6 Nisan 2007
ÜÇ adayım var. Atatürk’ün makamına onları layık görüyorum! Biri olmazsa sıradaki gelsin. Kim onlar? Recep Tayyip Erdoğan, Bülent Arınç ve Atilla Koç.
İlkini hepimiz yeterince tanıyoruz. Atatürk’ün makamını dört dörtlük doldurur, Türkiye’ye çok yakışır!
İkincisi, ismi Bülent Arınç olan. TBMM Başkanı. Zaman zaman ağlar, minareden mesir macunu kapar, yurtdışı gezileri ihmal etmez. Buldu mu, balıklama atlayıp gider. Punduna getirince, fırsatını bulunca maaşına zam yaptırır. Kendisini, "Ben heykeli dikilecek adamım" diye tanımlar.
Geçen yıl Meclis’te düzenlenen 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nda Türk çocukları adına kürsüye askerlik çağına gelmiş 20 yaşında bir imam hatip öğrencisini çıkarmıştı! Bu yıl aynı atraksiyonu bir kez daha yapmaya kalkıştı. İş zora girince törenleri iptal ettiğini açıkladı.
Son derece duygulu ve yumuşak bir kişiliğe sahiptir. Kameraların önünde yine ağlaşırken söylediği çok ünlü bir sözü vardır:
"Şeyini şey ettiğimin şeyi!"
Herhalde asabı bozulmuştu, neyini ne ettiğinin neyi olduğunu bir türlü anlayamadık!
Tayyip Bey olamazsa Cumhurbaşkanlığı için kafamdaki ikinci aday bu. Yakışır!
* * *
Şimdi gelelim üçüncü adayıma! Bunun adı Atilla Koç. Kültür ve Turizm Bakanı. Aynen Arınç gibi o da büyük devlet adamı! Uyumadığı zaman iyi konuşur. Katıldığı toplantılarda bazen sesler yükselirse de, önemli değildir:
"Horrrr... Fışşşş..."
Uyandığı anda, gördüğü rüyaların etkisiyle kısa bir panik yaşar ve sorar:
"Neredeyim ben?"
"Bakanlığımızın uluslararası toplantısındasınız Sayın Bakanım."
"Öff, çok kötü bir rüya gördüm. Baleye gitmişim..."
"Yok efendim gitmediniz, biz yanınızdayız. Bakın yabancı konuklarımız da burada."
Çankaya’ya aday dediğin böyle olmalı. Oraya sözleriyle çıkmalı:
"Kitle turizminde Almanlar çok para bırakmıyor. Ancak Ruslar sonradan zengin olmanın görgüsüzlüğüyle fazla bırakıyor. Ruslar bu söylediğimi duymasın."
"Ben Ruslar görgüsüz demedim. Desem çok ayıp olurdu. Desem bile... Böyle bir şey der miyim. Ayıp olur. Memleketim için çok üzüldüm."
"Bir İstiklal Marşımız var, bir de Onuncu Yıl Marşı. Onu söylüyoruz hep beraber. Bir de çok sıkışırsak kadifeden kesesini söylüyoruz."
"Ben şakşukanın hem şarkısını, hem de yemeğini severim. Ama ben şakşuka değilim. Ben hünkárbeğendiyim. Çünkü beni halkım da beğeniyor, Başbakanım da beğeniyor."
* * *
İki gün önce Meclis’te çalışmalarını sürdüren Türkçe Komisyonu’nda bu zat yine konuşmaya başladı ve durup dururken şöyle dedi:
"Alanya’da 20 bin Alman yaşıyor. Onların da dinini şey edeyim!"
Bunun üzerine bir AKP milletvekili, kendisini uyardı ve aralarında şu konuşma geçti:
"Aman Sayın Bakanım, bu sözleriniz yanlış anlaşılır."
"Ne dedim?"
"Dinini şey edeyim dediniz."
"Ben mi dedim? Ne dedim? Ben öyle bir şey demedim. Ben onlar da dinini yaşasın anlamında söyledim. Bunu kastediyorum. Bu sözlerimden anlam çıkarırlarsa yuh olsun!"
Haklı valla!
* * *
Benim isabetli tahminime lütfen kulak verin! Tayyip Bey olmazsa Cumhurbaşkanlığı’na Bülent Arınç yakışır, o da olmazsa o makam Atilla Koç’un olmalıdır... Her üçünün de ağzı ve Türkçesi muhteşemdir!
Bir numara: "Al ananı da git... Terbiyesizlik yapma, artistlik yapma lan... Kelleler... Sayın Öcalan... Milliyetçilik havasında gezip de afra tafra atıyorlar... Dur dinle be, 9 ay 10 gün be... Bana frikik attırıyorlar. İyi frikik atarım..."
İki numara: "Şeyini şey ettiğimin şeyi!.. Ben heykeli dikilecek adamım..."
Üç numara: "Almanların da dinini şey edeyim... Ben ne dedim? Öyle mi dedim?.. Horrr... Püffff... Kadifeden kesesi... Ben hünkárbeğendiyim, beni Başbakanım beğeniyor..."
Bu süreçte benim Çankaya için üç adayım var. Gönlüm bir numarada! İki ve üç numaralar yedek.
Üçü de isabetlidir!
Hayırlı olsun, yüce Allah Türk milletine sabırlar ihsan etsin, dayanma gücü versin, Mustafa Kemal Atatürk ve şehitlerimiz bizi affetsin.
Amiiin.
