30 Eylül 2006
BİR süre okuduğum İstanbul Üniversitesi, Gazetecilik Enstitüsü’nde bize yazı nevileri (çeşitleri) dersi veren Şeyh-ül-muharririn Burhan Felek hocam, yabancı dile yazılmış metinleri, tercüme etmeyin; onların Türkçesini yazın, yoksa yanlış anlaşılmalara sebep olursunuz derdi. Ben de onun tavsiyesine uyup bazı açıklamalar yapacağım. İngilizce’deki "crusade" kelimesinin, günümüzdeki anlamının Türkçesi, "haçlı seferi" değil, "cihat"tır. Nitekim Redhouse sözlüğü de bunu belirtmiştir. Peki cihat (cihad) sözcüğünün İngilizcesi nedir? Tercümanlara göre cihat, İslam’ı savunmak veya yaymak için verilen "holly war" yani kutsal savaştır. Yani bir savaştır. Savaş olduğuna göre de, terör dahil her tür şiddeti içerir. Halbuki, cihat mutlaka silahla yapılan bir eylem değildir. Hatta hiç değildir. Cihat, "cehd" kökünden gelen bir kelimedir ve İngilizce karşılığı "struggle"dır. Bunun da anlamı, çabalamak, uğraşmak, canını dişine takarak çalışmaktır. Canlı bomba olmak değildir. Niye cihat İngilizce’ye "holly war" diye tercüme ediliyor ve İslam karalanıyor? Çünkü kelime bizzat Müslümanlar tarafından bu anlamda kullanılıyor da ondan.
* * *
Papa 16. Benedikt, "İslam’daki cihat fikrinin içerdiği şiddet, mantığa ve Tanrı’nın planına aykıdır" demiştir. Eğer bu cümle yanlışsa ki, yanlıştır; Papa’ya önce şunu söylememiz gerekir: İslam’daki cihat, "holly war" yani kutsal savaş değildir. Şiddet içermez. Bu sebeple, İslam’ın cihadı, mantığa ve Tanrı’nın planına, yani Allah’ın "selim nizamına" uygundur. Mesele işte burada. Müslümanlar eğer, "İslam’ın cihadı, şiddet içerir ve bu Allah’ın planına uygundur" diyorsa veya bunun böyle olduğuna inananlar, İslám’ı temsil ediyorsa, Batı’da Papa’yı haklı bulanlar olacak, medeniyetler çatışması derinleşecek demektir.
* * *
Şimdiki Papa’nın, Müslüman dostu olmadığı kesin. Aksi doğru olsa, 14. asırda yaşamış bir Bizans İmparatoru’nun, Hz. Muhammed’i kötüleyen ifadesine, 2006 yılının Eylül ayında yaptığı bir konuşmada yer vermezdi. Burada bir noktaya dikkat çekmek istiyorum. Bizans İmparatoru Paleologos, Hz. Muhammed’den yedi asır sonra yaşamıştır. Kendisi, Hz. Muhammed’in eylem ve sözlerine şahit olmamıştır. Onun izinden gittiğini iddia edenlerin yaptıklarını görmüştür. Tanık olduğu olaylar da, Bizans’a rakip devletlerin siyasi ve askeri harekátıdır. Dinle devlet içiçe girdiği için, devletleri yönetenlerin yaptıklarından, onların dinlerini sorumlu tutmuştur. Nasıl Hıristiyanlık adına hareket ettiğini söyleyen herkesin, her söz ve eylemi, Hz. İsa’yı ve Hıristiyanlığı bağlamazsa, Hz. Muhammed ve İslam adına eylem yaptıklarını söyleyenler de, İslám’ı ve onun Peygamberini ilzam etmez. Ama bu farkı vurgulamak, hatta daha ileri giderek şiddetin İslam’la bir ilişkisi olmadığını sadece söylemek değil, kanıtlamak da Müslümanlara ve özellikle İslam bilginlerine düşen bir görevdir. Bunun en etkili yöntemi ise "lisan-ı hál" ile yani davranışlarla, karşı tarafı ikna etmektir.
