Emin Çölaşan

Deve

15 Aralık 2006
İNANILIR gibi değil. Bunların sayesinde dünyada bir ilk daha yaşadık. Adamlar İstanbul’un uluslararası Atatürk Havalimanı’nda deve kestiler. Hem de apronda, uçakların yanında.

Koskoca deveyi getirdiler, sürükleye sürükleye uçakların yanına taşıdılar, üzerine çöküp yere yatırdılar, boğazına bıçağı dayayıp kestiler.

Türk ve yabancı uçak yolcularıyla birlikte havalimanı çalışanları da bu manzarayı hayretle, dehşetle, ibretle izliyordu. İki Japon kadın fenalık geçirdi. Turistler bu kanlı görüntünün fotoğraflarını çekti.

Koskoca devenin havalimanına nasıl sokulduğu da meçhul kaldı. Polisin haberi yoktu!

Deveye 5 milyar Törkiş lira ödedikleri ortaya çıktı.

Fatura THY adına kesildi. Bunun hesabı sorulmaz mı?

Hadise medyaya yansıyınca zor durumda kaldılar. İşin cılkı çıkmıştı. Deveyi kestiren kendi adamlarını görevden almak zorunda kaldılar! Tam Türk işi bir rezalet. Dört dörtlük bir utanç belgeseli.

Eğer basın işin üzerine gitmeseydi, o şahsa belki takdirname vereceklerdi.

* * *

İşin dahası da var. Rezalet-komedi-utanç, adına ne derseniz deyin bu kadarla da kalmadı. Uçakların önünde kestikleri kocaman devenin etini -eve götürüp pişirsinler diye- personele dağıttılar.

Ben bunca yıldır bu ülkede yaşarım, Türkiye’de deve eti yendiğini ilk kez böylece duymuş oldum.

Siz hiç şimdiye kadar "Ah bir deve pirzola olsa da yesek" dediniz mi? Çocuğunuzu "Git yarım kilo deve kıyma al" diye kasaba gönderdiniz mi? Deve eti satan bir yer gördünüz mü?

Esas dram burada yatıyor. Açlığa ve sefalete sürükledikleri insanlara, yesinler diye deve eti veriyorlar.

Ayıptır yahu, utanmazlıktır bunun adı. Acaba o hayvanın etini bu beyler yer mi?

Bu bölümü Bekir Coşkun’un dünkü yazısından alıntı yaparak bitiriyorum:

"...Böyle bir toplumu AB’ye almazlar tezimin en kısa anlatımıdır bu. Siz hálá bu develerle AB uygarlığına katılabileceğimizi düşünüyor musunuz?

Bu develerle nereye gidilir?

Nereye varılır bu develerle, söyler misiniz?"

Ben de Bekir’e buradan sorayım:

Kim o sözünü ettiğin develer? Gerçek develer mi, yoksa bizi yöneten ilkel tipler mi?

KİRALIK MÜSTEŞARLIK

DEVLETİN Denizcilik Müsteşarlığı binasında AKP ilçe örgütü toplantısı yapıldı. Devletin çalışanları partililere servis yaptı, yiyecek içecek ikramında bulundu. Devletin binası AKP bayrakları, Tayyip Erdoğan posterleriyle donatılmıştı. Adalet Bakanı Cemil Çiçek burada konuşma yaptı.

Dün Çiçek aradı. Önce kendisine teşekkür edeyim; çünkü isminin geçtiği konularda duyarlıdır ve yanıt verir. Şöyle dedi:

"Ankara’daki bazı bakanlıkların sosyal tesisleri kiralanır. Biz de kiralık bir yerde toplandık. Toplantı Denizcilik Müsteşarlığı yemekhanesinde yapıldı. Orada düğünler de yapılırmış. İlçe başkanına sordum, salonu 400 YTL ödeyerek kiralamışlar."

Denizcilik Müsteşarlığı’ndan ise tık yok! Acaba salonlarını daha önce kimlere ve kaça kiraladılar? Eğer böyle bir durum varsa, kiralayanlara hizmeti her zaman devletin çalışanları mı yapıyor? İkramlar kimden?

Devlet binalarında parti toplantısı yapılır mı? Ankara’da başka salon mu kalmadı?

(Yeri gelmişken Ankara’da düğün, nişan, sünnet vesaire yapacaklara buradan duyurayım. Benden selam söylesinler, derhal gidip Denizcilik Müsteşarlığı binasını kiralasınlar. 400 YTL kelepir fiyattır. Servis-KDV dahil, orkestra hariçtir!)

Şimdi okuyucularımdan rica ediyorum. AKP örgütleri, Türkiye’nin dört bir yanında devlet binalarını kullanıyor. Bu konuyu irdelemek gerek. Parti toplantıları için tahsis edilen veya edilecek olan devlet binalarını bana bildirsinler, bu işin üzerine gidelim. (Bildirenlerin isimleri gizli kalacaktır, o açıdan kuşkuları olmasın.)

Devlet ayrıdır, parti işi ayrıdır. Bunu onlara güzelce öğretelim.
Yazının Devamını Oku

Bina devletten hizmet memurdan

14 Aralık 2006
HÜRRİYET okuyucularından gelen mesajlar, yakınmalar, yolsuzluk olayları inanılır gibi değil. Türkiye talan ediliyor. Her gün neyi yazacağımı, hangi konuyu yazacağımı şaşırıyorum. Birkaç gün önce bir okuyucumdan gelen mesaj ilginçti: "Emin Bey, AKP Ankara Çankaya İlçe Başkanlığı toplantıları devlet dairelerinde yapılıyor. Önümüzdeki cuma akşamı Denizcilik Müsteşarlığı’nda yapılacak. Lütfen bu rezilliği kamuoyuna duyurun."