Yazının Devamını Oku 5 Nisan 2007
SEVGİLİ okuyucularım, bir ülkenin temeli hukuktur, adalettir. Adalet mülkün temelidir. Hukuk ve adalet kendini nerede gösterir? Birincisi, uygulamada. İkincisi ise yargı kararlarının uygulanmasında. Anayasa’nın 138. maddesi gayet açık ve net: "...Yasama ve yürütme organları ile idare (hükümet) mahkeme kararlarına uymak zorundadır. Bu organlar ve idare mahkeme kararlarını hiçbir surette değiştiremez ve BUNLARIN YERİNE GETİRİLMESİNİ GECİKTİREMEZ."
Şimdi size Türkiye’den birkaç örnek vereceğim.
Avukat Levent Gök, hükümet tarafından köprü ve otoyol ücretlerine yapılan büyük zamların iptali için dava açtı. Ankara 10. İdare Mahkemesi dosyayı inceledi ve hükümetin bu kararını oybirliği ile iptal etti. Bu karar birkaç gün önce yazıldı ve taraflara tebliğ edildi. Bu durumda hükümet şunu açıklamakla yükümlüdür:
"Yargı kararı nedeniyle köprü ve otoyol zamları geri alınmıştır."
Ama bunu yapmayacaklar... Çünkü işin temyizi var. Dosyayı bir üst mahkeme olan Danıştay’a götürecekler. Orada da kaybederlerse Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulu’na gidecekler. Bütün bu süreç yaklaşık dört yıl alacak ve hükümet zaman kazanacak. Mahkeme kararı uygulanmayacak, zamlar aynen kalacak.
* * *
İkinci örneğimiz bir "hayır kurumu" olan, ancak siyasetçilerin oyuncağı durumuna düşürülen Kızılay’dan. Bu kurumun başkanı olan Dr. Ertan Gönen, AKP iktidarı tarafından 2004 yılında görevden alındı ve yerine partili yandaşlardan oluşan bir ekip getirildi. Anayasa Mahkemesi, iktidarın Kızılay’a müdahalesine izin veren yasayı iptal etti.
Gönen ayrıca, kendisinin görevden alınmasına ilişkin Bakanlar Kurulu kararının iptali amacıyla Danıştay’da dava açtı. Danıştay 10. Dairesi, işlemin yasalara ve hukuka aykırı olduğunu belirterek Bakanlar Kurulu kararını oybirliği ile iptal etti. (27 Haziran 2006 tarih ve Karar 2006/4637 sayılı karar.)
Hükümet bu yargı kararını da uygulamıyor. Niçin?.. Çünkü çok parası olan Kızılay’ı da ele geçirdiler, orada bile kadrolaştılar.
Ertan Gönen’den aldığım, aynı zamanda milletvekillerine ve ilgili makamlara gönderilen mektup bir ibret belgesiydi ve özetle şöyle diyordu:
"Partiler, sivil toplum kuruluşları, medyamız ve toplum, işlenen bu Anayasal suç karşısında ne yazık ki duyarsız kalıyor. Böylece Cumhuriyet’in temel yapıları tek tek ele geçiriliyor. Devletimiz, sonu kargaşa ve sosyal patlama ile sonuçlanacak bir karanlığa sürükleniyor. Üstlendiğim bu hukuk mücadelesine destek vermenizi rica ediyorum."
* * *
Üçüncü olay. Şimdi size bir soru soracağım. Bir ülkede kişi ve kurumların yargı kararlarını uygulamaktan kaçınması suçtur. Bunların hesabını yakın gelecekte yargı önünde elbette vereceklerdir.
Peki ama hukukun ve adaletin uygulanmasından sorumlu olan Adalet Bakanlığı aynı şeyi yapar mı? Türkiye’de yapar!
Adalet Bakanlığı, İdare Mahkemeleri ve Danıştay’a 100 yargıç alacak. Yazılı sınavda 70’in üzerinde not alan 482 kişi mülakata çağrıldı. Biliyorsunuz, ne olursa, ne torpil dönerse, hangi kadrolaşma olacaksa, her numara bu "mülakatlarda" döner!
Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) bu konuda davalar açtı, mülakatla hákim alınamayacağını, bunun yasalara aykırı olduğunu savundu. Danıştay’ın en üst kurulu olan İdari Dava Daireleri Kurulu, geçtiğimiz 29 Mart günü bu davayı görüştü, hákimlerin mesleğe bakanlık mülakatıyla giremeyeceğine, yürütmenin durdurulmasına karar verdi.
Devletin Anadolu Ajansı dahil bütün ajanslar bu haberi geçti ve medyada yer aldı.
YARSAV Başkanı, Yargıtay Cumhuriyet Savcısı Ömer Faruk Eminağaoğlu, Danıştay kararını ertesi gün (30 Mart) Adalet Bakanlığı’na dilekçe ile bildirdi. Kararın özü, İdari Dava Daireleri Kurulu’nun onaylı yazısı ile birlikte dilekçede yer alıyordu... Çünkü gerekçeli kararın yazılması ve bakanlığa tebliğ edilmesi doğal olarak gecikecekti.
Bu durumda "bir hukuk devletinde" ne yapılır? Anayasa’ya, yasalara ve mahkeme kararlarına saygılı olduğu (!) varsayılan "Adalet" Bakanlığı ne yapar?
Kamuoyuna yansıyan ve kendisine elden iletilen mahkeme kararı uyarınca mülakat olayını durdurur.
Bizde ise tam tersi. Yargının tepesindeki Adalet Bakanlığı, yargı kararına rağmen bu mülakatlara pazartesi, salı, çarşamba günleri devam etti. Her gün 50 kişi ile mülakat yapılıyor. Hadise birkaç gün daha sürecek.
Danıştay’ın en üst kurulu olan İdari Dava Daireleri Kurulu kararı resmen "yok" sayılıyor.
Bugün size binlercesi arasından üç somut örnek verdim. Şimdi soralım:
Bu ülkede yargı kararları uygulanıyor mu? İktidar, hukuku çiğniyor mu? Bunların hesabı gelecekte sorulur mu, sorulmaz mı?
