21 Ocak 2007
HRANT Dink’i öldürenin yakalanması elbette önemlidir. Türkiye’de bu tür olayları yeniden yaşamaya başlarsak, altından kalkamayız. Önümüzde cumhurbaşkanlığı seçimi var. Hemen ardından, birkaç ay sonra genel seçim yapılacak. Ortam giderek gerginleşecek. Böyle gergin ortamlar, Türkiye düşmanlarının yeşerdiği gübreli toprağı sağlar.
Geçtiğimiz mayıs ayında Danıştay baskını oldu. Birkaç ay sonra Dink öldürüldü. Bir "ilk’ler" dönemi yaşıyoruz. İlk kez mahkeme baskını, ilk kez azınlık vatandaşın öldürülmesi!
Kim öldürdü? Niçin öldürdü? Sorumlular nerede?
Dün katilin görüntüleri ekranlarda yayınlandı. Bugün aynı fotoğraflar gazetelerde yer alacak. Suratı tabak gibi ortaya çıktı. Herhalde bulunacak, gerçek kimliği ve niçin öldürdüğü belirlenecek.
Bu yazıyı dün bu soruların yanıtı belli değilken yazıyorum. Bu adam kim olabilir, amacı ne olabilir?
- Arkasında kimler var?
- Bireysel terörist mi, ırkçı bir geri zekálı mı, örgüt işi mi?
- Yoksa yabancı servislerin marifeti mi?
Burada üzerinde önemle durulması gereken bir soru daha ortaya çıkıyor. Hrant Dink isimli Ermeni kökenli gazeteci, bugüne kadar çeşitli yerlerde sözlü saldırılara uğramış, tehditler almış ve korkusunu kendi çıkardığı Agos Gazetesi’nde yazmış. O halde şunu soralım:
- Hükümetin bu konuda sorumluluğu yok mu?
Elbette var. Olayın bu aşamasına iyi bakmak gerekiyor. Dink’i niçin koruma altına almadılar? Niçin koruma vermediler?
Türkiye gibi ülkelerde namlunun ucunda olan kişiler, devlet tarafından korunur. İlle de onların koruma istemesi gerekmez. Şu anda aklıma bazı isimler geliyor ve fikirlerimiz onlarla tamamen ters olsa bile korunmaları gerektiğine inanıyorum.
Dink olayında edebiyat yapmak kolaydır. Ama bu olayda hükümetin sorumluluğunu görmezden gelmek, topluma karşı yapılacak bir saygısızlıktır. Cinayetin hesabının ilgili makamlardan sorulması gerekir.
Hükümetin de, bu koruma eksikliğinin nedenlerini millete anlatması gerekir.
* * *
Türkiye öyle bir ülke oldu ki, birini öldürmek istiyorsanız gözü kara ve aç-işsiz birini bulmanız yeterlidir. Amatörse verin ona örneğin 20 milyar, büyük olasılıkla amaca ulaşırsanız. Profesyonel ise tarife yükselir.
Ülkemizin dört bir yanında caddelere, sokaklara, evlere, işyerlerine bakın.
Gasp, kapkaç, hırsızlık, soygun kol geziyor. Soyulmayan ev ve işyeri neredeyse kalmadı. Polisin yetkileri AB’nin emirleri doğrultusunda kısıtlandı. Polisin eli kolu bağlı, çaresiz, suçlularla başedemiyor. Yazılı mahkeme kararı olmadan üst araması bile yapamıyor. Ekonomik durum, işsizlik bir felaket.
İnsanlar suç işlemeye itiliyor. Suçlarda korkunç bir artış var.
İşte bu ortamda siz herhangi bir işsiz maceracıyı ayarlayın, tutuşturun eline biraz para!.. Bakalım cinayet işliyor mu, işlemiyor mu?
Tabii ki böyle bir olayı siz doğrudan yapmayacaksınız! Arada taşeron kullanacak, kimliğinizi asla belli etmeyeceksiniz!
* * *
Şimdi "Bu kurşun Türkiye’ye sıkılmıştır, ülkemizi rezil etmiştir" diyen yetkililerimize sormak gerekir: Bu ortamı kim yarattı? Sokaktaki vatandaş olan bizler mi, yoksa bizi yönetenler mi? Vatandaşın can ve mal güvenliğinden sorumlu olan kimdir?
Elbette ki yönetenler.
Hazreti Ömer’in unutulmaz sözü vardır: "Fırat kenarında bir deve zarar görse, Allah bunun hesabını benden sorar diye korkarım." Yönetici olmak işte budur. Ya şimdi?!
"Efendim bu olay tam da Ermeni lobilerinin dünyanın dört bir yanında ülkemiz aleyhine soykırım yasaları geçirtme dönemine rastladı ve çok aleyhimize oldu. Türkiye karşıtlarına koz verildi. Bu kurşun Türkiye’ye sıkılmıştır..."
Doğrudur ama günaydın!
Ben Türkiye aleyhine çalışan, ülkeyi yıpratmak için fırsat kollayan bir yabancı servis, bireysel terörist veya sapık olsaydım, öldürteceğim kişilerin başında herhalde Hrant Dink gelirdi. (Kafamdaki öteki isimleri yazmıyorum.)
Sorumlular belli. İşin edebiyatı ve siyaseti yapılsın da, önlem almayan ve aldırmayan sorumluları, olayın ardındaki güçleri gündeme taşımayı unutmayalım... Ve unutturmayalım! Bazı önemli gerçekler orada yatıyor.
