9 Mart 2007
BİZİ bundan önce yöneten iktidarların, hükümetlerin, partilerin ve siyasetçilerin hiç aklı yokmuş! Şimdi onlara acıyorum. Zavallı geçmiş iktidarlar, Türkiye onların döneminde de ekonomik sıkıntılar yaşıyordu. Ama hiçbirinin aklına bu ülkenin fabrikalarını, arazilerini, tesislerini, altın yumurtlayan tavuklarını ona buna, eşe dosta, yabancılara satalım, bütçeye bu yolla gelir sağlayalım, iki yakamızı bir araya getirelim diye düşünmek bile gelmemişti.
Bunlar ise uyanık çıktı!
Elde ne varsa, gözünün yaşına bakmadan satılıyor.
TÜPRAŞ, Telekom, limanlar, bankalar, arsalar, araziler, binalar...
Sonra bizim medyamız, satışların sonucunu vermeye başlıyor:
"Helal olsun, İstanbul’daki araziyi falanca grup 800 milyon doları bastırıp aldı. Büyük para..."
O tesisler, o araziler hep orada duruyordu... Ve devletin, milletin varlığı olarak duruyordu.
Ama gelmiş geçmiş hiçbir iktidar, ekonomik açıdan sıkıştığında, bütçenin iki yakası bir araya gelmediğinde, bunları satmayı düşünmedi.
Adam borçlu. Uçan kuşa borcu var. Geliri, giderini karşılamıyor. Bu durumda ne yapıyor? Evindeki eşyaları satmaya başlıyor ki, günü kurtarsın.
Yarını, geleceği, çocuklarını düşünmeden!
Şimdi bunlar aynı şeyi yapıyor.
Satmak en kolay yoldur. Günün birazını kurtarırsınız. Ya sonrası?..
Karayolları’nın İstanbul’un en değerli yerindeki arazisini 800 milyon dolara sattılar. Şimdi sırada İETT arazisi varmış, onu da satacaklarmış.
İş bununla da kalmıyor.
Özellikle büyük kentlerde, arsa ve arazileri yıllar içerisinde değer kazanan kamu kurumları var.
Okullar, devlet daireleri, hastaneler...
Bir süredir onların dökümünü çıkarıyorlar. Hangi okulu satabiliriz, hangi devlet dairesinin arsasını okutabiliriz, o satışlardan gelecek paraların hesabını yapıyorlar.
Batan geminin malları bunlar. Sat sat bitmiyor!
* * *
Bu düzen sadece kamu varlıkları için geçerli değil! Başka büyük vurgunlar da belediyeler eliyle yapılıyor. İktidar yandaşları, kentlerde büyük araziler alıyorlar.
Oralarda imar yok!
Partili yandaş araziyi ucuza kapatıyor. Sonra belediyeler o arazilere imar veriyor. Sonrasında inşaat izni falan derken, kuleler yükselmeye başlıyor. Yüzlerce daireden ve işyerinden yüzlerce trilyon lira kazanç elde ediliyor.
Böylesine büyük bir rantı elbette ki mal sahibine tek başına yedirmiyorlar!
Avantalar, hortumlar, rüşvetler birbirini izliyor. Bazı başkanlar, ekipleriyle birlikte köşeyi dönüyor, malı götürüyor.
Avantanın bir bölümü de doğal olarak -dolaylı yollarla- ’siyaset organlarına’ havale ediliyor!
Yasa ve ahlak dışı yollarla elde edilen o paraların bir bölümünü de, varoşlarda yaşayan fakir fukaraya kömür, patates, soğan, bulgur, salça paketleri olarak geri ödüyorlar!
Hem oy tavlıyorlar, hem de Allah’ı kandırdıkları düşüncesiyle sevaba giriyorlar!
* * *
Bu AB’nin peşinde dolananlara, her gün millete pembe masallar okuyanlara, "ille de AB’ye gireceğiz" diye bağıranlara bir soralım bakalım. Acaba hangi AB ülkesinde kentlerin en değerli arazileri böyle satılıyormuş? Hangi AB ülkesinde o ülkenin altın yumurtlayan tavukları, tesisleri, fabrikaları, limanları böylesine satışa sunuluyormuş? Hangisi bankalarını birbiri ardına yabancılara satıyormuş?
(Unutmayın, Türkiye’de bankacılık sektörünün yarıya yakını şu anda yabancıların eline geçmiş durumda!)
Hangisinde varoşlarda gariban kesime patates, soğan, bulgur, salça paketleri veriliyormuş?
Hangisinde böyle sadaka ekonomisi uygulanıyormuş?
Türk Telekom’u bile yabancılara sattılar. Telekom şimdi yaptığı zamlar ve uyguladığı yeni tarifelerle, bu kuruluşu beş yıl içerisinde bedavaya almış olacak. Dünyanın neresinde el áleme böyle bir avanta sunulur?
Koş vatandaş koş, batan geminin malları bunlar. Kapanın elinde kalıyor.
Yazının Devamını Oku 8 Mart 2007
MECLİS çatısı altında birkaç haftadan bu yana yeni, hiç görülmemiş çirkin bir uygulama başlatıldı. AKP Meclis Grubu her salı günü Meclis’te toplanır. Başbakan kürsüye çıkar ve konuşmasını okur.
