Emin Çölaşan

Sonuç alındı

28 Mart 2007
BEKLENEN açıklamayı dün Adalet Bakanı Cemil Çiçek yaptı: "HSYK, boş bulunan Yargıtay ve Danıştay üyeliklerine 15 Nisan günü seçim yapacaktır." Cemil Bey bu açıklamayı yapmakta geç kaldı. Ortalığı bu kadar kızıştırmanın, hem yüksek yargıda hem de kamuoyunda durup dururken böyle anlamsız bir gerilim yaratmanın anlamı var mıydı?

Danıştay Başkanlar Kurulu önceki gün son derece net bir bildiri yayınladı ve "üye seçimlerinin derhal yapılması gerektiğini" vurguladı.

Türkiye Barolar Birliği, Ankara Barosu ve çok sayıda hukuk kuruluşu aynı doğrultuda bildiriler yayınladı.

Adalet Bakanı baştan beri atılan yanlış adımları şimdi düzeltiyor. Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu toplantılarına kendisi yurtdışında iken Müsteşarı iki kez katılmadı. İkinci kez katılmadan önce kendisini rapor almak için hastaneye sevk ettirdi.

Kurul’un Yargıtay ve Danıştay’dan gelen üyelerinin tümü müsteşar hakkında tutanak tuttu, Yargıtay’a suç duyusunda bulundu.

Türk yargısında, hele yüksek yargıda bu gibi olaylara ilk kez tanık oluyorduk.

Adalet Bakanı, Yargıtay ve Danıştay’a üye seçimini niçin engelleyip geciktirdi? Şimdi niçin geri adım attı?

Ama işin içindekiler şimdi bir başka soru soruyor:

Yüksek yargı üzerinde iktidarın ne gibi hesapları var?

Bu soru boşuna sorulmuyor. Önümüzdeki mayıs ayında Yargıtay Başsavcısı emekli olacak. Yargıtay tarafından yeni Başsavcı adayları arasında seçim yapılacak en yüksek oyu alan adaylar Çankaya’ya sunulacak. Bunlardan birini o makama cumhurbaşkanı seçecek.

Yargıtay, bu seçimi hangi tarihte yapacak? Adaylardan birini hangi cumhurbaşkanı seçecek? Ahmet Necdet Sezer mi, onun yerine gelecek olan AKP’li mi? Tarih neye göre ayarlanacak?

Bu iş henüz bitmedi! İnşallah yanılırım ama bu pilav daha çoook su kaldıracak.

TEŞEKKÜRLER TAYYİP BEY!

Yazımın bu bölümüne Recep Tayyip Bey’e teşekkür ederek başlıyorum, çünkü burada yıllardır yırtınıyorum:

"AB bizi hiçbir zaman almayacak. AB bizimle oyun oynuyor, istediklerini yaptırıyor, Türkiye’yi her yönden sömürüyor. Bazen de bir elma şekeri uzatıp zaman kazanıyor."

Başbakan, partisinin Meclis Grubu toplantısında dün bu söylediklerimi doğrulamak zorunda kaldı. Bunca gecikmeden sonra gerçekleri görmeye başlamış olması fevkalade olumludur! Türkiye-AB ilişkileri konusunda (AB’ye seslenerek) aynen şöyle dedi:

"Kimseden iane beklemiyoruz. Hakkımızı istiyoruz. Eğer AB Türkiye ile ilgili bir olumsuzluk düşünüyorsa verin kararınızı. Biz de yolumuza (acaba hangi yola!) devam edelim.

Kendilerine de söyledik. Bakın diyoruz, kendinizi de yormayın, bizi de yormayın.

Ne enerji kaybedelim, ne para harcayalım."

Bu noktaya gelip gerçekleri görmeye başladığı için Recep Tayyip Erdoğan’a bir kez daha teşekkür ediyorum, başarılarının devamını diliyorum!

* * *

Birkaç gün önce AB’nin kuruluşunun 50. yılı görkemli törenlerle kutlandı. Bütün ülkeler çağrılmıştı. Aday ülke (!) Türkiye ise bu törenlere davet edilmedi. Bizimkiler çok sinirlendi. Nasıl olur da biz böyle incitici bir biçimde dışlanırdık!

Dışişleri Bakanı Abdullah Gül bile açtı ağzını yumdu gözünü:

"Madem siz bizi istemiyorsunuz, biz de Türk halkına soralım bakalım, AB’yi istiyorlar mı!"

İş bu aşamaya geldi. Aslında Abdullah Bey de çok haklı. Muhalefetteki Fazilet Partisi milletvekili iken Meclis kürsüsünde AB’ye veryansın ediyor, "Bizi kapılarında kulübeye koyacaklar" diyordu. Dedikleri aynen çıktı. Kendisine de teşekkür ediyorum! Fakat iktidar olunca onların en büyük savunucusu kesildi.

AKP
iktidarı, AB’yi kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya kalkıştı. AB emir verdi, onlar uyguladı. Yasalarımız altüst edildi. Bugün ülkemizde yaşanan ve inanılmaz boyutlara varan asayiş bozukluğu, AB’nin emirleri doğrultusunda çıkarılan o yeni yasalar yüzündendir. Suçlar karşısında polisin, savcının, mahkemelerin eli kolu bağlandı...

Ve AB standartlarına ulaştık!

Şimdi ağlaşıyorlar!
Yazının Devamını Oku

Diyanet’ten istirham...

