28 Şubat 2007
BUGÜN DTP kongresi Ankara’da toplanacak. Bu partinin elemanları bugüne kadar pek çok parti kurdular. Bazıları kapatıldı, bazen isim değiştirdiler ve günümüzdeki DTP’ye geldiler. Her zaman, hepsinin en önde gelen bir tek özelliği vardı: Kürtçülük yapmak!
Bugün de öyle. Fakat bunu bile istedikleri ölçüde tutturamadılar. Hiçbir seçimde yüzde 6’nın üzerinde oy alamadılar. O oy oranının büyük çoğunluğu da başta Diyarbakır olmak üzere Güneydoğu’dan elde edildi.
Kürtçülük Türkiye genelinde tutmadı.
Burada bir hususu belirlemekte yarar var. Bu ülkede hiç kimsenin Kürtlerle arasında en ufak bir sorun bile yok. Bizim o kardeşlerimize karşı hiçbir önyargımız yok. Kürtler, öteki kökenlerden gelenlerimiz gibi, bu ülkenin eşit insanlarıdır. Önlerine bugüne kadar en ufak bir engel bile çıkarılmamıştır. Özgürce okurlar, iş sahibi olurlar, devlette yükselirler, ticaret yaparlar, zengin olurlar, herkes gibi işsiz kalırlar, fakirlik yaşarlar.
Fakat bazı ayırımları iyi yapmak, kafalarda iyi oluşturmak gerekir.
Örneğin dindarlara saygılıyız ama dincilere, din baronlarına, din tüccarlarına karşıyız.
Aynı biçimde Kürtlere saygılıyız, Kürtçülere karşıyız.
Kürtçü kimdir? Eline silahı alıp bu vatanın 35 bin insanının can vermesine, binlercesinin sakat kalmasına, cezaevlerinde sürünmesine neden olanlar ve onların yandaşlarıdır.
Ekmeğini yediği bu ülkeden nefret eden, Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmesi için elinden geleni ardına koymayanlardır.
Altımızı oyan, bizi içimizden vuran, yabancı güçlerle işbirliğine girişenlerdir...
* * *
Ve bugünün DTP’si de, aynen devamı olduğu partiler gibi, işte bu Kürtçülük hevesi peşinde koşmaktadır. Hiçbiri Türkiye’nin partisi olamadı. Sadece ve sadece Kürtçülük sömürüsü ile siyaset piyasasında var olmayı denediler.
AB arkalarında oldu, ABD arkalarında oldu. Yabancı unsurların desteğini aldıkça güçlü olduklarını zannettiler!
Ama açık konuşalım, toprağa attıkları ayrılık ve ırkçılık tohumları bir miktar tuttu. Özellikle Güneydoğu’da. Şimdi "Bizim Türkiye’den ayrılmaya niyetimiz yok" dediklerine bakmayın siz. Türkiye en ufak bir zayıflama sürecine girse üzerimize balıklama atlayacaklar ve Türkiye’den kopup Irak Kürdistanı ile birleşmek için ellerinden geleni yapacaklar.
Nasıl olsa güneyimizde -ABD’nin kucağında- Kürt devleti kuruldu. Barzanisi Talabanisi vesairesi artık Türkiye’ye açıktan posta koyuyor... Ve biz seyrediyoruz. Dış politikada bir başka hezimet daha!
* * *
DTP bugün Ankara’da kongre yapıyor. Neler olacağını hep birlikte göreceğiz. Salonda Türk bayrağı olacak mı? İstiklal Marşı okunacak mı? Aslında bunlar göstermelik şeyler. Olduğu takdirde Kürtçülükten vazgeçtikleri mi ortaya çıkacak!
Kongrede partinin yeni yönetimi seçilecek. Seçilecek isimler konusunda Abdullah Öcalan’dan onay ve icazet geldi.
Şu garip işe bakın ki, Abdullah Öcalan Türkiye’de siyasetin bir bölümünü İmralı cezaevinden yönetebiliyor! Bu iş nasıl oluyor, anlamak mümkün değil gibi görünse de, pekala mümkün!..
Bu iş AB sayesinde oluyor. Adam Türkiye’de hiçbir davası kalmadığı halde ayda birkaç kez avukatlarıyla buluşuyor, mesajlarını onlar aracılığı ile Türk ve dünya kamuoyuna aktarıyor.
Peki bizimkiler ayakta mı uyuyor? Hayır! O halde?..
Çünkü bizi yönetenler AB’den korkuyor... Çünkü bunu AB istiyor.
AB, Türkiye Cumhuriyeti ile kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor.
Bizim toplumsal belleğimiz zayıftır. Leyla Zana ve saz arkadaşları bundan bir süre önce cezaevinden -hem de durup dururken- AB’nin isteği üzerine topluca -süreleri bitmeden- tahliye edilmediler mi?
Dikenli tohumlarını toplumun içine serpmeyi sürdürecekler. Aşağımızda kurulan Kürt devleti ile birlikte ABD ve AB, şimdi onların en büyük güvencesi.
Günün birinde sadece Kürtçülük peşinde koşmaktan, ülkemizi bölmekten, altını oymaktan belki vazgeçip Türkiye’nin partisi olmayı düşünürler. O zaman ilk kez olumlu bir iş yapmış olurlar.
