Birkaç yıl önce oralarda bayan turistlerin başına gelenleri biliyorsunuz. Sonra çok üzülürsünüz.

Bugün bayram. Yarından itibaren gazetelerde haberler okuyacaksınız. Yüzlerce acemi kasap kendini kesecek. Kaçan kurbanlık danalar ve boğalar cadde ve sokaklarda kovalanmış, ilkel bir biçimde yakalanıp kesilmiş olacak.

Meydanlarda, cadde ve sokaklarda hayvanlar kesilecek, kan gövdeyi götürecek, rezalet bir çevre kirliliği yaşanacak.

Kurban sektöründe korkunç boyutlara ulaşan para dönüyor. Deri kavgası yine yaşanacak. Derileri kapmak için büyük mücadele verilecek.

Yıllar önce bu rant olayını çoğumuz bilmezdik. Birkaç yıldır öğreniyoruz, işin içyüzünü görmeye başlıyoruz.

O yüzden pek çok insan, dinin emri bile olsa artık kurban kesmeyi istemiyor. İşin ticari boyutları ortaya çıkınca insanlar bu işten soğutuldu.

Siz yine de kurban derinizi Cumhuriyet rejiminin düşmanı olan yamyamlara kaptırmayın, Türk Hava Kurumu’na verin.

Mehmetçik Vakfı, bu yıl ilanlarını vermekte galiba gecikti. Sonuç açısından yanılmış olmayı dilerim. Kaz gelecek yerden tavuğu esirgediler ve ilan kampanyaları, kurban bağışlarına talip olan dinci kuruluşlar tarafından sürdürüldü.

* * *

Sevgili okuyucularım, hem bayramınızı, hem de yeni yılınızı kutluyorum. Yeni yılın ülkemize esenlik getirmesini diliyorum ama böyle olmayacağını da çok iyi biliyorum.

Cumhuriyet tarihinin her açıdan en gergin yılı yarın başlıyor. Pek çok olumsuzluk, gerilim yaşamaya şimdiden hazırlıklı olun.

SADDAM’IN iDAMI

BİNLERCE insanın ölümünden sorumlu, eli kanlı bir diktatör idam edildi. Sünniler üzgün, Kürtler ve Şiiler bayram ediyor. Olayı herkes kendine göre yorumluyor.

Ben boyun eğmeyen, inançlarından ödün vermeyen, ölüme bile mertçe gidenlere saygı duyarım. Sevelim veya sevmeyelim, Saddam bunu yaptı. Yalvarıp yakarmadı. Yürekli adammış.

Şimdi burada birkaç soru soralım:

1- Öcalan’ı Türkiye’ye teslim ederken "kesinlikle idam etmeyeceksiniz" koşulunu öne süren ABD, Saddam’ı niçin astırdı?

2- İdama kesinlikle karşı olan AB, Saddam’ın idamına göstermelik bile olsa niçin karşı çıkmadı? Kukla Irak hükümetine ve ABD’ye niçin baskı yapmadı? Yoksa adamına göre muamele mi yapıyorlar? İşin içinde Türkiye’nin idamı kaldırması olunca bastırıyorlar da, sıra ABD’ye gelince ses çıkaramıyorlar mı?

3- Irak halkı arasında bugün tarafsız bir anket yapılsa ve sorulsa... "Saddam döneminde özgür değildiniz ama rejime karşı çıkmadığınız sürece can ve mal güvenliğiniz, işiniz, ülkenizde istikrar vardı. Şimdi kanlı diktatör yok ama ABD işgali altındaki ülkenizde bir dakika sonra ne olacağını, kaç kişinin patlayan bombalar ve silahlarla öleceğini, başınıza neler geleceğini bilmiyorsunuz. Ayrıca ülkeniz bölündü, üç parçaya ayrıldı. Hangi dönemi tercih edersiniz?"

Acaba Irak halkı -ABD’nin koruması altında devlet kuran Kürtler dışında- bu sorulara nasıl yanıt verirdi?

ABD, Irak savaşını 2003 yılında başlatmıştı. Kukla bir hükümet kurdu ama tam üç bin askeri öldü. Irak hezimeti sürüyor. İdam sonrasında neler olacağını da hep birlikte izleyeceğiz.