Bu mesajı Ankara Temsilci Yardımcımız Faruk Bildirici’ye ilettim, o da haberi izlemesi için muhabir arkadaşımız Arda Akın’a görev verdi. Arda gitti, rezaleti belgeledi. Üstelik rezaletin fotoğraflarını da çekti. Gündemin yoğunluğu nedeniyle ancak bugün yazabildiğim olayı şimdi size aktarıyorum.

Ankara’da Denizcilik Müsteşarlığı binası. 8 Aralık Cuma akşamı saat 19.00. Devletin binası AKP bayrakları, ampul resimleri ve Tayyip posterleriyle donatılmış durumda. Salon açıldı. Adalet Bakanı Cemil Çiçek de orada! Ayrıca AKP Ankara milletvekilleri ve il örgütü üyeleri de geldiler. Milletvekilleri, partili üyelere tek tek tanıtıldı.

Cemil Çiçek kürsüye çıktı ve devletin binasında parti konuşması yaptı, icraat anlattı. Ülkede "hukuku" temsil eden bir bakana yakışmayan hukuksuz bir davranıştı. Sonra başka konuşmalar yapıldı.

Denizcilik Müsteşarlığı’nda görevli memurlar ve personel, partili konuklara tek tek pasta, börek, çeşitli yiyecek, çay ve soğuk içecekler ikram ettiler. Servis masalara yapıldı.

Oturuş düzeninin harem-selamlık olması dikkat çekti. Başkentin göbeğinde, kamu kuruluşunda yapılan parti toplantısında bile kadınlarla erkekler ayrı oturuyordu.

Arda bu toplantının niçin Denizcilik Müsteşarlığı binasında düzenlendiğini, bunun yasalara uygun olup olmadığını, AKP Çankaya İlçe Başkanı Ali Özkaya’ya sordu. Yanıt ilginçti:

"Benim haberim yok. İlgili arkadaşlar burasını ayarlamış."/images/100/0x0/55eaf20bf018fbb8f8a0db27

Normaldir, bu gibi durumlarda hiç kimsenin haberi ve bilgisi olmaz!

Eğer Ankara’da bile bunlar oluyorsa, siz Anadolu’yu düşünün. İktidar partisinin devleti nasıl babasının çiftliği gibi kullandığını bir kez daha görün. (Bunlar havaalanında, uçakların önünde deve kesip ülkemizi yerin dibine batıran kafalardır ve bunlar o kafayla AB’ye girmek için çaba harcamaktadır!) Şimdi bazı sorular soralım:

1- İktidar partisi hangi nedenle, hangi yasal gerekçeyle devlet dairesinde parti toplantısı yaptırabiliyor?

2- Harcamaları kim yaptı?

3- Denizcilik Müsteşarı olan şahıs her kim ise, devletin binasını bu işe hangi gerekçeyle tahsis etti? O şahıs AKP’nin mi, yoksa devletin memuru mu?
(Adı İsmet Yılmaz imiş.)

4- Bundan önce bu gibi parti toplantılarında hangi devlet dairelerinin binaları kullanıldı?

5- Her fırsatta hak, hukuk ve adaletten dem vuran Adalet Bakanı Cemil Çiçek, bu rezaleti niçin görmezden geldi ve üstelik orada konuşma yaptı?

Bakalım yanıt gelecek mi!

Gelirse size buradan iletirim. Gelirse!..
Yazının Devamını Oku

Şimdi söz Abdüllatif Şener’de!

13 Aralık 2006
GEÇEN hafta tam üç gün boyunca Bay Abdullah Gül’ün Refah Partisi Kayseri milletvekili kimliği ile Meclis kürsüsünden yaptığı konuşmayı burada sizlere iletmiştim. Muhalefette iken AB’yi eleştiriyor, "Hıristiyan kulübüdür, bizi hiçbir zaman almayacaklar, kapıdaki kulübeye koyacaklar" diye kükrüyordu! Haklı çıktı! Tarih 13 Ekim 1995. Bu kez Refah Partisi Sivas milletvekili Abdüllatif Şener Meclis kürsüsünde konuşuyor. Tutanaklardan veriyorum:

"...(Bu hükümet) Sözü, vaadi hep vatandaşa veriyor ama kaynakları bir avuç tuzu kuruya akıtıyor. Hesap vermeye gelince de, hesapları IMF’ye, Dünya Bankası’na, Washington’a, Avrupa Birliği’ne veriyor..." (Aynen kendilerinin şimdi yaptığı gibi.) Buradan (Meclis’ten) çıkarılan kanunlara bile (AB tarafından) sürekli müdahale edilmektedir... Biz Refah Partisi Grubu olarak ’Avrupa Birliği direktifleriyle buradan kanun geçirtmeyiz’ dedik ama o tasarı kanunlaştı." (Kendileri iktidar olunca AB’nin emir ve direktifleriyle yüzlerce kanun geçirdiler.)

"Değerli arkadaşlarım, oyu ve yetkiyi milletten alıp Washington ve Avrupa Birliği’ne hesap verenlerin gösterdiği tablolar, sergilediği politikalar, istikametlerinin, yönlerinin ne olduğunu hálá göstermedi mi?

Amerika’nın taleplerini değil, Avrupa Birliği’nin isteklerini değil, bu milletin iradesini ve isteklerini Meclis’e getirecek, devlet politikası haline getirecek bir iktidara ihtiyacı vardır Türkiye’nin. (Refah Partisi sıralarından alkışlar.)

