18 Şubat 2007
KUZEY Irak’ta gözlerimizin önünde -resmen açıklanmasa bile- bir Kürt devleti kuruldu. Hiç kimse küçümsemesin. Dünyanın en büyük petrol yatakları şimdi onların elinde. PKK’yı onlar barındırıyor. Yeterince palazlanınca altımızı oyacaklar. Kürt devleti, aynen Irak devleti gibi bir kukla. İpleri başkasının elinde. Kimin elinde?
ABD’nin!
Bizim devlet ve gelmiş geçmiş bütün hükümetler, önceleri Kürt devleti kurulmasına karşıydı... Çünkü başımıza nasıl bir bela açacağını herkes biliyordu. Şimdi baktılar ki olmuyor, Kürt devletine bizim Başbakan ve Dışişleri Bakanı’nın ağzından "dostluk mesajları" gönderilmeye başlandı!
Ne güzel söylemiş atalarımız:
Bükemediğin eli öpeceksin!
Şimdi, bükemediğimiz o eli siyaseten öpmeye hazırlanıyoruz. Fakat buna askerler ve Türk milleti karşı çıkıyor.
Daha da ilginç olanı, bu konuda askerle hükümet arasındaki görüş ayrılıkları karşımıza resmen dikiliyor.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Büyükanıt, Başbakan’ın Kürt devletine verdiği dostluk mesajları sonrasında ABD’de konuştu:
"Kerkük’te çatışma kaçınılmaz. Kerkük’ün nüfus yapısı tümüyle (Kürtler tarafından) değiştirildi. (Türkmen çoğunluk tasfiye ediliyor, yok ediliyor.) Kerkük tarihte hiçbir zaman Kürt şehri olmamıştır. Kuzey Iraklı Kürtlerle kim ne görüşürse görüşsün. Ben asker olarak nesini görüşeceğim."
Dışişleri Bakanı dün bu sözlere acele yanıt verdi:
"Askerin konuşacağı şeyler vardır, konuşması gereken yerler vardır. Asker silahıyla konuşur ama ondan önce siyasetin yapacağı şeyler vardır."
Bu sözleriyle Genelkurmay Başkanı’na "Paşa sen sus ve işi bize bırak, sen bizim memurumuzsun" demeye getiriyor.
* * *
Asker susacak, askerin dili bağlanacak, onlar istedikleri gibi at oynatacak! Belki ticaretimiz artar, biraz daha para kazanırız diye Kürt devletiyle çok daha yakın ilişkiler kurulacak, bir yandan da kamuoyuna "PKK’yı kınayan" mesajlar verilecek!
İki paralık Talabani ve Barzani gibi adamların Türkiye Cumhuriyeti’ne posta koymasına, hakaret etmesine ve aşağılamasına hep göz yumulacak...
Ve bu süreçte biz daha nice şehit cenazeleri kaldıracağız.
Sonra Ankara’da açıklamalar yapılacak:
"Kuzey Irak’taki Kürt devletiyle ticaretimiz şu kadar artmıştır..."
"Kürt devleti, (aynen PKK gibi) Türkiye’nin AB’ye girmesini içtenlikle istediğini açıklamıştır!.."
Ve övünülecek!
* * *
Kerkük elden çıktı. Aşağımızda Kürt devleti kuruldu, hükümet çaresiz. Yapacağı hiçbir şey yok. Şimdi gündeme temel soru geliyor:
Türk ordusu, Kuzey Irak’a girip operasyon yapar mı?
Geçti Bor’un pazarı!.. Oraya girip ne yapacağız? Amaç PKK’lıları yakalamaksa, adamlar en ufak bir askeri hareketliliği anında haber alıyor ve güneye doğru kaçıp kayboluyor.
Kürt devletini yok etmek zaten olamaz... Çünkü onlar da PKK gibi, ABD’nin koruması altında. ABD aslında bizim yeni güney komşumuz oldu. Onların doğal olarak karşı çıkacağı bir harekát bu saatten sonra biraz zor!
Oralara girsek belki karşımıza Amerikan askerleri çıkacak! Karşımızda Kürt devleti-ABD-PKK ittifakı var. ABD, PKK konusunda ikili oynuyor. Tavşana kaç, tazıya tut diyor.
Kuzey Irak’ta sınıra yakın belli bölgeleri işgal mi edeceğiz? Ordumuzu orada tutup bir güvenlik kuşağı mı oluşturacağız? O da aynı gerekçeyle söz konusu olamaz. Yedirmezler.
* * *
Şimdi aynı soruyu bir kez daha soralım:
O halde ne olacak? Ne yapacağız?
Valla benim görevim buraya kadar sevgili okuyucularım!.. Çünkü gerek gazeteci, gerekse vatandaş kimliğimle bunun ötesini ben de bilmiyorum, üstelik düşünemiyorum.
Zaten hükümette bir bilen olsaydı, ciddi ve tutarlı bir Kuzey Irak politikamız olsaydı, ne düşünüldüğünü ve ne olacağını şimdiye kadar yüz kez duymuş olurduk.
Ama yine de, bir bilen varsa çıkıp anlatsın, hep birlikte öğrenmiş oluruz!
Yazının Devamını Oku 17 Şubat 2007
İSTANBUL’da Eyüp Belediye Başkanı olan AKP’li Ahmet Genç, bir bulvara kendi adını vermiş! Ayrıca Eyüp’teki sokak ve cadde isimlerini değiştirmiş, kendi yakınlarının isimlerini buralara vidalamış. Ankara’da da Seyfi Saltoğlu isimli tüccar terzinin ismi bir bulvara verildi. Kim bu şahıs? Büyükşehir Belediyesi Başkanvekili! İsmi liseden aldığı sahte diploma olayına karışmış ve Resmi Gazete’de yayınlanmıştı. Türkiye’yi şimdi bunlar yönetiyor.