Allah hiçbir ülkeyi, hiçbir hükümeti yabancıların, ABD’nin, AB’nin kuklası yapmasın.
Yazının Devamını Oku

Allah kabul etsin

30 Aralık 2006
MELİH Gökçek, bürokratları, belediye müteahhitleri ve taşeronlarıyla birlikte hacca gitmiş. Dün gazetelerde ihramlı resimlerini de gördük. Allah kabul etsin.

Allah tümünün günahlarını affetsin. Amin.

Ancak kafamda bir soru var ki, yanıtını bulamadım! Bay Belediye Başkanı, hacca gittiğini herkesten saklıyordu. Soranlara "Ankara dışında" deniyordu. Hacca gittiği gizli tutuluyordu.

İnsan hacca gittiğini saklar mı! Hacca gitmek ayıp mı!Bir başka konuyu daha kimse anlayamadı. Bazı haberlere göre hacca Suudi kralının, bazılarına göre ise Mekke belediyesinin davetlisi olarak gitmiş. Bu normaldir! Ankara’daki Suudi büyükelçiliğinin kaldırımlarını birkaç ay önce yaptırmıştı. Koca sokakta yüzlerce metrelik bozuk kaldırıma hiç dokunmamış, kendi sorumluluk bölgesi olmadığı halde sadece Suudi büyükelçiliğine hoş görünmeyi başarmıştı.

Suudi Kralı olsam, doğrusu ben de yandaşımın böylesini davet ederdim. Anlaşılmayan bir konu daha var. Ankara’yı düğüm eden, milyonlarca insanın yaşamını felç eden Atatürk Bulvarı inşaatındaki rezalet. İş aylardan beri sürüyor, trilyonlar gereksiz bir biçimde toprağa gömülüyor. Ne yaptıklarını kendileri bile bilmiyorlar.

Yazının Devamını Oku

Yeni adayımız... O da yakışır!

29 Aralık 2006
DÜNKÜ yazımda size heykelinin dikilmesinden dem vuran birinden söz etmiştim. Bülent Arınç!.. Ve şöyle demiştim: "Kendi kendine gelin güvey olup cumhurbaşkanı olma hayalleri kuruyor. O nedenle mayıs ayına kadar hep gündemde kalmak istiyor. Bir aksilik olur da Recep Tayyip Erdoğan şu veya bu nedenle aday olmazsa diye, aportta bekliyor. Yöntemi: Komşuda pişer, bana da düşer."

Bu arkadaş her gün bir yerde karşımıza çıkmayı başarıyor. Nutuk atıyor, konuşma yaparken veya dinlerken ağlaşıyor, gözyaşları döküyor. Çok duygusal bir arkadaş!

Adalet Bakanlığı, F tipi cezaevlerini protesto için İstanbul’da bir yıla yakın süredir "açlık grevi ve ölüm orucu" yapan bir avukatla ilgili olarak, 21 Aralık günü bir basın açıklaması yapmıştı. Üzerinden bir hafta geçmedi, Bay Arınç bu açıklamadan hemen sonra, açlık ve ölüm orucundaki (!) avukatın ailesini ve yandaşlarını kabul etti, devletin F tipi cezaevleri hakkında ahkám kesti, eleştirdi.

Kendisine bu yolla kamuoyu yaratmayı amaçlıyordu!

Ancak devletle, kendi hükümetiyle ve özellikle Adalet Bakanlığı ile ters düşüyordu.

Dahası, Adalet Bakanlığı bu avukatla ilgili de bir açıklama yapmıştı:

"1- Ölüm orucu yapan avukat, tahliye edilmiş kişilerin eyleme devam etmeleri için yer ve malzeme temin ettiği, ölüm orucuna zorlanan mağdurları almak için gelen şikáyetçi ailelerine onları teslim etmediği, mağdurları ve ailelerini ölüm orucuna zorladığı ve terör örgütüne yardım ettiği iddiasıyla İstanbul 12. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmaktadır.

2- Terör örgütlerinin görüşleri ve talimatları doğrultusunda hareket ettiği ve örgüt mensubu olduğu iddiasıyla yine aynı mahkemede bir başka dosya ile yargılanmaktadır."