Washington talimatları, Avrupa Birliği talimatları, IMF talimatlarıyla bu ülkede hiçbir şey halledilemez. (Refah Partisi sıralarından bravo sesleri.)"
(O gün konuşmacıyı alkışlayan, bravo diye bağıran Refah Partisi milletvekillerinin çoğu şimdi AKP milletvekili! Abdullah Gül ve Abdüllatif Şener gibi bazıları bakan!.. Ve direktifleri aynen AB, ABD ve IMF’den alarak Türkiye’yi yönetiyorlar!)

Abdüllatif Bey Meclis kürsüsünde haykırışını sürdürüyor:

"Bu paketler neyin nesi arkadaşlar? Bu IMF’nin, Dünya Bankası’nın hazırladığı paketler ne işe yarıyor? Bu IMF, paketlerini Türkiye’de yaşayan insanların sorunlarına çözüm bulmak için mi üretiyor, getiriyor, önümüze koyuyor?.. Yoksa kendi ülkesindeki sermayenin çıkarlarını devam ettirmek için mi? Bunun çözülmesi gerekir." (Hay ağzına sağlık, ne de güzel söylüyor!)

"IMF reçeteleri ile Türkiye’nin hiçbir yere varamayacağı açıktır. IMF reçetelerine teslim olmuş bir başbakanla Türkiye’nin sorunlarının çözülemeyeceği de açıktır." (Aman, kendi başbakanı duymasın!)

"Değerli arkadaşlarım, onun için biz (Refah Partisi olarak) diyoruz ki, IMF reçetelerinden, Dünya Bankası programlarından, Washington’dan ve Avrupa Birliği’nden bize hayır gelmez."

(Gelir, gelir! Gelmeseydi iktidar olunca bu programları, emir ve direktifleri onların kapılarında yalvar yakar olarak aynen uygular mıydınız!)

***

Bir gazeteci olarak bu çarpıcı belgeleri açıklamak benim açımdan değil de, Türkiye açısından ne kadar acı ve utanç verici bir şey. Dünyanın hiçbir ülkesinde siyaset kadroları dün kara deyip yerin dibine batırdığının bugün böylesine peşinden koşmaz.

İnsan belleği zayıf ve pek çok şeyi unutuyor.
Ama arşivler unutmuyor. Bu tutanaklar bir ibret belgesidir.

Bunlar yakın geçmişte Meclis’te Refah Partisi kadrosu idi. Aradan birkaç yıl geçti, AKP oldular ve yüzde 34 oyla tek parti iktidarına taşınmayı başardılar... Ve dün karşı çıktıklarını bugün savunmaya giriştiler. AB’den yedikleri şu son kazıklar bile onları yollarından döndürmüyor! "Haksızlığa uğradık" diye ağlaşıyorlar. Daha çoook ağlaşacaklar.

AB geçmişini bildiği bu kadroları ciddiye alır mı? Siz olsanız alır mısınız!


Yüreği yetmedi

TC kimlikli yazarımız Nobel alabilmek için esti gürledi, "Bir milyon Ermeni, 30 bin Kürt kestik" dedi. Romanlarında Atatürk’le alay etti, aşağıladı. Büyük kulisler yapıldı ve sonunda ödülü kapmayı başardı. Sayesinde aynı kafadaki yazar arkadaşları papyonlu mapyonlu frak giyip pozlar verdiler.

Yazarımız Türkiye’ye gelecek, protestolardan korktuğu için gelemiyor.

Yabancı gazeteciler ödülü aldıktan sonra kendisine siyaset soruyor, o yanıt veremiyor, konuşmuyor, hatta kaçıyor. Suspus oldu. Sadece havadan sudan konuşuyor.

Mert adam sözlerinin arkasında durur, eğer yüreği yetiyorsa onları hiç kimseden korkmadan ve her ortamda yineler.

Yazarımız mert ve yürekli adam değilmiş. Korktu...

Bizi hayal kırıklığına uğrattı!!!
Yazının Devamını Oku

Fiyasko

12 Aralık 2006
SEVGİLİ okuyucularım, Türkiye geçen hafta inanılmaz olaylar yaşadı. Böylesi bugüne kadar görülmemiş, duyulmamıştı. Başbakan ve Dışişleri Bakanı kafa kafaya verip kendilerince hazırladıkları "gizli Kıbrıs planını" Finlandiya’ya gönderdiler. Hem de yazılı değil, sözlü olarak! Bunu Finlandiya açıkladı. Türkiye’nin bir numaralı ulusal sorunlarından biri olan Kıbrıs davasında yaptıkları girişimden,
1- Türk milletinin

2- Cumhurbaşkanı’nın

3- Meclis’in

4- Bakanlar Kurulu’nun

5- Genelkurmay’ın

haberi yoktu. Yangından mal kaçırılıyordu.

Buna karşın bizim en üst kurumlarımız dahil hiç kimsenin bilmediği Kıbrıs planını AB ülkeleri, Corc Buş, Karamanlis falan biliyordu.

O kadar ki, Başbakan geçtiğimiz cuma günü, cuma namazında Afyon Sandıklı’da camiden Bay Karamanlis’i arayıp destek istiyordu.

Bir yanda Müslümanlık (!) ve öbür yanda cuma namazı, cami ve Karamanlis!

* * *

Devletten ve milletten gizlenen, Rumlara liman ve havaalanları açmamızı içeren Kıbrıs planı, perşembe günü Finlandiya tarafından açıklandığında borsamız coştu. Demek ki borsayı coşturmak için böyle Kıbrıs satışı yapmak, ulusal konularda ödün vermek gerekiyordu.