Yazının Devamını Oku 20 Ocak 2007
BUNDAN birkaç yıl önceydi. ATV’de izledik. Savaş Ay bir televizyon çekimi için Melih Gökçek’in evinde. Evin her tarafını geziyorlar, söyleşi yapıyorlar. Birlikte mutfağa girdiler. Mutfakta görkemli bir buzdolabı. Savaş kendisine "Açalım bakalım şu buzdolabını, içinde neler var" dedi. Melih Gökçek buzdolabının önüne geçti, "Açtırmam, açtırmam" diyor. Savaş ısrar ediyor, Melih Gökçek bir türlü izin vermiyor. Gövdesini siper etmiş duruyor.
O buzdolabı açılmadı. İçinde neler vardı? Tıkabasa yiyecek mi doluydu? Ya da içki mi vardı?
Bilmiyorum.
O gün evindeki buzdolabını merak eden gazeteciye açtırmayan ve içinde ne olduğunun bilinmesini istemeyen şahıs, şimdi elálemin uçuk, abartılı banka hesapları elinde, abartılı, saçma sapan rakamları gündeme getirip hesap sormaya yelteniyor!
Elbette başkaları da onun ve ailesinin servetini çok merak ediyor. Halk arasında -doğru veya yanlış- bir sürü söylenti dolaşıyor.
Bir sürü ihale veren, trilyonlarla oynayan her belediye başkanı, servetinin tamamını olduğu gibi kamuoyuna açıklamakla yükümlüdür.
Geçmiş yıllarda yumurta ticareti yaptığı günlerde neyi vardı? Belediyeye seçildiği 1994 yılında neyi vardı, şimdi neye sahip?
Bu servet nereden geliyor? Bu paraları nasıl edindi? Anasından babasından mı kaldı? Piyangodan mı çıktı?
Bu işler buzdolabını açtırmamaya benzemez.
Açıklayana kadar peşinde olacağım.
* * *
Bakınız, ben kendimi Maliye Bakanlığı’na dilekçe verip ihbar etmiş adamım... Ve ben bunu birkaç ay önce, AKP iktidarı döneminde yaptım. İhbar dilekçemi Maliye’ye 5 Haziran 2006 günü verdim.
"Neyim varsa inceleyin. Yasa dışı, ahlak dışı bir kuruş gelirim olmuşsa, vergi açısından bir eksiğim varsa hakkımda yasal işlem başlatın" dedim.
Bunu hele bu dönemde benim gibi birinin yapması, yürek ister.
Maliye’den, Hesap Uzmanları Kurulu Başkanı Mahmut Vural imzasıyla gelen 22 Haziran 2006 tarih ve 259 sayılı yanıtta, "Hakkınızda herhangi bir işlem yapılmasına gerek görülmemiştir" deniliyordu. Bunları burada aynen yazdım.
(Burada bir parantez açayım. Banka hesaplarına girip bire bin katarak yayınlayanlar şimdi Ankara’da Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanıyor.)
Şimdi Gökçek’ten de aynı şeyi bekliyorum. Aynen bu yöntemi uygulasın. Kendisini parasal yönden Maliye Bakanlığı’na ihbar edip incelenmesini istesin. Verdiği ihaleler, yaptığı alımlar, imar planı değişiklikleri yönünden ise İçişleri Bakanlığı’na ihbar etsin... Ve her şeyi ile dört dörtlük incelenip aklansın!
Geçenlerde komşusu Fikri Sağlar’ın, Birgün Gazetesi’ndeki yazısından alıntı yapmıştım: "Belediye araçlarını ve olanaklarını kullanarak evinin bahçesine ağaçlar diktirdi, yüzme havuzu yaptırdı." Bunlara yanıt veremiyor. Bunları da kendisini ihbar mektubunda İçişleri Bakanlığı’na soruversin!
* * *
Bir belediye başkanı düşünün, bugüne kadar gazeteciler başta olmak üzere siyasetçiler, işadamları ve herkes hakkında açtığı davaların sayısı binleri buluyor!
Kendisi hakkında hoşlanmadığı bir yazı yazan, demeç veren, ya da ekranda konuşan herkesi arayıp "Seni dava ediyorum, 100-200-500 milyarlık dava açıyorum" diyor... Ve açıyor!
Bugüne kadar kaç dava açtığını, kaç para kazandığını özenle gizliyor. Dökümünü bir türlü açıklamıyor.
Gazeteciler, siyasetçiler, kendisini eleştirmesi gerekenler yılgın: "Aman boşver, dava yemektense yazmamak, görmemek daha iyidir."
Açık konuşmak gerekirse bu taktiğinde başarılı oldu. Övgü hariç, hakkında ne yazarsanız yazın, hemen davasını açar! Ya da açacağını söyleyip gözdağı verir.
Evinin buzdolabını merak eden Savaş Ay’a açtırmayan, açmaması için buzdolabının önüne gövdesini siper etmeyi başaran şahıs, şimdi başkalarının banka hesaplarını ve servetini merak ediyormuş! Onun buzdolabı, tiksindiklerinin serveti! Acaba kendi bürokratlarının, partili büyüklerinin servetini de merak ediyor mu?
Valla herkes de onunkileri çok merak ediyor. Ama her nedense kendi malvarlığını, servetini özenle gizliyor.