Bazıları okumadan konuştuğunu zanneder ama öyle değildir. Sağında ve solunda iki adet cam levha vardır. Önceden başkaları tarafından hazırlanmış olan konuşmanın metni, aynen televizyon haber spikerlerinin stüdyoda okuduğu gibi, bu levhalardan akar... Ve Başbakan başını bir sağa, bir sola çevirerek bunları okur.
Ön taraftan bakıldığında o yazıları göremezsiniz. Görülen sadece iki adet cam levhadır!
Neyse, esas konumuza gelelim.
AKP’nin her salı günü yapılan bu grup toplantıları birkaç haftadan beri Meclis’e yakışmayan ve ilk kez tanık olduğumuz sesli gösterilere dönüştü.
Bindirilmiş kıtalar Türkiye’nin dört bir yanından Meclis’e taşınıyor. Harcamaları ya milletvekilleri, ya da başkaları karşılıyor.
Bindirilmiş kıtaların yapacakları daha önceden kendilerine anlatılıyor. Pankartlar ve afişler hazırlanıyor.
Amigolar, tribün liderleri belirleniyor. Başbakan kürsüye çıkmadan önce ve konuşmasını yaparken sloganlar atılıyor, topluca şarkılar söyleniyor, pankartlar açılıyor.
Burası maç alanı mı, stadyum mu, yoksa Meclis mi, belli değil.
* *Ê *
Meclis tribünlerinde kadınlarla erkekler genelde ayrı oturtuluyor ve orada bile harem-selamlık düzeni kuruluyor. Yakışıksız, TBMM’de ilk kez görülen sahneler yaşanıyor.
Bu tuhaf ve yakışıksız görüntülerle birlikte tezahüratı da, her salı akşamı televizyonların haber bültenlerinde, çarşamba günü gazetelerde izleyebilirsiniz.
İyi ama Türk milleti bu kadar saf mı? Acaba bunları yutuyor mu? Meclis’te bağırıp çağıran, Recep Erdoğan lehine slogan atan bu bindirilmiş kıtaların kendi temsilcisi olduğuna inanıyor mu?
Elbette ki hayır.
Meclis tribünlerinden her salı günü tüm ülkeye yansıtılan bu saygısızlık konusunda AKP’nin Meclis’ten Sorumlu Devlet Bakanı (!) Bay Bülent Arınç ne yapıyor?
Geçen gün demeç verdi: "Son derece yakışıksız. Utanarak izliyorum. Meclis’in saygınlığına derin bir yara açmıştır."
Böyle konularda ne utanmak yeter, ne de izlemek suçu hafifletir.
Sen elindeki yetkiyi kullanıp bu rezalete, Meclis’e ve dolayısıyla millete yapılan bu saygısızlığa son vermekle -verdirmekle- yükümlüsün.
Orada spor müsabakası yapılmıyor. Orası gösteri yeri değil. Orada amigoların, pankartların yeri yok.
* *Ê *
Bu süreçte partide kendi aralarındaki uyuşmazlık, anlaşmazlık, rekabet vesaire de gün ışığına çıkmış oluyor.
Bay Bülent Arınç, Recep Erdoğan’a karşı Cumhurbaşkanlığına aday olmayı ciddi bir biçimde düşünüyor.
Şu anda nabız yokluyor.
Geleceğin başbakanı Abdullah Gül ise önceki gün yapılan grup toplantısındaki tezahürat üzerine, "abisine" şakayla örtbas etmeye çalışarak göndermede bulunuyor:
"Bu alkışlar hepimize. Aman Bülent abi duymasın."
* *Ê *
Türkiye, cumhurbaşkanlığı seçimine hızla yaklaşıyor. Nisan ayı ortalarında "gurur duyacağımız, Atatürk’ün makamına layık" adayımız piyasaya resmen çıkacak!
Bu arada size harika bir mizah örneğini de iletmek istiyorum.
Fermuar isimli mizah dergisinin 2 Mart sayısında Vedat Özdemiroğlu’nun esprisi şöyle:
"Elinden gelse var ya, Recep Cumhurbaşkanı olur, Tayyip Başbakan kalır!"
Ben de bu güzel espriye bir katkıda bulunmak isterim:
"Elinden gelse var ya, Recep Cumhurbaşkanı, Tayyip Başbakan, Erdoğan Genelkurmay Başkanı!"
Muhteşem olurdu valla!
Yakışırdı!
Yazının Devamını Oku 7 Mart 2007
TÜRKİYE’nin en büyük soygunu, vurgunu, hortumu belediyelerde, bunlara bağlı kuruluşlarda ve belediye şirketlerinde gerçekleşiyor. AKP iktidarı, çoğunluğu kendi partisinden olan bu belediyelerde olanları görmek istemiyor. Görmek işine gelmiyor...
Çünkü belediyeler, bu iktidarın oy makinesi olarak çalışıyor. Devletin ve milletin paralarını kendilerinin, yandaşlarının ve partilerinin çıkarları uğruna har vurup harman savuruyor. Denetim yok, işin üzerine giden yok.
Birkaç gün önce ekonomik konuların uzmanı olan ANKA Ajansı tarafından geçilen haber, tam bir ibret belgesiydi. Sadece Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin Hazine’ye olan borcu 3 katrilyon 791 trilyon liraya ulaşmıştı. Belediyelerin Hazine’ye toplam borcu ise 12.9 katrilyon. Borcun dörtte birinden fazlası Ankara’ya ait.