Bu çok önemliydi. Nitekim Tayyip Erdoğan, cumartesi günü Afyon’da yaptığı konuşmada kendisini eleştirenlere şöyle seslendi:

"Piyasaları tedirgin etmeyin."

Aynı konuşmada Denktaş’a da veryansın etti:

"Siyaset yapacaksan git kendi ülkende yap."

Kendi ülkesi!.. Yani yabancı ülke KKTC...

O Denktaş ki, Recep Tayyip Erdoğan imam hatip okulunda çelik çomak oynarken Kıbrıs davasının mücahitliğini yapıyordu... Ve gün gelecek, böylesine ayıp bir çağrıya muhatap olacaktı!

Ya Denktaş kendisine şöyle seslenseydi:

"Madem herkes kendi ülkesinde siyaset yapmalı, o halde sen de bizim işimize karışma, siyaseti sadece kendi ülken için yap..."

Acaba Tayyip Erdoğan verecek yanıt bulur muydu?

* * *

Bir hükümet düşünün ki, ülkenin bir numaralı ulusal konusunu içeride devletin ilgili kurumlarına haber vermeden, sadece yabancılara haber vererek çözmeye kalkışıyor.

Böyle devlet yönetimi olamaz.

Sen kapalı kapılar ardında gizli planlar hazırlayıp yabancıların bilgisine sunacaksın, bunların hiçbirinden Cumhurbaşkanı dahil hiçbir kurumun bilgisi olmayacak, Genelkurmay Başkanı bu yapılanın Kıbrıs’la ilgili devlet politikası ile çeliştiğini söyleyecek!..

Ama bu oyunu AB başta olmak üzere yabancı ülkeler bilecek!..

Ve sen, hazırladığın bu öneri paketini yazılı olarak sunamayacaksın, altına imzanı bile atamayacaksın ve AB ülkeleri tarafından açıklanmasını sağlayıp kendi kalene gol atacaksın!

Bu nasıl bir skandaldır? Böyle bir örneğe şimdiye kadar tanık oldunuz mu?

Camiden, cuma namazı sırasında Karamanlis aranır mı? Bu nasıl iştir yahu?

* * *

İşin daha da matrak bir boyutu var. Onu unutmayalım. Hazırlayıp AB ülkelerine gönderdikleri bu liman açma paketine göre, Kıbrıs sorunu çözülürse 2007 yılı içerisinde çözülecek. Aksi takdirde, 2008 yılı başında bu uygulama geçerliliğini yitirecek ve her şey yeniden, sıfırdan başlayacak.

Yani top 2007 seçiminde işbaşına gelecek yeni hükümetin kucağında olacak.

Artık kendileri bile biliyor. 2007 seçiminden tek başına AKP iktidarı çıkmayacak. Çok büyük olasılıkla AKP bir muhalefet partisi olacak.

Böylesine cingözce bir yöntemle ve "benden sonra tufan" anlayışıyla Kıbrıs yanardağını gelecek hükümete devredeceklerdi.

Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay bu oyunu bozdu.

Fakat Türkiye bir kez daha yara aldı, işler sarpa sardı. AKP iktidarı içeride ve dışarıda bir kez daha küçük düştü.

Geriye kara bir leke kaldı.

Gün gelecek, Güneydoğu sorunu da AB tarafından masaya yatırılacak. İnşallah aynı olayı o zaman da yaşamayız. Gizli kapaklı plan ve önerilerle, devletin hiçbir kurumuna bilgi vermeden girişimlerde bulunup AB ile pazarlık masasına gizlice oturmaya, kendi kalemize gol atmaya kalkışmazlar.
Yazının Devamını Oku

Bu kadar da değişilmez ki Abdullah Bey!

10 Aralık 2006
GÜNÜMÜZÜN Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, 8 Mart 1995 günü TBMM’de (Refah Partisi Kayseri milletvekili kimliği ile) Avrupa Birliği konuşması yapıyor, bugün peşinden koştuğu AB’yi yerden yere vuruyor! Şimdi üçüncü bölümü size yine tutanaklardan aktarıyorum. (Dünkü ve önceki günkü yazılarımı okumadı iseniz, önce onları okumanızı rica ediyorum.) Sözü yeniden Meclis tutanaklarına ve Abdullah Gül’e bırakıyorum. Kürsüden haykırmasını sürdürüyor:

"Değerli arkadaşlar, aslında bu konu (AB) çok derindir. Bu Meclis’te Avrupa’daki birçok kuruluşa giden milletvekili arkadaşlarım var. Orada Türkiye’nin karşılaştığı tavrı hepimiz biliyoruz. Nasıl tek taraflı bakıldığı, nasıl ikiyüzlü bakıldığı, Türkiye’nin nasıl aşağılandığını görüyor ve utanıyoruz."

(Şimdi ne değişti? Şimdi de utanıyor musunuz?)

"Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye’de bölücülüğün, (Güneydoğu’da) otonom idarelerin (bağımsız yönetimlerin) nasıl istendiğini, Türkiye’de Ermeni davasının nasıl savunulduğunu göreceksiniz."

(Vallahi haklı çıktı da, Dışişleri Bakanı olarak hiçbir şey yapamadı!)

"Kırk yıllık Kıbrıs meselesi Türkiye için dolaylı olarak bitmiştir. Bu ne demektir? Altı ay, bir sene sonra Kıbrıs Rum Kesimi Avrupa Birliği’ne tam üye olarak girecektir. Avrupa Parlamentosu’nda alınan Kıbrıs’la ilgili karar, Türk ordusunun işgalci olduğudur. Birleşmiş Milletler’in bile diyemediği, hakaret yaptığı kararlar aldılar. Dolayısıyla Kıbrıs davasının Brüksel’e taşınması, Yunanistan’ın zaten yıllardır uğraştığı bir şeydi ve dolaylı olarak bitmiştir. Bu milli davada sizin ben şöyle yaparım demeniz bizi hiç ilgilendirmez. Çünkü onu yapacak gücü olmayacaktır Türkiye’nin."

