24 Aralık 2006
ELİMDE ilginç bir kitap var. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından 1995 yılında yayınlanmış. Adı İstanbul Risaleleri. Milli Görüşçü Recep Tayyip Erdoğan, o zaman belediye başkanı. Refah Partisi’nden seçilmiş. Necmettin Erbakan hocaefendinin yetenekli ve nitelikli öğrencisi! Kitabın önsözünü de kendisi yazmış. Özetle şöyle diyor:
"Tarihi şehirlerimiz giderek asıl kimliklerinden uzaklaşıyor. Yaşanan büyük iç göç yüzünden başta İstanbul olmak üzere bütün büyük şehirlerde yerli nüfus azınlığa düşmüş, yeni sakinler ise şehrin kültürünü, tarihi ve tabii dokusunu korumak hususunda yeterli hassasiyeti göstermemiştir.
İstanbul bu manada en çok zarar gören şehirlerin başında gelmektedir.
Bu güzel şehir korkunç bir yağmaya uğramış, tarihi ve tabii dokusu, dili, kültürü ve gelenekleriyle birlikte yok olmaya yüz tutmuştur.
Biz sorumluluğunu üstlendiğimiz bu şehrin kimliğini korumayı da asli görevlerimizden sayıyoruz.
Bu güzel kitabı İstanbullu hemşehrilerime sunmaktan gurur ve bahtiyarlık duyuyorum.
Recep Tayyip Erdoğan. İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı."
Bu sözlere itiraz etmek mümkün değil. Geçmişte doğruları görüyormuş.
* * *
Şimdi aynı kitabın 158. sayfasını okuyalım. Başlığı "Allah’ın gazabına uğrasınlar" olan bölüm ilginç.
"Fatih (1453 yılında) İstanbul’u alıp Ayasofya önüne geldiği zaman derinden derine bir inilti işitti. Sesin geldiği tarafa bir adam gönderdi. Hali perişan bir keşiş (papaz) getirdiler. Huzura çıkardılar. ’Niçin hapsedildin’ diye sordular. Keşiş fala da baktığını ve muhasara (kuşatma) hazırlıkları sırasında (Bizans İmparatoru) Konstantin’in kendisini çağırıp İstanbul’u Türklerin alıp almayacağını bildirmek için remil atmasını (gaipten haber vermesini, bir çeşit fal açmasını) söylediğini, remilde İstanbul’un Türklerin eline geçeceğini bildirmesi üzerine Konstantin’in kızarak onu zindana attırdığını hikáye etti ve ’şimdi karşınızda bulunuyorum, demek falım doğru imiş’ dedi.
Bunun üzerine Fatih de İstanbul’un kendi elinden çıkıp çıkmayacağına dair remil atmasını ve doğruyu söylerse mükáfatlandırılacağını (ödül alacağını) bildirdi. Keşiş remil attı ve şöyle dedi:
- ’İstanbul Türklerin elinden harp ve darp ile çıkmayacak. Ancak öyle bir zaman gelecek ki, elinizdeki emlak ve arazi azalacak. Bu suretle İstanbul Türk malı olmaktan çıkacak.’
Bu falın bildirdiği neticeden müteessir olan (üzülen) Fatih ellerini kaldırarak ’İstanbul’da edindiği yerleri ecnebilere (yabancılara) satanlar Allah’ın gazabına uğrasınlar’ diye beddua etti."
* * *
AKP iktidarı döneminde sadece İstanbul değil, Türkiye’nin dört bir yanı yabancılara satılıyor.
Her yer yağmalanıyor. Arap prensleri, Dubai şeyhleri, İsrailli işadamları, Yunan bankaları, İtalyan tüccarları... Ve yerli yandaşları...
Sayalım sayabildiğimiz kadar... İstanbul’un en değerli arazileri ve binaları bunlara satılıyor. İmar planları değişiyor, kamu arazileri peşkeş çekiliyor, gökdelenler fışkırıyor, onlara kıyak yapılıyor.
Sadece İstanbul mu? Hayır, vatanın her yeri.
Buna İstanbul ve ülkenin dört bir yanındaki limanları, fabrikaları, madenleri, rafinerileri, Telekom ve haberleşme sistemlerini, otelleri, okulları, hastaneleri, tarlaları, evleri, bahçeleri ekleyin.
* * *
Geçmişte önsözünü yazıp yayınlattığı kitapta bu tehlikeyi gören zamanın belediye başkanı, günün birinde Başbakan olunca "biz pazarlamacıyız" diyerek yabancılara satmadık yer ve tesis bırakmadı.
O kuruluşların ve arazilerin tamamı, başında bulunduğu iktidardan ve kendisinden izin ve onay alınarak yabancılara satıldı. Daha da çoook satılacak.
Niçin sattılar ve satmayı sürdürüyorlar?.. Çünkü devlet bütçesinde para yok. IMF bunlara "elde ne varsa satın ve bütçeyi bu yolla kurtarın" diye emir verdi.
Ne demiş remil atan papaz! "Öyle bir zaman gelecek ki, elinizdeki emlak ve arazi azalacak, bu suretle İstanbul Türk malı olmaktan çıkacak."
Ne demiş Fatih! "İstanbul’da edindiği yerleri ecnebilere satanlar Allah’ın gazabına uğrasın."
Fatih bugün yaşasaydı mutlaka "satanlar gibi, satılmasını sağlayanlar da Allah’ın gazabına uğrasın" derdi.
Bu sözleri geçmişte yayınlatan kişi sonra Başbakan oldu, 180 derece döndü. Her konuda olduğu gibi, bu konuda da "değişiverdi!"