Şimdi size bir örnek daha vereyim ki, bu rakamların hangi korkunç boyutlara ulaşmış olduğunu daha iyi görelim. 2007 yılı devlet bütçesinin büyüklüğü 205 katrilyon.
Demek ki belediyelerin Hazine’ye olan borcu, bütçenin yüzde 6.3’ü! Korkunç bir rakam.
Bir devlet düşünün ki, uçan kuşa borçlu. Hastaların ilaç parasını, kamu kesiminin eczanelere olan borcunu, kamulaştırma paralarını ödeyemiyor. Hastanelere para veremiyor. Yeni yatırım yapamıyor...
Çünkü para yok!
Bir devlet düşünün ki, her mal ve hizmete sürekli zam yapıyor... Çünkü bütçenin iki yakası bir araya gelmiyor.
Oysa aynı devlet, çoğu kendinden olan belediyelerden alacağını tahsil etmiyor... Çünkü o belediyelerin çoğu iktidar partisinden... Ve onlar, ellerindeki çok büyük paralarla AKP adına oy avcılığı yapıyor.
Her mahallede insanlara kömür, patates, bulgur, salça, pirinç dağıtılıyor. Üzerlerinde belediye başkanının etiketi: "Başkanımız afiyet olsun der!"
Kendileri beş yıldızlı otellerde iftar açar, vatandaşa iftar çadırı kurup kurufasulye pilav yedirir ve oy avlamaya kalkışırlar.
Dikkat ediniz! Hadise sadaka ekonomisine dönüşmüş durumda. Sadakayı kim sağlıyor? Belediyeler! Devlette olmayan para belediyelere aktarılıyor, onlar da kişisel ve siyasal çıkarlar doğrultusunda harcıyor.
* * *
Kara delik belediyeler bu kadarla da yetinmiyor. Belediye şirketleri eliyle en büyük hırsızlık, yolsuzluk sergileniyor. Yandaşlar, gizli kasalar, partili müteahhit ve taşeronlar devletin ve milletin parasıyla zengin ediliyor, köşe döndürülüyor. Trilyonlar çukurlara gömülüyor, belediye futbol takımlarına gidiyor, başkan beylerin bebelerinin cebine transfer ediliyor.
Hepsi de krallar gibi yaşıyor. Altlarında son model arabalar, ceplerinde büyük paralar... Mal mülk derseniz, güvenilir adamlarının üzerinde.
Peki iktidar partisi bütün bu olanları görmüyor mu? Elbette görüyor ama üzerine gitmek işine gelmiyor...
Çünkü oy makinesi belediyeler katrilyonlarla oynuyor, paralar yandaşlara hortumlanıyor.
Fukaraya yardım ediyoruz edebiyatıyla seçmen tavlanıyor. Zavallı işsiz, güçsüz, muhtaç insanlarımız üzerinden siyasi oyunların en kirlisi oynanıyor.
* * *
İstanbul’da küçük Dilara çukura düştü, cesedi kilometrelerce öteden çıktı. Bu sadece küçücük bir örnekti. İşi yapan firmanın adı MVM idi. Şimdi soruyorum:
"Bu şirket kimin? Patronunun Ankara’daki Termikel, Alfagas, Elektromed, Kanal-A gibi firma ve televizyonların sahipleriyle akrabalık ilişkisi nedir? Ankara Büyükşehir, ön ödemeli sayaçlar işine sürekli tek tabanca olarak alınan bu firmalara bugüne kadar kaç yüz trilyon lira ödedi? Bunların İstanbul’daki ayağı kimler? MVM’nin sahibi Bilal Şahin bunların eniştesi mi?
Birkaç yılda bu anormal büyüme kimlerin eseri?
Maliye Bakanlığı bunları araştırıyor mu, üzerine gidiyor mu? Paraların kaynağını soruyor mu?
Bakınız, bu sorulara bugün veya yakın gelecekte yanıt vermeyecekler.
Ama bunların, bu kara deliklerin, belediye vurgunlarının hesabı gelecekte mutlaka sorulacak.
Devletin ve milletin paralarının kimlere nasıl hortumlandığı bir gün ortaya çıkarılacak. Mutlaka, mutlaka...
Yazının Devamını Oku 6 Mart 2007
SEVGİLİ okuyucularım, AKP’li İstanbul Mimarsinan Belediye Başkanı Cuma Bozgeyik’in Atatürk için yaptığı benzetme büyük tepki yarattı. Şahıs sıkışınca "özür dilerim" gibi laflar etti ama bu kesmez. Bunların çoğunun kafa yapısı budur... Çünkü "milli görüş" çizgisinden gelmişlerdir. Zora girince ya özür dilerler, ya da "biz artık değiştik" deyip sıyırmaya yeltenirler.
Ankara’dan iki avukat, Efsun Ünal ve Duygu Bahadır, bu adamın sözleri için Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurusunda bulundular. Ayrıca Bozgeyik hakkında tazminat davası açacaklar. Bu konuda Yargıtay’ın bir kararı var. Hepimizin, herkesin bilmesi gereken bir karar.
Yargıtay 4. Hukuk Dairesi’nin Esas 1994/6361, Karar 1995/4352 sayılı kararı.
Kararın başlangıç bölümünü özetliyorum:
"Atatürk’e hakaret nedeniyle kişilik haklarının ihlali. Her Türk yurttaşının tazminat davası açması. Nesep bağı (akrabalık, soy ilişkisi) aranmaması.