Eyüp Belediye Başkanı olan şahıs, ünlü Piyerloti Tepesi’nin adını da Eyüp Sultan Tepesi olarak değiştirmeye kalkıştı.
Oğlu Enes Genç’in ismini bir sokağa verdi. Ayrıca Nakşibendi şeyhi Esat Coşan’ın ismi bir başka sokağa vidalandı.
Cadde ve sokaklardan sildiği bazı isimler şunlar: Fahri Korutürk, Kemal Türkler, Turan Güneş, Ulubatlı Hasan...
Bazı sokaklara da kendi soyadından esinlenip farklı isimler koydu:
"GürGenç, ErGenç, ErGençkon, FiGenç, GezeGenç.
Bu yeni isimlerdeki G harfleri büyük yazılıyor. Büyük olasılıkla kendi yakınlarının isimleri olabilir. Örneğin FiGenç, Figen Genç olabilir. Açıklarsa öğreniriz.
* * *
Türkiye’de din sömürüsü var mı? Kamu kurumları ve belediyeler din üzerinden oy avcılığı yapıyor mu? Şimdi bu sorulara yine Eyüp Belediyesi tarafından çıkarılan, ilçede herkese, bu arada Eyüp’te evlenen çiftlere Bay Başkan’ın imzasıyla armağan edilen bir kitaba bakarak yanıt verelim. 160 sayfadan oluşan bu kitabın adı Mutlu Bir Aile Yuvası. Kapaktaki yazı şöyle: "Mutluluklar dilerim. Ahmet Genç. Eyüp Belediye Başkanı."
Kitap "Bismillahirrahmanirrahim" diye başlıyor. Ayetler, sureler ve Kuran hükümleriyle giriş bölümü tamamlanıyor. Kitapta yer alan bölümlerden bazıları şöyle:
Osmanlı toplumunda aile. Eş seçerken nelere dikkat etmeli. Cinsel hususlarda tavsiyeler. Aşırı ilişki zararlıdır. Cinsel gücü azaltan sebepler. Hamilelikte cinsel temas. Kadınlık sanatı. Giyinme ve süslenme. Yasak ilişkiler. Allah’ın emirleri. Giyimde dikkat edilecek hususlar (örtünmek). İmanın şartları. İslamın şartları. Namazın farzları. Namazın vacipleri. Namazın sünnetleri. Namazı bozan haller. Namaz nasıl kılınır. Oruç. Hac. Zekát.
Diyanet İşleri’nin, din bilginlerinin değil, Eyüp Belediyesi’nin kitabı!
* * *
Kitaptan bazı cümleler: "İslam hukukunda zina suçu evli ise ölüm, bekár ise dayak atmak idi. Medeni dünyamızda zinaya göz yumuyorlar. (AKP iktidarı zinayı suç olmaktan çıkardı, herhalde bunu kastediyor!) Değil AIDS hastalığı, başımıza taş yağsa bile azdır."
Kadınların giyimi konusunda: "Her kadın ve büluğ çağına giren her kız, sokakta yüzünün, ellerinin ve ayaklarının dışında bütün vücudunu örtmekle yükümlüdür. Bu Allah’ın emridir. Evde şık giyinin ve kocanıza güzel görünün. Dışarı çıkarken Allah’ın emrettiği gibi kapanın. Ailede geçimsizliğin nedeni, hanımların dışarı çıkarken süslenip açık çıkmalarıdır.
İnsanın ancak iki yerde soyunması hoş görülür. Yatakta aşk oyununda ve banyo yaparken. Kötü ruhlu erkekler açık saçık kadına musallat olur. Açılan, örtünmeyen kadın erkekleri tahrik eder ve uyarır. O kadının karşısında kimi erkekler vahşileşir. Halbuki layıkıyla giyinen (örtünen) kadının karşısında erkekler uysallaşır."
Belediyenin kitabında cinsellik de anlatılıyor:
"Birleşmeden önce sevişmeli. Besmele ile başlamalı. Aşk yatağına besmele ile girmeli. İşi sadece organlara bırakmamalı. İlişki sırasında kadını yormamalı. Erkek acı verici ve kaba olmamalı. Kadın da ölü gibi hareketsiz durmamalı. Temasa başlamadan önce kadının hassas yerlerini okşamalı, öpüşmeli ve sevişmeli. Kadın da kendine özgü hareket ve cilvelerle erkeğini uyarmalı, sıcak ve hareketli olmalı. Meşru ve makul bir mazereti yoksa, kocasının isteğini vaktinde yerine getirmeli. Allah’ın emri de böyledir. Kadınlarınız sizin tarlanızdır. O halde tarlanıza istediğiniz zaman ve nasıl isterseniz öyle yanaşın.
Cinsel ilişkinin çoğu zararlıdır. İnsanı çabuk ihtiyarlatır, gücünü azaltır, gözlerini zayıflatır, gözlerinin altını morlaştırır ve çukurlaştırır. Yüzünü çirkinleştirir."
Eyüp Belediyesi tarafından dağıtılan kitabın küçücük bir özeti böyle. Bu bir din kitabı mıdır, bilimsel tıp kitabı mıdır, neyin nesidir? Kaç adet basılmıştır, maliyeti nedir? Devletin ve milletin parası nerelere harcanmaktadır?
Size AKP’li belediyelerden bir örnek daha verdim. Bunların hesabını soracak bir makam var mıdır?