Yazının Devamını Oku 27 Şubat 2007
SEVGİLİ okuyucularım, elimde bir dergi var. Adı True. Türkçe anlamı doğru-gerçek. Pırıl pırıl bir káğıda basılmış. Yarısı İngilizce, yarısı Türkçe. Merkezi Ankara. Bir Türk dergisi mi derseniz, tam değil. Türkiye’de AB parasıyla basılan bir yayın organı. Yayın kurulu da ilginç isimlerden oluşuyor:
Gazeteci Rauf Tamer, AKP milletvekili Yaşar Yakış, AKP milletvekili Egemen Bağış, AKP milletvekili Aydın Dumanoğlu, Almanya’da Türk milletvekilleri Vural Öger ve Cem Özdemir, Hollanda’da Türk milletvekili Emine Bozkurt...
Derginin ekinde verilen kocaman bir Avrupa haritası var. Boyutları neredeyse bir metreye bir metre. Her ülkenin sınırları, başkenti, bayrağı, nüfusu falan gösterilmiş.
Bu haritayı açtığımda karşıma şaşırtıcı, üzücü, yüz kızartıcı bir durum çıktı.
Kıbrıs, bu haritada tek devlet olarak gösteriliyor. Sadece Rum Kesimi... Ve bayrağı da Rum bayrağı.
KKTC hiç yok.
Ne haritada görünüyor, ne de ismi geçiyor. Bizim KKTC’miz yok sayılmış.
Daha ötesi, bu haritada "KC Group"la birlikte, bir devlet kuruluşu olan Halkbank’ın verdiği ilan yer alıyor.
* * *
Bu dergi Türkiye’de yayınlanıyor! Yayın kurulunda AKP’li isimler var. Dergi AB parasıyla çıkıyor. Dolayısıyla onların düdüğünü çalıyor.
Şimdi şu işe bakın!
Bu AKP milletvekilleri ile ötekiler, belki Avrupa forumlarında Türkiye’nin KKTC tezini savunacaklar!.. Ya da savundular!
KKTC’yi yok sayanlar için ne acı bir çelişki, ne ayıp bir çifte standart!
Hele bunlardan Yaşar Yakış, bir süre önce bu iktidarın Dışişleri Bakanı olarak görev yapmıştı.
Şimdi belki diyecekler ki, "Dergiyi kim çıkarırsa biz onun düdüğünü çalarız! Bu dergi AB parasıyla çıktığı için KKTC’ye yer vermedik, görmezden geldik".
Çok tutarlı bir mazeret olur!
* * *
Türkiye’de çok merak ettiğim bir husus var. Bunun yanıtını hiç kimse veremiyor. Bu AB, ülkemizde hangi kişi ve kuruluşlara ne kadar para ödüyor?
Buna KKTC’deki kişi ve kuruluşları da ekleyebiliriz.
Bunların dökümü nedir?
Karşılığında onlardan ne bekliyor?
Ortada bu açıdan çok büyük paralar döndüğünü, birilerinin satın alındığını, kullanıldığını iyi biliniz.
Özellikle Güneydoğu’da pek çok Kürtçü kuruluşa para aktığını da unutmayınız! Bu fonlarla içimizde propaganda yaptırıyorlar. True dergisi bunun somut örneği ve belgesi.
Sadece propaganda yaptırmakla da kalmıyorlar, Kürtçü kuruluşları parayla besliyorlar.
* * *
Derginin bu kadrosu aynı zamanda AKP’nin de propagandasını yapıyor. Nasıl mı? Dergi Şubat 2007 sayısında "yılın en iyilerini" seçmiş. Ödül töreni, sayfalarında kocaman kocaman, fotoğraflarla veriliyor.
Yılın devlet adamı: Recep Tayyip Erdoğan. (AKP)
Yılın belediye başkanı: Kadir Topbaş (İstanbul AKP)
Yılın ilçe belediye başkanı: Ahmet Genç (Eyüp AKP)
Yılın sivil toplum kuruluşu: (TÜSİAD-büyük patronlar kulübü)
Onur ödülü: Mesut Pektaş. (İstanbul Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreteri. AKP)
Bir ödül daha var ki, gerçekten komik:
Yılın barışa katkı ödülü: KKTC Dışişleri Bakanı Turgay Avcı!
Haritalarında KKTC’yi ıskalayanlar, Kıbrıs’ı sadece Rum Kesimi olarak görenler, KKTC’nin bakanına ödül veriyor.
Türkiye’de bu ödül işinin de cılkının çıktığının somut göstergesi.
Ülkemizde AB parasıyla ilginç işler yapılıyor. Bazıları paraları alıyor, dergi çıkarıyor, birbirlerine ödüller (!) ihsan ediyor...
Ve KKTC’yi görmezden gelenler arasında AKP milletvekilleri, Avrupa’daki Türk kökenli milletvekilleri, gazeteciler, işadamları var. İşadamları da dergiye reklam veriyor. Bunlar içimizden birileri!
AB parasıyla al gülüm-ver gülüm.
Yazının Devamını Oku 25 Şubat 2007
ADAM, DTP Diyarbakır İl Başkanı imiş. Adam ağzından çıkanı kulağı duymadan (belki de duyarak) konuşuyor: "Kerkük’e (Türk ordusu tarafından) yapılacak bir saldırıyı Diyarbakır’a yapılmış olarak kabul ederiz ve ona göre tepki koyarız."