Karar özeti: Atatürk’e hakaret eden kişiye karşı her Türk yurttaşının tazminat davası açma hakkı vardır. Ayrıca Atatürk ile nesep bağı bulunması aranmaz."
Bu karar doğrultusunda her Türk yurttaşı, Atatürk’e hakaret eden kişi hakkında tazminat davası açabilir. Davaları bulunduğunuz yer mahkemelerinde açabilirsiniz. Hakaret eden başbakan, siyasetçi, belediye başkanı vesaire olsun, hiç fark etmez.
Ayrıca ceza davası açılması ise savcıların görevi. Sizler de bu konuda bulunduğunuz yer savcılıklarına dilekçe verebilirsiniz.
* * *
AKP’li belediye başkanının Atatürk için söylediği söz ve yaptığı iğrenç benzetme, büyük tepki ve nefret yarattı. Bizim gazetenin www.hürriyet.com.tr internet sitesi iki gün boyunca bir anket yaptı. Ankete toplam 296.902 kişi katıldı. Soru şöyleydi: "Bu şahıs özür diledi. Özür dilemesi kabul edilsin mi?"
Gelen yanıtların dökümüne bakın: Toplam 5.365 kişi (sadece yüzde 1.8) kabul edilsin dedi. Onların bir bölümünün de iyi niyetli vatandaşlar olduğu kesin.
Toplam 291.537 kişi (yüzde 98.2) ise "kabul edilmesin" diye yanıt verdi.
Rakamlar arasındaki uçuruma ve tepkinin büyüklüğüne dikkatinizi çekerim.
* * *
Bu rezalet kamuoyuna belgelerle yansıdı. Bu iğrenç sözleri söyleyen şahıs, itiraf etmek zorunda kaldı. İnkár etmesi zaten söz konusu olamazdı. Bu şahıs sıradan biri değil, iktidar partisi AKP’nin belediye başkanı.
Peki bunca gelişmeden sonra hükümet nerede? İçişleri Bakanlığı nerede?
Kendilerinden olmayan belediye başkanlarının üzerine fırsat yaratıp acımasızca gidiyorlar. Kendi belediye başkanları, Atatürk’e hakaret ediyor, arkadaşlardan tık yok!
Aradan kaç gün geçti. Hükümet kesiminden "biz bu utanmazlığı kınıyoruz, gereken yapılacaktır" gibi bir açıklama duydunuz mu? Elbette duymadınız!
Oysa iş kendilerine geldiğinde gazetecileri, yazarları, karikatüristleri her gün mahkemeye verirler! "Vay efendim, bana hakaret etti" gerekçesiyle açtıkları dava sayısı bin’e yaklaşıyor.
Ama kendi adamları Atatürk için en utanmazca lafları söyleyince, beylerden ses yok, tık yok!
Bu belediye başkanı görevde bir dakika bile tutulamaz. Derhal alınması gerekir. AKP hükümetinin bu konuda ne yapacağını izleyeceğiz, göreceğiz! Meydan boş değil. Meydanı onlara bırakacak değiliz.
* * *
Cuma Bozgeyik isimli başkan, anlattığı fıkraya Büyükçekmece Kaymakamı Hayrettin Altunok’un da ismini karıştırmıştı. Altunok’tan gelen yazılı açıklamayı size iletiyorum:
"Yazınızda belirtilen Atatürk fıkrasının nerede, ne zaman ve hangi ortamda anlatıldığı konusunda bir bilgim yoktur. Olayın Yunanistan’a yapılan bir gezi sırasında meydana geldiğini öğrendim. O geziye katılmadım. Dolayısıyla söz konusu belediye başkanının bu fıkrayı benim bulunduğum bir ortamda anlatması söz konusu değildir. Kaldı ki, şahsen benim bulunduğum bir ortamda sıfatı ne olursa olsun, herhangi bir kimsenin böyle bir fıkra anlatma şansının da olmadığının bilinmesini isterim.
Bu konuyla ilgili olarak adı geçen belediye başkanı hakkında gerekli yasal işlemler başlatılmıştır. Hayrettin Altunok. Büyükçekmece Kaymakamı."
Yazının Devamını Oku 4 Mart 2007
BAŞBAKAN, geçtiğimiz cuma günü namazdan çıktı. Ankara’da Aksa Camii’nde kıldığı namazdan sonra yine ilköğretim öğrencileri çevresini sardılar! Caminin yakınındaki okuldan geldiler! Ne ilginç rastlantı bunlar, Başbakan nereye gitse küçük çocuklar orada!..
Herhalde okulların yöneticilerine ve öğretmenlerine yüksek makamlar tarafından bu konuda emir verilmiyor, "şu saatte öğrencileri oraya sevk edin" denilmiyor, değil mi!
Açılış törenlerinde Başbakan’ı beklerken yağmurda ıslanan çocuklar, camide namaz çıkışında çocuklar, her yerde onlar!..
Başbakan nereye gitse karşısına küçük çocuklar getiriliyor. Sonra beyefendi onları kameraların önünde okşayıp seviyor, fotoğraflar çektiriyor, şirin görüntüler vermeye çalışıyor. Onlara "al ananı da git" diye bağırmadığı gibi, çikolata, bisküvi, oyuncak falan dağıtıyor. Hediye paketleri her gittiği yerde hazır bekletiliyor. Nereye giderse oraya kasalarla gönderiliyor.