Yumurta ticaretinden bu yana yıllar geçti. 1994’te belediye başkanı oldu, 13 yıldır bu görevde.
Herkes gibi ben de merak ediyorum! Serveti belki de azalmıştır!
Başkalarını merak edeceğine... Ah bir açıklayıverse.
* * *
Emin Çölaşan’ın notu:
Fikirleri, katılmasak bile silahla susturmak mümkün değil. Hrant Dink cinayetini milletçe kınıyoruz.
Yazının Devamını Oku 19 Ocak 2007
ÜLKEMİZDE ilginç bir "siyaset hastalığı" vardır. Bir kez seçilen milletvekili orada hep kalmak ister veya kalacağını zanneder. Bunların çoğu partinin genel başkanı tarafından listeye konulmuş ve bu yolla seçilip Ankara’ya gelmesi sağlanmıştır. Dolayısıyla hemen hepsi genel başkanına gebedir. Seçim sonrasında bazı istisnalar olur, milletvekilleri partiden istifa edip ya bağımsız kalır, ya da başka partiye geçer.
Bazıları ise partisine ve genel başkanına muhalefet eder ama partisinden istifa etmez. Bugün bunların örneklerini hem AKP’de, hem de CHP’de görmekteyiz.
Seçim yaklaştıkça özellikle çoğunluğu elde tutan iktidar partisinde "muhalefet sesleri" azalır... Çünkü her milletvekili yeniden listeye konulup seçilmeyi düşler. Siz bakmayın onların ağlaşıp sızlanmalarına, ayda sekiz milyar dolaylarında maaş almalarına karşın "paramız yetmiyor" diye dertlenmelerine!..
Hele iktidar milletvekilliği onlar için forstur, güçtür, egemenlik alanıdır. Nice valiler ve kaymakamlar, bürokratlar, bazı yerlerde yargı mensupları bile onların karşısında esas duruşta bekler. Çoğu iş sahibidir. Bazılarının süpermarketleri vardır! Özellikle müteahhit olanlar, ihale alanlar, iş bitirenler, ricacılar bu milletin vekili olma olayından her zaman kazançlı çıkarlar.
* * *
Bugün Ankara’nın Kızılcahamam ilçesindeki bir termal otelde Başbakan’la AKP milletvekilleri ve parti yöneticileri bir araya gelecek. Yarından başlayarak bu kampın magazin boyutunu medyada bol bol izleyeceksiniz.
Eşofmanla dolaşanlar, jimnastik yapanlar, güreş tutanlar, havuza girenler ve mayo biçimleri, tavla oynayanlar, örtülü veya örtüsüz eşleri ve daha bir sürü şey...
Bu toplantıda milletin vekillerinden beklenen, başbakan, bakanları ve parti yetkililerini sorularıyla biraz olsun sıkıştırmaktır.
Bunu kaç milletvekili yapabilir? Yapsa bile hangisine somut yanıt verilir?
Şu gerçeği iyi bilelim. Bugünkü AKP ve CHP milletvekillerinin en az yarısı önümüzdeki seçimde listeye giremeyecek. Onları genel başkanları listeye koymayacak.
Kim onlar? Partisi ve genel başkanı ile ters düşenler, parti açısından işe yaramayanlar, şu veya bu nedenle beğenilmeyenler, emirlere uymayanlar falan filan.
Her neyse, esas konumuz bunlar değil.
Yeniden seçilmeyi bekleyen ve beklemeyen AKP milletvekilleri yarın ve pazar günü bu kampta içlerinden geçen, vicdanlarını rahatsız eden konuları, işsizliği, piyasadaki durgunluğu, seçmenlerinden kendilerine yansıyan yakınmaları gündeme getirecekler mi? Bu mümkün olacak mı?
Örneğin şu anda Türkiye’nin en büyük yolsuzluk, hırsızlık, vurgun, hortum, eşi dostu zengin etme aracı olarak çalışan belediyelerin ve özellikle belediye şirketlerinin hesabını sorabilirler mi?
Uygulanan politikalar nedeniyle işinden atılan, işi varsa çoğunluğu asgari ücrete talim ettirilen ve açlık sınırının altında yaşayan milyonlarca insanımızın hesabını sorabilirler mi?
Özellikle büyük kentlerde tüketilen ve bir bölümü belediye şirketleri tarafından ithal edilip dağıtılan kalitesiz kömürün neden olduğu hava kirliliği ile yarattığı hastalıkları sorabilirler mi?
Dış politikada, özellikle Kuzey Irak, Kıbrıs, AB gibi konularda birbiri ardına uğradığımız yenilgileri gündeme getirirler mi?
* * *
Bu Kızılcahamam kampı iyi bir fırsattır. Milletin vekilleri iki gün için particilik yapmasınlar, akıllarını, vicdanlarını ortaya döksünler.
Lütfen, birkaç saatliğine bile olsun, hesap sorsunlar.
Yarından başlayarak çoğu dizden aşağı veya yukarıdaki mayoları, havuza nasıl atladıkları, yüzme biçimleri, eşofmanla poz vermeleri, jimnastik yapmaları gibi magazin içerikli konularla gündeme gelecekler.
Ne olur, iki gün için bunları unutup eleştiri yapsınlar, yol göstersinler, milletin dertlerini dile getirsinler.