Yazının Devamını Oku 4 Nisan 2007
HAZİNE’den Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan çok doğru söyledi! "Suç artışı ekonomik değil, ahlakla ilgili."
Ben uzun yıllardan beri böyle muhteşem, dört dörtlük bir tanımlama duymamıştım! Varsayalım ki bu iş ekonomiyle ilgili değil. İnsanlar işsiz kalmadı, aç kalmadı, para kazandı, durumları iyiye gitti!
Yine varsayalım ki, suç oranlarının artmasının ekonomideki rezaletle, gelir dağılımındaki dengesizlikle de uzaktan yakından ilgisi yoktur!
O halde ahlaksızlık ve dolayısıyla suçlar niçin arttı?
Bu tanımı yapan Ali Babacan. Demek ki bir bildiği var. Yani bu soruya yanıt vermekle yükümlüdür. Türkiye’de ahlaksızlığın arttığı doğrudur. Ancak ahlaksızlık durup dururken artmaz. İnsanlar aç kaldıkça ahlaksızlığa ve suça yönelir.
Türkiye’de suç sayısı öylesine korkutucu boyutlara ulaştı ki, cezaevleri tıka basa doldu. Şu anda içeride 80 bin’e yakın hükümlü ve tutuklu var. Bu bir rekor! Mahkemeler bu durumu dikkate alarak, tutuklanması gereken pek çok suçluyu bırakıyor.
Adalet Bakanlığı çaresiz. Hükümlü ve tutuklular bazı cezaevlerinde koridorlarda, yerlerde yatıyor.
Peki biz buraya nasıl geldik? Başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin her yerinde özellikle mala karşı işlenen suçlarda korkunç bir artış var. Suç rekorları kırılıyor.
Hırsızlık, gasp, kapkaç, dolandırıcılık en başta geliyor. Hiç kimse evinde ve işyerinde huzurlu değil. Hiç kimse sokağa güvenli çıkamıyor.
İşte bu yüzden güvenlik sektörü bir numara oldu!..
Ve bu gerçekler gizli değil, milyonlarca insanımızın gözleri önünde yaşanıyor. Dahası, açlar ve işsizler dahil herkesin sinirleri bozuk. Her yerde olay var, kavga dövüş, silah, darp, yaralama, cinayet var. En ufak bir tartışma bile kanla bitiyor.
Şimdi ise Hazineden Sorumlu Devlet Bakanı Ali Babacan ortaya çıkmış, hiç sıkılmadan "Suç artışının nedeni ekonomik değil, ahlakla ilgili" diyebiliyor.
Bu lafa kargalar bile güler... Ve kargalar sorar:
"O halde sizin döneminizde ahlaksızlık niçin böylesine artış gösterdi, onu söylesenize beyefendi?"
Bay Babacan bunlara yanıt veremez... Çünkü doğru konuşmuyor, doğru söylemiyor. Gerçekleri saptırmaya kalkışıyor.
Acaba ’kelle’leri düşündü mü?
DÜN hepimizin kafasında bir soru vardı. Tayyip Bey Suriye’deki futbol maçını izlerken acaba bizim "kelleler" hiç aklına geldi mi?
"Kelle" dediği, PKK tarafından şehit edilen 6 binden fazla subayımız, astsubayımız, polisimiz, er ve uzman çavuşumuz idi...
Ve o işin tepesinde, yıllarca Suriye tarafından bize karşı beslenip korunan Abdullah Öcalan vardı.
Goool!.. Ofsayt!.. Faul!.. Falan filan!..
Stadyumda bunları izlerken, ya da Suriyeli yetkililerle görüşürken, onlara şirinlik gösterisi yapıp dostluk mesajları verirken, toprakta yatan "kellelerimizi", o ana baba kuzularını, yiğit insanlarımızı, o acılarda Suriye’nin çok büyük payı olduğunu acaba hiç düşündü mü?
14 Nisan’da Ankara’da
Sevgili okuyucularım, önümüzdeki 14 Nisan cumartesi günü Ankara’da, Anıtkabir’in yanı başındaki Tandoğan meydanında yurtsever, laik, Atatürkçü güçlerin -parti ve dernek ayırımı olmaksızın- büyük mitingi var.
O gün Ankara’da olun ve bu büyük toplantıda yerinizi alın. Unutmayın, hemen ertesinde AKP’nin cumhurbaşkanı adayı açıklanacak. Gür sesinizi oradaki varlığınızla yükseltin.
Başbakan bu konuda çok bozuk. Dün Suriye’ye giderken kendisine bu miting konusu sorulduğunda şöyle dedi:
"Bu iş şirazesinden çıkmış vaziyetinde. Anayasa hükümlerini yok farz etmek suretiyle yollara dökülen bu takımların şu anda ne yaptığı belli değil. Onlar da yollarına devam edecek, bizler de."
Dikkat ediniz. "Onlar ve biz!" Ayrımcılığa şimdiden başladı.
O gün Ankara’da hava soğuk olabilir, yağışlı olabilir. Türkiye’nin neresinde olursanız olun, mutlaka katılın. Bu, içinizi dökmek ve "Biz de varız" demek için belki de son fırsatınız olacak.
Ankara 14 Nisan Cumartesi günü hepimizi bekleyecek.
Yazının Devamını Oku 3 Nisan 2007
BENİM ağırıma giden nedir biliyor musunuz? Adına Suriye denilen ve sınırları emperyalistler tarafından Birinci Dünya Savaşı sonrasında bastonla çizilen ülke, Abdullah Öcalan’ı yıllarca Şam’da besledi, koruyup kolladı ve üzerimize saldı.
Türkiye, elebaşı Suriye’de yaşayan bu terör nedeniyle 35 bin insanını yitirdi.
