18 Mart 2007
PEMBE masallar okunuyor, palavralar sıkılıyor, hayal dünyaları yaratılmak isteniyor. Devletin ve milletin arsaları ve arazileri bile "Hasan almaz basan alır" yöntemiyle satılıyor. Yatırımlar ve harcamalar parasızlıktan durmuş, satışlardan gelen para ile günü kurtarmaya çalışıyorlar. Devlet içeride ve dışarıda uçan kuşa borçlu. İlaç parasını alamayan eczaneler kapanıyor, kamulaştırma bedelleri ödenmiyor, kamu hastaneleri çaresizlik içinde feryat ediyor.
Dünkü gazetelerde manşetten verilen haber:
"Türkiye’nin en büyük adliye binası olan Bakırköy Adliye Sarayı açılacak. Ancak bütçede ödenek olmadığından taşınma ve temizlik işlerini hákimler, savcılar ve personel yapıyor."
Fotoğraflar çarpıcı. Hákimler, savcılar ve personel ellerinde dosya torbaları, süpürgeler, kovalar ve bezler, temizlik yapıyor! Dosya ve eşyaları da kendi ceplerinden para verip tuttukları araçlarla taşıtmışlar.
Bu rezaletin nedeni ne?.. Devletin parası yok!
Yeni adliye binasının açılışını Recep Tayyip törenle yapacakmış!
* * *
Şimdi madalyonun öbür tarafına kısaca bakalım. Devlette olmayan paraları kendi belediyelerine aktardılar. Belediyelerin Hazine’ye ödenmemiş borçları katrilyonları buluyor.
Belediyeler har vurup harman savuruyor, kendi yandaşlarını zengin ediyor.
En büyük vurgun belediye şirketleri eliyle oluyor. Bu şirketler hiçbir kamu denetimine tabi değil.
Geçenlerde İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yaptırılan bir üstgeçidin yıkılmasına karar verildi. Trilyonlar harcanmıştı. Bu konu Belediye Başkanı Kadir Topbaş’a sorulduğunda, "Haberim yok, ben yapılan her şeyi bilemem ki" dedi!
Ankara’dan, devletin Kamu İhale Bülteni’nin 5 Mart 2007 tarihli sayısından bir örnek vereyim. Ankara Büyükşehir Belediyesi, başkentte park-bahçe işleri yaptıracakmış. İhale açılmış. Şimdi olayı kısaca izleyin:
İhaleye bir tek firma katılıyor. Belediye şirketi Anfa!.. Ve işi alıyor! Bedeli 144 trilyon 823 milyar lira.
Bu nasıl hikáyedir? Nasıl oluyor da ekonominin böylesine "coştuğu" bir ortamda ikinci bir firma bu ihaleye girmiyor veya giremiyor? Nasıl oluyor da yine tek tabanca belediye şirketine bu iş veriliyor?
Sevgili okuyucularım, bu inanılmaz çelişkiyi (!) çok iyi görmek ve değerlendirmek gerekiyor. Bir yanda koskoca adliye binasını "bütçede para yok" gerekçesiyle hákim ve savcılara taşıtan, onları kovalarla, süpürgelerle seferber eden, öbür yanda ise paraları belediyeler ve belediye şirketleri eliyle har vurup harman savuran bir yönetim anlayışı. Türkiye bu durumlara düşürüldü.
BELEDiYE BAŞKANI
ANLATTIĞI fıkranın ardına sığınarak Atatürk’e şekerli kahve içtiği için (!) "i..." demekten utanmayan İstanbul Mimarsinan Belediye Başkanı’nı AKP ihraç etti. Yani partiden çıkardı. Çıkarmak zorundaydı.
İyi ama bu şahıs halen belediye başkanı. Elinde güç var, yetki var, büyük paralar var.
Bu şahıs o makamda tutulacak mı?
Efendim hakkında savcılık tarafından dava açılmış! Bizim yargı sisteminde bu davanın sonuçlanması en az dört yıl alır.
Cuma Bozgeyik isimli bu belediye başkanı, böylece süresini tamamlayacaktır. Dahası, partisiyle yakın ilişkisi de sürüp gidecektir.
Şimdi sorumuzu soralım:
Bu şahsı partiden atan AKP mi? Evet! İçişleri Bakanı AKP’li mi? Evet!
O bakanın elinde, suçu belgelenmiş bir belediye başkanını görevden alma yetkisi var mı? Evet!
O halde Cuma Bozgeyik’i orada nasıl tutuyorlar, bilen var mı? Hayır!
Bu saatten sonra kimse kimseye göz boyamaca yapmasın. Kimse kimseyi kandırmaya da yeltenmesin.
Önemli olan böyle birini partiden ihraç edip durumu AKP açısından kurtarmak değil, o adamı o makamda tutmamaktır.
Buyurun, hodri meydan.
Bunu yapacak güç ve yetkiye sahipsiniz.
Bu yazdıklarımı lütfen unutmayın. Cuma Bozgeyik’i partiden göstermelik olarak attılar ama belediye başkanlığında tutuyorlar ve tutacaklar...
Çünkü orada yeni bir seçim yapıldığında belediyenin ellerinden gideceğini hepimizden iyi biliyorlar.
Yazının Devamını Oku 17 Mart 2007
SEVGİLİ okuyucularım, bu ülkede her şey akla gelirdi de, günün birinde anketler vesairelerle cumhurbaşkanı seçileceği (!) gelmezdi. Şimdi bu komediye tanık oluyoruz. Meclis’te kelle çoğunluğu ellerinde. Tayyip Erdoğan kimi isterse -kendisi dahil- o şahıs AKP’nin cumhurbaşkanı seçilecek. Bunlar böyle anket manket işleriyle ya hepimizle oyun oynuyorlar, ya da göz boyamaca yapıp kendilerine gerekçe (!) hazırlıyorlar.