Şimdi şu çelişkiye bakın! Devletin "Meclis Başkanı" olan şahıs, devletin mahkemelerinde yargılanmakta olan bir kimse için bilmediği konularda ahkám kesiyor.

Niçin?.. Fırsat bulursa mayıs ayında "cumhurbaşkanı" seçilebilmek için... Çünkü bir şeyi daha biliyor... AKP milletvekilleri içinde belli bir tabanı, taraftar kitlesi var. Oy alabileceğini düşünüyor.

O yüzden bulduğu her yerde kürsülere çıkıyor, demeçler veriyor, yurtdışı gezilere gidip oralardan nutuk atıyor ve ağlıyor!

Fakat itiraf edelim ki, yurtdışında ağlamıyor. Gözyaşlarını döktüğü yer Türkiye’deki toplantılar. Son olarak Mehmet Akif’i anma töreninde ağladı, bizi çok üzdü!

* * *

Evet, dünkü yazımda kendisinden söz etmiş ve "Cumhurbaşkanı olma hayalleri kuruyor" demiştim.

Bu sözlerimi dün NTV ekranında yaptığı söyleşide doğruladı. Murat Akgün kendisine bu konuyu sorduğunda şöyle dedi:

"Adaylık müracaatlarının başlayacağı tarih 16 Nisan’dır... Adaylar çıkmaya başlar. Çok açık. Bu konuda ne düşündüğümü, aday olup olmayacağımı 16 Nisan’da açıklayacağım..."

Sonra kendi kendine sordu:

"Bunlardan (adaylardan) biri olur musunuz? 16 Nisan’dan sonra olurum veya olmam noktasında bir cümle söyleyeceğim."

Söyleyeceği o cümleyi merakla bekleyeceğiz! Hele "adayım" derse muhteşem bir muhabbet başlayacak.

Şimdi onun bu sözlerini herkesin anlayacağı açık bir Türkçe’ye çevirelim:

"Meclis’te tabanım var. Ben kulisimi yaparım, AKP’li milletvekillerinden gelecek oy sayısını yeterli görürsem aday olurum. Baktım ki şeyini şey ettiğimin şeyi iyi değil, o zaman olmam. Tayyip Erdoğan’dan benim neyim eksik!"

* * *

Şimdi şu olanlara bakınız! Cumhurbaşkanlığı için Recep Tayyip Erdoğan’dan sonra nurtopu gibi bir çocuğumuz daha ortaya çıktı.

Bülent Arınç!

Ben inanıyorum ki, Mustafa Kemal Atatürk’ün kutsal makamına her ikisi de fazlasıyla layıktır!..

İkisi de yakışır!.. Çünkü onlar aynı yumurtadan çıkmış ikizler gibidir.

21. yüzyıl Türkiye’sinde ya biri, ya öteki.

Allah selamet versin, bu gidiş inşallah hayırlara vesile olsun, Allah hepimize sabırlar ihsan etsin.

Allah ülkemizi her türlü doğal ve yapay afetten, felaketten korusun.


Amin.
Yazının Devamını Oku

Son Mohikan!

28 Aralık 2006
ADI Bülent Arınç. TBMM Başkanı. Tarafsızlığını çoktaan yitirmiş durumda. Resmi unvanı "TBMM Başkanı" ama gerçekte AKP’nin TBMM’deki başkanlığını yapıyor... Ve sadece kendisi için çalışıyor. Olur olmaz yerlerde nutuk atıyor, acayip şeyler söylüyor.

Elinde TRT’nin TRT-3 kanalı var. Bu kanal, Meclis yayınlarını topluma canlı olarak iletmesi için kurulmuştu. Şimdi Arınç tarafından kullanılıyor. Hemen her gün ekranda, her gün konuşuyor.

İstanbul’da bir avukat, F tipi cezaevlerini protesto etmek amacıyla açlık grevi yapıyormuş.

Bu açlık grevi tam 280 günden beri devam ediyormuş. Avukat ölüm orucunda imiş!

Bunun nasıl bir açlık grevi, nasıl bir ölüm orucu olduğunu anlayan beri gelsin.