İyi de, bu dağıtımın bir bedeli, maliyeti var. Acaba bunlar hangi kaynaktan sağlanıyor? Satın alınıyorsa parası nereden çıkıyor? Küçücük öğrencilere kendi tanıtımını ve reklamını devlet parasıyla mı yapıyor? Ya da bazı kamu görevlileri firmalara başvuruda bulunup beleş yiyecek ve oyuncak mı sağlıyor?
Gönderme niyeti olmayanlara "Maliye gelip defterlerinizi inceler haaa" mı deniliyor? Onlar da mecburen mi gönderiyor?
Bu sorulara herhalde günün birinde yanıt gelecektir!
Belediye çukurları
KÜÇÜK Dilara’yı İstanbul’da kanalizasyon çukuru yuttu. Birkaç metre derinliği olan çukurun üzerini kontrplakla kapamışlardı. Dilara içine düştü, yüzlerce metre öteden cesedi çıktı.
Ankara’da Büyükşehir’in kentin göbeğinde, İran caddesinde açtığı uyarısız bir çukura Mısır Büyükelçiliği’nde görevli diplomat Mohamed Mounir düştü. Başından ve boynundan yaralandı. Uzun süre hastanede yattı. Olay basında yer aldı. Kendisinden özür bile dilenmedi.
İstanbul’da gazeteci Gülay Demirtaş, Büyükşehir’in Bayrampaşa’da açtığı çukura düştü. Bacağı kırıldı, ameliyatlar geçirdi. 39 milyar harcadı ve üstelik sakat kaldı. Hatasını bilen Büyükşehir, hastane masraflarını ödemek zorunda kaldı.
Bunlar sorumsuz belediye çukurlarından kamuoyuna yansıyan sadece birkaç örnek. Daha niceleri var.
* * *
Dünyanın hiçbir yerinde, hiçbir ülkesinde böyle bir ilkellik olamaz. Sadece çukurlar değil!.. Bu iktidar kendi belediyelerine korkunç paralar aktardı ve çark dönmeye başladı! Nasıl mı? Belediyelerin çoğu, trilyonluk ihaleleri -paralar başkalarının cebine girmesin diye- kendi şirketlerine, yani belediye şirketlerine veriyor. Bu belediye şirketleri yine kendi adamları olan taşeronlara, onlar da başka taşeronlara veriyor.
Emme basma tulumba böyle çalışıyor. Başbakanlık ve İçişleri Bakanlığı başta olmak üzere hiçbir makam, çoğu kendilerinden olan belediyelerdeki bu inanılmaz hortum sürecinin üzerine gitmiyor, gidemiyor... Çünkü işlerine gelmiyor.
Belediye şirketlerindeki ve dolayısıyla belediyelerdeki hortum, vurgun, hırsızlık, yolsuzluk, namussuzluk, sorumsuzluk ve laçkalık, Türkiye’de hiçbir yerde yok. Niçin?.. Çünkü bu şirketlerin hesapları, harcamaları vesairesi hiçbir makam tarafından denetlenmiyor. Hepsi özel şirket ve kamu denetimine tabi değil.
İşler ona buna, partili yandaşlara, eşe dosta, hac arkadaşlarına veriliyor. Sonuç ortada! Çukurlarda küçük Dilara ölüyor, Mısırlı diplomat hastanelik oluyor, gazeteci Gülay Demirtaş sakat kalıyor.
Yüzlerce trilyon ise gideceği yere gidiyor, ineceği ceplere iniveriyor!
Türkiye’de belediyeler rezaleti olanca hızıyla sürüyor. Ülkeyi yönetenler "benim hırsızım iyidir" anlayışına sığınıyor!
* * *
Emin Çölaşan’ın notu:
Atatürk’ü fıkra anlatma bahanesiyle en utanmaz ve terbiyesiz bir biçimde aşağılamaya yeltenen İstanbul Mimarsinan Belediye Başkanı AKP’li Cuma Bozgeyik özür dilemiş! Bunlar böyledir. Rezalet ayyuka çıkınca ya "değiştik" derler, ya da göstermelik özür dilerler.
İçişleri Bakanlığı nerede? Cumhuriyet’in savcıları nerede? Ses yok!
Yazının Devamını Oku 3 Mart 2007
İSTANBUL’da Mimarsinan Belediye Başkanı AKP’li Cuma Bozgeyik hem çok bilgili (!), hem de çok büyük mizah anlayışına sahip. Kalabalık ortamlarda piyasaya çıkıp fıkra mıkra anlatıyor. Son fıkrasını Habertürk ekranında kendi sesinden dinledim. Ertesi gün bu fıkranın bant çözümünü, yani káğıda dökülmüş biçimini orada görevli arkadaşlardan istedim. Sağolsunlar, faksladılar.