Karşımızdaki tabloya bakın!.. Sanki sahnede bir sihirbaz var. Biraz sonra elini torbaya daldıracak ve az önce silkeleyip boş olduğunu gösterdiği torbadan tavşan çıkaracak.
Yahu bu ne ciddiyetsizliktir. Dünyanın neresinde anketle cumhurbaşkanı seçilir? Dünyanın neresinde adayın ismi böyle gizlenip saklanır?
Dünyanın hangi ülkesinde, iktidar partisinin il örgütlerinde "kim olsun" diye anket yapılır?
Anket formu elimde. Okudukça şaşırıyorum, "ya sabır" diye bağırıyorum. İşte cumhurbaşkanlığı anketinden bazı sorular:
- Dolduran için cinsiyet, yaş, evli bekár, eğitim durumu vesaire.
- Teşkilatın hangi kademesinde görevlisiniz? Eşinizin, ananızın babanızın mesleği, eğitim düzeyi falan filan.
- En çok okuduğunuz gazete, köşe yazarı, en çok izlediğiniz TV kanalı?
- Hangi futbol takımını tutuyorsunuz? (Cumhurbaşkanı seçiminde futbol!)
- AB ve ABD konusunda ne düşünüyorsunuz?
- Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı olmasını nasıl karşılarsınız? Olumsuz ise niçin? Cumhurbaşkanı mı olsun, başbakan mı kalsın? Cumhurbaşkanı olursa ülke istikrarı açısından iyi olur mu? (Muhteşem olur!)
- Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül ve Bülent Arınç dışında, aşağıdakiler arasında en uygun AKP’li hangisidir? Beşir Atalay, Vecdi Gönül, Mehmet Aydın, Köksal Toptan. (Bence ilk üç isim fevkalade uygundur!)
- Türkiye’de hayatta olan en beğendiğiniz siyasetçi veya devlet adamı kimdir? (Bence Atilla Koç!)
- Aşağıdaki özelliklerden hangisi size uygun? Demokrat, feminist, İslamcı, Kemalist, laik, milliyetçi, liberal, sosyal demokrat...
- Aşağıdaki siyasetçi ve devlet adamlarıyla ilgili nasıl bir görüşe sahipsiniz? Recep Tayyip Erdoğan, Mehmet Ağar, Devlet Bahçeli, Deniz Baykal, Süleyman Demirel, Ahmet Necdet Sezer, Ahmet Türk, Erkan Mumcu, Necmettin Erbakan, İsmet İnönü, Turgut Özal...
- Aşağıdaki bakanların görev performansını nasıl değerlendiriyorsunuz? (Tüm isimler sıralanmış.)
- Başbakanın performansını nasıl buluyorsunuz? (Bence dört dörtlük!)
* * *
Anketle cumhurbaşkanı belirleme numarasının dışında, işin içine başka sorular da katmışlar. Anket formunda AKP il örgütlerine sorulan en çarpıcı ve utanç verici sorulardan biri şöyle:
"İlinizin Valisi hakkında nasıl bir görüşe sahipsiniz? Çok olumlu, olumlu, ne olumlu ne olumsuz, olumsuz, çok olumsuz."
Devletin valisini il örgütüne sormaktan çekinmiyorlar. Bu yolla devletin valisi AKP il örgütlerine gebe bırakılıyor.
* * *
Peki bu anketleri kim değerlendirecek? Sonuçları kim nereden bilecek? Varsayalım torbadan kuş değil, heykeli dikilecek adam Bülent Arınç veya bir başkası çıktı. O zaman ne olacak?
İşin özü şu:
Tayyip Bey bu cumhurbaşkanlığı oyun planını iyi kuramadı. Akıllı bir taktik uygulaması mümkün olmadı. Bu saatten sonra aday olmazsa, partilileri dahil bütün millet ’bir yerlerden korktu, milletin tepkisini anladı da olamadı’ diyecek.
Olursa başına bir sürü iş açılacak. CHP ve MHP, geçmişteki dosyaları nedeniyle kendisini yargı önüne götüreceklerini açıkça bildirdiler.
Ayrıca oraya seçilirse, partisi içinde kıran kırana savaşlar yaşanacak. Şu anda hazır bekleyen, ancak ortaya çıkması mümkün olmayan hizipler birbirine girecek. Nitekim ankette adaylar arasında ismi verilmeyen Abdüllatif Şener şimdiden postasını koydu.
Bir komedi yaşıyoruz ki, dostlar başına! Bakalım göstermelik anket torbasından ne çıkacak!
Civciv çıkacak kuş çıkacak demeyin!
Koş vatandaş koş, az kaldı! Cumhurbaşkanı çıkacak cumhurbaşkanı! Atatürk’ün makamına oturacak!
Yazının Devamını Oku 16 Mart 2007
SEVGİLİ okuyucularım, gün geçmiyor ki sizlerden bana çok ilginç, çarpıcı belgeler gönderilmesin. İnanın, bazen hangisini yazacağımı şaşırıyorum. Şimdi elimde yeni bir belge, mahkeme kararı var. Şanlıurfa 1. Sulh Ceza Mahkemesi hákimi Hasan Mazıbaş tarafından verilen MÜT 2006/1587 sayılı karar. Karar tarihi 29 Aralık 2006.
Mahkemenin kararı İl Emniyet Müdürlüğü, Valilik ve İçişleri Bakanlığı tarafından kurban derileri konusunda yazılan yazılarla başlıyor. Bu yazılarda, kurban derisi toplama yetkisinin yasalarla Türk Hava Kurumu’na verilmiş olduğu vurgulanıyor.