27 Mart 2007
GEÇTİĞİMİZ Cumhuriyet Bayramı öncesinde burada birkaç yazı yazmış ve Diyanet İşleri Başkanlığı’nın bayram nedeniyle camilerimize Türk bayrağı astırmasını istirham etmiştim. Zaman kısaydı. Sonunda Diyanet İşleri Başkanlığı bir karar aldı ve her yerde olmasa bile özellikle büyük illerimizde bazı camilerimize bayrağımız asıldı. Çoğu minarelerin arasına asılmıştı ve manzara gerçekten muhteşemdi.

Önümüzde 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı var.

Bütün ulusumuzun bayramı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açıldığı gün.

O gün ülkenin dört bir yanında bayraklar asılacak, şenlikler düzenlenecek, törenler yapılacak.

Bazıları, "Camiye bayrak asılmaz, camide bayrak olmaz, dinin milleti ve bayrağı yoktur" diyordu!

Camilere pekálá bayrak asılacağını, bunun dinimiz açısından da hiçbir sakıncası olmadığını artık biliyoruz. Bu tutucu çabalar geçtiğimiz 29 Ekim’de geride kaldı.

Camilerimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin, Türk toplumunun camileridir. Orada isteyen herkes ibadet edebilir. Irk, etnik köken, cinsiyet, mezhep ayrımı yoktur.

Görevlileri Türk devletinden maaş alır.


Şimdi Diyanet’ten bir kez daha istirham ediyorum. 23 Nisan’a bir aydan az bir zaman kaldı. Hazırlıkları bitirsinler, camilerimize bayrağımızı assınlar.

Minarelerin arasına, kapılara, başka uygun yerlere...

O gün bütün Türkiye nasıl bayraklarla donanacaksa, camilerimiz de donanmalı...

Ve bundan sonra bütün ulusal bayram günlerimizde camilere bayrak asılmalı.

Diyanet İşleri Başkanlığı bana bu konuda bir yanıt gönderirse burada seve seve yayınlarım, milleti bilgilendiririm.

23 Nisan günü camilerimizde de Türk bayraklarını asılı görebilme umuduyla...

ANKARA EMNİYET MÜDÜRÜ’NÜN AÇIKLAMASI

ANKARA Emniyet Müdürü Ercüment Yılmaz, pazar günkü yazımla ilgili olarak dün bir açıklama gönderdi. Aynen yayınlıyorum:

"Sayın Emin Çölaşan, 25 mart 2007 tarihli ’Asayiş Berkemal’ başlıklı köşe yazınızda Ankara ilimizde 2006 yılında belediye hududları içerisindeki 24 ilçede, ilgi yazınızda belirtmiş olduğunuz dolandırıcılık, kapkaç, yankesicilik, hırsızlık (evden ve işyerinden) suçları toplamı 14.074’tür. Bu suçlardan 1.987’si çözülmüştür. 35.356 sayısı 2006 yılında ilimizde işlenen mala karşı suçların tamamını gösteren rakamdır.

Bu suçlara, belirtmiş olduğunuz suçlar dışında bilişim suçları, ızrar, yangın, mesken masuniyetini ihlal gibi yaklaşık 18 suç dahildir.

2006 yılında ilimizde toplam 484 kapkaç suçu meydana gelmiştir. Yılın ilk iki ayında ise işlenen kapkaç suçu sadece 70’tir. Bunlardan 15’i suçüstü yakalanmıştır.

2007 ilk iki aylık (ocak, şubat) yazınızda belirtmiş olduğunuz kapkaç, dolandırıcılık, yankesicilik, hırsızlık (evden, işyerinden) suçlarının sayısı ise 2.391’dir.

Ayrıca ilimizde suçla mücadelede toplum destekli polislik anlayışıyla yoğun bir şekilde çalışmalarımız sürmektedir.

Örnek vermek gerekirse, ilköğretim çağındaki çocuklarımızda trafik kültürünün oluşturulması amacıyla bugüne kadar ’Ailemin ve Ülkemin Trafik Polisiyim’ projeli çalışmamızda 370.000,

Liselerdeki öğrencilerimize yönelik ’Terör ve Gençlik’ konulu konferanslarda 90.000,

Emniyet Müdürlüğümüz Brifing Salonunda yapılan liselerarası bilgi yarışmalarında 55.000,

İlimizde bulunan Yüksek Öğretim Kredi Yurtlar Kurumuna bağlı yurtlarda bölücü faaliyetlerle ilgili konferanslarda 5.500,

Lise müdürlerimiz ve rehber öğretmenlerimize, ailelere ve öğrencilere yönelik Terör ve Uyuşturucu Madde Bağımlılığı konularında ise 48.000 insanımıza konferanslar verilmiştir.

Amacımız okul, aile, öğrenci üçgeninde birlikte çalışmalar gerçekleştirmek, suçun geleceğimize ulaşmasını engellemek ve suçla mücadele etmektir.

Ankara Emniyet Müdürlüğü olarak milletimizin emrinde olduğumuz saygı ile sunulur."
Yazının Devamını Oku

Asayiş berkemal!

25 Mart 2007
SEVGİLİ okuyucularım, "Türkiye nereye gidiyor, insanımızın durumu ne oluyor" sorusuna yanıt vermek gerekiyor. Her gün masallar dinliyoruz, palavralar izliyoruz, karşımıza pembe tablolar çıkarılıyor! "Durum çok iyi! Son olarak İstanbul’da İETT arazisini Arap Şeyhi’ne sattık, İstanbul’da emlak fiyatlarını zıplattık. Şimdi köprüleri ve otoyolları da özelleştireceğiz..."