Son Söz: Barış yapmak, cihat ister.
Yazının Devamını Oku 27 Eylül 2006
CUMARTESİ günkü yazıda, Rusya’nın çok önemli siyasi şahsiyetlerinden biri olan Moskova Belediye Başkanı Lujkov’un bir kitabını tanıtmıştım. Lujkov, "Rusya’nın üzerinde bir hayalet dolaşıyor; bu hayalet bir ihtilál ortamının oluştuğuna işaret ediyor" diye başladığı kitabında, başta petrol olmak üzere, doğal kaynaklarını ihraç ederek zenginleşen Rusya’da hüküm süren "sosyal sefaleti" anlatıyordu. Anlaşılan 1990’dan bu yana Rusya’da yerleştirilmeye çalışılan "kapitalist sistem", kendi mantığı icabı, bir yandan kapitalistler yaratırken, diğer yandan devletin dar gelirlilere sağladığı destekleri kaldırıyor. Kalkması öngörülen ve tedricen azaltılan destekler arasında, kira, ulaşım, ısınma ve hatta gıda subvansiyonları var. Lujkov, bu desteklerin kaldırılmasının mevcut sosyal sefaleti daha da kötüleştireceğini ileri sürüyor. Yazara göre, Rus devletinin máli gücü, bu destekleri sürdürmeye fazlasıyla yeterli.
*
Bir ülkenin milli geliri, büyük bir havuzda toplanan suya benzer. Çeşitli sektörlerde, kişiler, kurumlar ve kamu tarafından yaratılan katma değerler havuzu doldurur. Bu havuzdan dört (aslında beş) gelir dağılımı borusu çıkar. Bu borulardan akan sulara (gelire) sırasıyla, 1) ücret, 2) faiz, 3) kira,4) kár (ve de beşincisine rant) denir. Rantlar meselesini şimdilik bir tarafa koyalım. İktisatçılar bunlara faktör gelirleri der. Faiz, kira ve kár, sermaye gelirleridir. Ücret ise, emeğin karşılığıdır. Eğer bir ülkede "servet yani sermaye dağılımı eşitsizse, gelir dağılımı da eşitsiz olur." Gelir dağılımı adaletsizliği buradan doğar. Devletin vergi toplamadan bir amacı da, eğer milli gelir adaletsiz dağılmışsa, bunu "yeniden dağıtıma" tabi tutarak mevcut adaletsizliği hafifletmektir. Sosyal devlet buna denir
Rusya, bundan 15 yıl önce kimsenin "sermaye sahibi" (kapitalist) olmadığı bir ülkeydi. 1990’dan sonra siyasi ve mafyöz "rantlarla" kapitalist bir sınıf yaratıldı. Bu süreç, çok eşitsiz bir servet dağılımına sebep oldu. Bugün iktisaden gelişen Rusya’da, sosyal sefaletin sürmesinin gerisindeki neden budur. Bu çarpık servet dağılımınının benzerlerini, bütün eski sosyalist ülkelerde bulmak mümkündür. Bu sebeple Macaristan’da patlak veren huzursuzluk, sábık sosyalist blokta bir ilktir, ama son olmayacatır.
*
Son beş yılda "Dolarlar Amerika’dan, mallar Çin’den" formülüyle, tüm dünyada hem enflasyon düştü, hem de ekonomik büyüme sürdü. Türkiye, dünyaya yağan bu bereketli yağmurlardan çok istifade etti. Birkaç yıl önce, iflastan dönen bankalar milyar, TV’ler ve gazeteler yüz milyon dolarlara müşteri buldu. Hem de yurt dışından. Şirketlerimizin, arsalarımızın, arazilerimiz ve binalarımızın değeri misliyle arttı. Bu "kaymaklı kadayıfın" bir başka boyutu da, uygulanan yüksek reel faiz politikasıyla finansal servet artışlarının, gelir artışlarını geçmesidir. Şüphe yok ki, bir kısmımız için çok hareketli ve bereketli bir devredeyiz. İktisatçılar, konjonktür denilen "yedi yıl bolluk-yedi yıl kıtlık" hikayesiyle eğitilir, siz onlara bakmayın. Bazıları için, bolluk hiç bitmez.