Elbette yoktur! Kim kimden hesap soracak? AKP iktidarı mı AKP’li belediyelerin üzerine gidecek?
Yazının Devamını Oku 16 Şubat 2007
ELİMDE bir kitap. "Büyükelçi" (GOA Yayınları). İstiklal Harbi kahramanlarından Behiç Erkin’in kitabı. Yakın tarihimizde hiç bilinmeyen bir olay belgelerle anlatılıyor. Kitabı Erkin’in torunu Emir Kıvırcık Türk ve yabancı devlet arşivlerinden, dedesinin günlük notlarından hazırlamış.
Yıl 1939 ve sonrası. İkinci Dünya Savaşı devam ediyor. Türkiye’nin Paris Büyükelçisi Behiç Erkin görevinin başında, Türk vatandaşı olan ve olmayan Yahudileri Nazi soykırımından kurtarmak için olmayacak işler yapıyor ve binlerce insanın canını kurtarıyor. Fransa’yı işgal eden Hitler’e ve Nazi işbirlikçisi Fransız yönetimine karşı çıkıyor ve bütün dünyaya insanlık dersi veriyor.
Fransa’da yaşayan ve soykırım kurbanı olacak 20 bin’e yakın Yahudiye Türk vatandaşlığı belgesi verip canlarını kurtarıyor.
Bu öyküyü biz hiç bilmiyoruz ve ilk kez bu kitaptan öğreniyoruz. Belki dünyada bilenlerin sayısı bile çok az.
Kitap, Behiç Erkin’in tarihsel yaşamının sadece bir kesitini oluşturuyor. Aslında devlet bu olaya sahip çıkıp arkasında dursa ve filmi yapılsa... Bütün dünyaya Türkiye’nin dört dörtlük propagandası yapılsa...
* * *
Şimdi size Behiç Erkin’le ilgili bazı çarpıcı gerçekleri açıklayacağım. Bu ismi çoğunuz bilmiyorsunuz. Erkin (l876-l96l) kahraman bir asker. İstiklal Harbi’nde demiryolları genel müdürü. Ordumuza asker, silah, cephane, gıda sevkinde, yaralıların cephe gerisine taşınmasında tüm demiryollarını yönetiyor. Atatürk’ün sağ kollarından biri, İstiklal Madalyası sahibi. Soyadını Atatürk veriyor. Atatürk döneminde daha sonra milletvekili ve Bayındırlık Bakanı oluyor. Sonra uzun yıllar Budapeşte, daha sonra da Paris Büyükelçisi olarak görev yapıyor.
Şimdi bu konuda çok acı bir Türkiye gerçeğini size ileteceğim.
Albay rütbesiyle emekli olan Behiç Bey ömrü boyunca günlük not tutuyor. 900 defterden oluşan bu notlar günümüze kadar yayınlanmadı. Niçin?
Behiç Bey bunları ölümünden üç yıl önce, l958’de Türk Tarih Kurumu’na verdi. Bir tek koşulu vardı: "Bu anılar ben öldükten bir yıl sonra yayınlanacak." Ayrıca anıların yayınlanma masrafı için aynı Kuruma o günün parasıyla 10 bin lira bağış yaptı.
Aradan çok uzun yıllar geçti. Torunu Emir Kıvırcık dedesinin anılarını bulmak ve ne olduğunu sormak için Türk Tarih Kurumu’na gitti. Anılar ortada yoktu! Uzun uzun arandı, fare pisliği ile dolu, toz toprak içerisinde kalmış çuvallar bile açıldı, rutubetli arşivlere bakıldı fakat bulunamadı.
Sonunda emekli olmuş bazı uzmanlar devreye girdi ve anılar Türk Tarih Kurumu yayınevinin bodrum katında, bir demir dolabın arkasında bulundu!
Yakın geçmişi her açıdan yaşayan, en önemli olayların içinde bire bir yer alan, Osmanlı’dan Cumhuriyet’e nice olayların tanığı olan Behiç Erkin’in tarihimize ışık tutan anıları böylece gün yüzüne çıkmış oldu.
Torunu bunların bir kopyasını almayı başardı. Üç cilt olarak bana da getirdi. Okumaya başladım.
Muhteşem. Dört dörtlük. Mutlaka okunması gerekir. Yakın tarihi bilmek isteyen herkes bu anıları okumalı. Yeter ki kitap yapılsın.
* * *
Türk Tarih Kurumu, kendisine bundan 49 yıl önce teslim edilen tarihi anıları yayınlamıyor. (Sadece ortalık karışsın diye Latife Hanım’ın defterlerini yayınlamak istediler, olmadı!) Ya ne yapıyor?
Turşusunu kuruyor!
İşin acı yanı, o anılar-belgeler tozlu raflarda, mahzenlerde tutuluyor. Bazılarının yerini bile hiç kimse bilmiyor. Emir Kıvırcık’ın bana anlattıkları utanç vericiydi.
Bu Kurum’un görevi kendisine teslim edilen bilgi ve belgeleri yayınlamak değil mi?
Torunu Emir Kıvırcık olmasaydı, dedesinin anılarına sahip çıkmasaydı, yıllar boyu peşine düşmeseydi, onları en olmayacak yerlerden mucize sonucu cımbızla bulup çıkarmasaydı, Behiç Erkin’in yakın tarihimizin çok önemli olaylarını kapsayan anılarını belki de fareler yiyip bitirmiş olacaktı.
"Hatırat" adını taşıyan bu muhteşem anıları okumaya başladım. GOA Yayınevi bunları kitap yapacakmış. En kısa zamanda yapılmasını diliyorum.