Yabancı sermaye Türkiye’yi sevmiş, akın akın geliyormuş! Elbette sever, böyle bir kazancı, beleşi, peşkeşi gören yabancı sermaye gelmez mi?

Ancak şu soru hiç sorulmuyor:

"Gelen bu yabancı sermaye yatırım yapıyor mu, istihdam yaratıyor mu?"

Hayır!.. Çünkü onlar yatırım yapmaya, fabrika kurmaya, iş yaratmaya gelmiyor. Altın yumurtlayan hazır tesisleri alıp işletiyor, kazancını da ülkesine götürüyor.

* * *

Peki ama bütün bu "parlak tablo" sonrasında, pembe masallar ülkesinde asayiş açısından neler oluyor? En basitinden, Türkiye’de soyulmayan çok az ev ve işyeri kaldığını hepiniz biliyorsunuz. Hiç kimse rahat değil. Sokaklardaki gasp, kapkaç falan da işin cabası. Şimdi size devletin resmi rakamlarını vereceğim ve şaşıracaksınız:

Ankara’da belediye sınırları içerisinde 2006 yılında sadece kapkaç, hırsızlık, dolandırıcılık ve yankesicilik suçlarına ilişkin faili meçhul toplam evrak sayısı 35.356.

Burada faili meçhul evrak sayısı sözcüklerine dikkat ediniz.

Anlamı şu: Suç sayısı çok daha fazla. Bunlar sadece zanlısı bulunamayanlar... Ve bu rakama gasp, cinayet, çek senet vesaire dahil değil.

Dahası var: Vatandaşın başına bir iş geliyor ama polise gitmiyor. "Nasıl olsa bulunmaz" diye düşünüyor. Zaten hem polis, hem savcılıklar, hem de mahkemeler iş yükü altında bunalmış durumda. Öyle ki, Türkiye genelinde cezaevleri bile son haddine kadar doldu.

Şimdi 2006 rakamlarından sonra bu yıla, yani 2007 rakamlarına bakalım. Bu yılın ilk iki buçuk ayında, 1 Ocak-15 Mart günleri arasında Ankara’da belediye sınırları içerisinde faili meçhul kapkaç, hırsızlık, dolandırıcılık ve yankesicilik suçlarının sayısı 11.180.

Korkunç bir artış var. Bu tempoyla giderse 2007 sonunda bu rakamın 65 bini geçmesi bekleniyor.

Bir kez daha dikkatinizi çekiyorum: Bu rakamlar sadece Ankara belediye sınırları için, faili meçhul sadece dört suç çeşidi...

Yani vatandaş, başına gelen için şikáyette bulunmuş ama sonuç alınmamış. Çok sayıda vatandaşımız da "nasılsa bir şey çıkmaz" diye şikáyetçi olmuyor.

* * *

Şimdi hep birlikte biraz düşünelim. Bunlar sadece başkentin faili meçhul rakamları. Buna İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanını ve ayrıca faili belli olanları ekleyin!

Ortaya çıkan suç tablosu korkunç. Acaba Türkiye genelinde yıllık toplam 500 bin olur mu? Bir milyona ulaşır mı?

Peki son yıllarda ne oldu da buralara geldik? Suçlar niçin böylesine artış gösteriyor? Yoksa Türk insanı kimlik mi değiştirdi? Vahşileşti mi, acımasız mı oldu? Bunları boşuna sormuyorum. Örneğin, evleri soyulanlara polislerin söylediği söz hemen hemen aynı:

"Hırsızı evinizde görürseniz direnmeyin, sizi öldürebilir. Kapkaççıya, gaspçıya direnmeyin, silahlıdır."

Türk insanı vahşileşmedi, daha acımasız olmadı.

Ama insanımız işsiz kaldı, yoksullaştı, aç kaldı.

Bu durumda iki şey gerçekleşti:

1- İşinden olan, iş bulamayan, yoksullaşıp aç kalanlar suça yöneldi.

2- Bu ortamdan yararlanan mafyalar, örgütler ve kişiler, onları suç makinesi olarak örgütleyip sokağa saldı.

Sevgili okuyucularım, yukarıda sadece Ankara için açıkladığım devlet rakamları bir ibret belgesi, utanç tablosudur. Bir yanda memleketin fabrikaları, limanları, arazileri, bankaları, ihaleleri, alımları ve her şeyi yerli işbirlikçilere, yabancılara, partili yandaşlara sunulup peşkeş çekilirken... Ve bu utanç tablosu vatandaşa "kalkınıyoruz, çok iyiye gidiyoruz" diye yutturulmak istenirken, insanımıza işte bu reva görülüyor.

Polis, savcılıklar, mahkemeler ve son olarak cezaevi yönetimleri bile bunalmış durumda. Bu suçlarla baş etmek mümkün olmuyor.

Bu "ufak tefek" suçlar -eğer çok önemli değilse ve işin içinde güzel bir kadın falan yoksa- medyaya yansımıyor.

Yukarıda size Ankara’daki tabloyu sundum. Ötesini siz düşünün! Daha doğrusu, Arap şeyhlerine, İsrailli, Yunanlı vesaire birilerine kazandırmak, partili yandaşları zengin etmek uğruna bizi bu duruma kimlerin sürüklediğini düşünün!
Yazının Devamını Oku

Rezaletin öyküsü!