Gün gelir de Fatih’in duası Allah katında kabul edilir mi? İstanbul ve ülkemizi her alanda yabancılara ve kendi yandaşlarına peşkeş çekenler acaba Allah’ın gazabına uğrar mı?
Bilemem! Günahı vebali peşkeşçilerin, pazarlamacıların boynuna.
Yazının Devamını Oku 23 Aralık 2006
EFENDİM, polisimiz bu kez kolon operasyonu yapmış ve Ankara Büyükşehir Belediyesi, Sağlık ve Bayındırlık Bakanlığı’nda görevli çok sayıda kişiyi ve bazı müteahhitleri gözaltına almış. Ben burada hep yırtınıyorum. Devlete, hükümete ve İçişleri Bakanlığı’na çağrıda bulunuyorum:
"Beyefendiler, şu belediye işlerini mercek altına alın. En büyük vurgun buralarda oluyor. Bunların adamı ve yandaşı olan müteahhitler milletin parasıyla hortum yapıyor. Hortum parasının belli bir yüzdesini ya onlara, ya partiye (dolaylı yollarla) hibe ediyor.
Belediye şirketleri en büyük rezalet. Belediyeler, ihaleleri kendi şirketlerine veriyor. Onlar da kendi adamları olan müteahhitlere. Bu şirketler hiçbir denetime tabi değil. Buralarda hırsızlığın ve yolsuzluğun en büyüğü gerçekleşiyor. Türkiye’nin en büyük hortumunda bazı büyükşehir belediyeleri, belediye başkanları ve onların emrindeki belediye şirketleri var.
Sadece ihale ve alımlar değil! İmar oyunlarıyla bazı arsa ve arazi sahipleri ve yine belediye yetkilileri bir anda malı götürüyor."
Şimdi kolon operasyonu başlatmış olanlar, bu işin biraz derinine insinler. Eğer inebilirlerse! Bir ihbar sonrasında zorunlu olarak başlatılan bu gibi işlerden fazla bir sonuç çıkmaz. Çoğu göstermelik kalır.
* * *
Ankara’da yaşayan milyonlarca insan, Atatürk Bulvarı’nda aylardan beri yaşanan rezaletin tanığıdır. İşin bir bölümü bizim gazetenin hemen önünde oluyor. Her yer defalarca kazıldı, yapıldı, yeniden kazıldı, yeniden yapıldı. Ne olduğunu bilen ve anlayan yok.
İhaleyi 2002 yılında bir belediye şirketine vermişler. Onlar da başka müteahhit firmalara. Fakat inşaatta -gözümüzün önünde- Büyükşehir Belediyesi’nin araç ve kamyonları çalışıyor.
Bu iş kime verildi, sonra kimler aldı, nasıl aldı? Maliyeti ne kadar? Aylardan beri yazboz tahtasına dönüşen bu olayın içyüzü nedir? Bulvardaki bütün ağaçları kökünden kestiler. Milyonlarca Ankaralı, ağustos ayından beri korkunç bir taciz yaşıyor ve iş bir türlü bitmiyor. Toprağa gömülen trilyonların hesabını kim verecek?
Dahası da var. Büyükşehir belediyelerine inanılmaz yetkiler veren yasa için açılan davalar yaklaşık üç yıldan beri Anayasa Mahkemesi’nin raflarında bekliyor. Anayasa Mahkemesi bile bu yasadan yararlanıp kendisine görkemli bir bina yaptırıyor! Araziyi Ankara Büyükşehir Belediyesi veriyor! İlişkileri iyi görün.
Bu yasa konusunda acaba niçin yıllardır karar verilmiyor!
* * *
Bağırıyoruz, feryat ediyoruz... Devlet bütçesinde para yok. İktidar paraları büyükşehir belediyelerine, onlar da kendi şirketlerine aktarıyor ve böylece denetimsiz harcama cenneti yaratılıyor. Emme basma tulumba böyle çalışıyor. Devletin ve milletin parasıyla birileri kişisel ve siyasal çıkar elde ediyor.
AKP’nin oy avcılığı bu yolla gerçekleşiyor. Hele önümüzdeki seçim yılında bu rezalet inanılmaz boyutlara ulaşacak. Baykal ve CHP’den bu konuda tık yok.
Bir müteahhit ihbarda bulunmuş, kolon operasyonu başlatılmış, birileri gözaltına alınmış! Yine fos çıkacaktır. Kim kimin üzerine gider? Sonucunu göreceğiz bakalım!!!
Bunlar bataklığı görmeyip birkaç sinekle uğraşmaktır. Bir lenger ekşimiş yoğurdun üzerindeki incecik kaymak tabakasını almaktır.
İşin özü ve temeli karşılarında duruyor. Ona girmezler, giremezler...
Çünkü "benim hırsızım iyidir" anlayışı onların vazgeçilmez ilkesi olmuştur.
GAZETECiLiK
UĞUR Dündar güzel bir gazetecilik yaptı ve çok önemli bir konuyu belgesiyle gündeme taşıdı. Erkek hastalara bakmak istemeyen türbanlı doktorlar. Bu olayla ilgili olarak onların peruklu fotoğraflarını bir kez daha gördünüz. Bazıları türbanın üzerine peruk takıyor, bazıları ameliyata türbanla giriyor.
Şimdi birileri, belgeli haberi nedeniyle Uğur’u eleştiriyor! Hiç önemli değildir. Önemli olan, devlet hastanelerine doldurulmuş olan türbanlı doktor ve hemşireler ve onların çarpık tıp anlayışıdır.