Korkacak bir şey yok. Nasılsa her biri, önümüzdeki seçimde listeye konulmasa bile, milletvekilliğinden emekli olma hakkını elde ettiler. Her ay milyarlarca lira maaş alacaklar. Kendilerinin ve tüm aile bireylerinin bütün sağlık harcamalarını devlet karşılayacak. Hem de onların tercih ettiği en baba sağlık kuruluşlarında.
Haydi, lütfen!.. Bir kez olsun mayonuz, eşofmanınız, havuza nasıl atladığınız ve işin magazin boyutuyla değil, onurunuzla yapacağınız sorgulama ve eleştirilerle gündeme gelin. Kaybedecek bir şeyiniz yok.
Yazının Devamını Oku 18 Ocak 2007
DÜN ANKA Ajansı’nın geçtiği bir haber vardı. Başkent Ankara’nın aylardan beri yaşadığı, milyonlarca yaya ve araç sürücüsüne işkence çektiren inanılmaz bir şehircilik rezaletini yabancı diplomatların ağzından dile getiriyordu. Ankara’nın göbeğinde, kentin ana arterinde yaşanan bu olayın onda biri İstanbul’da yaşanıyor olsa, İstanbul medyası bunu manşetlere taşır ve haklı olarak kıyameti koparırdı.
Ankara’nın en işlek ve trafiğin en rahat aktığı Atatürk Bulvarı üzerinde, Büyükşehir Belediyesi plansız programsız ve akıllarda büyük sorular yaratan bir inşaata girişti. Bulvar allak bullak edildi. Burada daha önce de ısrarla yazdım, acı gerçekler ortaya çıktı.
İhaleyi 2002 yılında yapmışlar (!) ve dört yıl sonra başladı. Bu nasıl iştir yahu? İhaleyi belediye şirketi Belbeton’a vermişler, orası da müteahhit Namık Tanık’a devretmiş! Tanık, Gökçek’in hacı arkadaşı ve aile dostu. Fakat işi Büyükşehir Belediyesi yapıyor. İş karıştı, aylardır sürüyor. Yaptıklarını yıkıyorlar, tutturamıyorlar, yeniden yapıyorlar.
Bulvar üzerindeki bütün anıt ağaçları kökünden kestiler, apartmanların ve işyerlerinin bahçelerine girdiler.
İşin kim tarafından, kaça yapıldığı, maliyetinin kaç trilyon daha yükseldiği belli değil. Özenle gizleniyor.
Bu yazdıklarım konusunda belediyeden, hükümetten, muhalefetten ve özellikle CHP’den tık yok.
***
İnşaat alanında elektrik kablolarını, telefon kablolarını kopardılar, su borularını patlattılar. Çevrede sürekli elektrik, su ve telefonlar kesik. Evler, işyerleri, bankalar, doktor muayenehaneleri, hastaneler, oteller, gazete büroları perişan. Esnaf dükkánını kapatıyor, bankalar taşınıyor. Bu inşaat alanında ayrıca büyükelçilikler var.
Çek Cumhuriyeti, Slovakya, Polonya, İtalya, Bulgaristan, Mısır, Avusturya, Almanya, ABD büyükelçilikleri ile Rusya’nın ek binaları...
Şimdi gelelim ANKA’nın haberine. Özetliyorum:
"Ankara Büyükşehir Belediyesi tarafından Atatürk Bulvarı’nda yapılan kavşak inşaatı diplomatik krize neden oldu. İtalya Büyükelçiliği dün Dışişleri Bakanlığı ile belediyeyi protesto etti. Bulgaristan soruna çözüm bulunmasını istedi. Almanya Büyükelçiliği ’Durum tahammül edilmez oldu’ açıklaması yaptı." (Polonya daha önce protesto etmiş ve burada yazmıştım.)
Türkleri, kendimizi unuttuk! Ama yabancılara rezil olduk. Yine ANKA’nın haberine dönelim: "Bir İtalyan diplomat, ’AB’ye aday bir ülkede böyle bir durumun yaşanması hayal kırıklığı yaratıyor’ dedi ve şunları söyledi: ’Olaya hoşgörü ile yaklaşmaya çalıştık ama ortada gayri ciddi bir durum var. Büyükelçilik bizim devlet toprağımız ve buna garanti sağlanmasını istiyoruz. Saygı görmek istiyoruz. Pazartesi günü başbakanımız Ankara’ya gelecek ve telefonlarımız kesik. Cep telefonlarıyla çalışmak zorunda kalıyoruz.
Almanya Büyükelçilik Sözcüsü Semtner ise belediye ve Türk makamlarıyla iletişim kuramadıklarını belirtti ve ’Durum tahammül edilmez oldu’ dedi.
Bulgaristan Büyükelçiliği yetkilileri ise elektrik ve telefonlarının sürekli kesildiğini söylediler, soruna çözüm bulunmasını istediler."
İnşaat alanında Bayındır Hastanesi acil servisi var ama yolu tıkalı! Ne hasta geliyor ne ambulans.
***
Bu arada ilginç bir husus var. İnşaat Rusya ve Avusturya büyükelçilikleri binalarına gelip dayandı. Eğer bunların bir miktar arazisi alınmazsa iş duracaktı. Duyumlara göre Ruslar, topraklarını belediyeye satmışlar. Herhalde paraya ihtiyaçları vardı!
Avusturya Büyükelçiliği ise kendi devletinin Bulvar tarafındaki arazisini, kendilerine belediye tarafından Dikmen Vadisi’nde verilecek bir adet lüks daire karşılığında devretmiş! Şimdi orası kazılıyor. Demek ki Avusturya’nın da paraya ihtiyacı varmış!