AKP’li Belediye Başkanı Cuma Bozgeyik, dinleyici topluluğuna aynen şunları anlatıyor:
- Başkan: "Kaymakam Bey, Kuşadası’nda kaymakamlık yaptı. Orada bir efe var, müthiş Atatürk hayranı. Atatürk deyince adam hemen ayağa zıplıyor, selam duruyor. Şöyle oluyor böyle oluyor filan. Şimdi gün oluyor harman oluyor, Atatürk’ün yolu Aydın’a düşüyor. Kuşadası’na. Şimdi efe de, istasyon meydanında çayhanesi var. Atatürk deyince adamın aklına böyle iriyarı, böyle palabıyıklı, ne bileyim üniforması filan, her şeyi ile böyle dev gibi bir adam hayal ediyor. Süslüyor dükkánını. İstasyona iner inmez ona çay kahve ikram edecek. Bekliyorlar. Şimdi tren geliyor, yavaş yavaş yanaşıyor. Bizim efe her şeyi ile hazır vaziyette. Trenden inecek o güçlü, heybetli, cüsseli adamı bekliyor şimdi. İniyor kısa boylu bir adam. Bıyık mıyık da yok.
- Dinleyenler: Ha ha haaa... (Gülüyorlar.)
- Başkan: Efe yıkılıyor bir kere şimdi. Olsun diyor, yüreği büyüktür bizim Ata’nın diyor. Sesi mesi gürdür şimdi filan. Tabii o zamanlarda televizyon melevizyon yok. Sesini filan bilmiyorlar. Konuşuyor. Sesi cılız bir adam. Eyvah, efe bir daha gidiyor.
- Dinleyenler: Ha ha haaaa... (Gülüyorlar.)
- Başkan: Bütün hayaller suya düşüyor yavaş yavaş. Olsun diyor, yüreği şeydir, büyüktür diyor. Geliyor şimdi. Ne içersiniz sayın paşam? Kahve diyor. Nasıl olsun? Şekerli olsun diyor. Yapma be paşam diyor. Böyle yığılıyor herif.
- Dinleyenler: (Gülüşüyorlar...)
- Başkan: Ha ha haaa... Bunu da mı yapacaktın bana diyor. Ha ha haaa... Efendim özür dilerim, o yörede şekerli kahveyi ibneler içermiş... Ve bizim adam orada düşüp bayılıyor... Ha ha haa... Hi hi hiiii..."
* * *
Bir kamu görevlisinin, AKP’li belediye başkanının "mizah" anlayışından size küçük bir örnek! İlk cümlesinden anlaşıldığı kadarıyla yanında devletin kaymakamı da var. Herhalde o da sesini çıkarmıyor, belki de kahkahalarla eşlik etmekten utanmıyor.
Adam tümüyle yutturuyor. Kuşadası’nda tren olduğunu, istasyon olduğunu söylüyor. Kuşadası’na tren getiriyor!
Ama daha da önemlisi, Atatürk’ü hangi iğrenç ve aşağılayıcı kavramla özdeşleştirdiği!.. Atatürk düşmanlığını milletten korkup açıktan yapamayanlar, böyle sinsi yöntemlere başvuruyorlar.
Şimdi İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’ya soruyorum:
Kendi partinizden olan bu belediye başkanı hakkında işlem başlattınız mı? Başlatmayı düşünüyor musunuz? Aynı soruyu Adalet Bakanı Cemil Çiçek ve cumhuriyet savcılarına da soruyorum.
* * *
İstanbul’dan okuyucum mali müşavir Volkan Kıvılcım yazıyor: "İstanbul’un en eski ilçelerinden Eyüp’teki Atatürk anıtı, o büyük adama zaten yakışmayan bir yerde. Şimdi anıtın bulunduğu arsaya inşaat başladı. Anıtla inşaat arasına bir de sac perde yerleştirildi. Atatürk hemen önündeki inşaatı ve sac perdeyi selamlar vaziyette duruyor. Bu kadar saygısızlık olur mu? İstanbul’da veya Eyüp’te yetkili hiçbir kamu görevlisi yok mu? Sivil toplum kuruluşları nerede? Lütfen durumu yerinde inceletin ve bu saygısızlığa son verilmesini sağlayın."
* * *
Ben de size Ankara’dan bir manzara aktarayım! Sıhhıye’deki Atatürk Zafer Anıtı, Atatürk Bulvarı’nın tam ortasındadır. Ankara Büyükşehir Belediyesi, bu heykelin önüne ve arkasına bayrak direkleri dikti. Direklerde AB bayrakları ile Ankara’ya layık gördüğü o hilkat garibesi, utanç verici kubbeli mubbeli amblem dalgalanıyor!.. Herhalde koskoca Ankara’da bu saçma sapan şeyleri asacak başka yer bulamadılar ve Atatürk anıtını bunlarla donattılar!
Başbakan, İçişleri Bakanı, Ankara Valisi oradan her gün geçerler. Acaba Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin bu marifetini görürler mi, görmezler mi, yoksa görmezden mi gelirler!
Yazının Devamını Oku 2 Mart 2007
TÜRKİYE’nin, Türk devletinin ve Türk milletinin kimler tarafından nerelere sürüklenmek istendiğini her gün hayretle, ibretle, dehşetle ve acıyla izlemeyi sürdürüyoruz. İçeride ve dışarıda üzerimizde oynanan oyunlara şimdi bir yenisi daha eklendi: Eyalet sistemine geçelim!
Paşamız Marmaris’ten konuşmuş, eyalet sistemine geçmemiz gerektiğini vurgulamış! Sekiz eyaletin adını bile sıralamış:
Ankara, İstanbul, İzmir, Erzurum, Adana, Eskişehir, Trabzon ve özellikle Diyarbakır!