Açlık grevi, ölüm orucu, saygın ve kutsal kavramlardır. Bu yolla ölen insanlar vardır. Fikirlerimiz uyuşmasa bile onlara saygı duyarım... Çünkü inançları uğruna canlarını feda etmişlerdir.

Sen 280 gün boyunca açlık grevi, ölüm orucu yaptığını iddia edeceksin ama -maşallah- yaşamını sürdüreceksin!

Neyse, konumuz bu değil.

"Şeyini şey ettiğimin şeyi" Bay Arınç iki gün önce İstanbul’a gitti ve bu avukatın ailesiyle birlikte İslamcı kesimlerin ve terör örgütünün yandaşı olan bazı sivil toplum örgütlerinin temsilcilerini Dolmabahçe Sarayı’nda kabul etti. Evet, görüşme devletin sarayında yapıldı! Onlara şöyle dedi:

"F tipi cezaevleri insani olmaktan çıktı. Bir heyet kuralım, koşulları inceletelim. TBMM bu duruma kayıtsız kalamaz."

Bu cezaevleri insanidir veya değildir. Onu biz bilemeyiz.

Ama bunlar devletin kurduğu cezaevleridir. Bay Arınç bu konuda yetkili bir kişi değildir. Konuyu gitsin, kendi partisinin Adalet Bakanı ile görüşsün. Nasıl bir yanıt alacağını görsün.

Dahası var. Bu görüşmeyi avukatın ailesiyle ve ötekilerle baş başa da yapmıyor. Medyayı çağırıyor ve orada basın toplantısı düzenliyor. Tamamen reklam amaçlı bir gösteri.

Çok ilginçtir, kendisinin gündeme getirdiği bu söylemlerle, PKK’nın ve bu cezaevlerinde yatan teröristlerin, gaspçıların, örgütçülerin söylemleri birbirine pek benziyor!

Ne kadar ilginç, değil mi! Bu şahıs bu sözleri neyi bilerek, hangi yetkisiyle, hangi sıfatıyla söylüyor? Nasıl oluyor da bu söylemleri ile PKK’nın söylemleri bire bir örtüşüyor?

Bay Arınç’la teröristler bu konuda aynı safta buluşuyor.

Peki hükümet ve Adalet Bakanı nerede? Onlar da aynı görüşleri paylaşıyor mu? Niçin suskun kalıyorlar?

***

"Şeyini şey ettiğimin şeyi"
Bay Arınç, niçin bu atraksiyonları yapıyor? Biraz da işin perde arkasına bakalım...

Çünkü kendi kendine gelin güvey olup Cumhurbaşkanı olma hayalleri kuruyor. O nedenle, mayıs ayına kadar hep gündemde kalmak istiyor. Bir aksilik olur da Recep Tayyip Erdoğan şu veya bu nedenle aday olmazsa diye aportta bekliyor... Ve büyük olasılıkla içinden bu konuda dualar ediyor.

Ya da sonrasını düşünüyor. Varsayalım Tayyip Erdoğan başardı, o takdirde Abdullah Gül değil de kendisinin başbakan olacağını umuyor.

Yöntemi: Komşuda pişer, bana da düşer.

Ne demişti birkaç hafta önce!.. "Adım farklı olsa heykelim dikilirdi."

İnşallah, inşallah!.. Böylelerinin heykelini mutlaka dikmeli, üzerine de "vay şeyini şey ettiğimin şeyi" yazmalı.

BOLU DAĞI REZALETİ

SALI günü kar yağacağını ve buzlanma olacağını bütün Türkiye biliyordu. Ankara-İstanbul yolunun, iki büyük kent arasındaki yolun candamarı Bolu Dağı. Burayı açık tutmak zorundasınız.

Salı günü bu yol tümüyle kapandı. İki tarafta binlerce araç birikmişti. Otobüsler, kamyonlar, özel otomobiller...

Sıcaklık eksi 12 derece idi. Araçların içinde binlerce insan (yaşlı, kadın, bebek, hasta) aç ve susuz, hem de donma aşamasına gelerek, saatlerce beklediler. Dağın iki tarafında Düzce ve Abant kavşağı yönlerinde araç kuyrukları kilometrelerce uzuyordu.