Elindeki altın değerinde bilgi, belge ve anıların turşusunu kuran, bizleri yakın tarihimizi öğrenmekten yoksun bırakan ve işlevini epeyce yitirmiş olan Türk Tarih Kurumu’nu kınıyorum. Daha ciddi olmaya davet ediyorum.
Yazının Devamını Oku 15 Şubat 2007
BENİM bildiğim Maliye Bakanlığı bugüne kadar iç siyasete, belli hesaplaşmalara bulaşmamıştı. Maliye vergisini toplar, bütçeyi düzenler, gereken harcamaları yapar ve yaptırırdı. Türkiye’de iç siyasete karışmayan, kurumlar arasındaki sürtüşmelerde taraf olmayan, olsa bile bunu asla belli etmeyen bir bakanlıktı.
Vergi kaçağının ve her türlü usulsüzlüğün üzerine iyi veya kötü, yeterli veya yetersiz gider, yükümlüleri uzman kadroları eliyle denetler, eksik-yanlış ve kaçaklarını ortaya çıkarırdı.
Bugüne kadar Türkiye’de herhalde yüz binlerce kişi ve kurum Maliye Bakanlığı tarafından bu açıdan denetlenmiştir. Bunların sonuçları kamuoyuna asla sızdırılmaz, gizlilik korunur, ancak gerekli yasal işlemler gecikmeden ve aksatmadan yapılırdı.
Cezalar kesilir, iş yargıya intikal ettiyse yargı kararının sonucu beklenir, Maliye haklı ise paralar hiç kimsenin gözünün yaşına bakmadan tahsil edilirdi.
* *Ê *
Bir süredir farklı olaylar yaşıyoruz ve çok farklı uygulamalar görüyoruz.
Maliye uzmanları ve yetkilileri tarafından belli kurumlar için hazırlanan raporlar, kesinleşmemiş incelemeler bazı medya kuruluşlarına derhal sızdırılıyor.
Burada POAŞ olayını örnek göstereceğim ve şunu ekleyeceğim:
Bu yazıyı POAŞ’ı savunmak için yazmıyorum. Zaten o konumda değilim. Bu gibi olayların dışındayım ve orada neyin ne olduğunu bilmediğimi itiraf ediyorum.
1- POAŞ’ın sahibi, aynı zamanda Doğan Medya Grubu’nun sahibi olan Aydın Doğan.
2- Türkiye’de bazı medya grupları arasında belli konularda mücadele var.
Bu gerçekleri iyi bilelim ve yeniden Maliye Bakanlığı’na dönelim. Bu bakanlık, halka açık bir şirket olan POAŞ’la ilgili raporları, belge ve bilgileri başka yerlere, rakip medya kuruluşlarına sızdırıyor ve yayınlanmasını sağlıyor.
Biz kez daha söylüyorum. İşin gerçeğini, POAŞ’ta olanları bilmiyorum. POAŞ’la ilgili olayların, kesilen cezaların, vergi borçlarının ve öteki konuların dışındayım.
Bu konularda kimin haklı veya haksız olduğunu bilemem ve hiçbir şey söyleyemem. Eğer POAŞ haksızsa, devlet gereğini elbette yapacaktır ve yapmakla yükümlüdür. Ama eğer haklıysa şimdi yapılanlar hoş değildir.
* * *
Bir süredir dikkat ediyorum, Maliye’nin uzmanları, vergi elemanları tarafından hazırlanan POAŞ’la ilgili raporlar, neredeyse ertesi gün basına sızdırılmış oluyor.
Hem de bunları hazırlayan Maliye görevlilerinin adı soyadıyla.
Bazen raporların fotokopileri de yayınlanıyor.
Dahası, bunların çoğu, işlem yapılmak üzere kesinleşmemiş, gizlilik ilkesi olan belgeler.
Ben bunu anlamıyorum. Maliye Bakanlığı yıllar boyunca elde ettiği güvenilirliğini nasıl yitiriyor? Kendisine yasalarla verilmiş olan görevi nasıl oluyor da savsaklayıp elindeki belge ve bilgileri -işine geldiği doğrultuda- bazı yayın organlarına resmen sızdırıyor?
Şimdi belki açıklama yapıp "Biz sızdırmıyoruz" diyecekler! O halde kim sızdırıyor? O belgeler bazı yayın kuruluşlarına gökten zembille mi iniyor?
Her yayın kuruluşu, eline geçen doğru bilgi ve belgeleri elbette ki yayınlar. Ona hiç kimsenin söyleyecek bir sözü olamaz.
Burada o raporları sızdıran ve basın kuruluşlarını birbirine düşüren Maliye Bakanlığı’nı eleştiriyorum.
Dikkat ediniz, bazen belli konularda Meclis’te soru önergeleri verilir. Örneğin bir kamu kuruluşu olan BOTAŞ’ın ne kadar alacağı olduğu sorulur. Bu türde önergelere bile bakan tarafından verilen yazılı yanıtlarda çoğu zaman şu cümle vardır:
"Ticari sır olduğu için bu sorunuza yanıt verilmesi mümkün değildir."
İşine gelince ticari sır var, işine gelmeyince bu kavram yok!
Ya da örneğin bu önergelerde, yani Meclis denetiminde bile "falanca kişi veya kurum ne kadar vergi ödemiştir, ceza yemiş midir, hangi işlem yapılmaktadır" gibi sorular sorulsa, verilen yanıt yine aynıdır:
"Ticari sırdır, vergi gizliliği vardır, açıklama yapamayız."