Sağlık Bakanlığı bu duruma açıkça göz yumuyor, devletin kurallarını, genelgelerini ve yargı kararlarını hiç çekinmeden çiğniyor.
2l. yüzyıl Türkiye’sinde devlet kurumlarında görevli başı bağlı kadın doktorlar bunu yapıyorsa, Sağlık Bakanlığı bunların devlete ait hastane ve öteki sağlık kuruluşlarında çalışmasına göz yumuyorsa, vay benim ülkemin haline.
Yazının Devamını Oku 22 Aralık 2006
ADI Mustafa Fehmi Kubilay. Baba adı Hüseyin, ana adı Zeynep. Giritli bir ailenin çocuğu. 1906 doğumlu. Kubilay bir öğretmen. Cumhuriyet öğretmeni. 1930 yılında İzmir’in Menemen İlçesi’nde askerlik görevini yapıyor. O sırada 24 yaşında.
23 Aralık 1930 sabahı, bundan tam 76 yıl önce, Menemen’de tuhaf bir şeyler oluyor. Sabahın erken saatlerinde dördü silahlı altı kişi belediye meydanında tekbir getirerek gezinmeye başlıyor. Hepsi çember sakallı. Başlarında sarık, sırtlarında cüppe var.
Ortalıkta dolanan altı kişi, "Biz şeriat ordusuyuz" deyip Müftü Camii’ne giriyorlar. Elebaşıları olan Derviş Mehmet camide namaz kılanlara kendini "mehdi" olarak tanıtıyor ve dini korumaya geldiklerini söylüyor. Arkalarında 70 bin kişilik Halife ordusu olduğunu, öğle saatlerine kadar şeriat bayrağı altında toplanmayanların kılıçtan geçirileceğini tebliğ ediyor!
Derviş Mehmet isimli sapık ve arkasındaki yobazlar, camideki yeşil bayrağı alıp uzun bir sopaya takıyorlar. Yoldan geçen birine meydanda bir çukur kazdırıp bayrağı oraya dikiyorlar. Yobazlar bayrağın çevresinde dönmeye, tekbir getirmeye, zikretmeye başlıyorlar... Ve bağırıyorlar:
"Şapka giyen káfirdir. Yakında yine şeriata dönülecektir. Bize kurşun işlemez." İşin acı yanı, Menemen ahalisinden bazıları bunlara alkış tutuyor!
* * *
Olaylar ilçedeki askeri birliğe duyuruluyor. Alay komutanı, yedeksubay Kubilay’ı bir manga askerle birlikte olay yerine gönderiyor. Kubilay ve askerlerin silahlarında mermi yok. Süngü takıp olay yerine gidiyorlar.
Kubilay askerlerini meydan girişinde bırakıyor ve yobazlardan teslim olmalarını istiyor. İşte bu anda yobazlardan biri ateş ediyor.
Kubilay yaralanıp yere düşüyor. Ayağa kalkıp cami avlusuna doğru kaçıyor, ama orada tekrar yere düşüyor. Çevredeki kalabalık paniğe kapılıp kaçışıyor.
Derviş Mehmet ve arkadaşları, işte o anda Kubilay’ın başına çöküyorlar. Mehmet, çantasını açıp testere ağızlı bağ bıçağını çıkarıyor...
Ve yaralı yedeksubay Kubilay’ın başını orada kıtır kıtır kesip gövdesinden ayırıyor.
Kin ve nefret gözlerini öylesini bürümüş ki, kesik baştan akan kanı içiyorlar. Saçlarından tuttuğu kesik baş, şimdi Derviş Mehmet’in elindedir.
Yeşil bayrağın sopasına kesik başı dikmeye çalışıyorlar, ancak bir türlü başaramıyorlar. Bunun üzerine birileri kendilerine ip getiriyor. Kesik baş, yeşil bayrağın dikili olduğu sopaya iple bağlanıyor.
* * *
Bütün bunlar olurken yine tekbirler getirilmekte, "Ey ahali din elden gidiyor" çığlıkları Menemen’de yankılanıyordu.
Silah seslerini duyan bir mahalle bekçisi olay yerine koşarak yetişti. Bekçi Hasan ateş edip yobazlardan birini yaraladı. Hemen ardından yobazlar ateş edip Hasan’ı orada şehit ettiler. Arkadaşının yardımına koşan bekçi Şevki de yobazların açtığı ateş sonucu şehit düştü.
Birkaç dakika içinde üç şehit verilmiş, bir baş kesilmiştir.
Yobazlar mutludur! Kubilay’ın kesik başı, yeşil bayrağın sopası üzerinde sallanmaktadır. İşte bu aşamada asker olay yerine yetişti. Komutan "Teslim olun" diye bağırdı. Yobazların yanıtı kesindi:
"Bize kurşun işlemez."
Askeri birlik ateş etti. Yobazlardan bazıları orada yere serilirken, bazıları kaçtı. Daha sonra hepsi birden yakalandı.
Menemen olayı genç Cumhuriyet rejiminin 1925 yılındaki Şeyh Sait haininin isyanından sonra tanık olduğu ikinci önemli irtica olayıdır.
Hükümet sıkıyönetim ilan etti. Menemen’de General Mustafa Muğlalı başkanlığında bir Harp Divanı kuruldu. Olaya doğrudan veya dolaylı katılan bütün sanıklar yargılandı. 18 gün süren yargılama sonucunda karar açıklandı:
40 kişi sorumsuzluğu nedeniyle salıverildi, 27 sanık beraat etti, 41 suçlu çeşitli hapis cezaları aldı.