Karakolda doğru söylemiş, şimdi mahkemede şaşıyor!

Burada ilginç bir bölüme daha geliyoruz. Abdullah Bey, Gümrük Birliği anlaşmasından sonra yapılan kutlama törenlerini eleştiriyor:

"Ne üzücüdür ki, dün Brüksel’den dönen heyet burada sözümona göstermelik, neşeli şeylerle karşılandı. (Refah Partisi sıralarından ’davulla zurnayla’ sesleri.) Ben kendi adıma utandım bundan. Davul zurnayla karşılandı."

(Aynen kendilerinin 18 Aralık günü Brüksel dönüşünde Ankara’da karşılandıkları gibi! AKP örgütledi, Kızılay Meydanı’nda davul zurnalar çaldı, kendisi de kürsüden nutuk attı!)

"
(Brüksel’den) Avrupa’nın zenginler kulübünün köşkünde, bahçedeki bir kulübeye girdik diye sevinerek geldiniz." (Aynen kendi yaptıkları gibi.) Halbuki ben şunu hatırladım. Bizim atalarımız bir gün Avrupa’ya nasıl gitmişlerdi? Osmanlı, Avrupa’ya nasıl gitmişti? Avrupa’ya siz böyle gittiniz ama bizim atalarımız nasıl gitti? Ben bunu karşılaştırarak doğrusu çok üzüldüm.

Değerli arkadaşlar, Avrupa Parlamentosu’ndaki müzakereleri takip edin. Türkiye oralarda nasıl rencide edilecek ve Türkiye oralarda nasıl kötü durumlara düşürülecek. Göreceksiniz."
(Gördü!)

"Kapitalist onlar. Duyun-u Umumiye’yi hatırlayın. (Osmanlı’nın borçları nedeniyle devletin tüm gelirlerine el koyan yabancı kuruluş.) Ne yazık ki Türkiye’yi aynı duruma düşürmekle meşguller. Hepinizi saygıyla selamlıyorum. (Refah Partisi sıralarından bravo sesleri, ayakta alkışlar)."

* * *

Hey gidi günler hey! 1995 yılında Necmettin Erbakan’dan emir alan, Refah Partisi milletvekili kimliğiyle TBMM kürsüsünden aslanlar gibi kükreyip AB’ye böyle yüklenen, eleştiren bir kimse, Dışişleri Bakanı olunca tam tersine dönüyor! O günlerde kendi ağzından çıkan sözleri unutup aynı yanlışların savunucusu ve uygulayıcısı oluyor. Şimdi kendisine -hiçbir yanıt gelmeyeceğini bile bile- soruyorum:

Geçmişte söyledikleriniz mi doğruydu, şimdi yaptıklarınız mı? Eğer geçmişte söyledikleriniz doğruysa, milleti bugün kandırıyor musunuz? Eğer bugün yaptıklarınız doğruysa, o gün mü kandırıyordunuz? Bu 180 derecelik dönüşün, ’değişmenin’ ve akıl almaz çelişkilerinizin nedeni nedir?

Bir sorum daha var: Varsayalım ki değiştiniz! Bu kadar değişken kimseler olarak yarın öbür gün bir kez daha değişmeyeceğinizin garantisi var mı?

Her insan zamanla değişebilir. Ama bunlardaki "değişim" maşallah acayip bir şey! Dün kara dediklerine bugün ak diyorlar, dün ak dediklerini bugün tu kaka ilan ediyorlar! Tam üç günden beri bunun somut örneğini size belgeliyorum...

Ve yanıt veremiyor! Elbette veremez.

Hiçbir "devlet adamı!" bu kadar çelişkiye düşme hakkına sahip değildir. Yazık, çok üzüntü veren bir durum. Başka bir ülkede olsa, böylesini o makamda bir gün tutmazlar.

Evet, üç gündür huzurunuzda "büyük devlet adamı!" Abdullah Gül... Dün Refah Partisi şapkasıyla başkaydı, bugün AKP şapkasıyla 180 derece çark etmiş. Olmaz ki beyefendi, bu kadar da değişilmez ki!!! Bu kadar değişeni dünyada kim ciddiye alır?
Yazının Devamını Oku

Abdullah Bey konuşuyor! (2)

9 Aralık 2006
SEVGİLİ okuyucularım, dünkü yazımda size Refah Partisi Kayseri Milletvekili Abdullah Gül’ün 8 Mart 1995 tarihli Meclis konuşmasını tutanaklardan vermiştim. "AB bir Hıristiyan kulübüdür, bizi hiçbir zaman almayacaklar" diyordu! (Dünkü yazımı okuma fırsatınız olmadıysa, önce onu okumanızı öneririm.) AB konusunda aynı konuşmasını Meclis tutanaklarından -özetle- okumaya devam edelim ve göstermiş olduğu muhteşem "değişimi" izlemeyi sürdürelim:

"Abdullah Gül: Şimdi ben soruyorum. 1963 Ankara anlaşmasına göre 1986 yılından itibaren Türk vatandaşları Avrupa’da serbestçe dolaşamayacak mıydı? Bu hakkı niçin almadınız? Yaptığınız anlaşmalar bu hakkı verdiyse niçin onlar direniyor, ’hayır, benim çıkarıma değildir’ diyor?"