Bununla da yetinmiyor, sözlerini sürdürüyor:
"Türkiye’nin Kerkük’e müdahalesi, Türk devleti ile Kürtleri karşı karşıya getirir. Çok büyük savaş yaşanır. Türkiye’deki 20 milyon Kürt, Irak’taki Kürtlere yapılacak böyle bir saldırıyı kendisine yapılmış kabul edecektir."
Devam ediyor:
"Kürtlerle Türk ordusu arasında bir savaş yaşanırsa... Diyarbakır, Van ve İstanbul’daki Kürtler de sonuçta Kürt’tür. Irak’taki de Kürt, buradaki de Kürt. Bunların arasında ciddi kültürel ve ulusal bağlar var. Burada yaşayan her Kürt’ün duygusu budur."
Bununla da yetinmiyor:
"Kerkük veya Kuzey Irak’a (Türk ordusu tarafından) bir müdahale olursa, bu Türkiye’de çok ciddi olayların yaşanmasına neden olacaktır."
* * *
Şu sözlere bakın! Türkiye Cumhuriyeti’ne resmen ve açıkça posta koyuyor. Kerkük’e bir saldırı yapılırsa, bunu Diyarbakır’a saldırılmış gibi göreceklermiş! Böyle bir durumda Türkiye’de çok ciddi olaylar olurmuş!
Ne olabilir o çok ciddi olaylar?
Ayaklanırlar!
Silahlanıp devlet güçlerine ateş açarlar!
Şimdi zaten mart ayında nevruz bayramını bekliyorlar. O gün için alttan alta kaşımalara şimdiden başladılar.
Belki de ilk provalar o gün yapılacak. Çoğu yıllarda yaptıkları gibi yine kadınları ve çocukları ön saflara toplayıp harekete geçecekler.
* * *
Arkalarında AB var. Kuzey Irak’ta ise ABD’nin kucağına oturdular. Şimdi her şey bitti, Talabani ve Barzani gibi kişilerle "ulusal işbirliği" içinde olduklarını söylüyorlar!
Adamlar sanki ekmeğini yedikleri bu ülkenin değil, Kuzey Irak Kürt devletinin vatandaşı!
Türkiye Cumhuriyeti’ne ihanet yarışına çıkmışlar.
Ama kabahat onlarda değil. Kabahatin tümü bizde.
Sen AB’den böylesine korkarsan, belli konularda her ödünü verirsen, onların her isteğini yerine getirirsen, olacağı işte budur. Birilerini şımartırsın...
Ve unutmayın, işin henüz başındayız.
Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da 70’e yakın DTP’li belediye, oralarda adeta özerk yönetim kurdu. Onların çoğu, PKK ile doğrudan veya dolaylı işbirliği içerisinde. Milletin paraları PKK yandaşlarına aktarılıyor. Karışan yok!
Devlet nerede? İçişleri Bakanlığı nerede?
İktidar oy kaygısıyla, Güneydoğu’da olanları sadece izlemekle yetiniyor. Zannediyor ki, onları özgür bırakırsa seçimde Güneydoğu oyları kendisine gelecektir!
Bu süreçte zehirli tohumlar insanların kafasına serpiliyor. En tehlikelisi bu.
* * *
Bunların başı olan Abdullah Öcalan, İmralı Adası’nda avukatlarıyla yaptığı her görüşmeden sonra dışarıya mesajlarını özgürce gönderiyor. PKK yandaşı gazetelerde ve televizyonlarda adamın her cümlesi bire bir yayınlanıyor.
Dünyanın hiçbir ülkesinde böyle bir rezalet olamaz. Bizim yetkililer bunu seyretmekle yetiniyor.
Madem iş bu boyutlara geldi, yakında İmralı’da basın toplantısı yapmasına izin verilirse hiç şaşırmayalım!
Peki bütün bu incitici, aşağılayıcı davranışlara niçin tanık oluyoruz?..
Çünkü arkalarında AB var... Çünkü bizi yönetenler AB’den korkuyor.
Zannediyorlar ki, günün birinde AB bizi alacak! O yüzden ürkütmek istemiyorlar.
Sevgili okuyucularım, DTP Diyarbakır İl Başkanı olan şahıs açık ve net konuşmuş, Türkiye Cumhuriyeti’ne postasını koymuş. Resmen tehdit ediyor, "Başınıza iş açarız haaa" diyor.
DTP’li belediyeler özerklik kazanmış, terör örgütünün bire bir yandaşı durumuna gelmiş. Onlar altımızı oyan silahsız militanlar. Silahlılardan daha tehlikeli.
Ama onlara kızmayalım. Tehlikeli gidişi görmezden gelen, ne yapacağını bilemeyen, her gün yeni ödünler veren, Güneydoğu’da ve özellikle Diyarbakır’da neredeyse bütün kurumlarıyla ortaya çıkan Türkiye karşıtı oluşuma göz yuman ve dış güçlerin baskısından bir türlü kurtulamayanlara kızalım.
Kim onlar?
Bizi yönetenler, ülkemizi bu durumlara düşürenler. Yazıklar olsun.
Yazının Devamını Oku 24 Şubat 2007
HAVALAR biraz ılındığında, akşam saatlerinde incecik giysilerle dışarı çıkanın başına ne gelirse, benim de o geldi! Şifayı kaptım. Hem de ne biçim! 38 derece ateş, korkunç bir grip. Aksırık, öksürük, bacaklarım tutmuyor, konuşacak halim yok. Yazı yazacak halim hiç yok. Fakat bizim Bekir Coşkun da gözünden çok ciddi bir ameliyat geçirdi. Dolayısıyla bir süre yazı yazamayacak. Geçen cumartesi bana "Sol gözümde tuhaf bir şeyler oluyor, tam göremiyorum, lekeler uçuşuyor" demişti. Pazartesi günü apar topar Gazi Hastanesi’ne gittiler, hemen ameliyata alındı. Meğer retina yırtılmış.