İl Emniyet Müdürlüğü tarafından söz konusu mahkemeye başvurulmuş ve kaçak kurban derileri için arama ve toplama yetkisi istenmiş.
Anımsayın, o günlerde kurban bayramı.
* * *
Şimdi mahkemenin bu konuda verdiği kararı biraz kısaltarak izleyelim. Karardaki Türkçe hatalarını düzeltmiyorum.
"Türk Milleti adına. Evrak incelendi. Gereği düşünüldü... Yardım ve bağışın insanın vicdanı ile ilgili bir durum olup, rızaya dayanması gerektiği ve lügat anlamında manasının bu olduğu.
Kurban kesmek, kesilen hayvanların kesim sonrası elde edilen ürünlerinden tasarrufunda tamamen Anayasamız ve İslam dini esaslarına göre kesen şahsın tasarrufunda bulunduğu.
Yani özetle kişi kurbanını, derisini ve diğer ürünlerini ister rıza ile dilediği kişi ve kuruluşa dilediği gibi bağışlar, ister satar, ister çöpe atar, isterse gömer. Bu durum anayasadaki insan hak ve özgürlüğü ile din ve vicdan özgürlüğünün bir gereğidir.
Kaldı ki kamu hizmetinde zorla bağış almanın irtikap (rüşvet yeme) suçu oluşturabileceği ve en kötü ihtimalle görevde yetkiyi kötüye kullanma suçunun unsurlarını oluşturduğu Türk Ceza Yasasının bir gerçeği olduğu nazara alınmasının gerektiği.
Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bir kısım kurum ve kuruluşlarındaki son dönemde açığa çıkan yolsuzluk ve usulsüzlükler sonrasında bu tür kurum ve kuruluşların son derece yıprandığı ve halkımızın da bu tür kurum ve kuruluşlara karşı güvensizliğinin en son hadde dayandığı, bu durumun bir kısım kurum ve kuruluş yetkililerince de dile getirildiğinin herkesin malumu olduğu. (Türk Hava Kurumu’nu kastediyor.)
Yasalara yanlış anlam vererek, yasaları son derece dar yorumlayarak Anayasal kurumlara aykırı şekilde uygulamaya koymak istenmesinin mantığını anlamak mümkün olmamış olup...
İdarenin talep dilekçesindeki sebepler nazara alındığında;
Dilencilerin de insanlardan zorla para topladıkları, ancak İdarenin her dilencinin başına polis koymadığı ve bunlar hakkında hiçbir işlem yapmadıkları. (Gerekçeli kararda ilgisiz konuları yazıyor!)
Polis ve jandarmanın görevi post peşinde koşturulup, İslam dinine mensup insanlar ile karşı karşıya getirilmek olmamalıdır.
Eğer polis ve jandarmanın görev yapması isteniyorsa onlara destek vererek Şanlıurfa merkezindeki başta trafik kaosuna (kargaşasına) yetkilerini kullandırarak ve kullandıktan sonra da destek vererek verdirmek ayrıca şehrin göbeğindeki meydana gelen çok sayıda adam boğazlamalarının önüne geçmek... kayıt dışı olan gayri resmi kazancın önüne geçmek ve bu hususta suçların önlenmesi ve işlenen suçların objektif olarak aydınlatılıp sorumluların hak ettiği gibi cezalandırılmalarını sağlamak olduğu düşünce ve kanaatiyle...
Kurban derisi toplamaya ve toplatmaya ilişkin talebin reddine karar verilmiştir. 29 Aralık 2006."
* * *
Şanlıurfa 1. Sulh Ceza Mahkemesi hákimi Hasan Mazıbaş’ı kutlamak gerekir! Gerekçeli kararında Türk hukukuna önemli katkılar sağlamış!
Konuyla ilgisi olmayan şeyleri -Türkçesi epey bozuk olsa da- karara yazmış, din hükümlerinden bile söz etmiş, kişisel görüşlerini dile getirmekten kaçınmamış..
Sonra Sanlıurfa’daki trafik kargaşasına, adam boğazlamalara bile değinmiş!
Bugün size "Türk milleti adına" verilmiş olan bir mahkeme kararını özetledim. Bu yazdıklarımı hakimler, savcılar, avukatlar ve hukukçular daha iyi değerlendirecek ve belki de biraz şaşıracaklardır.
Yazının Devamını Oku 15 Mart 2007
SEVGİLİ okuyucularım, Recep Tayyip Erdoğan’ın sağ kolu, Başbakanlık Sözcüsü Akif Beki’nin yazmış olduğu "Erdoğan’ın Harfleri" isimli ’bilimsel’ kitaptan dün söz etmiştim. Eğer okumadıysanız, bu yazımdan önce dünkü yazımı okumanızı rica ediyorum. Yıldızlardan, Arap harflerinden, Yahudilerin peygamberi Musa’dan yola çıkarak kehanetlerde bulunuyor ve "Erdoğan Musa peygamberin soyundan geliyor" diyordu. Şimdi kitabı okumaya devam edelim. Ara başlık şöyle: "Erdoğan’la Gül, Musa ile Harun gibi." Okuyalım bakalım:
"Erdoğan, Cumhuriyet tarihinin en önemli şahsiyetlerinden Necmettin Erbakan’ın yanında yetişti. Onu liderliğe götüren süreç kazara işlediği bir suç, iyi niyetle okuduğu bir şiirle başladı. Sürgüne değil ama cezaevine gitti. Halkın umudu olarak geri geldi. Kendi yolunu çizdi. Kaderin cilvesine bakın ki böylesine Hurufiler (harflerinden anlam çıkaran Araplar) ancak tevafuk (uygun düşmek) diyebiliyor. Yasakları başladığı yerde, Siirt’te bitti. Yasaklandığı yerden başbakan olarak çıktı. Ama onu son umut ve kurtarıcı olarak gören halkının oylarıyla."