* * *
Bu ülkede pek çok kuruma güvenimizi yitirdik. Yapılan bütün anketlerde en güvenilir kurum olarak Cumhurbaşkanlığı ve Türk Silahlı Kuvvetleri çıkıyor. Geçmişte yapılan anketlerde bunların peşine üçüncü bir isim daha takılırdı:
Maliye Bakanlığı...
Çünkü siyasete bulaşmamıştı. Gizlilik kavramını çiğnemezdi. Belli kişi ve kurumları yıpratılması gereken hedef olarak görmezdi.
Ben geçmişin iç siyaset dışında kalmayı başaran Maliye’sini özlüyorum.
Yazının Devamını Oku 14 Şubat 2007
BAŞBAKAN dünkü AKP Grubu toplantısında yolsuzluklara değindi ve şöyle dedi:<br><br>"Tüm yolsuzluklar konusunda en sert tepkiyi verdik. Vermeye de devam edeceğiz." Hayır, doğru söylemiyor. Eğer yolsuzluk yapanlar kendilerinden değilse, ancak bu durumda tepki verdiler ve siyaseten üzerine gittiler. Uzan olayında olduğu gibi!.. Ve kurunun yanında yaşı da yaktılar, pek çok masum aileye inanılmaz haksızlık yaptılar, onların ah’ını aldılar.
Burada sormak gerekir: Uzan Ailesi kendilerine yandaş olsaydı, son seçim öncesinde AKP’yi en sert biçimde eleştirip yüzde 7 gibi yüksek bir oy alan Genç Parti o ailenin olmasaydı, siyaset sahnesine AKP’nin ciddi bir rakibi olarak çıkmasaydı, acaba aynı hızla yine üzerine giderler miydi?
Başbakan doğru söylemiyor. Başbakan yolsuzlukların üzerine gidilmesi konusunda kamuoyunu yanıltıyor. Niçin?
* * *
Adına bazen İslamcı holdingler, bazen de yeşil sermaye denilen çok sayıda firma, geçmiş yıllarda gerek Türkiye ve gerekse başta Almanya olmak üzere pek çok ülkede vatandaşlarımızı dolandırdı.
Yüz binlerce insanımızdan cami avlularında, tarikat toplantılarında ve bazen de imamları ve tarikat önderlerini kullanıp onlara komisyon vererek milyarlarca Euro para topladılar.
O paralar uçtu gitti!
İslamcı holdingler-yeşil sermaye, topladıkları para karşılığında saf vatandaşlarımıza inanılmaz "kár oranları" öneriyordu... Ve faiz günah olduğu (!) için bu faizi "kár payı" adı altında vermeyi vaat ediyordu.
İşin içinde büyük para vardı ve hep birlikte Allah’ı kandırıyorlardı!
Para tahsilatı yapılınca, karşılığında düzmece, hiçbir yasal değeri olmayan bir makbuz veriliyordu.
Bu vurgun-hortum süreci yıllar boyu devam etti. Bu konuyu burada en az 50 kez yazdım. Ne zaman ki bunlar kaçtılar, battılar ve paraların deve olduğu ortaya çıktı, vurgun kendiliğinden kesildi!
Peki nerede şimdi bu milyarlarca dolar veya Euro? Hiç kimse bilmiyor.
* * *
Şimdi bir kez daha sormak gerekiyor. Hortuma damardan girdiğini iddia edenler bu konuda ne yaptı? Bir başbakanın ortaya çıkıp "Tüm yolsuzluklar karşısında en sert tepkiyi verdik, bundan sonra da vereceğiz" demesi kolaydır da, İslamcı holdingler olayında olduğu gibi bunu kanıtlaması zordur... Çünkü bu konuda -göstermelik bir Meclis komisyonu kurmak dışında- hiçbir şey yapılmamıştır.
Anımsayın, Başbakan Almanya’da geçen yıl Türk vatandaşlarıyla düzenlediği bir toplantıda söz alıp bu sıkıntıyı dile getiren kişiye nasıl kızmış, Berlin Büyükelçimiz Mehmet Ali İrtemçelik’i orada herkesin gözleri önünde nasıl azarlayıp küçük düşürmüştü... Ve mikrofonun açık olduğunu unutup, konuyu sorularıyla gündemde tutan ve yakınan vatandaşlarımızdan biri için yanında bulunan Ali Babacan isimli Devlet Bakanı’na aynen şöyle demişti:
"Konuş bakalım şu sahtekárla, ne istiyormuş."
Yolsuzluğun, vurgunun, hortumun üzerine böyle mi gidilir?
* * *
Burada yine defalarca yazdım. Hortumun, vurgunun, yolsuzluğun en babası yıllardır belediye şirketlerinde yapılıyor. Bunu bilerek yaptıran ise belediyeler. Niçin?..
Çünkü belediye şirketleri tarafından verilen düzmece ihaleler, yapılan alımlar vesaire, hiçbir biçimde kamu denetimine tabi değil. Bu şirketler özel hukuka bağlı.
Belediye hesapları Sayıştay denetimine tabi. Bundan kaçmak için ne yapılıyor? Belediyeler, ihale ve alımları kendi kurdukları düzmece şirketlere veriyor. Onlar da partili yandaşlara, kendi adamlarına.
Bu inanılmaz vurgun ve yağma sürecinde trilyonlar dönüyor, üzerlerine gelinmeyeceğini bilen hırsız takımı krallar gibi yaşıyor.
Ancak, çoğu belediye günümüzde AKP’den olduğundan, AKP iktidarı bu inanılmaz vurgunu görmezden geliyor, üzerine asla gidemiyor. Gidemez de! Bugüne kadar bir tek iktidar yetkilisi ortaya çıkıp "Yalan yazıyorsun, burada vurgun yok" demedi. Diyemez de!