Şimdi ben kendisine aynı soruyu sorayım: Bu konuda getirilen sürekli kısıtlamayı Brüksel’de siz nasıl kabul ettiniz? Bu hakkı siz niçin almadınız?

Konuşmasını sürdürüyor, adeta 10 yıl sonra kendi dönemini anlatıyor:

"Burada her şey tek taraflı olarak gitmektedir. Avrupa’nın çıkarları söz konusu olduğunda tavizler verilmektedir, vazgeçilmektedir. Fakat Türkiye’nin çıkarları söz konusu olduğunda hiçbir direniş, hiçbir ısrar olmamaktadır. Bu şudur: Ne pahasına olursa olsun Türkiye, Avrupa Birliği’ne girecek anlayışıdır. Siz eğer bu zihniyette olursanız, işte o zaman sizi o zenginler köşkünün bahçesindeki bir KULÜBEYE böyle koyarlar işte."

(Ahhh, atalarımız ne güzel söylemiş "Büyük lokma ye, büyük konuşma" diye! O kulübeye kendileri girdiler...) Ve Abdullah Bey, sözlerini Meclis kürsüsünden sürdürüyor:

"Avrupa Birliği’ne Türkiye’nin alınmayacağı kesin olunca, Türkiye’nin de kendi başına bırakılması Avrupa’nın çıkarına değildir. Çünkü Türkiye’nin önünde büyük bir potansiyel vardır. İşte, Türk Cumhuriyetleri çıkmıştır, İslam ülkeleri vardır. Avrupalı bunu bildiği için Türkiye’yi serbest bırakmak istememiştir. Anlaşmaların hepsi káğıt üzerindedir.

TÜRKİYE’NİN AVRUPA BİRLİĞİ’NE GİRİP DE O BAHSETTİĞİNİZ AVANTAJLARDAN FAYDALANMASI HİKÁYEDİR. BÖYLE BİR ŞEY SÖZ KONUSU DA DEĞİLDİR, OLMAYACAKTIR."

İşte size "uzak görüşlü!" ve "gerçekçi!" bir "devlet adamının!" sözleri! Tutanaklara devam ediyorum:

"Halka sormaktan korkulmuştur. (Refah Partisi sıralarından bravo sesleri, alkışlar.) Demokratikseniz, Avrupa ülkelerinde olduğu gibi bunun için halkın oyuna başvururdunuz. Gidip halka sorardınız."

Aynen kendilerinin yapmış olduğu gibi! Bu konularda halkın oyuna başvurdular ya! Kapı gibi tutanakları okumayı sürdürelim:

"Medyaya bakarsanız (AB işi bittiğinde) Türkiye’ye zenginlik gelecek, mallar girecek, bir pembe tablo!.. Tabii ki en çok çıkarı olan grup medya olacaktır. (Refah sıralarından alkışlar.) Çünkü önümüzdeki yıllarda Türkiye’de en gözde (olacak) olan sektör reklam sektörüdür. Türkiye bir tüketim ekonomisine yönelecektir. Tabii ki medya, tabii ki gazeteler ve televizyon kanalları bunu alkışlayacak, halkın beynini yıkayacak. Ama ne olacak, siz bunları borçla alacaksınız. TÜRKİYE’Yİ BU NOKTAYA GETİRENLER SUÇLUDUR.

Şimdi neyin savunmasını yapıyorsunuz Allahaşkına? Televizyon programlarındaki müzakerelere
(tartışmalara) bakıyorsunuz, oralara çıkarılan herkes resmi yayın organı gibi, herkes pembe bir tablo çiziyor. Niçin bir tane de ilim adamlarından, politikacılardan, bunun farklı yönünü söyleyen çıkmıyor, konuşturulmuyor? (AB gerçekleri) Halktan gizleniyor çünkü. Türkiye’de ÇIKARCILAR bunun peşindedir.

(AB’nin peşine takılarak) Türkiye’yi daha da fakirleştireceksiniz. Bu, uzun vadede görülecektir."

Abdullah
Bey’in o günlerde anlattığı, günümüzde ise 180 derece dönüşle sahip çıktığı bu yanlış gidişi size Meclis tutanaklarından ve kendi ağzından aktarıyorum.

Dün Refah Partisi milletvekili olarak "kara" dediğine bugün Dışişleri Bakanı olarak "ak" diyor. Dün tu kaka ilan ettiği AB kapılarında bugün direktif alıyor. Hem de koşullar çok daha fazla ağırlaştığı halde.

Yazık, ayıp yahu!

Oynanan şu komediye, sergilenen şu rezalete bakınız. Durumu kurtarmak için son dakikada Finlandiya’ya "acil plan" sundular! Türk milletinden gizlenen Kıbrıs planı, Finlandiya tarafından açıklandı. Yaptıklarından Cumhurbaşkanı, Bakanlar Kurulu ve Genelkurmay’ın bile haberi yoktu. Genelkurmay Başkanı Büyükanıt Paşa’nın dünkü Hürriyet’te yer alan sözleri, hükümet açısından bir utanç anıtıdır.

Efendim benim yazı yeri bitti ama Abdullah Bey’in sözleri bitmedi. Ağzından o zaman dökülen incilerin ve bugün oynadıkları komedinin devamı -yine Meclis tutanaklarından- yarınki yazımda sona erecek!

İnsanoğlu değişir de, "değişmenin" bu kadarı dünyada görülmüş, duyulmuş şey değil.
Yazının Devamını Oku

Pardon Abdullah Bey, ne demiştiniz!