Şehircilik açısından korkunç bir rezalet yaşıyoruz. Güzelim Atatürk Bulvarı elden çıktı, ağaçları kökünden kesildi. Yaya ve araç trafiği altüst oldu.
Dört yıl önce ihale edilen inşaatı kimin yaptığı, kaça yaptığı belli değil. Her şey gizli, her şey gizleniyor.
Dahası, şehircilik adına başka bir cinayet işleniyor. Dünyanın her yerinde araç trafiği kentin merkezine değil, dışına kaydırılır. Burada trafik, maliyeti ve planı belirsiz bu inşaatla kent merkezine çekiliyor.
En az bir milyon Ankaralıya çektirilen çile, işlenen şehircilik cinayeti, plansızlık, beceriksizlik, paraların toprağa gömülmesi, hiçbir partinin ve hiçbir kuruluşun hesap sormaması bir yana...
Üstelik bir de yabancılara rezil olduk. Demek ki savuracak para bol olunca böyle oluyor!
Yazının Devamını Oku 17 Ocak 2007
SEVGİLİ okuyucularım, önceki gün akşam saatlerinde bir skandal yaşadık. <br><br>Bakanlar Kurulu toplantısı sona ermişti. Cemil Çiçek olmadığı için toplantı sonrasında hükümet sözcülüğü ve basına bilgi verme görevini Devlet Bakanı Abdüllatif Şener üstlenmişti. Açıklamaların sonuna gelinmişti. Bir yasa tasarısının metnini basına dağıtıyordu. Gazeteciler aldılar. Biraz sonra ortaya korkunç bir gerçek çıktı.
MİT Müsteşarı Emre Taner imzasıyla Başbakanlığa yazılan GİZLİ damgalı bir yazı da tasarı metninin arasına konulmuş ve gazetecilere dağıtılmıştı!
9 Aralık 2005 tarihli yazıda (sayısını ve metnini vermiyorum) MİT Müsteşarı Emre Taner hükümetten bazı isteklerde bulunuyor. Bir cümleyle özetlemek gerekirse MİT’in çok önemli yetkilerinin son çıkarılan yasalarla kısıtlandığından yakınıyor, alınması gereken önlemleri sıralıyor ve bu konuda yasa değişikliği yapılmasını istiyor.
Siz şu devlet yönetimindeki laçkalığa, hatta rezalete bakın ki, MİT’in 13 ay önce gönderdiği GİZLİ yazısı Başbakanlık’ta elden ele dolaşıyor ve son aşamada orada bulunan bütün gazetecilere dağıtılıyor!
O yazı Bakanlar Kurulu açıklamasının yapıldığı yere nereden gelmiş? Nasıl gelmiş? Kim, kimler getirmiş? MİT’in casusluk ve telefon dinleme konusunda hiç kimse tarafından bilinmemesi gereken istek ve önerileri, hangi sorumsuzlar tarafından ilgisiz yerlere taşınıp dosyaların arasına sokuşturulup gazetecilere dağıtılmış?
Bunu bilerek ve kasıtlı olarak mı yaptılar, acemilik ve sorumsuzluktan mı? Bilemiyorum!
Muhalefet partileri bu skandalın hesabını sorar mı? Hükümet ne der? Vallahi kafam karıştı, onu da bilemiyorum!
BALLI GEZİLER
Meclis Başkanı Bülent Arınç yine ilginç bir dış gezide. Bu kez ekibiyle birlikte Sudan’da!
Beyefendi sürekli geziyor. Devletin ve milletin parasıyla dünyanın dört bucağını dolaşıyor. Bugüne kadar dört yıl içerisinde, yani o makama oturduğu günden beri tam 38 yurtdışı geziye gitti. Kendisine bu geziler için devlet tarafından 64 bin YTL (64 milyar lira) para verildi.
38 geziyi bölelim dört yıla! Ne çıkıyor?
Demek ki her yıl işi gücü bırakıp yaklaşık 10 kez yurtdışı geziye çıkıyor! Neredeyse ayda bir.
Bazıları verdiğim bu rakama belki inanmayacak, abartılı bulacak. Rakamları CHP Malatya milletvekili Muharrem Kılıç’ın soru önergesine verilen resmi yanıttan aldım.
Beyefendi güzelce gezsin, her gezisi milletimiz ve devletimiz için hayırlara vesile olsun!
***
Bir ballı gezi de CHP’li İzmir Büyükşehir Belediyesi’nden! Dikkat ediniz, iş ballı gezilere gelince parti ayırımı tümüyle ortadan kalkıyor. Belediye kafilesi önceki gün -parti ayırımı yapılmaksızın- topluca sekiz gün sürecek Tayland gezisine çıktı.
Ekip belediye başkanı dahil 223 kişiden oluştu. Dağılımları şöyle: CHP 49, AKP 35, DYP 14, ANAP 9, Genç Parti 1, bağımsız 1. Bunlar İzmir Belediye Meclisi üyeleri.
Kafilede ayrıca oda ve borsa temsilcileri ile gazeteciler var.
Bunlar nereye gidiyor? Tayland çiçek fuarına!
Bu olay basına yansıyınca CHP genel merkezi girişimde bulundu ve CHP’li üyelerin geziye katılmamasını istedi. Ancak iş işten geçmişti. Partiyi dinleyip gitmeyen sadece ll CHP’li oldu. Ayrıca iki AKP’li de gitmekten vazgeçti.