24 Mart 2007
ANKARA’da tam yedi aydan bu yana korkunç bir rezalet yaşandı, şehircilik cinayeti işlendi. Ankara felç oldu. Milyonlarca insana Kuğulupark kavşağı adı altında işkence çektirildi. Kentin anacaddesi olan Atatürk Bulvarı yok edildi, tünellerle falan otoyol yapıldı. 60 yıllık yüzlerce anıt ağaç dibinden kesildi. Çevredeki binlerce konut ve işyeri ile birlikte bankalar, hastaneler, büyükelçilikler felç edildi.

Telefonu, faksı, elektrik ve suyu, televizyon yayınları kesilenler isyan etti. Büyükelçilikler bile bu rezaleti protesto etti.

Siz hiç 30 santimlik yaya kaldırımı gördünüz mü? Gelin göstereyim!

İki kilometrelik inşaat alanından yedi ayda çıkamadılar. Yaptıklarını ertesi gün söktüler, yeniden yaptılar, yeniden söktüler. Her şey milyonlarca başkentlinin gözleri önünde oldu.

İşin ilginç yanı, Ankara’da trafik tıkanıklığı yaşanmayan, ya da en az yaşanan yer Atatürk Bulvarı idi. Orası da bu cinayete kurban edildi.

* * *

Şimdi bir kez daha anlatacağım rezaleti lütfen aklınızda iyi tutun ve bu ülkede neler olduğunu iyi anlayın. İşin ihalesini 2002 yılı aralık ayında, bundan dört yıl önce yaptılar. Niçin?.. Çünkü 1 Ocak 2003’te yeni İhale Yasası yürürlüğe girecek ve bazı kısıtlamalar gelecekti. Yeni yasadan önce apar topar ihale yaptılar. Peki işi kime verdiler?

Belediye’nin Belbeton isimli şirketine! Kaça? 7 trilyon 972 milyar liraya! Sonra Belbeton kimlere iş verdi? Örneğin Melih’in hacı arkadaşı Namık Tanık’a! Sonra işler tıkanınca kim bitirmek zorunda kaldı?

Büyükşehir!

Şimdi soruyorum:

Bu işin toplam maliyeti, yani toprağa bugüne kadar gömülen para ne kadar oldu? Hangi şirketlere kaç para ödendi?

Rusya ve Avusturya Büyükelçiliklerine kaç para ödendi veya ne verildi?

İşin ciddiyetsizliğine bakın ki, ihaleyi dört yıl önce yapmışlardı. Rusya ve Avusturya arazisini ise iş başladıktan sonra almaya çalışıyorlardı!

İhaleyi (!) yapmıştınız ve aradan dört yıl geçmişti. Bu süre içerisinde aklınız neredeydi?


Devletin ve milletin paraları böyle rastgele, keyfe keder harcanıyor. Ama hesap soran yok ki! Dayamışlar sırtlarını kendi iktidarlarına, istedikleri gibi at koşturuyorlar.

Para gücü şimdilik onlarda.

Hiçbiri, hiçbirinden hesap soramıyor.

GEL BAKALIM MELiH!

ANKARA Büyükşehir Belediye Başkanı olan Melih Gökçek isimli şahıs TGRT ekranına çıkmış, meydanı boş bulunca bol kepçe sallamış!

"Emin Çölaşan’ın 9 milyon dolar parası varmış... Emin Çölaşan’a yurtdışından üç kez para havalesi gelmiş, gönderen de bilinmiyormuş..."

Önceki gece televizyonda yine bunları söylemiş ve beni ekranda kendisiyle tartışmaya çağırmış. Böyle masallar okuyarak insanları kandırmaya yelteniyor.

Çağrısını kabul ettiğimi dün TGRT’ye bildirdim.

Şimdi kendisinden beklediğim, o iddialarını yüzüme karşı belgelerle kanıtlaması olacaktır.

Belgelerini almalı ve gelmelidir.

Zerre kadar onuru ve haysiyeti olan bir belediye başkanı, söylediklerini herhalde kanıtlamakla yükümlüdür.

Aksi takdirde karşımda rezil olacaktır.

Eğer hakkımda başka şeyler biliyorsa, onların da belgelerini elbette getirecek ve beni rezil etmeyi başaracaktır!

Ne bileyim, bana sık sık mesajlar atıp "Bir haftaya kadar seninle ilgili öyle bir belge açıklayacağım ki, herkese rezil olacaksın. Erkeksen karşıma çık" dediğine göre, mutlaka bildiği bir şeyler olmalı!

Fakat haftalar geçiyor, kendisinden tık yok!

Rezil edilmeyi bekliyorum, korkuyorum, uykularım kaçıyor, fakat bir türlü edilmiyorum!

Ama o boşa konuşmaz, tehdit etmez, şantaj yapmaz, yalan söylemez!

Demek ki elindeki belgeleri "ekrana" saklıyor.

Haydi aslanım, hodri meydan!

Önümüzdeki perşembe gecesi TGRT Haber kanalında saat 22.00’de izleyin.

El mi yaman bey mi yaman, görün.

Hoşunuza gidecektir.
Yazının Devamını Oku

Faturası bundan sonraki hükümete!