Son Söz: Kapitalistsiz, kapitalizm olmaz.
Yazının Devamını Oku 23 Eylül 2006
Y.M. Kujkov Moskova Belediye Başkanı’dır. 70 yaşındadır. Teknik eğitim almıştır. 1987’de Moskova Hükümeti’nde yüksek mevkilere gelmeden önce, kimya endüstrisinde bilim/teknik ağırlıklı yöneticilik postlarında bulunmuştur. 1992’de Moskova Belediye Başkanı seçilmiştir. Bunu izleyen üç seçimde de, büyük çoğunluğun oylarını alarak görevini günümüze kadar sürdürmüştür. Lujkov’un bilim akademilerindeki çalışmaları yanında, çok kuvvetli bir siyasi kişiliği vardır. 200’den fazla basılı eseri olan Lujkov, Sovyetler Birliği’nde rejim değişmeden önce de, sonra da etkili konumunu sürdürebilmiş ilginç bir şahsiyettir.
* * *
Bu yazının başlığı, onun Türkçe olarak da yayımlanan "100 Yıl Aradan Sonra Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi" adlı kitabının giriş bölümünde yer almaktadır. Lujkov, Rusya’nın üzerinde bir hayalet dolaştığını söyledikten sonra "Bir ihtilal ortamının hayaletidir bu" demektedir. Yazara göre, ihtilaller, ekonomik ve sosyal sıkıntılardan değil, uzun süreli ekonomik gelişme ve sosyal istikrar devrelerinden sonra ortaya çıkar. İhtilallerin kaynağı, toplumsal beklentilerin karşılanmamasıdır. Bir başka değişle, toplum, gelecekteki hayat şartlarının iyileşmesi ve sosyal adaletin sağlanması yolunda beslediği büyük ümitlerin kapanına yakalandığı zaman şartlar oluşur ve ihtilal gerçekleşir.
* * *
Yazar şöyle devam ediyor: Bu, çok paradoksal ve tuhaf bir etkidir. Her şeyin iyi olduğunu düşündüğünüz bir anda, aniden kuvvetli bir şekilde çıkmazda olduğunuz hissine kapılırsınız. Bu gibi "ümit ihtilalleri"nin bayraklarında sosyal yıkıntı ve baskı sloganları yer almaz. Aksine o bayraklar, yeni reformların uygulanması, yeni gelişim rotalarının belirlenmesi veya başka bir değişle, "tepeden ihtilal" yapılabilmesi için, yönetimde olanlara geniş "yeni pencereler" açar.
* * *
Lujkov’a göre, Rusya’nın içinde bulunduğu durum, pek çok yönüyle bu şekildedir. Toplumun fırtınalı 1990’lı yılların şokundan çıkışı ve Rusya’nın son yıllarda siyasi ve sosyal istikrara kavuşması, ülkeyi bir yol kavşağına getirmiştir.
* * *
Kitapta bahsedilen kavşak, "vahşi kapitalizm"le "sosyal kapitalizim"in ayrıldığı noktadır. 1899’da Vlademir Lenin tarafından yazılan "Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi" adlı kitap, yüz yıl sonra Lujkov’a ilham vermiştir. Lujkov kelime anlamıyla bir yazar değildir. O, bir siyasetçidir. Dolayısıyla, böyle bir kitap yazmasının sebebi de siyasidir. Lujkov, başta petrol olmak üzere doğal kaynaklarını satarak zenginleşen bir ülkenin, sosyal sefaletini dile getirmektedir. Bunu, sosyal bir devlet yaratarak ortadan kaldırmanın mümkün olduğunu ileri sürmektedir. Rusya’da daha 10-15 yıl önce, hiç kimse üretim araçları mülkiyetine sahip değildi. Bugün nispeden küçük bir azınlığın dolar cinsinden milyoner ve hatta milyarder "kapitalist" olması, kısa zamanda büyük bir servet talanı yaşandığının en büyük kanıtıdır.