Belediye şirketleri konusu öylesine karmaşık ki, devletin bakanlıkları bile bunların sayısını bilmiyor! İçişleri Bakanlığı ile Sanayi Bakanlığı farklı rakamlar veriyor.
Bugün size "tüm yolsuzluklara damardan giren, en sert tepkiyi veren(!)" iktidar döneminden iki somut örnek verdim. En irilerinden, en babalarından. Ülkenin dört bir yanındaki küçüklerini siz düşünün!
Ya damardan girmeselerdi, en sert tepkiyi vermeselerdi!.. Türkiye’yi Allah korumuş!
Yazının Devamını Oku 13 Şubat 2007
BAY Arınç, o makamdaki tarafsızlığını tümüyle yitirdi. TBMM başkanları hangi partiden olursa olsun, bugüne kadar hep tarafsızlığını korumuş, en azından öyle görünmüştür. Şimdiki ise çok farklı. Açıkça particilik yapıyor, kendine çalışıyor.
Partisinin amansız bir militanı.
Ayrıca ilginç sözler söylüyor, kendisini sürekli olarak gündemde tutmaya çalışıyor.
"Şeyini şey ettiğimin şeyi..."
"Aslında heykeli dikilecek adamım..."
Geçen yıl Meclis’te düzenlenen 23 Nisan bayramı törenlerinde -yani çocukların bayramı olan günde- Meclis kürsüsüne tam 20 yaşında bir imam hatip öğrencisini çıkarıp nutuk attıran şahıs işte o Bay Arınç idi.
Askerlik çağına gelmiş öğrenci kürsüde elini kolunu sallaya sallaya nutuk atıyor, demediğini bırakmıyordu. Bay Arınç ise bu "marifetini" oturduğu yerden kıs kıs gülerek izliyordu.
* * *
Değil Türkiye’de, dünyada bile gelmiş geçmiş en büyük (!) "devlet ve hükümet adamlarından biri" olan bu arkadaş geçen cumartesi günü kendince çok önemli açıklamalar yaptı.
Cumhurbaşkanlığına aday olacağını kurnazca hissettirip bu işi keşkek’le bağdaştırmayı becerdi. Keşkek et, nohut veya bulgurla yapılan güzel bir yemektir. Manisalı bir grupla konuşurken şunları söyledi:
"Nisan hayırlı bir ay. Keşkek yedikten sonra keşkeğin gücüyle Meclis Başkanı seçilmiştim. Yine önümüzdeki nisan ayında bu güce ihtiyacım olacak."
Keşkek kendisine uğurlu geliyormuş. Kasım 2002 seçimlerinde Manisa’dan milletvekili seçildiğinde hemşerileri kendisine yine keşkek göndermişler!
Beyefendinin bu sözlerinden anlıyoruz ki, cumhurbaşkanı seçilmenin yollarından biri keşkek yemek!
Afiyet olsun.
Cumhurbaşkanı seçilmeyi ben de çok istiyorum, hatta Meclis’teki AKP çoğunluğu içerisinde tabanım da var! Fakat gelgelelim, keşkek bulamıyorum! Keşkek yemeden de cumhurbaşkanı olunmaz ki!
* * *
Bay Arınç şimdi kendisine güç ve taban oluşturma çabasında. "Cumhurbaşkanlığı olayında ben de varım" diyor.
Oysa Tayyip Bey oraya kendisi çıkacak. Bu kesin. Acaba Bay Arınç onun karşısına çıkar mı? Çıkarsa partili milletvekillerinden oy alır mı? Ya da şimdilik müşteri mi kızıştırıyor?
Belki de kendi kendine gelin güvey oluyor!
Yakında yine ekranlara çıkar, ağlamaya, gözyaşı dökmeye başlar, belki birileri "yav şunu seçelim de ağlaması dursun" diyebilir.
Şimdi yeni bir moda daha çıktı.
"Nisan hayırlı ay!"
Bunu önce adaylarımızdan Tayyip Bey söyledi. Şimdi ikinci adayımız Bay Arınç’ın ağzından aynı cümleyi duyduk. Niçin hayırlı?.. Çünkü adaylar belli olacak!
Bunca yıldır bu ülkede yaşarım. Karşımdan binlerce siyasetçi geldi geçti. (Biliyorsunuz, biz hancıyız, onlar yolcudur. Tamamı önümüzden sinema şeridi gibi gelir geçer, biz aslanlar gibi yerimizde kalırız.)
Evet, binlercesi geldi geçti ama hiçbirinin, ya da siyasetçi olmayan başkalarının ağzından "Nisan hayırlı aydır" cümlesini duymamıştık.
Şimdi son noktayı koydular ve nisanın hayırlı ay olduğunu hepimize öğretmiş oldular!
Ancaaak, cumhurbaşkanı seçimi sonuçlandığında hangisi kaybederse, nisanı "en hayırsız ay" ilan etmesin de!
* * *
Cumhurbaşkanı olma hayaliyle yaşamakta olan başkaları da var! Hem de çok, çok, çok üst düzey kişiler! Onlar da ne olur ne olmaz diye bekliyor, arpacı kumrusu gibi düşündükçe düşünüyor.
"Komşuda pişer, bana da düşer!.."
"Eğer bir karambol olursa, beklenmedik gelişmeler yaşanırsa sıra bana gelir mi, cımbızla beni ortaya çıkarırlar mı!"
Olmaz canım olmaz!