Ameliyatı yapan Prof. Dr. Berati Hasan Reisoğlu "Bir gün daha gecikseydin sol göz gitmiş olacaktı" demiş.
* * *
Yani Bekir bir süre yok. Üçüncü sayfa boş kaldı, hiç değilse beşinciyi dolu tutalım.
Oysa adına grip denilen ve insanı paçavraya çeviren hastalığın tek çaresi evde yatıp dinlenmek.
Dün bu durumda gazeteye geldim. İnsan hasta olunca dikkati dağılıyor, olayları ve konuları toparlaması, neyi yazacağına karar vermesi kolay olmuyor.
Gazeteye sabah erkenden gelmiştim ki, bir şeyler yazayım ve eve gidip yatayım. Leyla sabah gelen ilk parti mesajların çıktılarını odama getirdi. Hepsini tek tek okudum.
Fakat birini okuyunca kahkahalarla gülmeye başladım.
Serdar Böcük yazmış:
"Sevgili Emin Çölaşan. Tamam. Büyük gazetecisin, büyük habercisin, büyük yazarsın. Buna bişi dediğimiz yok. Ama seni hiç kimsenin sevmediği kadar seven bu kardeşin aç susuz buralarda dolaşıyo. Abi kız kaçırdım, İstanbul’a geldim. Beş kuruşum kalmadı. Diceksinki bana ne.
Öle deme. Hiç tanışmıyoruz ama sana güvenip buraya geldim. Vallahide öle, billahide öle. Gerisi sana kalmış."
Hayatta pek çok şey gördüm ama kız kaçırırken bana güvendiğini söyleyen birine ilk kez tanık oluyordum.
Neşemi buldum, biraz kendime geldim.
* * *
Mesajları okumayı bitirince gazeteleri açtım ve okumaya başladım. Ciddi haberler, magazin, spor, dedikodu, her şey var.
Önce Hürriyet’i okurum. Sayfaları açtım, karşıma çıkan fotoğrafa vallahi inanamadım.
"Vay anasını sayın seyirciler, olamaz" diye bağırmışım!
Sonra kendi kendime dedim ki: "Ateşim iyice yükseldi, hayal görüyorum."
Koluma çimdik attım, hayal görmüyordum. Fotoğraf gerçekti. Öteki gazetelerde de vardı.
Mehmet Barlas isimli köşe yazarı İstanbul’da yapılan bir toplantıdan sonra Recep Tayyip Erdoğan’ı karşısına almış, onun yanaklarını okşuyor! Elleri yanaklarında.
Yağcılık olsun diye mi?
Asla! Benim tanıdığım Mehmet Barlas yağcı değildir!
İktidar gücüne yalakalık sergilemek için mi?
Kesinlikle hayır! Öyle bir gazetecidir ki, hiçbir iktidara, hiçbir başbakana yalakalık yapmamıştır! Yaaa!...
O halde neden?
Ben bilemem, herkes kendi tahminini yapsın!
Neyse, hasta hasta yazı yazmaya gelmiştim. Kımıldayacak durumda değildim.
Önce bana güvenip kız kaçıran okuyucumun mesajını okudum, sonra Mehmet Barlas’ın başbakanın yanaklarını okşarken fotoğraflarını gördüm.
Kendime geldim, neşemi buldum. Hastalığımın tamamı değilse bile yarısı üzerimden uçtu gitti.
Yazının Devamını Oku 23 Şubat 2007
SEVGİLİ okuyucularım, bugün size ancak Türkiye’de olabilecek bir olaylar zincirinden söz edeceğim. Tamamı belgelidir. Hele yargı bölümü muhteşem! Ankara’da bir Süper Lig takımı var. Ankaraspor A.Ş. Ortanın altında bir takım. Belediye takımı. Seyircisi, destekçisi yok. "Onursal" başkanı Melih Gökçek! Futbol şubesinin başında oğlu Ahmet Gökçek var! Şimdi olayımızı adım adım götürelim.
Bu takım ev sahibi olduğu maçlarını 19 Mayıs Stadı’nda değil, Ankara’ya 30 kilometre uzakta ASAŞ isimli özel sektör stadında oynamak istiyor. Ancak Futbol Federasyonu buna izin vermiyor. Şimdi adım adım gidelim, komediyi izleyelim!
1- Tarih 4 Şubat Pazar: Ankaraspor ev sahibi. Ankaragücü ile 19 Mayıs Stadı’nda maçı var. Maça Ankaragücü seyircisi gelmesin diye bilet fiyatlarını 150-200-250 lira yaptılar. Sanki dünya kupası finali oynanacaktı! Nitekim maça sadece 123 seyirci gelebildi ve Ankaragücü kazandı.
2- Tarih 16 Şubat Cuma: Ankaraspor üyesi olduğunu iddia eden Emrullah Ayaz isimli biri, Ankara’da mahkemeye başvurdu ve kulübün maçlarının özel ASAŞ stadında oynanması için mahkemenin karar vermesini istedi. Ankara 26. Asliye Hukuk Mahkemesi bu başvuruyu binlerce dosyanın arasında jet hızıyla inceledi ve aynı gün karar verdi: "Ankaraspor bundan sonra maçlarını ASAŞ’ta oynayacaktır." (Esas 2007/12 D.iş. Karar 2007/12 D.iş.)