Son Söz: Mülkiyet adaletin; adalet mülkün temeldir.
Yazının Devamını Oku 20 Eylül 2006
TÜRK Belçika Ticaret Derneği, IMF politikalarına ve özellikle "dalgalı kur rejimine" karşı çıkan Amerikan Johns Hopkins üniversitesinde "uygulamalı iktisat" profesörü Steve Hanke’yi Türkiye’ye davet etmiş. Geçen pazartesi günü öğle yemeğinde dinleyiciler önünde Steve Hanke, Asaf Savaş Akat ve ben Türk ekonomisini tartıştık. Profesör Hanke’nin, hocalık yanında çok geniş bir iş tecrübesi var. Çok da yayın yapan bir akademisyen. Son 20 yıl içinde bir çok Latin Amerika, Doğu Avrupa ve Uzak Doğu ülkelerinin bakan, başbakan ve devlet başkanlarına danışmanlık yapmış. Başkan Reagan döneminde (1981-1982) Amerikan "İktisat Danışmanları Konseyi"inde kıdemli iktisatçı olarak çalışmış. İş alemine hitap eden Forbes dergisinde de köşe yazarı. Türkiye’yi yakından izliyor, Türk arkadaşları var, tatilinin bir kısmını Antalya’da geçirmiş. Sıcaktan sıkılmış. Asaf ona Bodrum’u tavsiye etti. Üstelik ben şahidim, balık ısmarlama sözü verdi.
Hanke, konuşmasında esas olarak Türk Lirası’nın aşırı değerli olduğunu ve bunun piyasalar tarafından er veya geç düzeltileceğini söyledi. Bu arada anladık ki, Türk Liralı enstrümanlara yatırım yapmış. Zaten geçmişte "Hedge Fund" denilen bir nevi "B Tipi Fon" da yönetmiş. Bir kaç ay önce korkup, TL’den çıkmış, ortalık sakinleşince tekrar TL’ye dönmüş. Verilen faizin cazibesine dayanamadım diyor.
* * *
Hanke’ye göre, Türkiye ya iradi olarak, ya da TL’deki aşırı değerlenme balonu patladıktan sonra "sabit kur" sistemine geçmeli. Hanke’nin tavsiye ettiği sabit kur sistemi, şimdiye kadar Türkiye’de uygulananlardan farklı. Kendisi, Türkiye’nin, T. Cumhuriyet Merkez Bankası’nı kapatıp, yerine "Para Birimi Kurulu" (Currency Board) kurulmasını öneriyor. ( "Para Birimi Kurulu" veya sadece "Para Kurulu" denilen ve merkez bankalarının yerine geçen kurumların, sadece döviz karşılığında ulusal para ihraç ettiklerini ve bunun dışında hiç bir para politikası faaliyeti yapmadıklarını hatırlayalım. Para Birimi kurumu’nun, ulusal parayı adeya dövizleştirerek, parasal istikrarı sağladığı iddia ediliyor.) Hanke, Türk Lirasını’da Dolar’a değil, Euro’ya bağlayın; nasıl olsa bir gün gelecek Euro’ya geçeceksiniz. Şimdiden hazırlanmış olursunuz diyor. Böyle bir uygulamaya hem başarılı hem de yakın örnek olarak da Bulgaristan tecrübesini gösteriyor.
Steve Hanke, parası aşırı değerli ülkelerin, ucuz emekle üretilmiş mal yerine, ucuz emeğin kendisini, yani insan ihraç ettiklerine dikkat çekiyor. Türkiye’nin AB’ye girişine karşı çıkan Avrupalıların, işsiz Türklerin, Avrupayı adeta işgal etmesinden korktuğunu söylüyor. Eğer Avrupalıların bu korkusunu yenmek istiyorsanız, paranızın değerini düşürün ve sanayi malları ihracatına ivme kazandırın, kendi insanınızın kendi ülkesinde istihdam edilmesine imkán sağlayın diyor.