Bunlardan altı binden fazlası şehitlerimiz.
PKK terörünün 1984 yılından bu yana ülkemize parasal maliyeti 200 milyar doları geçti. On binlerce cenaze, yüz binlerce insanımızın çektiği ve şimdi de çekmekte olduğu çileler, eziyet, göçler, işsizlik, sefalet de cabası.
Sonuçta Öcalan yakalandı ve biz ne yazık ki Suriye defterini kapadık.
Oysa Suriye bizden özür bile dilemedi. Hiçbir Türk hükümeti, bir kez olsun özür dilenmesini bile bunlardan isteyemedi. Bu, bizim içimizde bir yaradır.
* * *
Başbakan bugün Fenerbahçe takımıyla birlikte yine Suriye’ye gidiyor. Halep’te stadyum açılışı varmış! Bu arada Suriye devlet başkanı ve başbakanı ile de "dostluk görüşmeleri" yapacakmış!
Bu görüşmeleri yapacağı salonlara, odalara girdiğinde çevresine iyice bir baksın bakalım. Acaba duvarlarda Suriye haritası asılı mı?
Asılı ise Hatay ve İskenderun, Suriye sınırları içerisinde mi gösteriliyor?
Görülmesin diye onları o gün kaldırmış olabilirler. Görüşmelerde o terbiyesizliği göremeyebilir. Bu durumda Tayyip Bey’e bir önerim olacak. Danışmanlarına bu sabah emir versin ve www.syriatourism.org sitesine girip bu haritaları tıklamalarını istesin.
Suriye devletinin resmi sitesinde harita rezaletini gözleriyle görecektir... Ve gerekeni mutlaka yapacak, bizi de bilgilendirecektir!
Türkiye Cumhuriyeti büyük devlettir. Dostluğa, iyi ilişkilere kimse itiraz edemez. Ama bir taraf size sürekli saygısızlık yapar ve siz bunları hükümet olarak görmezden gelirseniz, içinize sindirirseniz, yakışık almaz. Ülkenizi kendi ellerinizle küçük düşürmüş olursunuz.
Öcalan’ı yıllarca besleyen Suriye’ye özür diletemediniz, hiç değilse şu harita olayını gündeme getirin de, daha fazla küçülmeyelim. Herhalde Halep stadının açılışından daha önemlidir.
Toprağa tohum atınca olmuyor
BAŞBAKAN pazar günü Eskişehir’de bazıları yıllardır çalışan fabrikaların ve tesislerin açılışını yaptı!.. Ve konuştu:
"Biz Türkiye’nin her iline üniversite kurmak istiyoruz. Üniversite kurmak hükümetin işidir. Buna karşı çıkanlar, üniversite kurmak önemli değildir, önemli olan oralara öğretim üyesi (üniversite hocası) bulmaktır, diyorlar. Oralara öğretim üyesi gönderecek kurum YÖK’tür. Eğer yetiştirip gönderemiyorsa, bir yetiştiren çıkar." (Acaba kim!?)
Bu nasıl mantıktır? Türkiye’de iş bekleyen binlerce, yüzlerce yetişmiş öğretim üyesi mi var? Tayyip Bey’in söylediğinin tam tersine, göstermelik üniversite açmak kolaydır da, hoca bulmak zordur. Birkaç bina yapar, yanına bir yurt açar, tören düzenleyip "İşte ilinize üniversite açtık muhterem hemşerilerimiz, şimdi verin oyları bize" diyebilirsiniz! Bu yolla insanları kandırabilirsiniz.
Ama orası üniversite olmaz. Türkiye’de bugün öyle üniversiteler var ki -isim vermek istemem- sadece ismi üniversitedir.
Oralarda yeterince hoca yoktur, kadrolar eksiktir, itibarı ve saygınlığı yoktur.
İlköğretim okullarında, liselerde bile öğretmen açığını gideremeyen bir yönetim, "her ile bir üniversite" kapsamında yüzlerce, belki binlerce üniversite hocasını nereden bulacaktır? Yurtdışından ithal mi edecektir?
Üniversite hocası yetiştirmek kolay iş midir? Bilim adamları bugünden yarına, bir düğmeye basınca yetişir mi?
Bu, çim tohumu değildir ki bugün toprağa at, gübresini ver, biraz sula ve bir ay sonra yeşersin!
Üniversite kurmak ciddi iştir.
Dünyanın hiçbir ülkesinde elde yeterli bilim kadroları olmadan üniversite kurulmaz. Kurulursa göstermelik olur.
Ayıp olur, devletin milletin parasıyla oy avcılığı olur.
Bunu en iyi bilmesi gereken de, başbakanlardır.
Yazının Devamını Oku 1 Nisan 2007
SEVGİLİ okuyucularım, dünkü Yeniçağ Gazetesi’nde tüyleri ürperten fotoğraflı bir haber vardı. Gazete bunu haklı olarak "AB finansmanlı eyalet temeli" başlığıyla vermişti ve alt başlık şöyleydi: "AKP’nin AB’ye verdiği eyaletleşme taahhüdünün harcı Diyarbakır’da atıldı. Finansmanını AB’nin sağladığı istinaf mahkemesinin inşaatı sürüyor."
Şimdi inşaatın önünde dikili duran koskoca tabelada neler yazdığını görelim:
"Diyarbakır İstinaf Mahkemesi Binası İnşaatı. Construction of Court of Appeal Building Diyarbakır.
Hibe sözleşme bedeli: 7 milyon 284 bin euro.
Financed by (parayı veren) European Union. (AB)
Faydalanıcı: T.C.Adalet Bakanlığı. Republic of Turkey, Ministry of Justice...
Müteahhit: AKSA."