Muhteşem bir açıklama! Şimdi gelin de bu hurufilere falan inanmayın! Devam edelim:
"Musa peygamberle Tayyip Erdoğan’ın yaşamındaki en inanılmaz paralellik tam bu noktada ortaya çıkıyor. Erdoğan, iktidarını Abdullah Gül’le, 30 yıllık geçmişe dayanan yol arkadaşıyla paylaşıyor.
Hemen burada İbn Arabi’nin Musa peygamberle ilgili yorumuna değinmek gerekiyor. Çünkü içinde Tayyip Erdoğan’ın Abdullah Gül’le ilişkileri konusunda çok çarpıcı bir ipucu barındırıyor bu yorum.
İbn Arabi, Musa peygamberle kardeşi Harun’un arasını açan olayı ve İsrailoğullarının gözü önünde Musa peygamberin aceleci davranarak, aslını araştırmadan kardeşi Harun’u nasıl küçük düşürdüğünü hatırlatıyor.
Bu yorumdan yola çıkan bir Hurufi, Tayyip Erdoğan’la Abdullah Gül’ün de aralarındaki iktidar paylaşımında benzer sorunlar yaşayabileceklerini söyleyip, Erdoğan’a fitneciler karşısında sabır tavsiye edebilir."
Vay beee, kehanete bakın siz! Gaipten haber alan bir Başbakanlık Sözcüsü! Okumaya devam edelim:
"Tayyip Erdoğan’ın varlık mertebesinde tecelli eden ilahi isimler ve anlamları şöyle:
Alim: Gizli ve açık her şeyi bilen anlamına geliyor.
Muhyi: Dirilten, hayat veren anlamında."
O halde neymiş? Başbakanlık Sözcüsü ve Başbakan’ın sağ kolu Akif Beki’ye göre Tayyip Bey gizli ve açık her şeyi biliyormuş. Ayrıca diriltip hayat veriyormuş. Bu ilahi güce helal olsun! Kitabın sonraki bölümünde yazar soruyor:
"Tayyip Erdoğan imam hatip mezunu. Temel düzeyde Arapça eğitimi gördü ve Kuran’ı Arapçasından okuyabiliyor. Dini terminolojiye hakim. Peki bu durum Erdoğan’ın mental süreçlerini nasıl etkiliyor? Daha çok hangi dilde düşünüyor ve konuşuyor?" (Yani Arapça mı, Türkçe mi!)
Yanıtı yine kendisi veriyor:
"Erdoğan vermek istediği mesajı güçlendirmek için her iki dilin gramatik imkanlarından yararlanıyor. Anlatılmak isteneni belirginleştirmek için Arapçanın mübalağa (abartma) yeteneğinden yararlanıyor. (Yazar burada örnekler veriyor.) Bu Kuran’da sık görülen ve din eğitimi alan Müslümanların zihinlerinin çok aşina olduğu bir anlatım biçimi."
Başbakanlık Sözcüsü Akif Beki kitabının son bölümlerinde "göklerden inmesi beklenen kurtarıcı" olayını Türkiye açısından irdeliyor ve hiç bilmediğimiz yüce gerçeği açıklıyor!
"Göklerden beklenen ’kurtarıcı’ insanların arasından zuhur etti (ortaya çıktı.) Göksel değil, dünyevi bir kurtarıcı, bir siyasi lider olarak. Mucizelerle gönderilen göksel bir varlık yerine oylarla sandıktan çıkarılan bir kurtarıcı. Büyük bir kitlenin son umudu. Seçilmiş biri ama seçmenleri tarafından."
Offff! Şu anda bu bölümleri yazarken duygulandım, gözlerim yaşarmaya başladı. Lütfen yanlış değerlendirmeyin, Sözcü’nün bu kitapta anlattıkları yağcılık mağcılık değil! Başbakanımıza böyle övgüler düzmekle, onun ilahi boyutuna değinmekle, Musa peygamber soyundan geldiğini yazmakla yağcılığın ne ilgisi olabilir!
Artık dayanamıyorum. Şu anda gözlerimden yaş boşanıyor, ağlıyorum!
Daha fazla yazamayacağım için beni affetmenizi istirham ediyorum.
Bu kitabın yazarı olan Başbakanlık Sözcüsü Akif Beki’ye (ve kendisini o makama getiren Başbakanımıza) daha nice başarılar diliyor, saygılar sunuyorum.
Akif Bey o makama boşuna getirilmemiş. Yakın gelecekte inşallah Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü olsun. Amin, amin.
Yazının Devamını Oku 14 Mart 2007
AKİF Beki Başbakanlık Sözcüsü! Yani bir devlet görevlisi. Aynı zamanda Tayyip Bey’in sağ kolu. Başbakanlık adına açıklamaları ve düzeltmeleri o yapar. Başbakan yanlış şeyler söyleyip zor durumda kaldığında alır sazı eline, "Sözleri yanlış anlaşıldı, vallahi öyle demek istememişti, şöyle demek istemişti" diye durumu kurtarmaya çalışır.
Akif Beki önceki yıllarda İslamcı Kanal-7’de Ahmet Hakan’la birlikte haber spikerliği ve sunuculuk yapardı. Sonra Ankara’ya geldi ve Keçiören’de Tayyip Bey’in apartmanına taşındı. Komşu oldular! Sonracığıma bir kitap yazdı:
"Erdoğan’ın Harfleri."
Birkaç gün önce bu kitabı okudum ve o kadar çok şey öğrendim ki!
Tayyip Bey’le Yahudilerin peygamberi Hazreti Musa arasındaki ilişkiyi bilmezdim. Tayyip Bey’in bilimsel çabalarla Bay Sözcü tarafından üretilen hayırlı harflerini, hayırlı ve önemli rakamlarını vesaireyi hiç bilmezdim.