Son Söz: Düşük döviz, işsizlik ithal eder.
Yazının Devamını Oku 16 Eylül 2006
İSTER siyasi, ister idari, ister iktisadi, ister askeri, ister Avrupa Birliği, ister Amerika, ister Irak, İran ve Suriye ile ilişkiler açılarından olsun Güneydoğu-Kürt meselesi, Türkiye’nin çözümü veya yönetimi en zor ve pahalı sorunudur. Bu sorunun adı "Güneydoğu-Kürt Meselesi"dir. Eğer Türkiye’nin Kürtleri, Türkiye’nin her yerinde aşağı yukarı aynı oranda bulunsaydı, o zaman ortada sadece bir Kürt meselesi olurdu.
Güneydoğu, sadece geri kalmış fakir bir bölge olsaydı, o zaman meselenin adı "Güneydoğu" olurdu. Güneydoğu, hem Anadolu’nun sosyal ve iktisadi bakımdan en az gelişmiş bölgesidir, hem de bu bölgede etnik kökeni Kürt olan vatandaşlar, ya yer yer çoğunluktadır ya da en önemli azınlığı teşkil eder.
Sadece Türkiye’de yaşayan değil, başta Irak ve diğer komşu ülkelerde yaşayan Kürtler arasında, bağımsız bir Kürdistan devleti kurma fikri giderek taraftar toplamaktadır. Bu fikri başta Amerika olmak üzere bütün Batılı ülkeleri de desteklemektedir.
Bağımsız Kürdistan fikri, "her ulus, kendini yönetme hakkına sahiptir" ilkesine uygun olduğu kadar, emperyalist devletlerin "böl ve yönet" ilkesine de uygundur. Türkiye’nin dostu olmayı hiçbir zaman içine sindiremeyen Yunanistan ve diğer ülkeler için de, Türkiye’nin Güneydoğu-Kürt sorununu kaşımak, Türkiye’yi müşkül duruma sokmak için bulunmaz bir fırsattır.
* * *
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş ilkelerinin başında, bu ülkenin "vatanı ve milletiyle bölünmez bir bütün" olduğu gelir. Çünkü bu vatan, 80 yıl önce bölünmüş topraklar birleştirilerek meydana getirilmiştir. Türk milleti de, çok milletli Osmanlı Devleti’nin kavimleri "birleştirilerek" yaratılmıştır.
Dolayısıyla, TC’yi kuranlar, vatanın ve milletin bölünüp parçalanması ihtimalinin mevcut olduğunu biliyordu. Bunu da TC için bir tehlike olarak görüyordu. O sebeple, "Ne mutlu Türküm diyene" ve "bu devlet, vatanıyla ve milletiyle bölünmez bir bütündür" söylemlerini, genç cumhuriyetin kuruluş ilkeleri yapmıştır. Bunlar, rastgele söylenmiş parlak sözler değildir.
* * *
Günümüzde vatanın ve milletin, niçin bölünmez bir bütün olması gerektiği yüksek sesle sorgulanmaktadır. Sorgulayanlar ilk başlarda sadece Kürtlerdi. Şimdi bunların arasına çok sayıda Türk de katılmıştır. Nasıl Güneydoğu’da Kürtler arasında "TC" simgesi adeta "işgalci düşman devlet" anlamına kullanılıyorsa, Anadolu’nun diğer bölgelerinde de "Güneydoğu-Kürt" simgeleri "nankör-hain" anlamına gelmektedir.
Bu ülkede yaşayan herkesin "ayrılma" fikrini iyice düşünmesi şarttır. Ayrılma süreci ve sonucu, etnik temizlik gibi hiç istenmeyen insanlık facialarına yol açabilir. Bu facialara dünün "Her solcu Türk, Kürt’ün dostudur" yerine, günümüzün "Her İslamcı Türk, Kürt’ün dostudur" paradigmasını geçirmek engel olamaz.