Bolu Dağı’nda önlem almayı bile beceremediler, insanları perişan ettiler.

Yazının Devamını Oku

Utanılacak başkent

27 Aralık 2006
ANKARA’da yaşıyorum. Birkaç milyonluk kentte neler olduğunu Ankara’da yaşayanlar gibi ben de yüzüm kızararak izlemek zorunda kalıyorum. Günlerden 25 Aralık Pazartesi. Önceki gece. Her zaman olduğu gibi semtimizde (saat 17.30’da) elektrik kesildi. Gece saat 23.00’te yattığım zaman henüz gelmemişti! Ankara’nın Çankaya, Kavaklıdere, Küçükesat, Gaziosmanpaşa semtleri, büyükelçilikler, işyerleri, konutlar karanlıktaydı.

Dışarıda ısı eksi 7 derece. Bir süre sonra kaloriferler soğudu, evler buz gibi oldu. Elektrik olmayınca sular kesildi. Tam bir sefalet yaşıyorduk. Arıza servislerine binlerce vatandaş başvurdu. Alınan yanıt aynı idi:

"Büyükşehir belediyesinin yaptırmakta olduğu bulvar kavşağında elektrik kablolarını kopardılar. Yedi trafo devre dışı kaldı. Ne zaman yapılacağı belli değil."

Bizim gazete Ankara’nın göbeğinde. Çevremiz bankalar, işyerleri, konutlarla dolu. Her gün elektriğimizin en az 20 kez kesildiğini söylesem bana inanır mısınız? İnanmazsanız çevremizdekilere sorun. Ayrıca sular da çoğu zaman kesik.

Büyükşehir belediye başkanı olan şahıs kuraklığı suçluyor ve demeç veriyor: "Suyumuz kalmadı. Yağmur yağması için Ankaralılardan dua bekliyorum. Ayrıca hanımlar bayram öncesinde halı yıkamasınlar. Yılbaşı sonrasında suların kesilip kesilmemesi konusunda anket yapacağım!"

Mizah şaheseri! Ankara halkının büyük çoğunluğu herhalde "Suları kes, biz su istemiyoruz" yanıtı verecektir!

Elinde yüzlerce trilyon var. Ankara’nın su sorununu çözmek için çaba harcamamış, şimdi halktan dua istiyor, "Halı yıkamayın" diyor.

Dün sabah evden çıktığım zaman elektrikler yine kesikti. Gazeteye geldiğimde ise henüz elektrik kesintisi olmamıştı. Aylardan beri ilk kez kesinti yoktu. Bütün arkadaşlar tahtaya vurduk, "Maşallah, nazar değmez inşallah" dedik!

***

Size acıklı bir "başkent manzarası" daha sunayım. Ankara’nın havası doğalgazın etkisiyle, birkaç yıl öncesine kadar pırıl pırıldı. Büyükşehir Belediye Başkanı Murat Karayalçın bunu başarmıştı. Nefes alabiliyorduk. Artık her şey değişti. Korkunç bir duman, pislik... Acayip bir kömür kokusu. Şimdi devletin Anadolu Ajansı tarafından önceki gün geçilen haberden birkaç alıntı yapayım:

"Başkentteki hava kirliliği. Çevre ve Orman bakanlığı yetkilileri: ’Ankara içinde Belko (bir belediye şirketi) tarafından vatandaşlara dağıtılan (kalitesiz) kömür hava kirliliğine neden oluyor. Denetimlerde el konulan kaçak kömür de vatandaşlara dağıtılıyor.’ Müsteşar Yardımcısı Öztürk: ’Türkiye’de hiçbir belediye kalitesi düşük kömür satamaz, dağıtamaz.’"

Türkiye’nin herhangi bir yerinde yaşıyor olabilirsiniz. Elektriğiniz sürekli kesiliyor, suyunuz akmıyor, duman soluyor iseniz, sakın üzülmeyin!

Cumhuriyet’in başkenti perişan Ankara’yı gözünüzün önüne getirin, "Beterin beteri varmış" deyip teselli bulun.