Başbakanlık sözcüsünün kitabı, Harf Devrimine yaptığı suçlama ve saldırı ile başlıyor:
"Tayyip Erdoğan’ın zihin serüvenini biyolojik yaşından 26 yıl önce, 1928 harf devrimiyle başlatmak gerekiyor. Bir gecede medrese hocaları dahil Osmanlı bakiyesi (artığı) Türk toplumu, okur yazar olma vasfını kaybetti, yazı öncesi döneme geri döndü. Arap alfabesinin 28 harfiyle yoğurulan Müslüman zihinler, bir sabah kalktıklarında Latin alfabesinin saldırısıyla karşılaştılar. Binlerce müderris (medreselerdeki din adamları) bir gecede işinden oldu. Seçkinler sınıfından avam (halk) arasına karıştılar. Yeni alfabe önce konuşma diline nüfuz etti, sonra da Müslüman zihinlere..."
Sözcü daha sonra Tayyip Erdoğan’ın peygamberlerle ilişkisini anlatmaya başlıyor. Okudukça insana "Valla helal olsun" dedirtiyor!
"Kader planı harfler hiyerarşisinde gizli: Erdoğan’ın harfleri Sin ve Dad. (Arapça harfler.) Erdoğan’ın harfler hiyerarşisinde durumu şöyle: Yıldızı Müşteri (Jüpiter), harfi Dad. Bu mertebeye tekabül eden (eşdeğer) isim Alim. Bu mertebenin peygamberi ise Musa. Günü perşembe. Yaradılışın beşinci günü, göklerde ikinci kat.
Madeni ise su. Harflerden Sin. Bu mertebede tecelli eden ilahi isim ise Muhyi. (Dirilten, canlandıran, hayat veren!)"
Vay vay vay!.. Sonra bazı hesaplar yapıyor ve şu sonuca varıyor:
"Dad harfinin sayısal değeri 800. İbn Arabi bu tür sayılar için ebced-i kebir hesabına başvuruyor. Bu işleme göre aynı harfin değeri 8’e düşüyor. Sin harfinin değeri ise 60 olarak karşımıza çıkıyor. Ebced hesabına göre Tayyip Erdoğan’in bu iki harfinin temsil ettiği sayılar hem ayrı ayrı, hem de birlikte toplam olarak yaşamında önemli yer tutuyor. Örneğin iki harfin toplam değeri 68. Bu sayı hayatında önemli bir tarihe işaret olarak kabul edilebilir. Bir Hurufi (harflerden anlam çıkaran) bundan hareketle Tayyip Erdoğan’ın 68 yaşında çok kritik bir badire atlatabileceğini, yaşamını değiştirebilecek bir olayla karşılaşabileceğini söyleyebilir.
Tek olarak ele alındığında 8 ve 60 sayıları yine aynı anlama gelebilir. Sözgelimi 8 sayısının Erdoğan için uğurlu olduğu, ya da o yaştan sonraki hayatını şekillendiren bir olay yaşamış olabileceği, 60 yaşına girdiğinde çok dikkatli olması gerektiği gibi sonuçlar çıkarılabilir.
Yukarıdaki verilere göre Tayyip Erdoğan’ın Müşteri feleğinin menzili, ikinci gök katında ve Erdoğan’ınki yaradılışın beşinci günü. Buradan yola çıkarak iyi günü perşembe yorumuna varılabilir. Önemli kararlarını bu günde alması tavsiye edilir."
Başbakanlık Sözcüsü değil müneccim, kahin, falcı mübarek! Bu durumda cumhurbaşkanlığı adaylığını nisan ayında bir perşembe günü açıklarsa Sin ve Dad harfleri ve Musa peygamberin yardımıyla başarıya ulaşacağına ben inandım! Devam edelim:
* * *
"Ve Tayyip Erdoğan’ın harfler hiyerarşisindeki peygamberi: Erdoğan, İbn Arabi’nin çizelgesine göre Musa Peygamberin soyundan geliyor. Yani hem Musa Peygamberin karakteristik özelliklerini taşıyor, hem de hayatı bu peygamberin yaşam öyküsüyle paralellik gösteriyor.
Musa Peygamber halkını özgürleştiren bir lider. Hayatı tevafuklarla (uygun düşmelerle) örtülü. Hikmetini sonradan anlayacağı badireler (güçlükler) atlatır...
Hayatından bir başka önemli ayrıntı, Hızır’la çıktığı yolculuk. Bu yolculukta büyük sabır sınavından geçer. Dayanamayıp itiraz ettiği olayların hikmetini her seferinde sonradan anlar ve yanıldığını, aslında şer (kötülük) gibi görünen olayların altından daha sonra büyük hayırlar çıktığını görür.
Onlar peygamberliği, bunlar iktidarı paylaştı. Musa peygamberin kıssası (hikayesi) böyle anlatılır. Bir Hurufi için Tayyip Erdoğan’ın yaşam öyküsüyle bu kıssa arasında paralellik kurmak hiç de zor görünmüyor."
Başbakanlık Sözcüsü’nün kitabında daha neler var neler! Şimdi reklamlar!.. Kısa bir aradan sonra yayınımız yarınki yazı ile devam edecek! Yarın sırada Başbakanlık Sözcüsü’nün ebcet hesabına, rakam ve harf analizlerine göre Tayyip Erdoğan- Abdullah Gül ilişkisinin kehaneti var! Lütfen yarınki yazımı bekleyin sevgili okuyucularım.
Yazının Devamını Oku 13 Mart 2007
SEVGİLİ okuyucularım, bugün size öyle bir olay anlatacağım ki, şaşıracaksınız, inanmak istemeyeceksiniz. Ancak tümü doğrudur ve belgelidir. AKP iktidarının yüksek yargı ile nasıl oynamaya kalkıştığının ibret verici öyküsüdür. Öykümüzün üç ayağı var. Yargıtay, Danıştay, Sayıştay.