AB’nin Güneydoğu’ya, Kürtçülük olayına yaklaşımını hepimiz biliyoruz. Eninde sonunda ülkemizin başına açılacak olan AB destekli bölünme belasının da hepimiz farkındayız.
Normal mahkemelerle Yargıtay arasında bir kuruluş olan istinaf mahkemeleri için AKP iktidarının hazırladığı yasa tasarısı şimdi Meclis’te...
Ve çok ilginçtir, bunların kurulmasını ısrarla AB istiyor. Bunun ilk adımı olarak Diyarbakır mahkeme binasını yaptırıyor. Niçin Diyarbakır?!! Bu mahkemeleri bir çeşit Eyalet Mahkemesine dönüştürmeyi amaçlıyor.
Buradan sormak gerekiyor: AB acaba öteki illerimizde de istinaf mahkemesi binaları, ya da başka mahkeme binaları yaptırıyor mu? Adalet Bakanlığı herhalde bir yanıt verecektir.
MüthİŞ dİplomasİ!
TÜRKİYE’nin dış politika başarılarını (!) gülerek izliyoruz. Başbakan, Riyad’da açıkladı: "Ben İran Dışişleri Bakanı ile konuştum, İngiliz kadın askeri bırakmalarını istedim. Bırakacaklar!" İran bırakmadı. Eğer bıraksaydı bizim medyada muhteşem bir goygoy patlayacaktı: "Başbakan bastırdı, İran bıraktı!"
Son olay yine Riyad’dan. Başbakan, Filistin Devlet Başkanı Mahmut Abbas ile birlikte HAMAS’lı Başbakan İsmail Haniye’yi de Türkiye’ye davet etti. Haniye davet edildiğini kendisi açıkladı. İsrail, HAMAS’ı terörist örgüt olarak görüyor. Geçen yıl da örgütün başı Meşal’i Türkiye’ye getirmişler ve özellikle İsrail ve batı dünyasından gelen tepkiler sonrasında ne yapacaklarını şaşırmışlar, havaalanında karşılaşmamak için kaçmışlardı.
ABD Kongresi’nde önümüzdeki günlerde Ermeni tasarısı gündeme gelecek. Orada Türkiye’nin en büyük destekçisi Musevi lobisi ve önemli ismi olan Tom Lantos var. Bir süre önce bizim yetkililerimiz ABD’ye gittiler, Lantos’a uzun uzun dil döktüler ve aramızı biraz olsun düzeltmeye çalıştılar. Şimdi ise Haniye’yi davet ettiler. Ermeni tasarısına karşı en büyük destekçimiz Musevi lobisi, Türkiye için bir şeyler yapmaya çalışıyor. Lantos, Gül’ü aradı ve "Siz ne yapıyorsunuz, teröristi yine ülkenize davet mi ediyorsunuz" diye sordu. Bizimkiler telaşlandı ve Başbakanlık açıklama yapmak zorunda kaldı:
"Sayın Başbakanımız daveti yapmıştır. Ancak şu aşamada ziyaret söz konusu değildir." Harika!
Musevi lobisi bastırmış, sonucu elde etmişti. Türkiye’yi yönetenler açısından müthiş diplomasi! Yabancıların yönetim, denetim ve gölgesinde büyük başarı!
Teşekkürler...
PERŞEMBE gecesi ekrandaki tartışma sonrasında siz Hürriyet okurlarından binlerce kutlama mesajı aldım... Ve bir kez daha gördüm ki, sizlerle et ve tırnak gibiyiz. Öylesine birleşmişiz. O mesajların tamamını káğıda çektim ve saklayacağım. Dün gazetelerde çıkan yazılar da bana onur verdi. Bekir Coşkun, Melih Aşık, Reha Muhtar, Can Ataklı, Hakkı Devrim, Kudret Sebat, Vatan Gazetesi... Teşekkür ediyorum.
Siz Hürriyet okurlarını temsil etmesi açısından -sadece bir tek örnek- gazetemizin yazarı Prof. Dr. Şükrü Kızılot’un gönderdiği faksı size aktarıyorum:
"Sevgili Çölaşan, adamı ikiye katlayıp üçle çarpıp beşe böldün. Sonra avucunun içine alıp üfledin ve toz oldu. Onun acizliğini bütün Türkiye izledi. İlk yarım saatte skor belli olmuştu. Sonra goller yağmaya başladı.
’Haksız olduğun zaman yapacağın savunmaya güvenme’ sözü bir kez daha kanıtlanmış oldu.
Bir insanın ’65 yıldır alnım açık dolaşıyorum’ diyebilmesi var ya, işte o servet değil 9 milyon, 9 milyar dolardan bile daha büyüktür.
Bunlar, o serveti göremezler.
Selam ve sevgiler."
Yazının Devamını Oku 31 Mart 2007
BANA sürekli mesaj atardı, ekranlara çıkıp konuşurdu!.. "Erkeksen televizyonda karşıma çık. Öyle belgeler açıklayacağım ki, o gece gazetecilik yaşamın bitecek!.." Sonra devam ederdi: "Kaçma, korkma, seni herkes tanıyacak. Melih sözünün eridir! Açıklayacağım belgeler sonrasında rezil olacaksın!" Allah Allah, merak etmeye başladım. Bizim Melih demek ki benimle ilgili çok çarpıcı belgelere sahipti! Açıkladığı anda ben rezil olacak ve gazetecilik yaşamımı noktalamak zorunda kalacaktım.
Kendisine buradan bir "hodri meydan" çektim ve önceki gece TGRT’de, milyonlarca insanın önünde buluştuk. Bütün amacım beni rezil edip gazetecilik yaşamımı bitirmesiydi! Aaaa, bir baktım ki ağzında yine aynı sakızı çiğniyor. "Dokuz milyon dolar paran var mı? (Ekranda zam yaptı, 29 milyon dolara çıkarıverdi!) Sana yurtdışından havale geldi mi? Servetini açıkla. Servetini benimkiyle değiş!"