36 kişiye idam cezası verildi.
Ancak bazılarının yaşı küçük olduğundan, onların ölüm cezaları ağır hapse çevrildi.
28 sanık, 3 Şubat 1931 gecesi Menemen’de idam edildi. Yobazlardan bazıları, yedeksubay Kubilay’ın başının kesildiği yerde asıldı.
Bir sanık sehpaya götürülürken kaçtı. İki hafta sonra yakalandı ve ertesi gün idam edildi. Olayın hemen ardından Menemen’de devrim şehidi iki bekçi ve Kubilay adına anıt dikildi. Anıtın üzerinde şöyle yazar:
"İnandılar, dövüştüler, öldüler. Bıraktıkları emanetin bekçisiyiz."
* * *
Atatürk, Menemen olayına çok kızdı. Söylentiye göre, Menemen’in haritadan silinmesini emretti. Daha 10 yıl önce Yunan işgali altında inleyen bir ilçede yobazların yaptığı ve halktan bazılarının bu yobaz sürüsüne arka çıkması, onu çileden çıkarmıştı.
O dönemde ortada kararlı bir devlet vardı. Savaştan yeni çıkmıştık, güçsüzdük, olanaklar yetersizdi. Ama devletin ve cumhuriyet rejiminin onuru, ilkeleri ve inancı vardı... Çünkü ülkeyi Mustafa Kemal Atatürk gibi bir devlet adamı ve onun devrimci kadroları yönetiyordu.
Nitekim mahkeme derhal kuruldu, yargıladı ve gereken cezaları verdi.
Şimdi bir düşünün bakalım, aynı durum bugün olsa acaba ne yapılır?
Yarın, bu korkunç irtica olayının 76. yıldönümünde Menemen’de törenler düzenlenecek. Yılanın başı aradan geçen 76 yıla karşın ülke genelinde ezilmedi. Unutmayın, yılan pusuda bekliyor.
Yazının Devamını Oku 21 Aralık 2006
İZMİT ve çevresinde yaşanan su rezaletini hep birlikte izliyoruz. Bu yörelerde milyonlarca insan yaşıyor. İrili ufaklı binlerce sanayi tesisi var. Hepsi susuz kalmış durumda. Musluklardan su akmıyor, sanayi kuruluşları üretimi yavaşlatıyor.
(Bir parantez açayım. İzmit ve çevresinde yaşayanlar fazla üzülmesin (!), susuzluk durumu İstanbul ve Ankara dahil, öteki büyük kentlerimizde de çok farklı değil.)
İzmit’in eski belediye başkanı Sefa Sirmen şimdi CHP milletvekili. Sirmen, belediye başkanı olduğu dönemde Yuvacık barajının yapımına katkıda bulunmuş. Bu konuda iktidarın iddiaları var:
"Yolsuzluk yapılmış, barajın maliyeti çok yüksekmiş, barajı işleten yabancı firma Türkiye’ye kazık atıyormuş."
Bunların tamamı doğru olabilir.
O halde Sirmen’i niçin yargılamıyorsunuz?
Sefa Sirmen dün Meclis’te basın toplantısı yaptı ve bazı gerçekleri açıkladı:
"Barajın yerini belirleyen, ihalesini yapan, inşaatı başlatan DSİ’dir. Barajdan elde edilen suyun yarıya yakını kaçaktır, boşa gitmektedir. Ben onlara dolu bir baraj bıraktım, onlar su vermeyi bile beceremediler."
Sirmen dokunulmazlığının kaldırılmasını bir kez daha istedi. Sonra Başbakan’a hitap ederek şöyle dedi:
"Sen korkuyorsan sadece benim dokunulmazlığımı kaldırt. Kaldırmıyorlar çünkü benim dokunulmazlığım kalkarsa başta Recep Tayyip Erdoğan olmak üzere AKP’lilerin de mahkemeye çıkması gerekecek."
Burada, bilmeyenler için bir konuyu belirteyim. Bir milletvekilinin dokunulmazlığının kaldırılması için Meclis’te oylama yapılması ve kabul edilmesi gerekiyor.
İktidar ellerinde. Meclis’te kelle çoğunluğu onlarda. Ölüyü diriltmek dışında her güç ve yetkiye sahipler.
Madem şu anda CHP milletvekili olan Sefa Sirmen bu Yuvacık Barajı konusunda hatalıdır, suçludur, yolsuzluk yapmıştır, İzmit ve çevresini yıllar sonra susuz bırakmıştır ve saire...
Kaldırın kendisinin dokunulmazlığını, gönderin yargıya, hesabını şakır şakır versin. Suçu varsa en ağır cezayı alsın, yoksa beraat etsin ve bu tantana bitsin.
İşte bunu yapamıyorlar ve bütün dokunulmazlık dosyalarını raflarda uyutuyorlar. Çünkü kaldırma süreci başladığı takdirde başta Recep Erdoğan olmak üzere 200’e yakın AKP’li bakan ve milletvekilinin de, geçmişteki suçları nedeniyle yargı önüne çıkması gerekecek.
Buna yürekleri yetmiyor.
* * *
Şimdi gelelim işin öteki boyutuna. İzmit ve çevresinde yaşayan milyonlarca insan ve bütün sanayi kuruluşları susuz kaldılar. Niçin?.. Çünkü havalar kurak gitti ve Yuvacık Barajı kurudu.
Buradan da anlıyoruz ki, Sefa Sirmen’in şimdi suçlandığı Yuvacık, bu yörenin tek su kaynağı imiş. Milyonlarca insanın kaderi bu baraja bağlı imiş. İkinci bir kaynak yok!