Önce Sayıştay rezaletinden başlayalım. Devlet hesaplarını denetlemek ve kesin hükme bağlamakla yükümlü olan bu Anayasal kurumun üyelerini yasa uyarınca Meclis seçiyor. Sayıştay Genel Kurulu, boşalan her üyelik için dört aday seçip Meclis Başkanlığı’na bildiriyor. Plan Bütçe Komisyonu, bu adayları her boş üyelik için ikiye indiriyor. Son aşamada Meclis Genel Kurulu iki adaydan birini seçiyor.
Yani Sayıştay üyelerini Meclis’teki AKP çoğunluğu, kendine en yakın gördüğü adaylar arasından seçiyor!
Şimdi günümüze gelelim! Sayıştay Genel Kurulu, iki yıl önce boşalan yedi üyelik için 2005 yılında 28 aday seçti ve isimlerini Meclis Başkanlığı’na bildirdi. Fakat gelin görün ki, bu adayları AKP iktidarı beğenmedi! Onlar kendilerinden değildi. Bu durumda ne oldu?
Sayıştay’a üye seçimini geçen yılın, yani 2006’nın ocak ayından beri yapmıyorlar. Evet, aradan tam 14 ay geçti ve Sayıştay üyelerini -gösterilen adaylar kendilerinden değil diye- seçmiyorlar.
Rezaletin böylesi görülmüş, duyulmuş şey değil.
YARGITAY VE DANIŞTAY
Şimdi adli yargının en üst kurumu olan Yargıtay’a, idari yargının en üst kurumu olan Danıştay’a bakalım. Aynı olay orada var. Yargıtay ve Danıştay üyelerini Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu seçiyor. Bu kurul yedi kişiden oluşuyor. Başkanı Adalet Bakanı. Bakanın emrindeki müsteşar, kurulun doğal üyesi. Ayrıca kendi kurumlarından seçilerek gelen üç Yargıtay üyesi ile iki Danıştay üyesi var.
Geçmişteki uygulamada genellikle bakan-müsteşar ikilisi ile öteki üyeler arasında pazarlık yapılır, seçilecek kişiler önceden belirlenir, oylamada dört oy alan kişi üye seçilirdi. Fakat şimdi olay değişti! Kurulun yargıdan gelen beş üyesi bu konuda siyaset ekibiyle pazarlık yapılmayacağını, adayların kurulda yapılacak özgür oylamayla seçilmesi gerektiğini Adalet Bakanı Cemil Çiçek’e bildirdiler.
İktidar telaşlandı. Yargıtay ve Danıştay için gösterecekleri AKP’ye yakın adayların seçilemeyeceği ortaya çıkmıştı.
Şimdi Danıştay cephesine bakalım: Danıştay’ın 96 üyesi var ve şu anda dokuz üyelik boş... Çünkü kurulda aylardır üye seçimi yapılamıyor.
Yargıtay cephesi: Yargıtay’da 250 üyelik var. Şu anda 23 üyelik boş. Yasa uyarınca 10 üyelik boşaldığında seçim yapılması gerekiyor. Ancak ağustos ayından beri seçim yapılamıyor. Yargıtay Başkanı, Adalet Bakanlığı’na tam üç kez yazı yazdı. Korkunç dosya yükü altında işlerin aksadığını, seçimin bir an önce yapılmasını istedi ama sonuç değişmedi.
* * *
Peki ama Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu, Yargıtay ve Danıştay üyeliklerine niçin seçim yap(a)mıyor? Eksik olan üyeleri niçin aylardan beri tamamlamıyor?..
İşin püf noktası işte burada... Çünkü yasa uyarınca kurulun gündemini, Kurul Başkanı olan Adalet Bakanı belirliyor. Kendi istediklerini seçtiremeyeceğini, kurulun yargıdan gelen beş üyesine bu konuda söz geçiremeyeceğini anladı. Bu yüzden ’seçim’ maddesini gündeme bir türlü getirmiyor ve seçim yapılamıyor.
Yargıtay ve Danıştay iş yükü altında boğuluyormuş, işler aksıyormuş, kimin umurunda!
* * *
AKP iktidarının bir tek düşüncesi var:
Aynen Sayıştay’da olduğu gibi, Yargıtay ve Danıştay’da da ’AKP’den olmayan’ üye sayısı artmasın, sayı dengesi iktidar aleyhine değişmesin.
Meclis’e Sayıştay Genel Kurulu tarafından gönderilen üyeleri beğenmediler!.. Ve beş dakikada bitecek bir seçimi bir türlü yapmıyorlar.
Yargıtay ve Danıştay’a üye seçimini ise Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun gündemine seçim maddesini getirmeyerek savsaklıyorlar. Bu üyeliklere kendilerinden olmayanların seçileceğinden korkuyorlar!
Pekiii, AKP iktidarı anayasal kuruluşlarla, yüksek yargı organlarıyla, Yargıtay, Danıştay ve Sayıştay’la bile ’particilik oyunu’ mu oynuyor? Yüksek yargıya bile partizanlık mı bulaştırmaya kalkışıyor?
Ne yazık ki evet.
Bir şey daha söyleyeyim...
Hákimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun yargıdan gelen beş üyesi günün birinde bir basın toplantısı yapıp bu konuda olanları açıklarsa, AKP iktidarı o işin altından kalkamaz. Söyleyecek söz bulamaz, fena halde ezilir. Üstelik dış dünyaya bile rezil olur.