8 Aralık 2006
SEVGİLİ okuyucularım, şimdi birkaç dakika için her şeyi unutup 11 yıl geriye gidin ve 28-30 Aralık 2004 günlerinde burada çıkan üç yazımı şimdi yeniden okuyun. TBMM Genel Kurul salonundayız. Günlerden 8 Mart 1995. Kürsüde bir konuşmacı var. Refah Partisi Kayseri milletvekili Abdullah Gül.

Türkiye birkaç gün önce AB ile Gümrük Birliği anlaşmasını imzalamış. Meclis’te AB tartışılıyor. Abdullah Bey bu konu üzerinde Refah Partisi, Necmettin Erbakan ve kendisinin değerli görüşlerini dile getirmeye başlıyor.

Bunları size 8 Mart 1995 tarihli Meclis tutanaklarından, yani kendisinin sözlerinden aynen veriyorum. Bakalım okuyunca tepkiniz ne olacak! Gülecek misiniz, şaşıracak mısınız, ne yapacaksınız!

"RP Grubu adına Abdullah Gül (Kayseri): Sayın Başkan, değerli arkadaşlarım, Refah Partisi adına görüşlerimizi bildirmek için huzurlarınızdayım. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.

Türkiye’nin Avrupa Birliği ile Gümrük Birliği çerçeve anlaşması bildiğiniz gibi 6 Mart’ta imzalanmıştır. Cumhuriyet tarihinin en önemli dış anlaşmalarından biridir. Böyle önemli bir anlaşmanın bu şekilde imzalanmasına biz Refah Partisi olarak metot, usul ve esas yönünden karşı olan tek grubuz, tek partiyiz.

Şurada
(kürsüyü göstererek) ’Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir’ yazıyor. Bunun anlamı nedir? Bu kadar önemli bir karar alınırken milletin bu konuda bilgisi olması ve bunu bilmesi gerekir. Şimdi soruyorum:

Türkiye Gümrük Birliği’ne girdi. Daha doğrusu girmedi, bunun ilk anlaşmasını yaptı. Şimdi Türk halkı bu Gümrük Birliği nedir, hükümet halka bilgi vermiş midir, parlamentoya bilgi vermiş midir? Bu demokratik bir anlayış mıdır? Halka güvenen bir anlayış mıdır?

Şimdi sormak istiyorum. Niçin Türk halkına, bu millete sorma ihtiyacını duymadınız? Bu demokratik bir olay mıdır? Diyorsunuz ki ’Bu olay sadece Avrupa ile dar bir gümrük birliği anlaşması değildir, siyasi ve kültürel mahiyeti olan bir anlaşmadır. Peki bu kadar geniş bir karar alınırken bu halka gidip de sen ne düşünüyorsun diye hiç sormak akıldan geçmemiş midir?"

Şevket Kazan (Kocaeli Refah): Halkı saymıyorlar ki."

Şimdi ben burada günümüzün Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’e aynı soruları sormak istiyorum: Siz bu AB olayına balıklama dalarken, onların kapılarında dolanıp yalvarırken, müzakere tarihi alabilmek uğruna bir sürü ödün verirken, ülkemizi küçük düşürürken, acaba bunları Türk milletine hiç sordunuz mu? Hayır!

Gül konuşmasını sürdürüyor: "Bu tavır bizim için bilinen bir tavırdır. Bu tavır aslında TEK PARTİ DEVRİNİN tavrıdır. Tek parti devrinde de birçok önemli kararlar alınırken halka hiç sorulmamıştır. Halka güvenilmediği için hálá o ideoloji, o anlayış devam etmektedir."

Demek ki şimdi kendilerinin AKP iktidarı döneminde de aynı "tek parti anlayışı" devam ettiriliyor. Ama bu kez kendileri tarafından! Tüh tüh, vallahi çok ayıp!

* * *

Abdullah Gül konuşmasını sürdürüyor. Sözlerine lütfen çok dikkat ediniz. Meclis tutanaklarından aynen veriyorum:

"Aslında moral açıdan da, demokratik anlayış açısından da hükümet böyle bir konuya imza atamaz. Halka sormadan bu işi yapamaz. (RP sıralarından alkışlar.) Aslında Avrupa Gümrük Birliği’ne Türkiye’nin gayretleriyle girilmedi. Bunu burada açıklıyorum. Bu tamamen ideolojik, tamamen siyasi bir olaydır."

Ve hemen ardından, büyük bombayı şu sözleriyle patlatıyor:

"TÜRKİYE’NİN AVRUPA BİRLİĞİ’NE GİREMEYECEĞİ KESİNDİR.

BUNU AVRUPALILAR SÖYLEMEKTEDİR.

AVRUPA’NIN ÖNDE GELEN BÜTÜN POLİTİKACILARI SÖYLEMEKTEDİR.

ÇÜNKÜ AVRUPA BİRLİĞİ, BİR HIRİSTİYAN BİRLİĞİDİR.

BUNU BİZ SÖYLEMİYORUZ. AVRUPA’DA HERKES SÖYLÜYOR, HERKES BİLİYOR."

Bu sözleri o gün Necmettin Erbakan’ın direktifleri ve Refah Partisi milletvekili kimliği ile Meclis kürsüsünden söyleyen Abdullah Gül’e şimdi sormak gerekiyor:

"Ne oldu beyefendi, bu 180 derecelik dönüşü şimdi nasıl yaptınız? Geçmişte söylediğiniz bu sözler neydi? Aynı sözlerin arkasında şimdi de duruyor musunuz, yoksa dün dündür, bugün bugündür vaziyeti mi oluştu?

Ya da peşinde koştuğunuz Avrupa Birliği dinini bırakıp Hıristiyan olmaktan vaz mı geçti?

Sevgili okuyucularım, benim yazı yeri bitti ama Abdullah Bey’in "incileri" bitmedi!