Bu karar hemen yazıldı, Futbol Federasyonu’na aynı gün mesai saati bitimine iki dakika kala, saat 16.58’de yine jet hızıyla tebliğ edildi! Hiç kimse yakınmasın, yargıda işler "çok çabuk" yürüyordu! Mahkeme dilekçeyi incelemiş, kararını derhal vermiş ve tebligat aynı gün yapılmıştı! Maça sadece 22 saat kala stat değiştirilmişti. Böyle bir karar ilk kez verilmişti! Futbol Federasyonu şaşkındı. Gece yarılarına kadar süren toplantılar yapıldı ve ortada yargı kararı olduğu için maçın orada oynatılmasına karar vermek zorunda kaldı.
3- Tarih 17 Şubat Cumartesi: Ankara’nın bütün semtlerinde belediye araçlarından hoparlörle anonslar yapılıyor, yarınki Ankaraspor-Gençlerbirliği maçı için ASAŞ stadına ücretsiz otobüsler kaldırılacağı, ayrıca gelen herkese top ve forma armağan edileceği duyuruluyordu. Büyükşehir, devletin ve milletin parasıyla takımına seyirci topluyordu.
Ne de olsa, görülmemiş bir hızla elde etmeyi başardıkları mahkeme kararı ceplerindeydi!
4- Tarih 18 Şubat Pazar: Ankara’nın dört bir yanından ücretsiz belediye otobüsleri, Melih Gökçek’in takımının maçına doğru yola çıkarıldı! Yüzlerce belediye otobüsü bedavaya seyirci taşıdı. Maçın bilet fiyatları ise komikti: 50 kuruş ve bir lira! Bu yöntemle stada 15 bin kişi ücretsiz taşındı. Ayrıca içeri giren herkese bir adet Ankaraspor forması, çıkışta ise herkese bir top verildi. Fakat Ankaragücü’ne olduğu gibi Gençlerbirliği’ne de yenildiler.
Bu paralar, bu harcamalar nereden karşılanmıştı? Belediye bu iş için kaç lira ödeme yapmış, masrafa girmişti? Bunların hesabını kim soracaktı? Bir önceki Ankaragücü maçına seyirci gelmesin diye 250 lira fiyat koyanlar, Gençlerbirliği maçında bu rakamı nasıl 50 kuruşa indirmişti?
İki maçta da ev sahibi aynı takım ve bilet fiyatları arasındaki uçuruma bakın! Ankara’da herkesin gözü önünde bunlar oluyordu!
5- Günlerden 19 Şubat Pazartesi: Ankara 26. Asliye Hukuk Mahkemesi kararından şaşkına dönen Futbol Federasyonu avukatları, aynı mahkemeye itiraz dilekçesi verdiler. Özetliyorum:
"Başvuruda bulunan şahsın kulüp üyesi olup olmadığı bile belli değildir. Bu bile araştırılmamıştır. Mahkemenin muhatabı, anonim şirket olan kulüp tüzel kişiliğidir. Kulübün böyle bir başvurusu yoktur. Güvenlik ve uygunluk belgesi olmayan hiçbir statta maç oynanamaz. FIFA ve UEFA kararları da böyledir. Mahkemeler bu yolda karar alamaz. Yetki tamamen özerk Federasyon’a aittir. Yasalara, yönetmeliklere, yargı kararlarına ve uluslararası kurallara aykırı olan bu kararın derhal kaldırılması..."
6- Günlerden 27 Şubat Salı: Ankara 26. Asliye Hukuk Mahkemesi o gün itirazı görüşecek ve karara bağlayacakmış!
* * *
Bugün size ilginç, sadece Ankara’da olabilecek bir olayı anlattım. Bu olayın parasal maliyeti Ankara Büyükşehir Belediyesi açısından nedir? Bu harcamalar yasal mı? Değirmenin suyu nereden geliyor?
Ama burada vurgulamak istediğim çok önemli bir konu daha var. Bundan sonra hiç kimse "yargı yavaş çalışıyor" demesin! Gerektiğinde yargı jet hızıyla çalışıyor. Dilekçeyi okuyor, kararını anında veriyor, karar yazılıyor ve tebligat işlemi bile aynı gün bitiriliyor. Yeter ki işinizi iyi bilin...
Çünkü iş bilenin, kılıç kuşananın!
Filmin devamını hep birlikte izleyeceğiz.
Yazının Devamını Oku 22 Şubat 2007
DOLU tribünlerde sloganlar atılıyor. Tribünlere çok sayıda "taraftar" getirilmiş. Çılgınca bağırıyorlar, alkışlıyorlar, şarkı söylüyorlar. Ellerinde pankartlar, flamalar, horozlar falan var.
Amigo işaret veriyor, hep birlikte bağırmaya başlıyorlar:
"Gençlik seninle gurur duyuyor... Karizmatik Başbakan... İşte gençlik, işte Başbakan..."
Ekip daha sonra şarkı söylemeye başlıyor:
"Beraber yürüdük biz bu yollardaaaa..."
Amigolar ve ekip, Türkiye’nin çeşitli illerinden getirilip tribünlere yerleştirilmiş.