23 Mart 2007
SEVGİLİ okuyucularım, Türkiye’de inanılmaz olaylar yaşıyoruz. Bugün 2 Mart 2007 tarihli Resmi Gazete’de yayınlanan bir Bakanlar Kurulu kararına değineceğim. Ülkemizde işlerin nasıl sorumsuzca yürütüldüğünün, devlet bütçesinde ödenek kalmadığının somut belgesidir. Kararnameyi özetliyorum:

"FAKİR AİLELERE KÖMÜR YARDIMI YAPILMASINA İLİŞKİN KARAR.

İl ve ilçe sosyal yardımlaşma ve dayanışma vakıflarınca belirlenerek valiliklere bildirilecek fakir ailelere, müracaatları üzerine en az 500 kilo bedelsiz kömür verilecektir...

Görev zararı: Kömür bedelleri ile görev zararları 2008 yılı bütçesine konulacak ödenekten Hazine Müsteşarlığı tarafından ödenecektir."

Son cümleye dikkat ediniz! Fakir fukaraya beleş kömür verilecek. Fakat gelin görün ki, bütçede para yok.

Bütçede para yok ama önümüzde seçim var! Oy tavlamak gerekiyor.

Yani ortaya şu acı gerçek çıkıyor: "Kömürü vermesine verelim de, bütçe tıngır mıngır. Bu durumda paranın ödenmesini 2008 yılı bütçesine, bizden sonra gelecek hükümete bırakalım."

Demek ki katrilyonlar tutan bu parayı bugünkü iktidar değil, bundan sonrakiler ödeyecek.

Uygulanan politikalar yüz kızartıcı. Türkiye genelinde yüz binlerce aile şimdi bu başvuruyu yapacak ve -eğer alabilirse- beleş kömür alacak. Bu yardım seçim öncesinde gerçekleşecek ve böylece milletin parasıyla AKP adına oy avcılığı yapılacak. Para, ödenek, kaynak?.. Onları bundan sonraki hükümet düşünecek!

Bir yanda ülkenin arazileri, fabrikaları, limanları, binaları, bankaları, altın yumurtlayan tesisleri eşe dosta, AKP’li yandaşlara, Araplara, İsraillilere, Avrupalılara peşkeş çekilip her biri malı götürürken, bu satışlardan milyarlarca dolar gelir elde edildiği hiç sıkılmadan ilan edilirken, öte yanda 500 kilo kömürle seçmen tavlama numaraları!..

Milyonlarca gariban insanı önce işinden edip işsiz bırakacaksın, sürgün edip aileleri böleceksin, açlığa mahkûm edeceksin, şansı olup da iş bulanları asgari ücrete talim ettireceksin ve onların oylarını 500 kilo beleş kömürle tavlamaya yelteneceksin! Bunun adı sadaka ekonomisi... Ve bütçede paran olmadığından, faturayı gelecek hükümetin omuzlarına bindireceksin!

Ey vatandaş, yaşadığın ilde başvurunu şimdiden yap, kömürü kap! Seçim ekonomisinden sen de payını al. Senin sırtından, fakir fukara sırtından bu oyunu oynayanlara yanıtını sandık başında verirsin.

REZALET BiTMiYOR

HÁKİMLER ve Savcılar Yüksek Kurulu (HSYK) dün de toplanamadı. Boş olan Yargıtay ve Danıştay üyeliklerinin seçimi yine yapılamadı. Niçin?.. Çünkü hakkında HSYK tarafından üç gün önce tutanak düzenlenen Adalet Bakanlığı Müsteşarı, dün kendini hastaneye sevk ettirdi ve toplantıya yine katılmadı!

Kurul, Müsteşar hakkında yeniden tutanak düzenledi ve suç duyurusunu Yargıtay Başkanlığı’na gönderdi.

Şimdi iş önümüzdeki salı günü yapılacak toplantıya kaldı.

Kurulun önünde bu seçimler dışında bekleyen önemli dosyalar var. Üye seçimi yapılmadan onların görüşülmesi mümkün olmuyor.

Kurulun Yargıtay ve Danıştay’dan gelen üyeleri onurlu bir davranış sergiliyor, Adalet Bakanı ve onun emrindeki Müsteşar ile üye pazarlığı yapmayı kabul etmiyor. Şunu söylüyorlar:

"Yedi kişiden oluşan kurulda adaylar arasında demokratik oylama yapılır ve en çok oy alanlar üye seçilir."

Yargıtay ve Danıştay üyeliklerine kendi adamlarını, kendi yandaşlarını seçtiremeyeceğini anlayan Bakan-Müsteşar ikilisi de, seçim maddesini gündeme koymuyorlar.

Ülkenin bütün kurumlarında acımasızca kadrolaşan AKP iktidarı, ilk kez baltayı taşa vurdu. Yüksek yargıda pazarlıkla kadrolaşma hesapları altüst oldu.

250
üyesi olan Yargıtay’da 23 üyelik aylardan beri boş. Adalet Bakanı ile Müsteşar, özellikle Yargıtay’a üye seçimi yapılmasına ısrarla karşı çıkıyorlar. Bütün bunlar basına yansıdı, kamuoyunun gündemine yerleşti.

Peki ama Yargıtay Başkanlığı nerede?

Türkiye Barolar Birliği bu konuda basın açıklaması yaptı ve sordu: Ortalıkta kıyamet koparken, bu sessizliğin, bu tepkisizliğin anlamı ne oluyor?