Yarınki yazımda yenileriyle buluşacağız! AKP’li bir siyaset kadrosunun böyle kısa bir süre içerisinde nereden nereye geldiğini yine Bay Gül’ün kendi sözleriyle, bir ibret belgesi olarak okuyacaksınız.
Yazının Devamını Oku

İstanbul’u kim yönetti?

7 Aralık 2006
SEVGİLİ okuyucularım, şu günlerde İstanbul’un dört bir yanındaki orman yağmaları tartışılıyor. İstanbul’da bütün ormanlar yağmalanmış ve imara açılmış. Kaçak yapılaşma korkunç boyutlara ulaşmış. Bütün bunlar olurken büyük rüşvet, avanta dönmüş. İşin içinde siyasetçiler, müteahhitler, ormancılar, belediye başkanları ve hatta bazı yargı mensupları var.

Şimdi konunun hiç tartışılmayan bir boyutuna bakalım. Orman yağmasının İstanbul’daki en büyük sorumlusu Büyükşehir Belediyesi ile ilçe belediyeleridir.

Büyükşehir 1994’ten, yani tam 12 yıldan beri Milli Görüş çizgisindeki Refah, Fazilet ve AKP’li yönetimlerin elinde. 1994 sonrasında sırasıyla Recep Tayyip Erdoğan, Ali Müfit Gürtuna ve şimdi Kadir Topbaş.

Orman Bakanlığı ise tam dört yıldan bu yana AKP’de!

Allah rızası için söyleyin, bunca yılda bunlar bu yağmayı görmedi mi? Bilmiyorlar mıydı? Elbette biliyorlardı, görüyorlardı. O kadar ki, Recep Erdoğan bile kaçak yapısı nedeniyle mahkemede yargılanıp ceza almıştı.

İstanbul ormanları talan edilip yağmalanırken bu ekip hep göz yumdu. Jetonları şimdi düştü ve işin üzerine göstermelik olarak gidiyorlar.

Göreceksiniz, Yimpaş ve İslamcı holdingler vurgunu şimdi gündemden nasıl düştüyse, yapanın yanına kár kaldıysa, orman olayı da birkaç gün sonra gündemden düşecek ve büyük çoğunluğundan bugün bile işbaşında olan Milli Görüş çizgisindeki şahısların sorumlu olduğu, göz yumduğu bu rezalet de unutulup gidecek.

Sorumlular aslında yanı başımızda ve bizi yönetiyor. Ama onlardan hesap soran yok ve olmayacak.


AB KOMEDİSİ... DÜN DÜNDÜR

AB’nin karşısında yıllardır elpençe divan duran, onlardan emir alan AKP iktidarı şimdi ne yapacağını şaşırmış durumda. Türkiye onların yüzünden aşağılanırken hiç ses veremediler. AB bizimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynarken görmezden geldiler. Şimdi işin suyu çıkınca, Dışişleri Bakanı ortaya vicdan konusunu getiriyor!

"Bize bu yaptıklarınızdan sonra vicdanınız rahat mı?" diye Ankara’daki AB büyükelçilerine soruyor!

Başbakan ise başka tellerden çalıyor. İşte Meclis kürsüsünden haykırışı:

"AB’nin Türkiye’ye daha çok ihtiyacı var. O takdirde biz değil. Siz kaybedersiniz. Türkiye’nin kaybedeceği hiçbir şey yoktur."

Vay vay vay!..

Beyefendi, madem onlar kaybeder, bir kerecik olsun bırakınız da, kaybetsinler!..

Ve biz kazanalım!

Fakat gelin görün ki, elin oğlunun karnı bu gibi sözlere tok. Yemiyorlar. Yemezler. Bazıları ’vicdan’ yapınca, bazıları kürsüden posta koyunca, elbette ki gülüp geçiyorlar.

Başbakan esip gürlemesini sürdürüyor:

"İş böyle giderse bizim B planımız da, C planımız da var."

Bu planların (!) ne olduğunu ne biz biliyoruz, ne de kendileri... Çünkü yok.

Geçmişte hem kendisi, hem de Abdullah Gül farklı düşünüyorlardı. Aşağıdaki sözler -iktidar olmadan önce- Recep Tayyip Erdoğan’a aittir:

"Bizim açımızdan önemli bir başka konu da ’büyük abi’ (AB) ailesini oluşturan devletlerin tamamının HIRİSTİYAN olmasıdır ve bunların ısrarla MÜSLÜMAN ÜLKELERDE istikrarsızlık ve iktidarsızlık peşinde koşmalarıdır."

Yaaa, vallahi böyle!

Ama onlar şimdi tam kadro değişti! Hem de fena halde! Dün kara deyip tu kaka ilan ettiklerinin bugün en hızlı savunucusu kesildiler.

İddialı söylüyorum. Dünyanın hiçbir siyaset kadrosu bu kadar değişmemiş, 180 derece çark etmemiştir.

***

Sevgili okuyucularım, yarından başlayarak size daha önce de ilettiğim üç günlük bir yazı dizisi (!) sunacağım. Bunların nasıl ’değiştiğini’, geçmişte AB için neler söylediğini bu kez de büyük devlet ve hükümet adamı Abdullah Gül’ün ağzından, hem de Meclis tutanaklarından izleme fırsatı bulacaksınız. Lütfen fırsatı kaçırmayın ve üç gün boyunca aksatmadan okuyun.

Biz bunların neyine nasıl inanalım? Geçmişte söylediklerine mi, bugün söylediklerine ve yaptıklarına mı!

Onlar için değişmek kolay. İşin ciddiyeti kalmadı.
Yazının Devamını Oku