Ne dedi hem "tarafsız", hem de "AKP siyasetinin ta göbeğinde" yer alan ve her şeyi bilen (!) Bay Arınç pazar günü:
"Cumhurbaşkanı dışarıdan seçilmeyecek. Meclis’ten bir AKP milletvekili olacak."
Yani?.. İnşallah Tayyip Bey veya bol etli ve salçalı keşkekleri mideye indirdikten sonra kendisi olacak.
Atatürk’ün makamına çok yakışacak!
Yazının Devamını Oku 11 Şubat 2007
OKURLARIMDAN her gün gelen yüzlerce yazılı mesajda korkunç olaylar yer alıyor. Ülkede asayiş kalmadığını, suç oranlarında büyük artış yaşandığını devletin belgeleri gösterirken, sıradan insanlarımızın başına neler geliyor! İşte birkaç örnek:
Tarsus’tan Serap Kerimoğlu yazıyor: "48 yaşındayım. Saat 13’te, çarşının en kalabalık olduğu saatte bir MAGANDA silahını sıkmaya başladı. Ben dahil dört kişi yaralandık. Sol dirseğimden vuruldum, kurşun ameliyatla çıkarıldı ve kemik parçalandığı için kolum alçıya alındı. Kızım da yanımdaydı, iyi ki kurşun onu vurmadı. Ağrılarla geçen günlerimde hem Allah’a şükrettim, hem de bu nasıl bir Türkiye diye düşünmeye başladım. Çünkü MAGANDA’nın tutuksuz yargılanmak üzere serbest kaldığını öğrendim. Şu an herkese ve her şeye isyan eden bir ruh halindeyim. İnsan hayatı bu kadar mı ucuz?
Sayın Başbakan, kafanıza atılan yumurtaya isyan ediyorsunuz. Dönüp halka bakın, ne kadar ucuz yaşıyoruz. Bu yasalardan şikáyet ediyorsunuz. Bunu siz takip etmezseniz kim edecek?
Vuran, çalan, herkes dışarıda. Her tarafa cami yaptıracağımıza bari aramızda para toplayıp yeni cezaevleri yaptıralım. Anlaşılan oraları o kadar dolu ki, insan hayatını hiçe sayanlar bile yer yokluğundan (!) serbest kalıyor.
İstanbul’dan Marin Çınar yazıyor: "Kapkaç kurbanıyım. Memorial Hastanesi yakınlarında biri arabamın önüne atladı, biri de kilitli olan sağ ön camı patlatıp çantamı kaptı ve kaçtı. Neyse, karakola gittik ve bana resimler gösterdiler. Bana altı adet evrak verip bunların dışarıda ikişer fotokopisini çektirip getirmemi istediler. Karakolda fotokopi makinesi yokmuş. Peki ama benim çantam çalınmış, yanımda beş kuruş yok ki...
Sonra beni aradılar, birkaç kişi yakalamışlar. Gelip onları teşhis edin dediler. Teşhis ettim. İyi ama benim paralarım, kişisel eşyalarım, ehliyetim, nüfus káğıdım falan ne olacak? Biz onlara karışmayız, zaten parayı da bulamayız dediler. Oğlumun okul taksiti bile gitti. Bana o noktada son 24 saatte 10 ayrı olay olduğunu söylediler. Ben de madem orası öyle mimlenmiş, niye polis bekletmiyorsunuz, niye kamera koymuyorsunuz diye sorunca büyüklerimizden emir gelmiyor dediler. Zaten hırsız 17 yaşındaymış, çok yatmazmış.
Emin Bey, polisin elinden bütün yetkiler neredeyse alınmış. Bu nasıl Emniyet? Bizi kim koruyacak? İçişleri Bakanlığı bunları görsün artık. Lütfen yazın bunları."
Mersin’den Ali Dindar yazıyor: "Kapımın önüne park ettiğim Hidromek marka iş makinem bir gece çalındı. Sabah haberim olunca 200 metre ötedeki karakola koştum ve olayı anlattım. Bugüne kadar hálá bir haber vermediler. Polislerin hemen her teşkilatına gittim. Polislerde hepsinin devlete isyanlarını gördüm.
Yetkisiz olduklarını, yetkilerinin ellerinden alındığını ve bir boşlukta olduklarını gördüm ve bu polis teşkilatıyla iş makinemin bulunacağından umutsuzum. (Dün kendisini aradım ve sordum, halen bulunmamıştı. EÇ)
Ürdün’de Lut Gölü gibi bir cehennemde, Atatürk Barajı’nda, 2. Boğaz Köprüsü’nde ve Türkiye’nin birçok yerlerinde şirketlerde, ailemden ayrı kalmak pahasına kazanmış olduğum 25 yıllık tek birikimim bir gecede yok oldu. Makinemin kaskosu yoktu. Şimdi işsiz kaldığıma mı yanayım, tek sermayemin gittiğine mi yanayım? Asker çocuğuma harçlık gönderemiyorum, okuyan çocuğuma para veremiyorum. Evde geçim sıkıntısı meydana geldi.
Devletten umudumu kestim. Şimdi hırsızlardan kepçemi bana getirmeleri için ricada bulunma durumuna geldim. Devlet bende alacağı olduğunda icra ve hacizle alıyor. Adalet mülkün temeli ise ben bu hakkımı kimden arayacağım? Biz de hırsız mı olalım? Dürüst yaşamanın bedeli bu olmamalı. Ya da son seçenek intihar mı olacak?
Mersin’de benim gibi dördüncü kepçe oluyor bu çalınan. Yardımcı olmanızı rica ederim."
Yaşanan olaylar inanılır gibi değil.