Üzerlerinde oynanmak istenen bu oyun konusunda yüksek yargının söyleyeceği bir söz yok mu?
Yazının Devamını Oku

’Sayın’... ’Kelle’...

22 Mart 2007
CUMHURBAŞKANLIĞI seçimi yaklaştıkça ortalık kızışıyor. Belgeler birbiri ardına patlıyor. Bunların her biri, Tayyip Erdoğan’ın o makama seçilmesine, çıkmasına engel oluşturuyor. Erdoğan’ın bundan bir süre önce Avustralya SBS radyosuna verdiği demeç ortaya çıktı, kendi sesinden ekranlarda yayınlandı. Abdullah Öcalan’dan iki kez "Sayın Öcalan" diye söz ediyor ve sonrasında aynen şu sözleri söylüyordu:

"Sayın Öcalan düşüncelerinin değil, almış olduğu KELLELERİN hesabını veriyor."

Bu belge kendi sesinden ortaya çıkmış, ancak henüz yayınlanmamıştı. Her zaman olduğu gibi inkár politikası devreye girdi! AKP Grup Başkanvekili Faruk Çelik, ANKA Ajansı’na 16 Mart günü verdiği demeçte şunları söyledi:

"Kafa bulandırmaya çalışıyorlar. Bunlar imaj bozmaya yönelik girişimlerdir. Bu iddiayı ortaya atanların kafa bulandırmak yerine ellerindeki belge ve bilgileri açıklamaları gerekir. Bunlar Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Sayın Başbakanımızla ilgili imaj bozmaya yönelik çalışmalardır."

Savunucusu bu sözleri söylediğinde, Tayyip Bey’in bu sözleri yazılı basında yer almış, ancak ekranlarda kendi sesinden yayınlanmamıştı. Hemen ardından benim izleyebildiğim kadarıyla Kanaltürk, Art (Avrasya) gibi ulusalcı kanallarda kendi sesinden yayınlandı.

Ben bu önemli konuyu yazmadan önce, bugüne kadar birkaç gün bekledim. Niçin yazmadığımı soranlara da "Belki Tayyip Bey yalanlama yapar" dedim. Ancak böyle bir durum olmadı. Kendi adına başkaları tarafından yapılan yalanlamalar da fos çıktı!

* * *

Avustralya radyosuna söylediği sözler iki açıdan çok önemli.

1- Abdullah Öcalan’a "sayın" diye hitap eden kişiler hakkında savcılıklar tarafından dava açılıyor. Bunlar yargılanıp hapis cezası alıyor. Eski DTP Milletvekili Sedat Yurttaş bu sözlerinden ötürü altı ay, DTP Genel Başkanı Ahmet Türk 1.5 yıl, Genel Başkan Yardımcısı Aysel Tuğluk yine 1.5 yıl hapis cezası aldılar.

Şimdi bu olay kendi sesinden belgelendiğine göre, Tayyip Erdoğan hakkında savcılar dava açacak mı? Göreceğiz!

2- Aynı söyleşide şöyle diyor: "Öcalan almış olduğu kellelerin hesabını veriyor!"

Kelleler sözcüğü neyi anımsatıyor? Elbette PKK mücadelesinde can veren şehitlerimizi. Subay, astsubay, uzman çavuş, er, polis, köy korucusu...

Bunun rakamı da belli. 2006 yılı sonu itibarıyla -devletin resmi rakamlarına göre- verdiğimiz şehit sayısı 6192.

Yani Tayyip Bey’in tanımıyla 6192 kelle!

Şehitlerden "kelle" diye söz edilmesi yakışıksızdır, çirkindir, ayıptır, günahtır.

* * *

Bunlar çok tuhaf bir havaya girdiler. Kendilerini her açıdan "çok güçlü ve vazgeçilmez" görüyorlar! Oysa yanılıyorlar.

Bugüne kadar kimler geldiii, kimler geçti!

Onların her biri geçmişte kendilerini "vazgeçilmez" zannediyordu! Şimdi neredeler? Çoğunun ismini bile unutmadık mı?

AKP
şu anda Meclis’te çoğunluğa sahip. Hükümet onlarda. Bütün kamu kurumlarından acayip bir kadrolaşma yaptılar ve şimdi yüksek yargıyı da kendilerinden yapmak için yoğun çaba harcıyorlar.

Ancak bu kez baltayı taşa vurdular.

Devletin ve milletin malını mülkünü satıp günü kurtarmaya, bütçedeki korkunç açığı biraz olsun dengelemeye çalışıyorlar. Dün son olarak İstanbul’un en değerli arazisini Arap Şeyhi Makdum’a sattılar.

İhale yolsuzluğuna direnen Beypazarı Kaymakamı Haluk Nadir’i AKP ilçe örgütünün isteği üzerine görevden aldılar.

Her yerden, özellikle AKP’li belediyelerin ve belediye şirketlerinin çoğundan inanılmaz yolsuzluk, vurgun, hortum fışkırıyor. Bunları hasıraltı edip görmezden geliyorlar.

Kendi adamlarını, yandaşlarını, partililerini ihya ettiler.

Vatandaşın can ve mal güvenliği kalmadı. Suçlar ürkütücü boyutta artıyor.

Recep Tayyip Erdoğan, hükümeti ve ekibi, bunların altından kalkamayacak.

Öyle görünüyor ki, kendisini "AKP’nin cumhurbaşkanı" seçtirse bile, geçmişte yaptıklarının ve söylediklerinin hesabı tek tek sorulacak.