Yazının Devamını Oku 11 Mart 2007
İMRALI cezaevinde olanları ben hiç anlamıyorum. Anlayan bir devlet yetkilisi varsa, bunu Türk kamuoyuna açıklamak en büyük görevidir. Burada defalarca yazdım. Öcalan’a İmralı Adası’nda bir tek basın toplantısı yapma izni vermedikleri kaldı. Arkadaş kesin hükümlü. Devam eden bir davası yok. Ancak her hafta avukatlarıyla düzenli olarak buluşuyor, açıklamalar yapıyor, söylediği sözler PKK medyasında düzenli bir biçimde yer alıyor.
Buradan bizi yönetenlere, Başbakan’a, Adalet Bakanı’na soruyorum: Abdullah Öcalan’a yapılan bu düzenli avukat ziyaretleri neyin nesidir ve hangi gerekçeyle yapılmaktadır? Kendisinin mahkemelerde hangi işi, hangi davası vardır? Yoksa bu avukatlar oraya ’sözcülük’ yapmak için mi gitmektedir? Ya da bu rezalete AB korkusundan mı göz yumulmaktadır?
Lütfen biri çıkıp bu sorulara yanıt versin.
* * *
Şimdi size Öcalan’ın İmralı Adası’ndan dışarıya yine avukatları aracılığı ile gönderdiği son mesajı iletiyorum:
"Bulunduğum odanın duvarları en son bir yıl önce boyandı. Yani geçen yıl bu vakitlerde boyama olmuştu. Ben bu boyayı önemsiyorum, şüpheleniyorum. Bu oda ve duvarlar mutlaka incelenmeli, müşahede edilmelidir. Gelen heyet burada biraz kalıp inceleme yapmalıdır."
Saç tellerinde bulunduğu iddia edilen zehirlenmeden (!) sonra, sıra şimdi odasının duvar boyasına gelmiş.
Ancak yakınmaları bu kadar değil. Zehirlenme iddialarını anlatıyor:
"İmralı’ya gönderilen sağlık heyetinde bir profesör, iki doktor vardı. Heyette önemli olan bir profesördü. Ancak toksikolog (zehirlenme uzmanı) yoktu. Oysa toksikolog gelseydi iyi olurdu ama gelmedi. Gelen heyet sadece örnekleri almak için geldi. Kan, idrar ve saç örneğinden aldılar."
Sonra lafı gediğine koyuyor:
"Bulunduğum ortamdan, duvardan (duvar boyasından) örnek alınmadı."
Demek ki saç kıllarından sonra şimdi de odasının boyası gündeme getirilmek isteniyor. Sonra sıra yer döşemesine, masaya, yatağına yorganına gelecek!
Öcalan sözlerini sürdürüyor:
"Devleti suçlamak istemiyorum ama burada devlet töhmet altında kalıyor. Töhmet altında kalmak istemiyorsa, bir an önce benim sağlık analizlerimin yapılması sağlanmalıdır. Bunun bağımsız bir heyet tarafından yapılması gerekiyor. Bu heyet sadece Avrupa’daki bağımsız doktorlardan değil, Türkiye’den bağımsız doktorların da içinde yer aldığı bir heyet olabilir."
Bu kez de Avrupa’dan doktor istiyor!.. Ve devam ediyor:
"Odamdaki klimayı çalıştıramıyorum. Çalışmaması, çalışmasından daha iyi. Aniden içeriye vuffff diye bir hava veriyor. Bu sıkıntılı ortamda bu hava beni daha da rahatsız ediyor. Boğazımdaki akıntı boğazımı yakıyor. Dilimde damağımda yanma var. Vücudumda kaşıntı var. Kafamın arka kısmında kaşıntı var. Sürekli kaşınıyor. Diz ve diz altında kaşıntı var ve deride beyaz, pul pul dökülme var. Kollarımda da kaşıntı var. Bir kulağımda da vızzzz diye çınlama var."
İnsaf yahu! Duvardaki boyadan, odasındaki klimadan yakınıyor. Olmasaydı bu kez boyasız duvarlardan, klima olmadığından, üşüdüğünden veya sıcak geldiğinden yakınacaktı.
Ama en önemlisi, dışarıya gönderdiği ince mesaj:
Avrupa’dan doktor istiyor! Hem de ne demekse, bağımsız doktorlar istiyor.
Hangi Türk vatandaşına Avrupa’dan doktor getiriliyor da kendisine getirilsin! (Doktor getirilse, bu kez de bağımsız laboratuvar isteyecek!)
* * *
Bir "halk önderi" olduğu iddia edilen bir şahıs, hiç kimse kusura bakmasın ama zoru görünce bu kadar ağlaşma hakkına sahip değildir. Ağlaştıkça kendisi küçülür.
Bazı şeyleri unutmasın. Yakalanmadan önce Suriye’de yaşarken, binlerce Kürt kökenli insanımızın ölümünden o sorumludur. Şehit cenazelerinden, toplam 35 bin insanımızın ölümünden, binlercesinin sakat kalmasından, hayatının kararmasından, göç etmesinden, perişan olmasından sorumlu olan Öcalan’dır.
Suriye’de çekilmiş kasetlerini ekranlarda hep birlikte izlemedik mi? PKK’lı kızlardan oluşan haremini karşısına almış, karnını kaşıya kaşıya aşk nutukları atıyor, ahkám kesiyordu. Bir telsiz emriyle kendisinden olan insanları dağ başlarında ölüme sürükleyen, cezaevlerinde çürümelerine neden olan "önder!" şimdi böyle ağlaşır mı? Avrupa’nın dikkatini üzerine çekmek için saç kılından, odasının duvar boyasından, zehirlenme iddialarından, klimadan, kaşıntılardan medet umar mı?
Yakışıyor mu?
Yakışmadığı gibi, epeyce de ayıp kaçıyor!