Dokuz milyon dolarım olmadığını, adıma yurtdışından gelmiş herhangi bir havale bulunmadığını ekranda belgelerle kanıtladım. Fakat onları ekranda okuyamadım ve gösteremedim; çünkü o düzmece haberleri yayınlayanlar şu anda Ankara 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanıyor... Ve mahkeme, bilirkişi raporları dahil yayın yasağı koymuştu. Belgeleri canlı yayında önüne koydum. Zaten kendisinde varmış. Herhalde okumuş ve dersini almıştır!
Türkiye Cumhuriyeti başkentinin belediye başkanını düşünün ki, insanların banka hesaplarına giren bir çetenin düzmece belgelerle yarattığı hukuksuzluk ve pisliğin ardına sığınıp onlardan medet umuyor! Vah yazık.
* * *
Bu şahısla ekrana niye çıktım? Kendisini muhatap almadıkça bağırıp çağırıyor, televizyona çıktığım takdirde gazetecilik yaşamımı bitireceğini iddia ediyordu! Çıktım ve kendisine -milyonlarca insanın önünde- defalarca sordum:
"Açıkla şu belgelerini, beni rezil et ve işimi bu gece bitir!"
Fakat elinde hiçbir şey yoktu. Rivayetler, dedikodular, duyumlar ve iddialar üzerinden konuşuyordu. Klasik taktiğini bana karşı da uygulamaya kalkıştı ama tutmadı. Nedir o?
Mimikleri ve laf atmalarıyla, blöf yaparak karşısındakinin sinirini bozmak, iddialarda bulunarak, desteksiz atarak yalan yanlış konuşmak, insanları birbirine düşürmek, suçlamak, üzerine gidip sindirmek.
Pek çok kişi ve yüzlerce Hürriyet okuru, bana yayından önce soruyordu: "Bu adamı niçin muhatap alıyorsunuz? Sizin sinirinizi bozar ve zor durumda kalırsınız..."
Düşünün ki, bana attığı mesajlarda Bekir Coşkun’un bile adını kullanmaktan çekinmiyordu. Ekranda belgesini gösterdim. Bekir el yazısıyla "Bu hizmetçi dedikodusudur, tamamen yalandır" diyordu. Melih ağzını bile açamadı.
Ortaya laflar atıyor, uluorta konuşuyor, suçluyor. "İsim ver" deyince veremiyor. Ekranda bunların tümünü izlediniz.
Ben bu şahsın karşısına niçin çıktım? Çiğnediği bu 9 milyon dolar, yurtdışından gelen havale sakızını ağzından almak için... Amacım belediye hizmetlerini, yolsuzlukları falan tartışmak değil, kendimi sorgulatmaktı. Ona bu fırsatı verdim, gazetecilik yaşamımı sona erdirecek (!) bilgileri açıklamasını, oraya o nedenle geldiğimi ısrarla vurguladım. Boştu. Hiçbir şey yoktu.
Zaten hayatım boyunca en ufak bir açığım olsaydı, "Herhalde geçmişteki şu olayımı haber aldı ve beni mahvedecek" deyip onun gibi birinin karşısına oturmaktan korkardım.
Şu komediye bakınız ki, sizin hakkınızda hiçbir şey söyleyemeyen yetkisiz bir şahıs piyasaya çıkmış ve "servetini açıkla" diyor! Ben kamu görevlisi değilim. Elimde trilyonlar yok. İhale dağıtmıyorum. Partim yok, partili yandaşlarımı zengin etmiyorum. Gizli kasalarım, şirketlerim, gizli ortaklıklarım, müteahhit yandaşlarım yok...
Dahası var. Savaş Ay’la evinde bir televizyon çekimi yapmıştı. Mutfağa girdiler. Savaş Ay kendisine "Şu buzdolabını açalım" dediğinde açtırmadı. Israr edince elleriyle buzdolabının üzerine kapandı. Ne vardı o dolapta? İçki, kola, meyve, sebze?..
Evindeki buzdolabını açtırmayan şahıs, şimdi el álemden servetini soruyor! Sonra iş daha da vıcıklaşıyor ve bu kez "servetimizi değiş tokuş edelim" muhabbetine sığınmaya kalkışıyor.
Önceki gece hadiseyi izlediniz. Benim gazetecilik yaşamımı sona erdireceğini ilan eden şahıs, defalarca sormama rağmen hiçbir şey açıklayamadı! Ben beklerdim ki, böylesine iddialı konuşan biri, belgeleri benim yüzüme çarpsın ve benim işim oracıkta bitsin.
Kalıbının adamı, sözünün eri çıkmadı.
Ancak hakkını yemeyelim, canlı yayını muhteşem bir güldürüyle bitirmeyi başardı. Aile nüfus kütüğümüzü okumaya başladı. Meğer ben orada kadın olarak görünüyormuşum! Vallahi billahi böyle dedi, bir anda benim cinsiyet elimden gitti! Ben de dayanamayıp "İşte bu belge sonrasında gazeteciliği bırakıyorum" demek zorunda kaldım! (Dün sabah Çankaya Nüfus Müdürü Mustafa Bey gazeteden aradı, elektronik kayıtlarda böyle bir şey olmadığını, onun da düzmece belge olduğunu söyledi.)
Rivayetler, söylentiler, iddialar, duyumlar, düzmece belgeler, o demiş ki, duydum ki, bana dediler ki!.. Yaaa!..