"Sayın Öcalan" dahil, "kelleler" dahil.
Yazının Devamını Oku

Yüksek yargı ayakta

21 Mart 2007
BÖYLESİNİ ilk kez görüyoruz. AKP iktidarının yüksek yargı üzerinde oynamaya kalkıştığı oyunda dün patlama yaşandı. Anayasal kuruluş Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yargı tarafından seçilen -yedek üyeler dahil- 10 üyesi dün hem basın toplantısı yaptı, hem de yazılı açıklama ile rezaleti kamuoyunun gündemine taşıdı.

Adalet Bakanı dünkü toplantıya katılmadı. Müsteşarını da göndermedi. Böylece Yargıtay ve Danıştay’daki boş üyeliklere seçim yapılmasını bir kez daha -şimdilik- engellemeyi başardılar! Nedenini bir kez daha ve açıkça yazıyorum:

"Yedi kişiden oluşan Kurul’un yargıdan gelen beş üyesi, Yargıtay ve Danıştay’a bizim iktidarımızın istediği kişileri üye seçmeyecek. Oylamada biz, Bakan ve Müsteşar olarak azınlıkta kalacağız. Dolayısıyla bu seçimi yaptırmamak gerekiyor."

Korkunun ecele faydası yok. Kurul tarafından dün yayınlanan basın açıklamasında bu seçimin Bakan ve Müsteşar’a rağmen en kısa zamanda yapılacağı açıkça belirtildi. Burada bir şeyi daha anımsamak gerekiyor:

Türk yargı tarihinde ilk kez, yüksek yargı organlarının temsilcileri böyle bir açıklama yaparak ve böyle bir bildiri yayınlayarak, hukuk ve adaletle oynamaya kalkışan iktidarı kamuoyuna şikayet etmek zorunda kaldılar.

Yazılı açıklamada şu ağır sözler yer aldı:

"Bu durum Yargı Bağımsızlığına karşı bir duruş, Yüksek Kurul’un faaliyetlerini engelleme, Yargıya müdahale niteliği arzetmektedir... Bu konuda sorumlular hakkında yasal gereğinin yapılması açısından tutanak düzenlenmiştir."

Yüksek yargı üzerinde bile böyle particilik oyunları oynamaya kalkışan bir iktidar, bu işin sonunu getiremez. Bunlar, o iktidarın gidici olduğunun göstergeleridir.

NEVRUZ

ORTADOĞU ülkeleri ile Türk ve Müslüman dünyasının bayramlarından biri. Anlamı "yeni gün". Binlerce yıllık bir gelenek. Baharın gelmesi kutlanıyor. Ateşler yakılıyor, oyunlar oynanıyor, halaylar çekiliyor, coşku yaşanıyor.

Türkiye’de ise neredeyse 20 yıldan bu yana çoğu kez kana bulanıyor!

PKK
sayesinde kan dökme, devletle kavga etme gününe dönüştü.

Bugün nevruz. Herkes kuşkuyla bekliyor:

Acaba olay çıkacak mı? Yine kan dökülecek mi? Kentleri yine altüst edecekler mi? Kadınları ve çocukları ön saflara sürüp onların arkasında PKK bayrakları, Öcalan posterleri açacaklar mı?

Yakın geçmişte nice nevruz günleri yaşattılar ki, ortalık kan gölüne döndü. Yüzlerce insanımız öldü. Kentler PKK’nın gösteri alanına döndü. Silahlar konuştu.

Bugün özellikle Güneydoğu’da yine gösteriler yapılacak. Yine PKK bayrakları, Öcalan posterleri açılacak. Güvenlik güçleri büyük olasılıkla bunları görmezden gelecek, olay çıkmasın ya da büyümesin diye müdahale etmeyecek.

İşin acı tarafı, bunların destekçileri hep Avrupa’dan, AB’den!

Şu anda başta Diyarbakır olmak üzere Güneydoğu’da nevruzu izlemek için çeşitli AB ülkelerinden gelen 200 dolaylarında temsilci ve gözlemci var! Olacakları ellerini ovuşturarak izleyecekler!

Bir bayram gününde inşallah kan dökülmesin, olay çıkmasın.

ONUR VE TEŞEKKÜR

ÖNÜMDE Galatasaray Üniversitesi tarafından gönderilen faks mesajı:

"Galatasaray Üniversitesi ’EN 2006’ ödül töreni. Üniversitemiz öğrencileri arasında yapılan anket sonuçlarına göre en beğenilen Köşe Yazarı kategorisinde yüzde 46 oy oranıyla birinci oldunuz.

21 Mart 2007 günü Üniversitemizde düzenlenecek ödül töreninde sizi de aramızda görmekten mutlu olacağız."

Çok teşekkür ediyorum. Birkaç gün önce telefonla sordum, bu anket üniversitenin 1.700 öğrencisi arasında yapılmış. Ayrıca aynı ankette Hürriyet, yüzde 26 oyla en iyi gazete seçilmiş.

Ankara’da gündemimiz çok yoğun. O nedenle bugünkü törene katılamayacağım. Bundan birkaç hafta önce de Kabataş Lisesi öğrencileri, mezunları ve okulun hocaları arasında yapılan ankette yine birinci seçilmiş, ancak ödül törenine katılamamıştım.

Masa başında ayarlanmayan böyle gerçek ödüller benim için en büyük onurdur.