Son Söz: Karar ağacı, sondan başa doğru inşa edilir.
Yazının Devamını Oku 13 Eylül 2006
BU yılın ilk yarısında milli gelirimiz, geçen yılın ilk yarısına kıyasen, sabit fiyatlarla yüzde 7.5 büyümüş bulunuyor. İkinci üç ay, iktisatçı değişiyle, ikinci çeyrek yılda, yani nisan, mayıs, haziran devresinde, milli gelir artışımız yüzde 8.5 artmış. Demek ki; nüfus artışını düşsek bile, bir yıl öncesine göre halkımız daha müreffeh bir hayat yaşıyor. Buna sevinmemek mümkün değil. Dünyada gelir artışı ortalama yüzde 4.5 seviyesinde. Buna göre, Türkiye hem daha hızlı büyüyor, hem de halkın refahı, dünya ortalamasından daha hızlı artıyor. Bu husus da bu ülkeyi yönetenlerin ve bu ülke halkının başarısı olarak kayda geçmelidir. Esasen bir ülkede izlenen iktisat politikasının, başarılı olup olmadığına karar verirken, tek bir gösterge kullanılacak olsa, bu milli gelir artış yüzdesidir. Milli gelir artışının sürdürülebilir olup olmadığı, bu coşkulu gidişin bir yeni bir krizle sekteye vurup vurmayacağı konularına girmeden, ben herkesten elde edilen sonuçlardan mutlu olmasını tavsiye ediyorum. İyiye, iyi diyemeyenlerin; kötüye, kötü deme hakları yoktur. Avans olarak dertlenmeyelim.
* * *
Milli gelir büyümesi, halkın refahının artışı demek olduğuna göre, niçin yüksek büyüme kötü olsun? Bellenmiş söyleme göre, milli gelir büyümesinde istenmeyen ve beklenmeyen bir artış artış olmuşsa, bunun sebebi izlenen para politikasının gevşek olmasıdır. Gevşek para politikası da enflasyon artışının esas sebebidir. Son tahlilde enflasyon, parasal bir olgudur; değil mi? Enflasyon ise, ekonominin bir numaralı hastalığıdır. Enflasyon hastalığına tutulan bir ekonomi, sonunda milli gelirini de büyütemez hale gelir. Öyleyse, beklenmeyen bir milli gelir büyümesi, o devre için bizatihi sevinilecek bir şey bile olsa, ileride enflasyonun artacağına işaret etmesi bakımından endişe kaynağıdır.
* * *
Şimdi biraz da iktisat yorumcusu arkadaşlara takılayım. Temel soruyu soruyorum: Ortaya çıkan beklenmedik milli gelir büyümesi, Türkiye’de bir "gevşek para politikası" uygulandığına işaret etmiyor mu? Herhalde bu büyümenin, sıkı para politikası uygulanmasına rağmen, gevşek bütçe politikası uygulanmasından kaynaklandığını ileri sürmek mümkün değil. Çünkü bütçe, bilmem kaç yıldan beri ilk defa "fazla" veriyor. Kaç yıldır yüzde 6.5 faiz dışı fazlayı tutturan bu hükümetin, gevşek fiskal politika uyguladığını kimse söyleyemez. Öyleyse bu istenmeyen ve beklenmeyen büyümenin sebebi "gevşek para politikası"dır. Kitaplar böyle yazmıyor mu?
* * *
Halbuki son dört yıldır Merkez Bankası, enflasyonla mücadele için "sıkı para politikası" uyguladığını, bu yüzden Brezilya ile birlikte, dünyada en yüksek reel faiz veren bir ülke ünvanını koruduğumuzu söyleyip duruyor. Şimdi şeytan bunun neresinde? Türkiye’de uygulanan para politikası sıkı mı, gevşek mi? Sıkıysa, nasıl büyüme bu kadar yüksek çıkıyor? Gevşekse, enflasyon niçin düşüyor? Yoksa işin sırrı "yüksek faiz-düşük kur"la yurda gelen dövizde mi?