Yazının Devamını Oku 30 Mart 2007
SEVGİLİ okuyucularım, bugünkü yazımın konusu kitaplar. Satın aldığım, ya da bana gelen kitapları sürekli olarak bir yerlere, çeşitli okulların, cezaevlerinin kitaplıklarına armağan ediyorum. Ayrıca yine bana gönderilen yazarlarından imzalı ve her biri birbirinden değerli kitapları Ankara’da Başkent Üniversitesi Kütüphanesi’ne veriyorum. Son verdiklerimle birlikte bugüne kadar Başkent’e bağışladığım yazarlarından imzalı kitap sayısı 3.428’e ulaştı. Kitaplarım orada benim adıma açılan bir bölümde öğrencilerin, hocaların ve çalışanların hizmetinde. Böyle sadece yazarlarından imzalı binlerce kitaptan oluşan koleksiyonun dünyanın başka bir yerinde olduğunu sanmıyorum. Allah kısmet ederse bu rakamı Başkent Üniversitesi için önce 4.000, sonra 5.000 yapmaya çalışacağım.
* * *
Bugün size bazı güzel, okumaktan zevk duyacağınız kitapları tanıtmak istiyorum. İlk olarak 1974 yılında Kıbrıs Barış Harekatı, öncesi ve sonrasıyla ilgili iki güzel kitaptan söz edeyim.
İlki gazeteci arkadaşımız Yılmaz Polat’ın kitabı "Barış İçin Oradaydılar." (Ulus Dağı Yayınları.) Yılmaz, Kıbrıs’ı alanlardan tümgeneral Osman Fazıl Polat’ın oğlu. Harekatı harp ceridelerinden yazmış. Hem harekatın genelini, hem de Ankara’dan ordumuza verilen "dur" emrine karşın babasının kendi kararıyla Magosa ve Maraş bölgesini ele geçirmesini anlatıyor.
Erol Mütercimler’in kitabı "Satılık Ada Kıbrıs." (Alfa Yayınları.) Belgelerle, telsiz konuşmaları ve bütün yönleriyle Kıbrıs Barış Harekatı. Her iki kitabı da okumanızı öneririm. Bir ek bilgi: Harekatta denizciler ve havacılar dahil 499 şehit vermişiz.
"İşgal ve Direniş. 1919 ve Bugün"ü Hulki Cevizoğlu yazmış. (Ceviz Kabuğu Yayınları.) İşgal ve kurtuluş yıllarından bir kesit.
Çetin Yetkin’in kitabı "Bab-ı Ali’den Müdafaa-i Hukuk’a. Basında 21 Yıl." Gazeteciliğe başlayan bir Cumhuriyet Savcısı’nın bizim meslekte yaşadıkları, tanık olduğu olaylar!..
Ali Nejat Ölçen’in kitabı "Kendini Yok Eden Osmanlı. 1535-1914." (Ümit Yayıncılık.) Koskoca imparatorluk nasıl çöktü? Gücünü güçsüzlüğünden alan bir devletin yok edilişi.
"100 Belgede Ermeni Meselesi." Mehmet Perinçek’in kitabı. (Doğan Kitap.) Rusya, Fransa ve İngiltere’nin Türk-Ermeni çatışmasındaki rolleri, belgelerle.
Türkiye İş Bankası Yayınları’ndan Prof. Dr. Tarık Minkari’nin kitabı "Mizah Zekanın Zekatıdır." Cerrah Minkari ile Figen Şakacı’nın yaptığı çok uzun ve renkli söyleşiler.
Yine İş Bankası yayını, Aydın Boysan abimizin nefis bir söyleşisi: "Hayat Tatlı Zehir."
Yargıtay emekli Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş’ın son kitabı "Vatanın Bağrına Düşman Dayamış Hançerini." (Bilgi Yayınevi.) İşbirlikçilere karşı Atatürk milliyetçiliği.
"Önemli Not." Büyük yazar Orhan Kemal’in oğlu Işık Öğütçü, babasının hem bazı düzyazılarını, hem de yarım kalmış bir eserini ilk kez bu kitapta yayınlıyor. (Everest Yayınevi.)
Doç. Dr. Hüner Tuncer’in kitabı "Bir Kadın Diplomatın Anıları." (Logos Yayınları.) Bildiğim kadarıyla ilk kez bir bayan diplomat yurtdışında yaşadıklarını ve meslekten niçin ayrılmak zorunda kaldığını anlatıyor.
"İsmet İnönü-Hatıralar." Sabahattin Selek, doğumundan başlayarak bütün cephe ve siyaset anılarını İnönü anlatıyor. İnönü’nün ağzından. (Bilgi Yayınevi.)
"Türkiye Günlüğü 1573-1577" (Kitap Yayınevi.) Osmanlı döneminde ülkemize gönderilen Almanya-Avusturya elçisi ile birlikte gelen Gerlach’ın yolda, İstanbul ve Türkiye’de yaşadıkları. İki cilt.
Ünal Özmen’in kitabı "Eğitimin AKP’si. Kurnazlığın Aklı Teslim Aldığı Dönem." (Sobil Yayıncılık.) AKP döneminde eğitimde yaşanan rezalet belgelerle anlatılıyor.
Tunca Örses ve Necmettin Özçelik’in kitabı "1. Dünya Savaşında Türk Askeri Kıyafetleri." (Denizler Kitabevi.) Çoğu ilk kez yayınlanan çok ilginç cephe fotoğraflarıyla nefis bir kitap.
Gazeteci arkadaşımız Deniz Som’un kitabı "Gıdıklanmak Yasaktır." (Cumhuriyet Kitapları.) Anlatılanların hangi ülkede geçtiği önemli değil!..
Ve Yalçın Küçük abimizin elime dün geçen son kitabı "Caligula Saralı Cumhur." (Salyangoz Yayınları.) Tayyip Erdoğan hakkında ilginç iddia ve belgeler.