Beleş kafilede ayrıca Ankara’dan bürokratlar, Sayıştay üyeleri, Anadolu Ajansı genel müdürü Hilmi Bengi, Altındağ belediye başkanı AKP’li Veysel Tiryaki, iktidara yakın gazete ve televizyonların temsilcileri yer alıyor. Ankara listesini Dışişleri Bakanlığı hazırladı.
Milletin parasıyla yapılan şeyini şey ettiğimin şeyi beleş geziler çok güzeldir!
Aynen Bay Arınç’ınkiler gibi, bu da hayırlara vesile olsun!
Yazının Devamını Oku 16 Ocak 2007
HER kürsüye çıktığında "değişik-uçuk" bir şeyler söylüyor. Mantıklı-mantıksız, gerçekçi-hayalci, onun için hiç fark etmiyor. Hele yaptığı konuşmaları, örneğin Meclis konuşmalarında olduğu gibi önündeki görünmez cam levhalardan okumuyorsa, çoğu zaman pot kırıyor, gaf yapıyor. "Askerlik yan gelip yatma yeri değildir... Al ananı da git... Densizler, şuursuzlar, nasipsizler" falan demeye başlıyor.
Son konuşmasında İstanbul’a vize konusunu ağzından kaçırmasın mı! Aynen şöyle dedi: "Ben bu konuyu 1995 yılında belediye başkanı iken de gündeme getirmiştim. O zaman beni topa tuttular." Ya neye tutsalardı!
Kim, hangi yasal yetkisiyle ülkenin bir kenti için vize koyabilir?
Vatandaş Ankara’dan, Ağrı’dan, Samsun’dan, Adana’dan, Edirne veya İzmir’den İstanbul’a gidecek. Gezmeye gidecek, iş aramaya gidecek, hastasını doktora götürecek, mal alacak, mal satacak falan filan. Kime ne.
Vize mi alacak? Kimden alacak, nasıl alacak, nerede alacak?
Böylesine uçuk bir öneriye şimdiye kadar tanık oldunuz mu?
***
Gerçi Türk insanı vize beklemeye alışıktır. Yabancı elçiliklerin ve konsoloslukların önünde yaz kış kuyruklar oluşturur, bekletilir, hakarete uğrar. Kendisinden tapuları, banka cüzdanları, davet mektupları, aklınıza ne geliyorsa istenir. Üstüne de para istenir ve vize verilmese bile paranız size iade edilmez.
Acaba bunların İstanbul’a vize uygulaması benzer sonuçlara yol verir mi! Günün birinde şöyle bir karar açıklanır mı!
"Ey vatandaş, İstanbul vizeni Ankara’da ABD ve AB ülkeleri büyükelçiliklerinden, öteki kentlerde konsolosluklardan alabilirsin. Yabancı temsilcilik olmayan yerlerde AKP il ve ilçe örgütlerine başvuruda bulun. Üç günlük 20, bir haftalık 50 Euro. Bir aylık vize için tapu, banka hesap cüzdanı, İstanbul’daki hemşerinden davet mektubu gerekir!.."
Şaka elbette! Bu kadarını yapamazlar.
Aynı konuşmasında aynı uçukluk düzeyinde bir öneri daha getirdi! İstanbul’da araç sayısı 2.5 milyon olmuş. Bu sayının 2 milyonda dondurulması gerekiyormuş. Aksi takdirde trafik rahatlamazmış. Sonra ekledi: "Yine beni tefe koyacaklar..."
Estağfurullah, zat-ı álinizi tefe koymak kimin haddine. Buna kalkışan olursa hemen mahkemeye verip tazminat istersiniz, olur biter...
Ve daha sonra şunu şöyledi: "Bu, hükümetin tek başına yapabileceği bir şey değildir. Toplum olarak hep birlikte yapmalıyız."
Bak büyük Allah’ın işine ki, koskoca AKP hükümeti son dört yıl içerisinde her şeyi tek başına becermiş, fakat İstanbul’da plaka sayısı için aczini itiraf ediyor. Anayasa’yı değiştirmiş, yasaları altüst etmiş, vatanın bütün altın yumurtlayan limanlarını, tesislerini, fabrikalarını, bankalarını, arazilerini yabancılara, Arap şeyhlerine, İsrailli işadamlarına, Yunanlılara, eşe dosta, partili yandaşlara satmayı başarmış ve son olarak, şimdi İstanbul’da ilköğretim okullarını ve lise binalarını satışa çıkarmış. Tek başına...
Ama iş İstanbul’da plaka kısıtlamasına gelince, "Bunu ben hükümet olarak tek başıma yapamam" diyor!.. Çünkü gündeme getirdiği çelişkiyi kendisi bizden daha iyi biliyor.
Bunları yapamaz da, eğer yapabilirse başkalarını kullanacak ve sonra onların arkasına sığınacak.
Sen bir yanda "liberal ekonomi" uygulayacaksın, öbür yanda (eğer sıkıysa) İstanbul’da 500 bin adet araç plakasını yok edecek, plaka karaborsası yaratacaksın. O takdirde adama sormazlar mı:
"Beyefendi, İstanbul belediyesi 1994 yılından beri sizin partilerinizde değil mi? Siz dört yıldan beri iktidar değil misiniz? Yandaşlara verilen ve bitmek bilmeyen altgeçit-üstgeçit rezaletleri dışında bu sorunları çözmek için ne yaptınız? Onu da bırakın, ülkede motorlu araç fabrikalarının kurulmasını teşvik ederken, oralarda üretilen araçların en az dörtte birinin İstanbul trafiğine girdiğini yeni mi öğrendiniz? Aklınız neredeydi?"