"Haydi genç arkadaşlar, yarın Ankara gezisi var. Otobüs beleş. Yeme, içme, yatma beleş... Paralar partimizden... Pamuk eller cebe gitmeyecek... Ancak hepiniz kravatlı olacaksınız... Bol gırgır, şamata ve eğlence olacak..."
Tribünler dolu... Tribünlerde slogan atılıyor, pankartlar açılıyor, şarkılar söyleniyor.
- Peki nerede bu tribünler! Hangi maçta?..
- Maçta falan değil efendim.
- Ya nerede?
- Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde. Salı günü AKP Grup toplantısı yapılıyor. Tayyip Bey konuşurken bağırıp tezahürat yapsınlar diye özel olarak getirilen kişiler dinleyici localarında!
- Peki ama Meclis’te böyle çığırtkanlık yapılır mı? Yasak değil mi?
- Beyefendi, yasak vatandaşadır. Bunları iktidar partisi getirtti. Kim kime yasak uygulayacak! Zaten işin bir ara iyice suyu çıkınca Başbakan bile korumalarını göndertip ağırdan almalarını istedi.
* * *
İllerinden Meclis’e sevk edilen gençler tembihli. İyi bağıracaklar, Başbakan’a ve iktidara övgüler yağdıracaklar. Önceden hazırlanmış pankartlar açılacak.
Bindirilmiş kıtalarda kimlerin olduğunu elbette bilmiyoruz. Onlar belki iktidar partisine gönül vermiş birileri, belki de beleş Ankara gezisine getirilmiş kimseler. Belki bazılarının tuzu kuru. Aileleri zengin. Dolayısıyla bu iktidara destek vermeleri doğal.
Oysa tribünleri dolduran o gençlerin yaşıtlarından pek çoğu, hatta milyonlarcası, işsiz! Bazıları üniversite bitirmiş, iş bulamıyor. Bir bölümünün babaları da işsiz. İşyerleri kapanmış, işlerinden olmuşlar.
Ama onlar Meclis tribünlerinde amigoluk yapıyor, bağrışıyor, slogan atıyor. Belki bir bölümü Türkiye’nin nerelere sürüklendiğinin farkında bile değil...
Ve o yüzden bu siyasi televolede çığırtkanlık rolü almayı kabul etmişler.
Rol alanlar değil, onlara Meclis çatısı altında goygoyculuk yaptıranlar utansın.
İran’la işbirliği!!!
İRAN Dışişleri Bakanı Muttaki Ankara gezisinde Başbakan, Dışişleri Bakanı ve bakanlarla görüştü. Bu arkadaş yıllar önce İran’ın Ankara Büyükelçisi idi. Kendisiyle uzun bir söyleşi yapmıştım. Büyükelçilikte baş başa öğle yemeği yedik. Sigara içiyordu. Benden bir ricada bulundu:
"Sigara içtiğimi lütfen yazmayın."
Zaten yazılacak bir şey değildi de, nedenini sorduğumda, Humeyni rejiminin sigaraya da karşı olduğunu söyledi. Bir büyükelçi düşünün ki, sigara içtiğinin yazılmasından korkuyordu. O şimdi aynı molla rejiminin Dışişleri Bakanı.
Türkiye’ye gelen İran heyetleri, Türk devletinin protokolünü tanımaz, Anıtkabir’i ziyaret etmezler. Atatürk onların birinci hedefi ve düşmanıdır. Atatürk’ten, aynen bizdeki bazıları gibi nefret ederler.
Neyse, konumuz bunlar değil. Bu şahıs Ankara’ya geldi. Yanında gezdirdiği tercümanı kadındı...
Ve örtülüydü.
Bizimkilerle yaptığı bütün görüşmelerde tercümanlık görevini bu kadın üstlendi. Önceki gece ekranlarda, dün de gazete sayfalarında bu İranlı kadının görüntüleri yayınlandı.
Demek ki Türk devletinin bu konuda tercümanlık yapacak bir görevlisi yoktu! İran ise bu kadına özellikle görev vermişti. Oysa aynı Muttaki başka ülkelere gittiğinde yanında erkek tercüman götürüyordu.
Ankara’da oynanan oyun çok basitti. İran’la bizimkiler bu konuda anlaşmıştı. Tercüman örtülü bir kadın olacaktı. Ama o örtülü kişi Türk olursa bizimkiler açısından iş büyürdü! İranlı olması gerekiyordu.
Böyle örtülü-tesettürlü bir görüntü elbette bizimkilerin de işine gelmiş, pek hoşlarına gitmişti.
Hey gidi Türkiye Cumhuriyeti hey!.. Hey gidi Atatürk’ün devleti hey!
Yazının Devamını Oku 21 Şubat 2007
TÜRKİYE bir süredir "özel operasyonlar" yöntemiyle yönetilmek isteniyor. AKP iktidarı arkasına devlet gücünü almış, hoşlanmadığı kişi ve kurumları bu yolla tasfiye etmeye yelteniyor. Ama kolay değil! Kolay olmuyor.
Baltayı çoğu zaman taşa vuruyorlar.
Bu özel operasyonlara kısaca göz atalım:
1- Van 100. Yıl Üniversitesi Rektörü Yücel Aşkın’ı tasfiye etmek için harekete geçtiler. Rektörün evi yurtdışında iken basıldı, arandı. Van adliyesi ayarlanmıştı, hemen ardından tutuklandı. Üniversitenin Genel Sekreteri cezaevinde intihar etti.