Bu kitaplardan seçin, hangilerini istiyorsanız alın ve okuyun. Pişman olmayacaksınız.
Yazının Devamını Oku 29 Mart 2007
GAZETECİLİK yaşamında her dakika her şeyle yüz yüze geliriz. Çok şaşırdığımız anlar olur. Bazılarına inanmayız, inanmak istemeyiz. İstanbul’dan bir okuyucum tarafından birkaç gün önce gönderilen faks, bunlardan biriydi. İsminin açıklanmasını istemeyen okuyucum aynen şunları yazıyordu:
"21 Mart günü arabamı Kadıköy tarafında cadde üzerine park ettim. Yarım saatlik bir işim vardı, oraya gidecektim. Arabamın sağ arka koltuğuna az önce önünden geçtiğim marketten aldığım üç ekmeği bırakmıştım. Ekmekler naylon poşet içerisinde duruyordu. Camlarım renkli değil. Yani dışarıdan bakınca arabanın içini görüyorsunuz.
Biraz sonra geldim ve arabamın kapısını açtım. Ben fark etmemiştim, tam o sırada genç bir hanım gösterdi: ’Beyefendi, arabanızın arka camını kırmışlar.’
Hemen arkaya dolandım, gerçekten de sağ arka cam kırılmıştı...
Ve sağ arka koltukta bulunan üç ekmek çalınmıştı.
Arabamda zaten başka bir şey yoktu ve dolayısıyla radyo-teyp falan gibi çalınan başka bir şey de olmamıştı.
Nereden nereye geldiğimizin bundan daha iyi bir örneği olamaz. İnsanlar ana caddede bile o riske giriyor ve camı patlatıp ekmek çalıyor.
Çevredekilere sordum, olayı gören ve duyan yoktu. Polise falan gitmedim; çünkü boşuna zaman kaybı olacaktı.
Kamu görevlisiyim, lütfen adımı zorunlu olmadıkça açıklamayın."
Okuyucum telefon numaralarını yazmıştı. Faksı alır almaz aradım... Çünkü olanlara inanmamıştım. Kamu kesiminde üst düzey bir yönetici olan okuyucum aynen doğruladı ve şöyle dedi:
"Polise gitmediğime şimdi pişmanım. Bu olayı, yani artık ekmek bile çalındığını keşke devletin arşivine geçirseydim."
Bana da, ilk kez duyduğum bu acı olayı size olduğu gibi yansıtmak kaldı.
Yine birkaç gün önce üç Cumhuriyet Savcısı ile konuşuyorduk. Aynen şöyle dediler:
"Her konuda işlenen suçlarda çok büyük artış var. Polis ve biz başedemiyoruz. İşin acı tarafı, şimdi önümüze gelen şikáyetleri işleme koyarken insan olarak da utanıyoruz.
Semt pazarlarında özellikle alışveriş sonrasında evine giden yaşlı insanların elinden sebze-meyve torbasını kapıp kaçıyorlar. Ya da yardım amaçlı taşıma bahanesiyle aynı şeyi yapıyorlar."
Dondum kaldım.
* * *
Fahrettin Göyçimen yazıyor: "İstanbul’da saat 18.30’da iki bıçaklı maganda, arkadaşıyla birlikte kurstan dönen oğlumu gasp ettiler, cep telefonunu alıp kaçtılar. Başıboş sokak itleri İstanbul’da dehşet saçıyor. İstanbul yavaş yavaş onlara kalıyor. Kendi başlarına kalınca da birbirlerini ısırıp yemeye başlayacaklar.
Benim en çok üzüldüğüm, oğlumun ve arkadaşının gözlerindeki korku ve dehşet, tenlerindeki çekilmiş kanın sebep olduğu beyaz solukluk. Bu travmayı nasıl atlatacaklar? Şimdi bunu düşünüyorum."
* * *
Emekli albay, altın madalyalı Kıbrıs gazisi plastik cerrah Doç. Dr. Harun Özkan yazıyor: "Mecidiyeköy Ortaklar Caddesi’nde muayenehanem var. Geçenlerde üç dakika için arabamdan inip cep telefonumu almaya çıktım. Üç dakika sonra geldiğimde sol arka kapı camının kırıldığını ve içinden çantam ve laptopumun çalındığını gördüm.
Kimliğim, ehliyetim, araç ruhsatım, anahtar ve gözlüklerim, kredi kartlarım, hastalarımın tüm belge ve bilgileri gitti.
Olayı derhal Şişli Emniyet Amirliği’ne bildirdim. Tutanak tutuldu. Bana şanslı olduğum söylendi ve buna örnek olarak çok acı olaylar anlatıldı. Tedbirli olmadığım için suçun bende olduğu imalarıyla gönderildim. Hepsi bu kadar!
Bu durumda ben ne yapacağım? Elim kolum bağlı kaldı. Bizler, bu ülkenin namuslu ve üretken insanları bu şehirde yaşayamayacak mıyız? Aracımın bulunduğu yerden 50 metre ötede gezici polis otosu vardı. Cadde aydınlık ve kalabalıktı. Bu şartlarda bile soyulduğumuza göre, Sayın Emniyet Müdürümüz bizlere ne tavsiye etmektedir? Bu şehrin asayişinden kim sorumlu? Burada yaşayacak mıyız, yoksa terk etmek zorunda mı kalacağız?
Emin Bey, ben Kıbrıs savaşında bile can ve mal güvenliğimin bu kadar tehlikeye düştüğünü hatırlamıyorum."
İşte size uygulanan ekonomik politikalar, milyarlarca dolarlık satışlar, eşe dosta ve partili yandaşlara yapılan trilyonluk kıyaklar ve işte insanlarımızın içine düşürüldüğü utanç tabloları! Yarattıkları eserle gurur duysunlar!
Yazının Devamını Oku