Pekiii, şimdi ülkemizi yıllardır yöneten AKP hükümetine ve İzmit’in AKP’li belediye başkanına soralım:
"Niçin bugüne kadar yöreye ikinci bir baraj yapmadınız? İkinci bir su kaynağını devreye sokmak için neden çalışma başlatmadınız da, milyonlarca insanı sadece Yuvacık Barajı’na mahkum etmeyi göze aldınız?"
Yumurta kapıya dayanmış, su rezaleti ortaya çıkmış, insanlar perişan olmuş, tankerler devreye girmiş, taşıma suyla değirmen döndürmeye çalışıyorlar...
Ve kendi hatalarını ve aymazlıklarını örtbas etmek için yıllar öncesine dönüyorlar, yıllar sonra Sefa Sirmen’i suçluyorlar! Buna kargalar bile güler.
Bir kez daha ve önemle vurguluyorum. Halep orada ise arşın burada.
Sirmen hatalı veya suçluysa, dokunulmazlığı kendisinin de vurguladığı gibi derhal kaldırılmalı, en kısa zamanda yargıya sevk edilmeli ve yaptıklarının hesabı sorulmalıdır.
Bunu yapmıyorlar! İşin kolayına kaçıp geçmişi kaşıyarak CHP milletvekilini karalamaya kalkışıyorlar.
Halkın, sanayi kuruluşlarının kesik suları üzerinden bile siyaset yapıp binbir hokkabazlıkla kendilerini aklatmaya kalkışıyorlar.
Yazının Devamını Oku 20 Aralık 2006
SEVGİLİ okuyucularım, 23 Aralık 1930 Cumhuriyet tarihinde en önemli günlerden biridir. O korkunç günde İzmir’in Menemen ilçesini basan bir yobaz güruhu kendilerini mehdi ilan etmiş, karşılarına dikilen iki bekçi ile asteğmen Mustafa Fehmi Kubilay’ı şehit etmişti.
Kubilay’ın başını bıçakla kesip gövdesinden ayıran yobazlar daha sonra kanını içmiş, kesik başı bir sopaya takıp Menemen’de gezmişlerdi.
Atatürk Türkiyesi’nde iğrenç bir olay yaşanmıştı. O zaman AB falan yoktu! Kurulan Harp Divanı yobazlara gereken cezayı verdi. Çoğunun yaşamı idam sehpasında noktalandı.
Bu korkunç olay her yıl 23 Aralık günü Menemen’de milletin katılımıyla düzenlenen törenlerde lanetlenir. Bu yıl da aynı şey olacak. (Ben de burada geleneksel Kubilay yazımı bir kez daha yazacağım.)
Cumartesi günü başta "gavur İzmir!" olmak üzere ülkemizin dört bir yanından gelecek on binlerce Atatürkçü, laik, çağdaş insanımız yine Menemen’de toplanıp gövde gösterisi yapacak.
Bizi yöneten ilkel kafalara "Biz ölmedik, varız, vatanın ve devrimlerin bekçisiyiz" mesajı bir kez daha verilecek.
Cumartesi günü Menemen’de olun.
TRT-3 REZALETİ
MECLİS yayınlarını yayınlamakla yükümlü olan TRT-3, canlı yayını sansür etti. Kimin adına?.. Hangi yetki ve kimden alınan emirle? Meclis oturumunda kavga çıktı, tartışma oldu, yayın durduruldu.
"Tartışma veya kavga çıkarsa yayın durdurulur" diye bir kural mı var?
TRT-3 ayrıca "şeyini şey ettiğimin şeyi" Bülent Arınç ve öteki AKP’lilerin konuşma ve propaganda kürsüsüne dönüştü. "Meclis saati" adı altında bunlar ekrana çıkarılıyor, kendi reklamlarını yapmalarına devlet kuruluşu TRT tarafından resmen çanak tutuluyor.
Bu kanalın kuruluş amacı sadece Meclis yayınlarının ekrandan verilmesidir. Hiç kimsenin emellerine alet edilemez.
Her tarafı sapır sapır dökülen TRT’nin bir tek eksiği vardı, o da Meclis’ten yapılan canlı yayınları bile sansür etmekti! Onu da başaran bu kafaları gerçekten kutlamak (!) gerekiyor.
METRES
TÜRKİYE Cumhuriyeti, şu küçültücü AB ilişkilerinde her şeye benzetilmişti. Bir tek eksik vardı, onu da yabancılar tamamladı!
Metres!
İngiliz The Guardian gazetesinde iki gün önce Türkiye ile ilgili bir yazı çıktı: "AB masasında yakın gelecekte Türkiye için yer görünmüyor. Sonuçta Türkiye, bir gün asla çalmayacak olan kilise çanlarını bekliyor."
Yazıda bir örnek veriliyor: "AB, Türkiye konusunda hem metresini kaybetmek istemeyen, hem de metresiyle evlenmek istemeyen bir adama benziyor." Yalan mı!
Bizim Dışişleri Bakanı psikiyatri uzmanı Prof. Dr. Abdullah Gül ise yaşadığımız hezimetler sonrasında dün Ankara’da teşhisi şak diye koyuyor: "AB kendi içinde bir bunalım yaşamaktadır!"
Ülkemizi, devletimizi, milletimizi bu duruma düşürenler acaba utanıyor mu?
ELEŞTİRİ!