Günaydın bayım, günaydın!
Yeni Nobel adayı!
TÜRKİYE’de ikamet eden ve Türkçe konuşan romancı, Nobel Edebiyat Ödülü’ne adaydı. Ancak bunun altyapısını hazırlamak zor işti! Kulisler yapılırken, arkadaş Avrupa medyasına konuşup "Türkler bir milyon Ermeni, 30 bin Kürt öldürdü" gibi inciler döktürdü... Ve ödülü hak etti! Ödül sonrasında ise sustu!.. Çünkü amaca ulaşmıştı.
Uzun yıllar boyunca Nobel hayaliyle yaşayan, ancak bir türlü alamayan Yaşar Kemal de şimdi PKK teröristleri için konuşmaya başladı:
"Biz ne yazık ki gerillaya terörist dedik!"
Bu sözlerin kendisine en kısa zamanda Nobel ödülü getirmesini umuyorum, başarılar diliyorum.
Yazının Devamını Oku 14 Ocak 2007
ELİMDE bir yerel gazete. 30 Aralık 2006 tarihli Kilis’in Sesi gazetesi. Son sayfasında AKP Kilis Milletvekili Hasan Kara tarafından verilen tam sayfalık bir ilan. Yeni yıl ve Kurban Bayramı kutlaması yapıyor! Sayfanın en üst bölümünde
Arapça yazılar... Ortada
Bismillahirrahmanirrahim, sağda
Allah, solda
Muhammed yazılı.
Bunu yapan bir iktidar milletvekili!
Din sömürüsü yapıyor mu, yapmıyor mu? Kendisine siyasi çıkar elde etmek amacıyla dinimizi kullanıyor mu, kullanmıyor mu? Bu doğrultuda seçmenin gözünü boyamaya kalkışıyor mu, kalkışmıyor mu?
Bu soruların yanıtını ben vermeyeyim, lütfen siz verin!
Bir belediye olayı dahaADANA’nın Seyhan İlçesi
53 ilimizden daha büyük, daha kalabalık bir ilçe. Elimde bu kez Seyhan’ın AKP’li belediyesi tarafından bastırılan bir sözlük var:
"İlköğretim Türkçe Sözlük."
Kapakta bir yazı daha:
"Gelecek seçimler için değil, gelecek nesiller için çalışıyoruz. Bu sözlük Seyhan Belediyesinin bir eğitim ve kültür hizmetidir. Azim Öztürk. Seyhan Belediye Başkanı."
Propaganda
ilköğretim öğrencilerine kadar indirilmiş durumda.
Şimdi işin öteki boyutuna bakalım! Adana Milli Eğitim Müdürlüğü geçtiğimiz eylül ayında bütün ilköğretim okullarına yazı gönderdi. İlköğretim öğrencilerinin sözlük almamaları, kendilerine Seyhan Belediyesi tarafından ücretsiz sözlük verileceği duyuruldu. Sözlükler okullarda törenlerle dağıtıldı.
Hemen ardından bir yazılı emir daha geldi ve sözlüklerin toplatılması istendi. (Belgeler ve yazışmalar elimde.) Şimdi sözlükler okullardan çuvallarla toplanıyor.
Belediye için bir sözlüğün maliyeti
5 YTL olsa, toplam maliyet
bir trilyon dolaylarına ulaşıyor. Bu paranın hesabını kim verecek!
Dün de yazmış ve somut örneklerini vermiştim. Bazı siyasetçiler, kamu kuruluşları ve belediyeler, siyasi çıkar elde etmek ve oy toplamak için bir yanda dinimizi kullanıp din sömürüsü yapıyor, öbür yanda milletin parasını acımasızca çarçur ediyor.
Bazıları bu propagandayı ilköğretim okullarına kadar indiriyor. Paralar savurganca harcanıyor, bu süreçte birileri milletin parasıyla zengin ediliyor.
İstanbul’da, Ankara’da ve Türkiye’nin dört bir tarafında
siyaset oyunu artık böyle oynanıyor.
Ey inanan insanlar, ey müminler... Özellikle sizin sırtınızdan oynanan bu oyunları artık görün. Sizi ve milyonlarca insanımızı kimlerin nasıl kullandığını, milletin parasının eşe dosta ve partili yandaşlara nasıl hortumlandığını lütfen anlamaya çalışın.
Yazının Devamını Oku 13 Ocak 2007
SEVGİLİ okuyucularım, burada kutsal dinimizi sömürü konusu yapanları sık sık yazıyorum. Bunlar Müslümanlık üzerinden kişisel ve siyasal rant elde edenler. Bazıları bu yazılara tepki gösteriyor: <br><br>"Sen Müslüman değilsin... Allahsız... Yahudi... Ermeni... Rum!" Bu tepkilerin elbette ki ciddiye alınacak yanı yok... Çünkü Müslümanım, Allah’a inanan biriyim. Ama din baronlarına, din tüccarlarına karşıyım.
Bunlar dindarları sömürenlerdir.