Eyaletler kurulunca (!) her birinin ayrı yönetimi olacak...
Belki simgeleri, bayrakları olacak. (Örneğin, Ankara eyaleti AB yıldızları ve kubbeli, minareli, baş aşağı ay’lı hilkat garibesi simge! Diyarbakır eyaleti PKK bayrağı!)
Valileri, yargı organlarını, hákim ve savcıları oranın halkı seçecek...
Bütçeleri, meclisleri, yönetim birimleri ayrı olacak...
Ve kendi çıkardıkları yasaları olacak...
Bu iş açıkça Diyarbakır eyaleti için pazarlanmaktadır.
Bu işin sonunu ne eyalet oyuncağını önerenler, ne bu konuda hayal kuran sapkınlar, ne eyalet kurulmasını tartışmaya açanlar, ne de başkaları bilir.
Bunun sonu hüsrandır. Ayrılıktır. Bölünmedir.
Üzerimizde oynanmak istenen son oyun bu. Şimdi hiç kuşkunuz olmasın ki, başımızda binbir bela yokmuş gibi piyasaya bir de eyalet goygoycuları çıkacak.
Vatana ihanet bu değil de nedir?.. Ve Kenan Evren bu işe 90 yaşında nasıl alet olmaktadır? DTP’nin, Kürtçülerin bile sözünü etmekten ürktüğü konuyu nasıl dile getirmiştir?
* * *
Ankara’da parti kongresi toplayıp nutuk atıyorlar. "Kuvayı Milliyeci mantığa karşı durmamız gerekiyor... Sayın Öcalan’a af... Genel af çıkarılsın... PKK’ya siyaset özgürlüğü verilsin..." gibi laflarla milletin sinirini bozuyorlar.
Milyonlarca insanla, üstelik devletle de alay ederek ırkçılık sergiliyorlar, Kürtçülük yapıyorlar... Çünkü biliyorlar ki AB ve ABD arkalarında.
Adam Diyarbakır’da nutuk atıyor, "Türk ordusu tarafından Kerkük’e yapılacak bir saldırıyı Diyarbakır’a yapılan bir saldırı olarak kabul ederiz" diyebiliyor.
ABD Dışişleri Bakanı, Kuzey Irak’tan inadına Kürdistan diye söz ediyor. PKK için Kürdistan İşçi Partisi deyimini kullanıyor.
AB olayın zaten bire bir arkasında ve Kürtçülük olayının destekçisi. İki paralık Barzani ve Talabani, Türkiye’ye posta koyabiliyor.
Şimdi başımıza bir de eyalet belası açılmak isteniyor ve ne acıdır ki, bu oyuna Kenan Evren alet oluyor. Rastlantılar zincirine bakın ki, bunlar tam da Kıbrıs, AB, Ermeni konularındaki yenilgilerimizle çakışıveriyor!
* * *
Acaba günümüzün başbakanı olan Recep Tayyip Erdoğan, bu "eyalet sistemi" konusunda ne düşünüyor? Önümüzdeki günlerde ne diyecek? Ne diyeceğini elbette bilmiyoruz. Çok da önemli değil. Ama geçmişte ne dediğini size "2. Cumhuriyet Tartışmaları" isimli kitaptan somut belgesiyle vereyim. Kitapta kendisiyle yapılan söyleşiyi özetliyorum:
- "RTE: Şu anda Türkiye’de 27 etnik grup yaşamakta. Bu 27 etnik grubun da varlıklarının tanınması gerekmektedir. TÜRKİYE TÜRKLERİNDİR GİBİ TEZLER YANLIŞTIR.
- Soru: Bu değişim sürecinde eğer ülke içinde yaşayan bazı grup insanlar milli yapı içerisinde kalmak istemezlerse ne olacak?
- RTE: Onun kararını yine halk verecek.
- Soru: Örneğin, Kürtler biz ayrı yaşamak istiyoruz diyebilirler...
- RTE: Bu durumda belki Osmanlı eyaletler sistemi benzeri bir şeyler yapılabilir.
- Soru: Bağımsızlık isterlerse? Tamamen ayrılmak isterlerse?
- RTE: Böyle bir bağımsız yapıyı kurma kudreti varsa kurar..."
Evet, eyalet sistemi konusunda başbakanınız geçmişte bunları söylüyor, eyalet sistemine yeşil ışık yakıyordu.
Pek çok konuda "değiştiğini" biliyoruz! Acaba bu konuda değişti mi, değişmedi mi!
Vallahi onu şu anda bilemiyoruz.
* * *
Sevgili okuyucularım, Türkiye Cumhuriyeti’nin iç ve dış çevreler tarafından nasıl ketenpereye getirilmek istendiğini, başta TCK’nın 301. maddesi olmak üzere üzerimizde nasıl oyunlar oynandığını iyi izleyin, iyi bilin, iyi görün.
Siz bakmayın ekranlardan ve sayfalardan sıkılan palavralara, okunan pembe masallara. Bu tezgáhlar bir ülke ne zaman en zayıf durumdaysa, o zaman gündeme getirilir.
Şimdi bizi yöneten bu aymazlar sayesinde bu utanç sürecini yaşıyoruz. Daha da bir süre yaşayacağız.