BAZEN okurlarımdan "ilginç" eleştiriler alırım. Hele din tüccarları, din baronları, türban sömürücüleri, halkın din duygularını kullanıp kişisel ve siyasal çıkar elde edenler için bir şey yazmışsam, bu kesimden "düzeyli" eleştiriler gelir. Bazıları cennet ve cehennemden söz eder, bazıları mezarda cesetleri yiyen yılanlardan çıyanlardan... Onlar bizi "Allahsız kitapsız" olarak görür! Bu kafaların nasıl çalıştığını anlamak mümkün değildir.
Dün Almanya’dan Ahmet Gelesin tarafından gönderilen mesajı size aynen iletiyorum:
"Senin insanlıkla alakan kalmamış konyadaki hastane olayını nasıl çarpıtdığınız belli oliyor çünki çalıştığın gazete ve topunuz islam düşmanısınız. dünki millet vekillerinin inceleme sonucu öyle bir şeyin olmadığını açıklediler sen halen yalan ve iftiraya devam ediyorsun çünki senin piskolijin bozulmuş islam denince senin asabın bozuliyor ve bir gün sanada hisap sorulecak senin gibilerin ancak patrunun köpekliğini yapar sana yakışan budur. Senle gazeten bir birinizi tamamlıyorsun. Yalaciler iftiracılar şantajcılar."
Yaaaa!
Yazının Devamını Oku 19 Aralık 2006
KAMU kuruluşlarında türban yasak mı, değil mi? Káğıt üzerinde yasak! Kamu görevlisi bayan iş saatlerinde türban takamaz. Bayan hákim kürsüye türbanla çıkamaz, öğretmen türbanla ders veremez, doktor ve hemşire başı bağlı olarak görev yapamaz. Aynı biçimde bayan görevliler işyerlerine mini etekle, şortla, dekolte göğüsle, içini gösteren giysilerle, terlikle gelemez. Bazı kurumlarda, örneğin yargıda pantolon bile yasaktır.
Bunlar devletin kurallarıdır. Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve AİHM kararları da bu doğrultudadır.
AKP geldi, bu kuralları bozdu.
Özellikle devlet hastanelerinde ve sağlık ocaklarında türbanlı doktor ve hemşire sayısı arttı. Ne yazık ki bunların bir bölümü, "günahtır" gerekçesiyle erkek hastalara bakmaktan, hatta dokunmaktan bile kaçınmaya başladı. Uğur Dündar’ın son haberi bu acı gerçeklere tuz biber ekti.
* * *
Bugün ülkemizin dört bir yanında, özellikle Anadolu’daki hastanelerinde türbanlı bayan doktor ve hemşireler açıkça görev yapıyor... Çünkü arkalarında iktidar gücü olduğunun farkındalar.
Spiker Gülen Bican’ı TRT ekranlarından anımsayacaksınız. Bican bir süre önce İstanbul’da Üsküdar Devlet Hastanesi Kadın Hastalıkları Polikliniği’ne başvurup muayene istedi. Kendisini Sevinç Sanisioğlu isimli bayan doktor muayene etti.
Başında türban bağlıydı.
Bican bu durumu yadırgadı ve Bilgi Edinme Yasası uyarınca gördüklerini İstanbul İl Sağlık Müdürlüğü ile Sağlık Bakanlığı’na yazıyla bildirip yanıt istedi. Bu kıyafetin yasalara aykırı olduğunu belirterek doktor hakkında işlem yapılmasını talep etti.
Uzun yazışmalar sonrasında Gülen Bican’a İstanbul Valiliği İl Sağlık Müdürlüğü tarafından 25 Temmuz 2006 tarih ve 7162 sayılı aşağıdaki yazılı yanıt geldi:
"İlgi tarihli şikáyetinize istinaden Üsküdar Devlet Hastanesi’nde görevli Dr. Sevinç Sanisioğlu hakkında yapılan inceleme ve alınan ifadeler neticesinde, adı geçen doktorun görevi başında türban takarak çalışmadığı, branşı gereği kişinin poliklinik sırasında tıbbi müdahalelerde bulunduğundan bazen ameliyat bonesi takmasının mesleki kıyafet açısından doğal olduğu ve hastalara karşı belli niteliklere göre ayırım yaptığı ile ilgili herhangi bir gözlem ve ifadeye rastlanılmamış olup adı geçen hakkında herhangi bir disiplin işlemi yapılmamıştır. Dr. Mehmet Bakar. Sağlık Müdür V."
Bu belgeler elime geçince Gülen Bican’ı arayıp sordum:
- Doktor türbanlı mıydı, yoksa bone mi takıyordu?
- "Elbette türbanlıydı. Aynen Sağlık Bakanı’nın karısının türbanı gibi... Kendisi bugün aynı hastanede veya başka bir devlet kuruluşunda çalışıyorsa, birileri gidip fotoğrafını çekebilir."
* * *
Önüme her gün çok sayıda vatandaştan, devlet hastanelerinde ve sağlık birimlerinde türbanla görev yapıp devletin kurallarını hiçe sayan bayan doktor ve hemşirelerin isimleri geliyor.
Ankara, İstanbul ve Anadolu hastaneleri dahil. Haseki Hastanesi bunlarla dolu. Erenköy Ruh Sağlığı Hastanesi’nde başhekim yardımcısı çember sakallı, bayan doktor N.A. tesettürlü. Pek çok sağlık kuruluşunda doktor ve hemşireler türbanla görev yapıyor.
Kimi kime, hangi makama şikáyet edeceksiniz?
Sağlık Bakanlığı, devletin kurallarını ve yargı kararlarını takmıyor, bunları ya görmezden geliyor, ya da mutlaka bir mazeret üretmeyi başarıyor!