Şimdi bunları yazdıktan sonra konumuza gelelim. Siz bugüne kadar "Müslüman yemeği" diye bir kavram duydunuz mu? Herhalde duymadınız. Ya da herhangi bir uluslararası havayolunda ikram edilen yemeklerin din ayrımına tabi olduğuna tanık oldunuz mu?
Şimdi Türk Hava Yolları’nın internet sitesine girelim ve ikram bölümüne bakalım. Bunları kime veriyorlarsa (!) yolcuların yemek tercihleri arasında çeşitli yemekler sıralanmış: Diyabetik yemek, Doğu usulü yemek, düşük kalorili yemek, hafif yemek, laktoz içermeyen yemek...
Ve bir başkası: "Müslüman yemeği."
Bu kavramı ilk kez duyuyordum, ne olduğunu araştırdım. Bilene rastlamadım.
THY, yemeklerinde domuz eti kullanmıyor. O halde bu Müslüman yemeği nedir? Yoksa listede yer alan öteki ikramlar Hıristiyan-Katolik-Ortodoks-Protestan-Yahudi-Ermeni vesaire yemeği midir?
Ya da din sömürüsü olayının son örneği midir, değil midir?
* * *
Dünkü Akşam Gazetesi’nde Esin Gedik’in "Deveci Müdüre Ballı Tayin" haberi ilginçti. Atatürk Havalimanı’nda uçakların yanında deve kesip ülkemizi bütün dünyaya rezil eden Şükrü Can isimli müdür hakkında güya işlem yapılmış ve işten el çektirildiği, ilgili bakan dahil THY yönetimi tarafından açıklanmıştı.
Gerçeğin farklı olduğunu dün Akşam’ın haberinden öğrendik. İşten el çektirmek bir yana, meğer Şükrü Can isimli şahıs THY Genel Müdürü Temel Kotil’in sınıf arkadaşı imiş ve Londra’ya atanmış. Orada THY’nin teknik müdürü olmuş! Üstelik kendisine ev ve makam aracı verilmiş!
Müslümanlık bu mu oluyor? Böyle mi oluyor?
* * *
Bu konuda size birkaç örnek daha vereyim, kutsal dinimizin nasıl kullanıldığını görün. Yer İstanbul Beşiktaş’ta Ebubekir Camii. Duvarlarda kocaman afişler:
"T.C. Milli Eğitim Bakanlığı, Beşiktaş Halk Eğitim Merkezi ve Ebubekir Camii Derneği işbirliği ile ücretsiz ÖSS-OKS ve okul derslerinin tümü ile ilgili kurs verilecektir. Kız öğrenciler için program daha sonra duyurulacaktır.
Pratik Arapça dil kursu, Arapça hazırlık sınıfı, dini musiki kursu devam ediyor."
Millilik sıfatını çoktan yitiren Eğitim Bakanlığı’na bağlı bir devlet kurumu olan Beşiktaş Halk Eğitim Merkezi, cami avlularında cami dernekleriyle birlikte kurslar açıyor.
* * *
Ankara’nın Bala İlçesi’nden bir okuyucum gönderdiği kitapla birlikte soruyor: "Bala’nın MHP’li belediye başkanı İbrahim Gürbüz, bütün öğrencilere ücretsiz olarak ’Çocuklar İçin 40 Hadis’ kitaplarını dağıtıyor. Acaba çocukların din bilgisi belediyelere mi bırakıldı? Belediyelerin görevleri arasında çocuklara din eğitimi vermek var mı? Yoksa din sömürüsü yoluyla oy avcılığı mı yapılıyor? Diyanet nerede? Bu paraların kaynağı ne?"
Kitabın üzerinde şöyle yazıyor: "Bala belediyesinin bir kültür hizmetidir. İbrahim Gürbüz. Bala Belediye Başkanı."
Ülkemizde din sömürüsü ve din üzerinden oy avlama taktikleri korkunç bir boyuta ulaşmış durumda. Siyasetçiler, devlet kurumları ve belediyeler bu konuda başı çekiyor. Bilen bilmeyen herkes din kitabı yazıyor ve bunları belediyelere, belediye şirketlerine yüklü bir fiyatla satıp para kazanıyor.
Ekonomik durumu kötüye giden milyonlarca insanımız bu yolla avutulmak isteniyor.
İki kısa örnek daha vereyim. İstanbul için yaptırılacak yeni şehir hatları vapurlarına dua odaları koydular.
Ordu’da Vergi Dairesi Müdürü, binada mescit açtırdı. Oysa Vergi Dairesi’nin sadece 100 metre ötesinde Yalı Camii var.
Dikkat ediniz, kutsal dinimiz sadece ve sadece Müslümanlık üzerinden oy elde etmek, kişisel ve siyasal çıkar sağlamak amacıyla kullanılıyor...(Yarınki yazımda Seyhan Belediyesi’nden söz edeceğim, bir de AKP milletvekilinin ilanını belgeleyeceğim.)
Din sömürüsü ile avutulmak istenen umutsuz insanlarımızın bir başka umudu!.. Star Televizyonu tarafından düzenlenen Popstar yarışmasının İzmir elemelerine kadın-erkek-engelli-genç-yaşlı tam beş bin kişi katıldı. İzdiham oldu, insanlar birbirine girdi, trafik tıkandı, polis müdahale etti.
Türk insanının nerelere sürüklendiğinin somut bir örneği daha! Bir yanda olanca hızıyla din sömürüsü, öbür yanda popstar olup köşeyi dönme hayalleri!..
Yazının Devamını Oku