Son Söz: Hayat kitaba uymaz; kitap, hayata uyar.
Yazının Devamını Oku 9 Eylül 2006
CANLILAR, ölmeye değil yaşamaya programlanmıştır. İnsan da canlıdır; o da yaşamaya programlanmıştır. Onun da içinde çok kuvvetli bir hayatta kalma dürtüsü ve refleksi vardır. Şu veya bu nedenle intihara karar veren kişi bile, dıştan gelen bir ölüm tehlikesi karşısında kendini savunur. Mesela, şiddetli bir patlama duysa, başını ellerinin arasına alıp çömelir veya hayatta kalmak için başka bir önlem alabilir. İnsanı, diğer canlılardan ayıran özelliği, "üst benlik" sahibi olmasıdır. Üst benlik, kişiyi topluma ve tarihe karşı sorumlu kılar. Mesela üst benlik, vatanının selameti, dininin itibarı, milletinin bekası veya üstlendiği görev icabı, kişiden gerekirse kendini feda etmesini ister. Ancak "ben", "üst ben"in bu emrine o kadar kolay itaat etmeyebilir. Vatanın selameti, milletin bekası, görevin kutsallığı kala kala benim kendimi feda etmeme mi kaldı diye düşünür. Hatta, hem vatan sağ olsun, hem de ben sağ kalayım; bu daha iyi değil mi der. Bu hayatta kalmaya programlanmış bireyin, ondan canını esirgememesini talep eden toplumla çatışmaya girdiği andır. Eğer insanlar, vatanın selameti ve milletin bekası için ölmeyi o kadar kolay kabul etselerdi; dinlerin, böyle ölmeyi göze alanlara "Tanrı’yla Tanışma" (şehitlik) imtiyazı vaat etmesine ne gerek vardı?
* * *
Org. Büyükanıt’ın dediği gibi, evladını kaybeden bir anne ve babanın duyduğu acı çok derindir. O acı içinde ne söylerse söylesin, şehit annesine hepimizin saygı göstermesi gerekir. Bir olay karşısında herkesin tepkisi aynı olamaz. Bazı şehit yakınları, yüreklerine taş basıp "Vatan sağ olsun" derken, bazıları bunu söyleyecek gücü kendinde bulamayabilir. Ama bunun yerine "Vatan sağ olsun diyemiyorum" şeklinde tepki vermenin belli bir anlam taşıdığı da kesin. Bu, verilen savaşın "vatanın sağlığı" için gerekli olduğuna inanmamaktır. Her ülkede, girişilen silahlı bir savaşıma inanmayan, hatta karşı çıkan vatandaşlar olmuştur ve olacaktır. İster yurt içinde isyan bastırma, ister ülkeyi dış güçlere karşı savunma, ister ulusal çıkarlar için başka topraklarda muharebe, isterse günümüzdeki gibi "barışı koruma" için olsun, her tür askeri faaliyeti sakıncalı görenler vardır. Nitekim, bize bağımsızlığımızı kazandıran ve Müslümanları bu ülkenin efendisi yapan Kurtuluş Savaşı’na, gerek hacı-hoca takımı, gerekse aydınlar arasından şiddetle karşı çıkanlar olmuştur. Günümüzde dünyanın en çok savaşan devleti olan Amerika’nın girdiği her savaşa karşı çıkan Amerikalılar vardır. Haklı veya haksız olmaktan bahsetmiyorum. Karşı olmaktan söz ediyorum. İster Güneydoğu’da ayrı bir devlet kurmak isteyenlerin başlattıkları ayaklanmanın bastırılması için, ister Ortadoğu’da istikrarı tesis için olsun, yapılacak her tür harekátın muhalifleri olacaktır. Burada önemli olan bu kararların demokratik süreç içinde alınıp alınmadığıdır. Türkiye’de özenle korumaya mecbur olduğumuz husus işte budur. Karar, yanlış olabilir. Ama karar, demokrasinin kuralları içinde alınmışsa, herkes o karara saygı duymalı ve gereğini yerine getirmelidir.