Soyulmayan kaç ev, işyeri ve araç, gasp ve kapkaça uğramayan kaç vatandaş kaldı?
Yaratılan eser işte karşınızda. İş çoktan bitti.
Hey gidi hey!.. Devlete değil, bir gazeteciye güvenip ondan medet uman iyi niyetli, ancak saf okurlarım!
Yazının Devamını Oku 10 Şubat 2007
HRANT Dink cinayeti sonrasında yaşanan olaylara ad koymak mümkün değil. Gülmek mi gerekir, ağlamak mı? Şimdi biraz düşünelim, kamuoyunu her açıdan bunca etkileyen, etkileri tribünlere ve sokaklara bile taşan bu olay sonrasında neler yaşadığımıza bakalım:
1- Devletin kurumları birbirine giriyor, bildiriler yayınlanıyor.
2- Aynı kurumda görevli kişiler birbirini suçluyor.
3- Bantlar, kasetler havada uçuşuyor ve kapanın elinde kalıyor.
4- Müfettişler soruşturuyor!
5- Bilgi kirliliği acayip boyutlara ulaştı. Her medya kuruluşuna doğru veya yanlış bilgiler-belgeler sızdırılıyor. Bunların çoğu, bu aşamada gizli kalması gerekenler.
6- Birileri birilerini koruyup kolluyor ki, rezalet en yüksek makamlara bulaşmasın!
7- İktidarın işine gelenler, fırsat bu fırsattır denilerek görevden alınıyor, işine gelmeyenlere dokunulmuyor.
8- Bu ortamda Emniyet Genel Müdürü yok! Hükümet aylardan beri boş duran o makama atama yapmıyor veya yapamıyor.
9- Böylesine bir kargaşa ortamında gündeme getirilen tek konu, TCK’nın 301. maddesinin değiştirilmesi. (Türklüğü aşağılama maddesi.)
10- Hükümet bu değişikliğe toplumun vereceği büyük tepkiden korkuyor. Bu yüzden konuyu kendisine yakın duran "sivil toplum kuruluşlarına" havale edip "maddeyi siz yeniden yazın, gereğini biz yapalım" diyor. Bundan önce yüzlerce çok önemli yasa çıkardılar. Hangisinde topluma, ilgili kurum ve kuruluşlara danışıp fikir istediler?
* * *
Hrant Dink cinayeti gibi çok önemli bir olay sonrasında yaşanan kargaşa, karmaşa ortamına bakınız! Doğru veya yanlış, bir sürü iplik pazara çıktı.
Bir de sıradan insanların, sıradan vatandaşların yaşadığı olayları düşünelim.
Onların sesi çıkmıyor. Çıksa da kimse duymuyor.
Uğradıkları haksızlıklar, başlarına gelenler, yaşatılan felaketler, umursamazlık...
Onlar gündeme hiç gelmiyor.
Polis yılgın ve bıkkın. AB’nin istemleri doğrultusunda çıkarılan yasalarla yetkilerinin çoğu elinden alındı.
Uygulanan ekonomik politikalar sonucunda nice insanlarımız işsiz kaldı. Göçler yaşandı.
İşsizlerin çoğu, suça bulaştı veya itildi.
Hırsızlık, gasp, kapkaç, soygun, vurgun, cinayet, maganda terörü, her türlü suç rezaleti ortalıkta kol geziyor. Hemen herkes silahla geziyor veya evinde bulunduruyor.
Toplumda suç patlaması yaşanıyor. Büyük kentlerin göbeğinde işyerleri vitrinleri kırılarak soyuluyor, ellerinde otomatik silahlarla trafiği kesenler kuyumcu soyuyor!
Soyulmayan ev ve işyeri neredeyse kalmadı.
Önceki gece ANKA Ajansı’nın İstanbul’un göbeğindeki bürosuna bile girdiler ve tüm gazetecilik malzemelerini çaldılar. TBMM binasının içinde LÖSEV’in yardım kumbarasını kırıp paraları çaldılar.
Bu ortamda biz kime güveneceğiz?
* * *
Şimdi bir kez daha düşünelim. Ortada bütün toplumu ilgilendiren bir Hrant Dink cinayeti var ve sergilenen sorumsuzluğu-laçkalığı hep birlikte izliyoruz. Bu konuda yaşananlar yüz kızartıcı boyutlara ulaştı.
Bir de sıradan vatandaşın durumunu düşünelim! Soyulmuş, gaspa, kapkaça uğramış, yakını öldürülmüş vesaire...
O insanımız bu çürümüş ve çökmüş kurumsal yapı içerisinde derdini kime anlatacak? Hakkını kimden, nasıl arayacak?
En basit davalar bile yıllarca sürüyor. Herkes birbiriyle davalı durumda. En kötüsü, insanlar yargıya olan güvenini de yitiriyor.
AB’ye aday (!) Türkiye’de işler böyle yürüyor. Siz AB olsanız, ya da bir AB üyesi ülke olsanız, böylesine laçkalaşmış, vatandaşının can ve mal güvenliğini bile korumaktan aciz duruma düşürülmüş, önemli bir cinayet sonrasında bu rezaletin yaşandığı bir Türkiye’yi içinize alır mısınız?
Adamlar bizi reddederken haksız mı?
Dink cinayeti sonrasında yaşanan olaylar gözümüzü açtı, bize gerçekleri gösterdi. Şimdi bir tek dileğim var:
"Allah bu ülkede yaşayan, can ve mal güvenliği kalmamış, haksızlığa uğrayan, ancak sesini hiçbir makama duyuramayan ve sonunda sinir hastası olan milyonlarca acılı insanımıza sabır versin."
Yazının Devamını Oku