Hastanelerde kadrolaştılar. Bütün devlet hastanelerinin başına kendi adamlarını getirdiler.
Türbanlılar erkek hastalara bakmak istemiyor. Geçmişte tıp fakültesi öğrencisi iken dershanede erkek kadavra üzerinde eğitim yapmayı reddeden, kadavraya don giydirilmesini isteyen de bunlardı.
Şimdi çok merak ediyorum!.. Sağlık Bakanlığı bana şöyle bir yazılı açıklama gönderebilir mi:
"Yazdıklarınız doğru değildir. Türkiye’nin hiçbir yerinde hastanelerimizde, sağlık ocaklarımızda ve öteki birimlerimizde türbanla görev yapan hiçbir bayan doktor ve hemşire yoktur. Buna asla göz yummayız. Biz bakanlık olarak devletin kurallarını ve yargı kararlarını aynen uyguluyoruz!"
Bu yanıtı bekliyorum. Eğer gelirse (!) sizinle burada paylaşacağım.
Yazının Devamını Oku 17 Aralık 2006
GAZETEDE her köşe yazarının bir yeri, genelde de yazının standart bir biçimi vardır. Yer deyince kaçıncı sayfa, sayfanın sağı, solu, aşağısı yukarısı... Biçim deyince iki sütun, beş sütun, sayfanın üzerinde soldan sağa falan gibi...
Benim yazılarda ise durum -ne hikmetse- sık sık değişir.
Bunun tek nedeni ilanlardır.
Yazımı bazen dördüncü sayfada okurum; çünkü beşinci sayfaya ilan girmiştir.
Dün yedinci sayfada -hem de sayfanın solunda- idim; çünkü yine ilan girmişti.
İlanlar yazıların yerine göre alınmıyor, yazıların yeri ve biçimi ilan durumuna göre değişiyor.
O günkü yazımın nerede ve hangi biçimde yayınlandığını, ben de sizler gibi sabah gazetede görürüm. Yazımın biçimi hemen her gün değişir!
Bazen ince uzundur, ince bir nehir gibi yukarıdan aşağıya doğru akar, sayfanın en altına yaklaşır.
Bazen şişman ve kalındır, sayfanın yarısında biter.
Bazı günler sayfanın üst bölümünde, soldan sağa yer alır.
Bazen de yine ilan nedeniyle sayfanın sol tarafına kaymış olur!
Ama itiraf edeyim, ilan bile girmiş olsa, yazılarım bugüne kadar spor sayfasına hiç kaydırılmadı!
İlanlar gazetenin elbette ki can damarıdır. İlan geliri olmazsa gazete yaşamaz.
Ama ilan alırken köşe yazılarını yerinden oynatmak, sayfasını, yerini ve biçimini ille de ilan durumuna göre kaydırıp her gün değiştirmek!..
Alışamadığım, yadırgadığım budur.
Güzel kitaplar
SİZE son günlerde çıkan ve okunması gereken ilginç kitaplardan birkaç örnek vereyim, hiç değilse tatilde okursunuz:
- Gazeteci arkadaşım Hikmet Çetinkaya’nın kitabı Din Baronu’nun Kazları. (Günizi Yayıncılık)
- Oğuz Akay’ın Atatürk’ün sofralarını anlatan kitabı Benim Sofram Bu. (Truva Yayıncılık)
- Ergün Poyraz’ın kitabı Tarikat, Siyaset, Ticaret ve Cinayet. Masonlarla El Ele. (Togan Yayıncılık)
- Tevfik Çavdar abimizin kitabı Küresel Kapitalizmin Girdabında Türkiye. (Bilgi Yayınevi)
- Erol Manisalı’nın kitabı Avrupa’nın Askerle Kavgası. (Truva Yayıncılık)
- Gazeteci arkadaşım Sedat Sertoğlu’nun kitabı Yazsam Olay Olur. Ülkemizin Derin Tarihine Tutulan Mercek. (GOA Yayıncılık)
- Enis Kortan’ın kitabı Kaybolan İstanbul’um. Bir Mimarın Anıları. (Boyut Yayın Grubu)
- Gazeteci abimiz Güngör Yerdeş’in kitabı Başkentte Önemli Olaylar ve Yazamadıklarım. (Ümit Yayıncılık)
- Ali Özoğlu’nun kitabı Şifre Çözüldü. Masonlardan Türkiye’ye Kanlı Hediye. Asala-PKK. (Toplumsal Dönüşüm Yayınları.)
Tercih sizindir. Hangisini seçerseniz beğenerek okuyacaksınız.
KURBAN BAĞIŞI
SEVGİLİ okuyucularım, önümüz Kurban Bayramı. Kurbanlarınızı belli kuruluşlara kestirme olanağı size tanınıyor. Kurban bedelini onların banka hesaplarına yatırıyorsunuz. Kurban sizin adınıza, bütün dini vecibeler yerine getirilerek, din adamları ve veteriner hekimler denetiminde kesiliyor. Sizin uğraşmanıza, çevreyi kirletmenize gerek kalmıyor.
Hangileridir o kuruluşlar? Aklıma hemen gelenler Mehmetçik Vakfı, LÖSEV (Lösemili Çocuklar Vakfı.)
Kurban geliriyle şehit ve gazi ailelerine yardım eden, çocuklarını okutan Mehmetçik Vakfı’nın gazete ilanlarına, banka hesap numaralarına gazetelerde henüz rastlamadım. Biraz geç kalıyorlar. Oysa gerici kesimin kurumları çarşaf gibi ilanları vermeye çoktan başladılar.