Yazının Devamını Oku 10 Mart 2007
GAZETECİ arkadaşımız Gülay Demirtaş İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından açılan bir çukura düştü. Ameliyatlar oldu. Kırıkları bir türlü düzelmek bilmedi ve sakat kaldı. Üstelik hastanelere milyarlarca lira para ödemek zorunda kaldı. Şimdi iki ameliyat daha geçirecek. Büyükşehir, kendi yarattığı bu olaya seyirci kalıyordu. Konuyu burada 19 Ekim 2006 tarihli yazımda gündeme getirdim. Belediye bunun üzerine telaşlandı ve Demirtaş’a hastane masrafları için 20 milyar lira gönderdi.
Demirtaş, olayda ihmali ve kusuru kesin olan İstanbul Büyükşehir Belediyesi aleyhine tazminat davası açtı. İlk duruşma birkaç gün önce Eyüp Asliye Ceza Mahkemesi’nde yapıldı. Şimdi, Belediye adına mahkemeye verilen yazılı savunma dilekçesinden bir örnek vereyim. Türkçe hataları onlara aittir!
"Dava konusu olayda davacı olay mahallinde yaya yürümekte iken kazanın meydana geldiğini ileri sürmektedir. Davacı gerekli özeni göstermekte olsaydı, yaya trafiğinin yoğun olduğu mahalde günün hangi saati olursa olsun yoldaki kusurları fark edecek düzeyde aydınlatma bulunmaktadır.
Davaya konu kazada davacı, gerekli dikkat ve özeni göstermiş olsaydı, kazaya sebebiyet vermezdi. (Yani çukura düşmezdi!)
Davanın reddedilmesini talep ederiz."
Aynen böyle yazıyor savunma dilekçesinde! Bu durumda geriye üç olasılık kalıyor.
1- Demirtaş sarhoştu, çukuru görmedi!
2- İntihar etmek istiyordu, kendini çukura attı!
3- Dikkatli olsaydı belediye çukuruna düşmezdi.
Her üç olasılıkta da hata kendisindedir!
* *Ê *
Küçük Dilara üzeri kapatılmayan kanalizasyon çukuruna düştü. Cesedi birkaç kilometre öteden, pis suların içinde sürüklendikten sonra çıktı. O yöredeki işleri yapan MVM firması ile Belediye arasında çok yakın, sıkı fıkı maddi ve manevi ilişkiler vardı. Belediye bu firmaya trilyonlar ödüyordu. Üstelik avukatları aynı kişi idi. Aynı vakfın üyesi idiler.
MVM firması ile Ankara Büyükşehir’den trilyonluk sayaç ihaleleri alan Termikel grubu arasında da akrabalık-abla kocalığı vardı.
Şimdi küçük Dilara’nın ailesi de belediye hakkında tazminat davası açacak. Eğer aile başka yöntemlerle korkutulup susturulmazsa!.. Ve açılacak davada yine aynı yanıt verilecek:
"Çocuk dikkatli olsaydı düşmezdi. Yanında annesi vardı. Annesinin de dikkatli olmadığı ortaya çıkmıştır. Davanın reddini talep ederiz..."
Bu işler bu kadar basit!
GAZETECi KiTAP YAZINCA
ÇEŞİTLİ gazete ve televizyonların deneyimli Başbakanlık muhabiri Fatma Sibel Yüksek bir kitap yazıp Başbakanlığın perde arkasını anlattı. "Başbakanlığın Bilinmeyenleri" (Truva Yayıncılık).
Bu kitapta ilginç olaylar açıklıyordu. İktidar kesimi kitapta anlatılanlardan hiç hoşlanmadı. Fatma’nın bir süredir yazdığı internet sitesine baskılar yapıldı: "İlanlarınızı kestiririz." Fatma’nın görevine son verildi.
Gazetecinin kimliği olan ve devlet tarafından verilen sarı basın kartının devamı için, ismi pek bilinmeyen bir gazetede çalıştığı gösteriliyor, SSK primleri bu yolla ödeniyordu. İşsiz kalan her gazetecinin yaptığı bir şeydi. Başbakanlık Müsteşarı Ömer Dinçer’in başında olduğu Basın İlan Kurumu bu gazeteye baskı yapmaya başladı: Resmi ilanlarınızı keseriz. Orası da işi bitirmek zorunda kaldı!
Bundan on gün önce Fatma Sibel Yüksek’in evine semt karakolundan polisler geldi. Karakola çağrıldı. Basın Yayın Genel Müdürlüğü’nden yazı gelmişti. Maaşı, aylık gelirinin nereden ve ne kadar olduğu, ne iş yaptığı soruluyordu. Bir gazeteci karakolda bu açıdan sorgulanıyordu. Yazıyı göstermediler, bir örneğini vermediler. Ertesi gün yeniden çağrıldı. Fatma işi alaya vurdu, "İş takip ederim, Ali Dibo yaparım" dedi.
Ertesi gün Basın Yayın Genel Müdürü Salih Melek’e gitti. Öğrendi ki, karakola yazılan yazı olağan bir işlemmiş ve her gazeteci için yapılırmış! Sonra Devlet Bakanı Beşir Atalay’ın huzuruna çıktı. Atalay bilgisi olmadığını söyledi.
Fatma en sonunda Başbakanlık Sözcüsü Akif Beki’ye mesaj atıp olanları anlattı. Beki’nin de haberi yoktu! "Bu işlerin bizimle hiç ilgisi yok" dedi.
Arkadaşımız iktidarın hoşlanmadığı bir kitap yazmış, başı derde girmişti. Karakollarda hesap soruluyor, gözdağı bu yolla veriliyordu.
Bu olay elbette bireyseldi! Medyaya ve gazetecilere yapılan baskı maskı asla değildi!
Yazının Devamını Oku