2- Orgeneral Yaşar Büyükanıt’ı tasfiye etmek için düğmeye bastılar. Adına Şemdinli iddinamesi denilen düzmece bir iddianameyi yine Van adliyesinden bir savcıya hazırlatıp Büyükanıt’a saldırdılar. Amaç Büyükanıt’ı lekeleyip Genelkurmay Başkanı olmasını önlemekti. Düzmece iddianameyi düzenleyen şahıs daha sonra meslekten atıldı.
3- Samsun 19 Mayıs Üniversitesi Rektörü Ferit Bernay’ı tasfiye etmek için Meclis’te komisyon kurdular, hiçbir şey bulamadılar.
4- Vakit gazetesinin hedef gösterdiği Danıştay baskınını askerlere ihale etmek için yoğun çaba harcadılar.
5- Gazetecilerin ve siyasetçilerin banka hesaplarına yasadışı ve korsan yöntemlerle girdiler. Bu olayı 1 Haziran 2006 tarihli yazımda açıkça yazdım, ihbar ettim, uyardım. Umursamadılar. Hesapların bazılarını bire bin katarak abartılı rakamlarla yayınlattılar. Benim olayımda kıyamet kopunca ötesini kendilerine sakladılar. Onları halen ellerinde şantaj malzemesi (!) olarak tutuyorlar. Maliye Bakanı, destekçileri Yeni Şafak gazetesinde Baykal’ın banka hesaplarında yüklü miktarda para olduğunu söyledi. Nereden öğrenmişti?!
6- Kendilerinden olmayan her kurumun üzerine gittiler. Örneğin TESK ve başkanı Derviş Günday’ı yok etmek için yasa çıkardılar.
7- Futbol Federasyonu yönetimini devirmek için hükümet eliyle girişim başlattılar. Çok yakında amaca ulaşıp oraya da kendi adamlarını getirecekler.
8- Kanaltürk’te görevli gazetecilerin banka hesaplarına girdiler. Bu rakamları bankalardan resmen, Maliye yazısıyla istediler. Bunu ’vergi incelemesi’ adı altında yaptılar! Bunun sonucu henüz belli değil!
* * *
Bu liste elbette çok eksik. Kendilerinden olmayan, hoşlanmadıkları, laik, yurtsever, ulusalcı, Atatürkçü kişi ve kurumları susturmak için devlet gücünü, yargıyı, Maliye Bakanlığını, teftiş kurullarını açıkça kullanıyorlar.
Bu listede kadrolaşma, kamuda ve özellikle belediyelerde, belediye şirketlerinde yapılan büyük hırsızlık, yolsuzluk, vurgun ve hortumlar yok.
İktidar partisi bunları görmüyor, görmek işine gelmiyor. "Benim hırsızım iyidir" anlayışı egemen kılındı.
Şimdi Kanaltürk’ün başına gelen olaya bakalım. Dikkat ediniz, medya bu işin üzerine gitmedi. Birkaç köşe yazarı dışında haberi ’gören’ olmadı.
CHP Grup Başkanvekili Haluk Koç pazartesi günü bu konuda basın toplantısı yapmıştı. İlginçtir, dün Hürriyet dışında hiçbir gazetede bu haberi göremedim.
Hükümeti eleştiren bir yayın kuruluşunun ve orada program yapan gazetecilerin, yöneticilerin üzerine bu yolla gidiliyor, susturulmak isteniyor.
Önemli, ciddi ve her açıdan ürkütücü, vahim bir olaydır.
Medyamız bu olayı görmedi, görmek istemedi! Bu korku neden, niçin?!
Burada bir şey daha sorayım! Kanaltürk’e düzenlenen bu yıldırma, sindirme ve yok etme operasyonu, acaba başka televizyon kanalları için yapılıyor mu? Hayır!
Hükümeti destekleyen medya kuruluşlarında acaba ’araştırılması gereken’ hiç mi konu yok?
* * *
Ya her gün "fikir ve ifade özgürlüğü, demokratlık" palavraları sıkan entellerimiz?.. AB’cilerimiz?.. Onların tek derdi, Türklüğe hakarete ceza öngören 301. maddenin kaldırılması!
Karşılarında iktidar gücü olunca suspus olurlar!
Kanaltürk’ün ve gazetecilerin üzerine bu yöntemle gidilmesine seyirci kalan sadece bizimkiler değil. Nefes verince mangalda kül bırakmayan, ifade özgürlüğü falan palavraları atan uluslararası basın kuruluşları nerede? Özgürlükçü olduğunu iddia eden AB nerede? Ankara’da ve Avrupa’da her konuda ahkam kesen, iç işlerimize karışan, her şeye maydanoz olan AB ülkeleri ve temsilcileri uykuya mı yattı?
Pazar gününden beri bunlardan bir ses bekliyorum, tepki bekliyorum, tık yok.
Ülkemizde her şey "adamına göre" uygulanıyor. En tehlikeli olay budur. AKP’nin sevmediği insanlar ve kurumlar, devlet gücü kullanılarak yıpratılmaya, tasfiye edilmeye çalışılıyor. İşlerine gelince "özgürlükçü" kesilenler ise bu olayı üzülerek, kınayarak değil, belki de mutlulukla ve ellerini ovuşturarak izlemeyi sürdürüyor. Bir atasözünü unutuyorlar!
"Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner."