LÖSEV, lösemi hastası küçük yavruları ücretsiz tedavi ediyor. Bunlar fakir aile çocukları. Tüm bankalarda hesap numarası 0660.
Kurban piyasasında her yıl en az 100 milyon dolar dönüyor. Lütfen sorumlu davranın, bu parayı yamyamlara, din tüccarlarına kaptırmayın.
Yazının Devamını Oku 16 Aralık 2006
SEVGİLİ okuyucularım, Abdullah Gül’den bugünlerde epeyce söz ettim, sizlerden özür diliyorum! Ama başka çare yoktu... Çünkü bunlar geçmişte söylediklerini bugün inkár eden, dün kabul ettiklerini bugün reddeden tutarsız siyasi kadrolar.
Şimdi erken seçim olayına karşı çıkıyorlar... Çünkü Meclis’te çoğunluk onlarda. Dün ise "erken seçim" diye Meclis kürsüsünden haykıran yine onlardı.
İnsan belleği unutuyor ama arşivler unutmuyor. Bugün yine devlet arşivini konuşturacağım.
Günlerden 31 Temmuz 2002. AKP kurulmuş. Abdullah Gül de Refah Partisi ile ilişiğini kesip bu partiye geçmiş.
TBMM’de erken seçim kararı tartışılıyor.
Bakınız Kayseri milletvekili Abdullah Gül o tarihte erken seçimi Meclis kürsüsünden nasıl savunup övgü düzüyor! Tutanaklardan özetle veriyorum:
***
"Değerli arkadaşlar, bugün TBMM’den bu kararı (erken seçim kararını) çıkarırsak, 17 ay önce seçim yapmış olacağız. Aslında bu ilk defa olmuyor. 1983’ten beri yapılan bütün seçimlerin zamanından önce yapıldığını göz önüne alırsak, aslında anormal bir durum olmadığı gözükmektedir.
Ama erken seçim arzuları da durduk yerde gündeme gelmiyor. Hiçbir şey yokken, her şey düzgün devam ederken erken seçim çağrıları yapılmıyor. Hükümetler halkın sorunlarını çözseler, ülkeyi bir adım daha ileri götürseler, zaten kimse ortaya çıkıp erken seçim talebinde bulunma cesaretini de gösteremez. (Bu sözleriyle günümüzü, kendi hükümetinin dönemini anlatıyor.)
Bir ülke krize girdiğinde, bunalıma girdiğinde, bir ülkeye umutsuzluk ve karamsarlık çöktüğünde yapılması gereken en doğru işin seçime gitmek olduğunu biliyoruz. Siyasi tarihimize baktığımız zaman bazen acı acı ’keşke erken seçim kararını vaktinde alsaydık’ dediğimizi çok iyi biliyoruz.
O açıdan, belirsizlikleri gidermek için seçime müracaat etmek zorundayız.
Bizler millet iradesine inanan insanlarız. Demokrasiye inandığımıza göre, o zaman milletin karşısına gitmenin de çekinilecek bir şey olmadığına inanıyoruz..."
***
Bundan sadece dört yıl önce Meclis kürsüsünde bu sözleri söyleyen ve söyletenler, şimdi erken seçim isteyenlere en ağır sözcüklerle, hakarete varan ifadelerle saldırıya geçtiler.
"Hayatında iki koyun gütmemiş olanlar... Aç tavuk kendini buğday ambarında zannedermiş..." gibi ahlak ve edep dışı sözlerle, başta Cumhurbaşkanı olmak üzere herkese saldırıyorlar.
"Şeyini şey ettiğimin şeyi" ise Meclis Başkanlığı makamına oturmuş, kendisinin heykeli dikilmesi gerektiğinden dem vuruyor!
Bu kadro yakın geçmişte AB, ABD ve IMF’ye yine Meclis kürsüsünden dümdüz giderdi. Bunların bir bölümünü Abdullah Gül ve Abdüllatif Şener’in ağzından ve yine Meclis tutanaklarından burada belgeledim.
Ağızlarını bile açamadılar.
Refah Partisi milletvekili Abdullah Gül haykırıyordu:
"Değerli arkadaşlar, AB Hıristiyan kulübüdür. Türkiye’yi hiçbir zaman içine almayacaktır. Bizi zenginler köşkünün bahçesindeki kulübeye koyacaklar..."
İktidara gelince kendileri AB, ABD ve IMF’ye teslim oldular.
Bu inanılmaz dönekliğin nedenini kendilerine burada sordum.
Yanıt veremediler.
Elbette veremezler çünkü böylesi dünya siyaset tarihinde görülmedi, işitilmedi.
Peki yarın Türk milleti bunları kendilerine sormayacak mı? O zaman ne diyecekler?
Dün dündür, bugün bugündür!
***
Evet, erken seçim lafları ortaya durup dururken çıkmıyor. Bunu Abdullah Gül bile Meclis kürsüsünde kabul ediyordu: "Erken seçim arzuları durduk yerde gündeme gelmez. Hiçbir şey yokken, her şey düzgünken erken seçim çağrıları yapılmaz. Ülkeye umutsuzluk ve karamsarlık çöktüğünde yapılacak şey erken seçime gitmektir."
Şimdi her şey güllük gülistanlık!.. Ve erken seçim tu kaka!
Recep Bey cumhurbaşkanı olursa, Abdullah Bey başbakan olacak.
Türkiye Cumhuriyeti, hayatı bu belgeli çelişkilerle geçen kadroların elinde çoook (!) çok iyiye gidecek.
Yazının Devamını Oku