Gazetecilik görevimi biraz olsun yerine getirebildiysem ne mutlu bana.
Yazının Devamını Oku

Yüksek yargıda rezalet devam ediyor

20 Mart 2007
SEVGİLİ okuyucularım, geçen salı günü burada yazdığım yazının başlığı "Yüksek Yargıda Utanç Tablosu" idi. Adli yargının en üst kurumu olan Yargıtay ve idari yargının en üst kurumu olan Danıştay, korkunç bir iş yükü altında boğuluyor. Adalet aksıyor. 250 üyesi olan Yargıtay’da şu anda 23 üyelik boş. 96 üyesi olan Danıştay’da ise 9 üyelik boş. Boşalan üyeliklere seçimi, yedi kişiden oluşan Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu yapıyor. Kurulun Başkanı Adalet Bakanı. Onun emrindeki müsteşar doğal üyesi. Öteki 3 üyeyi Yargıtay, 2 üyeyi de Danıştay seçip gönderiyor ve kurul böyle oluşuyor. Ancak kurul gündemini Adalet Bakanı belirliyor.

Kurulun yargıdan gelen 5 üyesi, Yargıtay ve Danıştay’da boşalan üyelikler için seçim yapmak istiyor. Ancak bu iki yüksek yargı organına istediği kişileri seçtiremeyeceğini anlayan Adalet Bakanı, gündeme seçim maddesini bir türlü koymuyor.

Seçim ertelendikçe erteleniyor, yüksek yargıda işler biriktikçe birikiyor. Adalet aksıyor, adalet yara alıyor.

Artık bıçak kemiğe dayandı. Kurulun yargıdan gelen 5 üyesi rest çekti:

"Salı günü (bugün) yapılacak ilk toplantıda seçim yapılmazsa tutanak tutacağız, bundan sonra kurul toplantılarında başka hiçbir konuyu görüşmeyeceğiz. Önce üye seçimleri demokratik oylama ile yapılacak, sonra öteki konulara sıra gelecek. Adalet Bakanı yine gündeme koymazsa, gerekirse seçimi bakan ve müsteşar olmadan biz yapıp bu işi bitireceğiz."

Bugün, bu açıdan önemli bir gün. Bugün olmazsa perşembe günü dananın kuyruğu kopacak gibi görünüyor... Çünkü kurul her hafta salı ve perşembe günleri toplanıyor.

* * *

Bir iktidar düşünün ki, Yargıtay ve Danıştay’a kendi adamları üye seçilmeyecek korkusuyla, Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun çalışmalarını bile engellemeye kalkışıyor.

Yüksek yargıda işler aksıyormuş, ilgili daireler iş yükü altında boğuluyormuş, adalet yara alıyormuş, AKP iktidarının umurunda bile değil.

Onlar şimdi anketle cumhurbaşkanı seçme (!) peşinde. Anket torbasından civciv çıkacak kuş çıkacak değil ya, bu kez de cumhurbaşkanı çıkacak!

* * *

Yine geçen salı günü yazmıştım. Devletin hesaplarını denetleyip kesin hükme bağlamakla yükümlü olan Anayasal kuruluş Sayıştay’da 7 üyelik boşaldı. Sayıştay üyelerini TBMM seçiyor. Sayıştay Genel Kurulu, boşalan her üyelik için 4 aday gösteriyor. Son olayda 7 boş üyelik için 28 aday seçildi ve TBMM Başkanlığı’na bildirildi.

Ne zaman? Taa 2005 yılı sonlarında!

Fakat gelin görün ki, AKP, Sayıştay Genel Kurulu tarafından seçilen bu adayları da beğenmedi! Kendi istedikleri değildi.

Sayıştay’a üye seçimini 2006 yılının ocak ayından bu yana yapmıyorlar. Aradan 14 ay geçti.

Rezaletin böylesi görülmüş, duyulmuş şey değil.

* * *

AKP iktidarı
döneminde yüksek yargıda karşımıza çıkarılan utanç tablosu aynen böyle. Bütün kurumlara el attılar, akla hayale gelmeyecek bir kadrolaşma yaptılar. Binlerce insanımızı işten çıkardılar, oradan oraya sürdüler, aileleri perişan ettiler... Ve bütün kurumları ele geçirmeyi başardılar.

Yüksek yargı hariç... Çünkü orada sözleri geçmiyor.

Şimdi ne yapıyorlar?


Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay’a üye seçmeyerek hem yasaları çiğniyorlar, hem işleri aksatıyorlar, hem de kendilerince intikam alıyorlar.

Bunları yazıyoruz, ekranlarda söylüyoruz, belgeliyoruz. İktidardan ses çıkmıyor. Gerçekler ortada. Yalanlamaları zaten mümkün değil. Kulaklarının üzerine yatıyorlar, duymazdan geliyorlar!

Zannediyorlar ki hep o makamlarda kalacaklar ve yaptıklarının hesabı bir gün sorulmayacak!

İşte burada yanılıyorlar.

Faşist, komünist ve dinci diktatörlükler hariç dünyanın hiçbir ülkesinde yargı üzerinde böyle oyun oynanmasına izin verilmez. (Muhalefet partileri bu konuda kıyameti koparmak için daha ne bekliyorlar?)

Yargı üzerinden siyaset oyunu oynamaya kalkışanlar, yakın gelecekte aynı yargının önüne çıktıklarında söyleyecek söz bulamazlar.
Yazının Devamını Oku