Yazının Devamını Oku 20 Şubat 2007
SEVGİLİ okuyucularım, Ankara’da aylardan beri işlenmekte olan bir şehircilik cinayetinin bire bir tanığıyız. Kentin simgesi, tarihi, anacaddesi olan Atatürk Bulvarı’nı yok ettiler. Sadece o kadar değil, Ankara’da yaşayan milyonlarca insanı da bu marifetin yaratıcısı olan Büyükşehir Belediyesi eliyle mahvettiler, perişan ettiler.
Bizim gazetenin önünde ve çevremizde yaşanan bu olayı her gün izliyoruz, çünkü içindeyiz. Bir gün kazdıklarını ertesi gün bozuyorlar. Örnek vereyim. Önümüzdeki kaldırımları yaptılar. Hemen ertesi günü, yeni yaptıkları kaldırımları bu kez direk dikmek için söktüler!
Ortalık yazboz tahtasına döndü. Rezaletin neresinden başlamak ve neresinden bitirmek gerekir, bilemiyorum.
İşin ihalesini (!) bundan beş yıl önce, 2002 yılında yapmışlar ve bir belediye şirketi olan Belbeton’a vermişler. Tam dört yıl sonra başladılar. Belbeton birilerine, onlar da başkalarına devretmiş! Bir iş dört yıl sonra başlar mı? Parasal hesaplar nerede? Kaç trilyon kimlere gitti ve gidiyor?
Başkentin anacaddesi aylardan beri yok edildi ve kapalı.
* * *
Hesapsızlığa ve plansızlığa bakın ki, bu inşaatta mutlaka almaları gereken iki arazi parçası vardı. Biri Avusturya Büyükelçiliği, öbürü hemen yanında Rusya’ya ait! Onlar alınmazsa iş yatacaktı.
Bir süre önce işin Avusturya bölümünü yazdım. Avusturya Büyükelçiliği, Bulvar üzerindeki arazisini bir adet lüks daire karşılığında bıraktı. Demek ki Avusturya’nın bir adet daireye ihtiyacı varmış!
Peki Rusya ne yapacak? Gazetelerde yazıldığına göre Rusya, arazisini vermek istemiyor. Bu konu Kremlin’e intikal etmiş ve bir Rus heyeti şimdi konuyu görüşmek ve pazarlık yapmak amacıyla Ankara’ya gelmiş. Şimdi Rusya’yı tavlama, satışa razı etme çabaları var!
Bakalım onlara ne verilecek, Rusya toprağını kaça satacak!
Şimdi şu plansızlığı bir düşünün. Ankara’da milyonlarca kişiyi ilgilendiren, illallah dedirten, bir türlü bitmek bilmeyen, her çeşit çevre ve gürültü kirliliği yaratan ne idiği belirsiz bir inşaata başlıyorsunuz.
İhalesi dört yıl önce yapılmış (!) ve bir belediye şirketine verilmiş!
Bedeli o yılın fiyatlarıyla 7 trilyon 972 milyar Törkiş lira.
Kazma dört yıl sonra vurulmuş!
İnşaat alanında yer alan Avusturya ve Rusya toprakları hiç hesaba katılmamış!
Şimdi ağlaşıyorlar... Efendim yerin altından kablolar çıkmış da... Onları yeniden düzenlemişler de... Kanalları yeniden açmışlar da... O yüzden bir türlü bitmiyormuş da!..
Başkentin anayolunun altında kablolar çıkmayacaktı da, petrol mü çıkacaktı?
* * *
Çevredeki işyerleri, hastaneler, gazete ve televizyon büroları, büyükelçilikler ve binlerce konut aylardan beri perişan durumdayız. Doğalgaz, telefonlar, televizyon yayınları, elektrik, su, aklınıza ne geliyorsa kesildi.
Büyükelçilikler açıklama yapıp Ankara Büyükşehir Belediyesi’ni halka şikáyet etmek zorunda kaldılar.
Biz olayı öylesine kanıksadık ki, gözlerimizin önünde yaşanan bu rezalete bakıp bakıp gülüyoruz.
Bir yaptıklarını on kez söküp yeniden yaptılar.
Ankara, Ankara olalı böyle zulüm görmedi.
Trilyonlar toprağın altına gömüldü. O paralar kime gitti? Kaç trilyon gitti? Bu rezaletin toplam maliyeti ne olacak?
Hiç kuşkum yok, rezalet bitince görkemli bir açılış töreni yapacaklar!
Başbakan ve bakanlar katılacak, kürsüler kurulacak, nutuklar atılacak.
Aynen "AB üyesi oluyoruz" masalıyla Brüksel’den dönüşte Kızılay’da yaptıkları gibi...
Aynen Bahçelievler’de Büyükşehir tarafından kurulan Gökkuşağı çarşısı gibi.
Oraya da trilyonları yatırdılar. Açılış törenini konserlerle monserlerle Abdullah Gül’e yaptırdılar. Tören için milyarlar harcandı. O çarşı şimdi bitmiş durumda, sinek avlıyor. Kiralayan esnaf perişan.
Peki bu paraların, plansızlığın, sorumsuzluğun, savurganlığın, devletin ve milletin yok edilen, boşa harcanan, toprağa gömülen trilyonlarının hesabı sorulmayacak mı?
Bu iktidar değişene kadar sorulmayacak...
Çünkü "yapan bendense hesap sormam, görmezden gelirim ama karşıtımsa üzerine giderim, hesap sorarım" anlayışı içerisinde yönetiliyoruz.
Ne acı değil mi!
Yazının Devamını Oku