Son Söz: Doğru yöntemle, yanlış sonuca varmak, yanlış yöntemle doğru sonuca varmaktan yeğdir.
Yazının Devamını Oku 6 Eylül 2006
IMF’nin baş iktisatçısı Chicago Üniversitesi profesörlerinden Raguham Rajan, hocalığa dönmeye karar vermiş. Tam bu sırada da meslektaşlarıyla birlikte yürüttüğü "yabancı sermaye ile büyüme" arasındaki ilişkileri irdeleyen bir çalışmasının sonuçlarını kamuoyuna açıklamış. Bu çalışma 1970-2004 yılları arasını kapsıyor. Gelişmekte olan ülkelerin bu 35 yıllık döneme ait bilgileri derlenmiş ve matematik bir analize tabi tutulmuş. Anlaşılmış ki, doğrudan yatırımlar hariç, az yabancı sermaye çeken ülkeler, çok yabancı sermaye çeken ülkelerden daha hızlı büyümüş. Bunun sebebini de, bir ülkeye "hazmedemeyeceği" kadar bol döviz girişinin, o ülkede döviz fiyatları olması gerekenin altına düşürmesi ve kalkınmanın motoru olan sanayi sektörünün rekabet gücünün zayıflaması olarak açıklamışlar.
* * *
Dünyanın ünlü iktisatçılarının, hele hele IMF baş iktisatçısı gibi bir unvana ulaşan bir iktisat profesörünün, uzun araştırmalardan ve yüksek matematik analizlerden sonra böyle sonuçlara ulaşması beni çok memnun etti doğrusu. Bu köşeyi izleyenler, "Yahu sen aynen bunu söylüyordun, tabii senin fikrini destekleyenler çıkınca sevineceksin" diyeceklerdir. Doğrudur; yazdıklarımdan ne kadar emin olursam olayım, bazan içime, acaba yanılıyor muyum diye bir kuşku düşüyor. O zaman başım dönüyor ve tüm bedenimi ter basıyor. Tekrar sıfırdan düşünmeye başlıyor, hatalı ifadelerimi düzeltiyor ve kendimi yavaşça toparlıyorum. Ama IMF’nin baş iktisatçısı, beni doğrulayınca keyfim hemen yerine geliyor.
* * *
Bundan bir süre önce "dobezite" diye bir kelime uydurmuş ve bu kelimenin temsil ettiği kavramı ve yol açtığı sonuçları bir makale halinde sizlere sunmuştum. Dobezite "döviz ile obez" sözcüklerinden türetilmiştir. Döviz, bilindiği gibi yabancı "sert para" (hard currency) demek. Obez ise, sağlıksız şişman, obezite de sağlıksız şişmanlık oluyor. Obezler de, aynen sağlıklı insanlar gibi, insan yaşamı için gerekli gıdaları tüketiyor. Ama gereğinden fazlasını. Bu yüzden obez vücutlarda, kas gelişeceğine, yağ birikiyor. Biriken yağ, vücudu büyütüyor ama, iş yapma kapasitesini artırmıyor. Aksine kaslar için fazladan bir yük teşkil ediyor. Aynen ucuz dövizle patlayan ithalatın, gümrükte alınan vergileri ve iç ticarette kárları yükselterek, milli geliri büyüttüğü gibi. Ama düşük fiyatlı döviz, sanayinin rekabet gücünü kırıp "net katma değer ihracatını" azaltıyor. Yani ülkenin döviz kazanma yeteneği hırpalanıyor. Cari açık artıyor, dış borçlar büyüyor ve bu sebepten ekonomik bünye, dış kaynaklı finansal krizlere karşı dirençsizleşiyor. Kriz vurunca da büyüme kesintiye uğruyor. Yani dobezite, bilinen deyimiyle "sürdürülemez" bir tablo yaratıyor.
Son Söz: Arpanın fazlası ata, dövizin fazlası ekonomiye yaramaz.
Yazının Devamını Oku