BOZDUR BOZDUR HARCA

Hükümet asgari ücretle çalışanlara yeni yıl zammı yaptı. Bu ülkede asgari ücretle çalışan 16 yaşından büyük olanların sayısı 2 milyon 800 bin kişi. Asgari ücret şu anda net 380 lira 46 kuruş. Hükümet bu rakamı 1 Ocak 2007 tarihinden başlayarak 403 lira 03 kuruşa yükseltti.

Yapılan net zam ayda 22 lira 57 kuruş. Bozdur bozdur harca.

Yahu, bu milyonlarca insan bu parayla ev geçindiriyor, ayın sonunu bulmaya çalışıyor. Bu rakam hem devlette, hem de özel sektörde geçerli olan rakam.

Şimdi hükümet ve özel sektörün görüşü şu: "Kardeşim, bu işsizlik ortamında milyonlarca insan iş arıyor ve bulamıyor. İşsizler bu paraya bile razı. Yeter ki iş bulsunlar. İşine gelen çalışır, gelmeyen çalışmaz."

Elbette bunu açıktan söyleyemezler. Ama olayın içyüzü bu.

Çalışan bir emekçiye ayda 22 lira 57 kuruş zam yapmak!.. Ve o parayı da, yaptıkları zamlarla bir anda fazlasıyla geri almak!

Asgari ücreti daha fazla artıramazlar, çünkü IMF, başlarının ucunda bekliyor. Ancak bu kadarına izin veriyor.

Aylık zam 22 lira 57 kuruş! Bir buçuk kilo et parası. Günlük harcama hakkı 13 lira 43 kuruş! Alay mıdır, insanlara hakaret midir, ne haliniz varsa görün demek midir?

Ve işin acı tarafı nedir biliyor musunuz!.. Bu sömürü çarkının altında ezilen, inim inim inleyen o milyonlarca asgari ücretlinin bir bölümü, seçimde gidip yine bunlara oy verecek.

Emin Çölaşan’ın notu:

Hem vergi ve mali konularla, hem de mizahla ilgileniyorsanız, gazetemizin yazarı vergi uzmanı Şükrü Kızılot’un yeni çıkan kitabını bayramda okuyun, biraz gülün, hoşça zaman geçirin.

"Patlıcanın Dalkavuğu"
(Yaklaşım Yayıncılık).
Yazının Devamını Oku

Utanın yahu

26 Aralık 2006
SEVGİLİ okuyucularım, bunlar bir tuhaf oldu! Örneğin, Danıştay baskını oluyor, insanlar öldürülüyor. Katilin babası hemen ardından dinci söylemlerde bulunuyor. Katilin şeriatçı olduğu, kendisini cinayetten hemen sonra "Allah’ın askeri" olarak tanımladığı polis ve savcılık raporlarına geçiyor. Bunlar ne yapsın! Danıştay katili birkaç gün sonra acele tarafından "meczup-kumarbaz-içkici" olarak ilan ediliyor. Yerseniz!

Bundan 76 yıl önce Menemen’i basan yobaz sürüsü, yedeksubay Kubilay’ın başını gövdesinden bıçakla keserek ayırıyor... Şimdi bu yobaz sürüsü, İslamcı gazeteler tarafından "esrarkeş" ilan ediliyor!

Türkiye’nin neresinde geçmişte bu tür bir olay olduysa ve günümüzde oluyorsa, İslamcı kesim hemen onları masum gösteren bir yalan uydurmayı başarıyor. Yerseniz!

Sonra da bunlar karşımıza çıkıp Allah, Peygamber, Kuran, din, iman diyor.

Bunlar kutsal dinimizi, adına türban denilen bez parçasına indirgediler. Bunlar açısından her türlü yalan ve kendilerinden olmayanlara her türlü hakaret mubah.

Örnek vereyim.

* * *

Dün İslamcı gazetelerden birinde, birinci sayfada bir haber. Başlığı: "Bizim dedelerimiz cephede savaşırken, ulusalcıların dedeleri uşaklık yapıyordu."

Falanca sağlık sendikasının başkanı Adana’da konuşmuş ve şöyle demiş:

"Bizim dedelerimiz savaş meydanlarında iken, bunların (ulusalcıların) bir tanesinin babası veya dedesi İstiklal Savaşı’nda savaşmamıştır. Uşakların çocukları bugün Türkiye’nin gerilmesi için çalışıyor."