Yazının Devamını Oku 1 Mart 2007
TÜRKİYE’de bundan 10 yıl önce 28 Şubat olayını yaşamıştık. Başbakan Necmettin Erbakan ve yardımcısı Tansu Çiller idi! Ülke felakete sürükleniyordu. Tarikatçılar almış başını gidiyor, Başbakanlık Konutu’nda cüppeli sarıklı tarikat şeyhlerine yemekler veriliyor, Sincan’da bayan gazeteciler dayak yiyordu.
Devletin başkentinde düzenlenen gecelerde şeriat propagandası yapılıyor ve bu gecelere İran Büyükelçisi de katılıyordu.
Türkiye nereye sürükleniyordu? Bu konuya uzun uzun girmenin gereği yok. Olanları herkes biliyor. Bilmeyenler, o günleri yaşamamış olanlar da internetten öğrenebilir.
Bugün AKP milletvekili, hatta bakan olan birileri de o dönemde bu eylemlerin tam göbeğinde yer alıyordu.
Askerler devreye girdi. Olayların yaşandığı Sincan’da tanklar caddelere çıktı. Genelkurmay’da gazetecilere, yargı mensuplarına ve çeşitli kuruluşlara brifingler verildi, felaketin boyutları açık açık anlatıldı.
Şimdi İslamcı basın ve onların işbirlikçisi olan entel-aydın (!) kesim, tekerlerine çomak sokan 28 Şubat’a yazılarında ve yayınlarında sövüyorlar.
İtirafçılar türedi! İçlerinde emekli TSK ve yargı mensupları var. O dönemde nasıl baskı yaşadıklarını anlatıyorlar! İslamcı basında isimleri bir gün olsun yer bulsun diye, bülbül gibi şakıyorlar! O gün suspus olmuş, hatta askerlere yağ çeken gazeteciler şimdi her biri aslan kesildi!
* * *
Asker ve siviller, Türkiye’nin yurtsever, Atatürkçü kişi ve kurumları o aşamada ne yapacaktı? Olanları "demokrasi uğruna" (!) seyretmekle mi yetinecekti?
Ülkemiz bu geri ve çağdışı kafaların eline mi kalacaktı? Türkiye yeniden yüzlerce yıl gerilere, karanlığa mı sürüklenecekti?
Necmettin Erbakan’la yardımcısı Tansu Çiller’in insafına, başbakanlık pazarlığına, karanlığa mı terk edilecekti?
Türkiye o dönemde PKK terörü ile boğuşuyordu. Başımıza bir de irtica terörü çıkarılmıştı...
Ve bunlara çanak tutanlar, göz yumanlar, görmezden gelenler, ne yazık ki ülkemizi yönetiyordu.
Evet, askerler devreye girdi. Hiç silah kullanılmadan bu gidişe son verildi.
Çok da iyi oldu.
Başbakan şimdi yaptığı Meclis konuşmalarında isim vermeden bu süreci başlatan askerleri eleştiriyor... "Cumhuriyetin sahibi cumhurdur" gibi laflar edip "siz karışmayın" demeye getiriyor. Hiç kimse konuşmayacak, onların işine hiç kimse karışmayacak ve istedikleri gibi at oynatacaklar. Almışlar AB’yi bilmem neyi arkalarına, yüzde 34 oyla Meclis’te yüzde 66 kelle çoğunluğunu ele geçirmişler, her istediklerini yapacaklar!
Sen her alanda hezimete uğrayacaksın, vatandaşı aç ve işsiz bırakacaksın, şeriat özlemlerine göz yumacaksın, Abdullah Öcalan’ı İmralı’dan özgürce konuşturacaksın ve sana hiç kimse karışmayacak, seni hiç kimse eleştirmeyecek!.. Hatta seni eleştiren medya kuruluşlarının, gazetecilerin, siyasetçilerin, işadamlarının üzerine devlet gücünü kullanarak gideceksin, banka hesaplarına gireceksin, onlar "Üzerine maliyeci gönderip defterlerini inceletirim, hesaplarını ortaya dökerim haaa" diye açıktan tehdit edilecek!.. Var mı böyle bir şey?
* * *
Biz 10 yıl önce 28 Şubat sürecinde bir yanda Kürtçülük yapıp PKK’ya övgüler düzen, öte yanda şeriat özlemcilerine göz kırpan nice anlı şanlı entel gazeteciler gördük. Bir tanesi, askerlerden gelen sert uyarı üzerine Genelkurmay’a "Beni onlar kullanıyor, siz de kullanın paşam" diyecek kadar alçalmıştı. Yem boruları tıkanınca hepsi afalladı. Bunları o süreçte hep yazdım.
Bazı şeyleri hiç kimse unutmasın. Bundan 10 yıl önce yaşadığımız 28 Şubat süreci sadece askerin işi değildir. Asker ağırlığını koymuştu. Ama arkasında Türkiye’nin yurtsever sivil güçleri, kurum ve kişileri vardı.
Milyonlarca insanımız o girişimlerin destekçisi idi. Karanlık güçler, dönekler, enteller, aydın (!) geçinenler hariç!
O süreç onlara "dur" demişti ve durmak zorunda kalmışlardı.
Şimdi yine palazlandılar! O yüzden intikam tamtamları çalıyorlar, 28 Şubat bahanesiyle Türk ordusunu aşağılamaya kalkışıyorlar, kin ve nefretlerini kusuyorlar.
Her karanlık gecenin bir sabahı olduğunu unutuyorlar.
Yazının Devamını Oku