Kendince Tayyip Erdoğan’a destek atıyor!

Utanmazlığın, pisliğin bu kadarı az görülür. (Hem de bu konuşmayı devlete ait Adana Öğretmenevi’nde yapmış!)

Ben sadece kendi adıma onun bu sözlerine yanıt vereyim.

Babamın babası veteriner albay Emin Bey, taaa Abdülhamit döneminde özgürlük mücadelesi vermiş, Büyük Sahra’nın göbeğindeki Fizan Çölü’ne sürgün edilmiş ve gençliğinin tam yedi yılını bu kuş uçmaz kervan geçmez sürgünde geçirmiş adamdır. 1908 yılında 2. Meşrutiyet ilan edildiği zaman, öteki binlerce yurtsever sürgünle birlikte yurda dönebilmiştir.

"Çölaşan" soyadımız da o sürgünden gelir.

Annemin babası Refik Şevket İnce, Balkan Savaşı’nda sakat kalan bir yedeksubay gazi. 1920 yılında ilk TBMM’de Saruhan (Manisa) milletvekili. 1921 yılında Atatürk’ün Adalet Bakanı. İstiklal Madalyası sahibi.

Dedemin kardeşi avukat Hamit Şevket İnce, Yunan ordusuna karşı milli mücadeleyi Ege’de Celal Bayar’la birlikte (Ödemiş cephesinde) başlatanlardan biri.

Dedemin öteki kardeşi Sabri Bey, Çanakkale Savaşı’nda şehit.

Bir adam çıkmış ortaya, hiç utanıp sıkılmadan "ulusalcıların dedeleri uşaklık yapıyordu" diyebiliyor.

Bizim soyumuz sopumuz bellidir.

Benim dedelerimin "uşaklığı" işte budur.

Sadece millete uşaklık etmişler, sürgün edilmişler, sakat kalmışlar, şehit düşmüşlerdir.

* * *

Haaaa, şimdi de madalyonun öbür tarafına bir bakalım!

Bu gibi "miraslar" insana genelde ailesinden ve geçmişinden kalır! Bir de o savaş günlerinde Yunan ordusuyla, işgalci güçlerle işbirliği yapıp yurdun dört bir yanında şeriatçı isyanlar çıkaranlar, bu yolla düşmana büyük avantaj sağlayanlar, Türk ordusunu aynen Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı’nda yaptığı gibi İstiklal Harbi’nde bile cephede arkadan vuranlar vardır.

Onların torunları şimdi acaba hangi kampta? Hüsrana uğrayan dedelerinin intikamı peşinde koşuyor olmasınlar!

Cumhuriyet’in ilanından sonra devrimlere karşı gelip isyan çıkaranları da unutmayalım.

"Şeriat isterük... Şapka gávur icadıdır, giymeyiz... Yaşasın bağımsız Kürdistan" sloganlarıyla isyan çıkaran nicelerini, ülkemizin altını üstüne getirenleri, Cumhuriyet rejimini çökertmeyi hedef alanları da her zaman aklımızda tutalım.

Şeyh Sait isyanından tutun da Kubilay’ın başını gövdesinden bıçakla kesip ayıranlara, Sivas’ta Türk aydınlarını Madımak Oteli’nde diri diri yakanlara, Kahramanmaraş’ta Alevi yurttaşlarımızı öldürenlere, türban kararı veren Danıştay üyelerini baskında öldürüp yaralayanlara ve onları savunanlara sormak gerekir:

Ulusal Kurtuluş Savaşı’nda ve öncesinde, acaba sizin dedeleriniz hangi cephedeydi?..

Ve siz şimdi hangi kamptasınız?

Yurtseverlerin, ulusalcıların yanında mı, yoksa ülkesini ve milletini bir yanda IMF, ABD ve AB’ye peşkeş çekip malı götürenlerin, öbür yanda ise Allah’ı, dinimizi sömürenlerin ve türbanı siyasi çıkar konusu yapıp bir türlü çözüm getirmeyenlerin yanında mı?

Hangisinde, hangisinde?
Yazının Devamını Oku