9 Haziran 2007
GERÇEKTEN ekonomide elde edilen sonuçlar göz kamaştırıcı. Son 4 yılda milli gelir yıllık yüzde 8’den fazla büyümüş. Ülkenin net dış borcu pratik olarak sıfırlanmış, cari işlemler dengesi geçen yıl 8.1 milyar dolar, yani milli gelirin yüzde 2.5’i mertebesinde fazla vermiş. Bütçe de milli gelirin yüzde 1’i kadar fazla veriyor. Enflasyon, beş yıl önceki vahşi düzeylerden geçen yılda yüzde 9’a düşmüş, Merkez Bankası’nın uyguladığı kısa vadeli faizler reel olarak sıfır dolayında, yani fakirden zengine, yurt içinden yurt dışına gelir aktarması yok. Buna rağmen döviz kuru son dört yıldır adeta sabit. Kim bu ülke? Bu ülke, 2001-2002 yıllarında son yüzyılın en büyük mali, iktisadi ve sosyal krizine yakalanmış olan Arjantin. Bu büyük başarıyı sağlayan da "ulusalcı sosyal demokrat" diye nitelendirilebilecek Peronist Parti.
* * *
Türkiye de 2001 yılında (aslında 2000’de başlayan) bir krize girmişti. Biz, Arjantin gibi yapmadık. IMF reçetelerini uyguladık. Kur çapasından çıktık, dalgalı kura geçtik. Temel olarak "yüksek faiz-düşük kur" politikası izledik. Bu politikanın sebep olduğu "cari açık" sorununu, ülkeye sıcak, soğuk demeden yabancı para çekerek aştık. Yine bu politikanın yol açtığı "bütçe açığını" milli gelirin yüzde 6.5’u kadar faiz dışı fazla vererek çözdük. Bu politika, halkı yüksek vergi vermeye zorlama açısından uygulaması siyaseten ve iktisadi olarak son derece zor bir tercihti. Ama dünyadaki "likitide bolluğu" ve "11 Eylül" sayesinde de olsa, biz de başarılı olduk.
* * *
Arjantin ise tam tersini yaptı. Kamu borçlarını döndürmek için verecekleri yeni kredilere yüzde 40 dolar faizi isteyen dünya finansman merkezlerine rest çekti. Bunun üzerine IMF de Arjantin’nin ipini çekti ve ülke 2001’in Aralık ayında 81 milyar dolar tutan dış borçlarını ödemeyeceğini ilán etti. Çok uzun pazarlıklar sonunda Arjantin, yabancı alacaklılarının yüzde 75’ni, 1 dolara 35 cent almaya razı etti. 2003 yılında Arjantin 188.6 milyar dolar olan toplam kamu borçlarını, bu takas işleminin de yardımıyla 120 milyar dolara düşürdü. Arjantin 2005 yılında IMF’ye olan 9.8 milyar dolar borcunu da defaten ödedi ve mali bağımsızlığını ilan etti.
* * *
Türkiye, Arjantin gibi davransaydı şimdi ne dış açığı, ne de yüksek faiz dışı fazla verme mecburiyeti olurdu; bu bakımdan çok büyük bir fırsat kaçırılmıştır demek mümkün mü? Mümkün, ama anlamsız olur. Çünkü her olayın kendi şartları vardır. Her ülkenin alabileceği veya alamayacağı riskler vardır. Her ülkenin becerebileceği ve beceremeyeceği işler vardır. Her şey olup bittikten sonra, "öyle yapılsaydı, böyle olurdu" diye konuşmak bir bakıma geyik muhabbeti sayılır. Ya da Süleyman Demirel mantığıyla, "her şey, başka türlü olamadığı için öyle olmuştur; olabilseydi başka türlü olurdu" da denilebilir.
Bu yazıyı bugün yazmamın sebebi, Türkiye’de çoğu zaman olduğu gibi bugünlerde de beyinlere şırınga edilmeye çalışılan "izlenen iktisadi politikanın, alternatifi yoktur" afyonunu patlatmaktır.
Son Söz: Alternatifi olmayan tek şey, alternatifsizliktir.
Yazının Devamını Oku 6 Haziran 2007
BİRAZ boş vaktiniz varsa, gelin sizinle şu "kamu borçlarının, milli gelire oranının" azalışını birlikte irdeleyelim. AKP iktidarının ekonomik icraatı değerlendirilirken (henüz 2007 tamamlanmadığı için) 2002-2006 sonuçlarını kullanıyoruz. Bu devrede, yani AKP ’nin ilk tam iktidar yılı olan 2002 ’de yüzde 78 olan "Toplam Net Kamu Borcunun, GSMH’ye oranı" 2006’da yüzde 45’e inmiş. Hatırlamakta fayda var, 2001’de bu oran yüzde 90’dı. Avrupa Birliği (AB) kurallarına göre tanımlanmış "Kamu Borcu/GSYİH" oranı ise 2002’de yüzde 93 iken 2006’da yüzde 61’e gerilemiş. Özellikle dış yorumcular tarafından, Türk ekonomisinin en önemli zafiyetlerinden biri olarak ifade edilen kamunun yüksek borçluluğu, nereden bakılırsa bakılsın, dramatik bir şekilde düşmüş. Yani Kemal Derviş’in başlattığı ve AKP’nin sürdürdüğü "Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı" bu parametrede hedefine ulaşmış.
* * *
TMSF (Tasarruf Mevduatı Sigorta Fonu) son beş yıl içinde, 2001 krizinde batan bankalardan devraldığı varlıkların satışından 15 milyar dolar para toplamış. Bundan sonra yapacağı varlık satışlarından gelecek başka paralar da var. Tüm bu paralar "Net Kamu Borcu" nu küçültmüştür veya küçültecektir. Yani TMSF, kamu borçlarını azaltan bir teşkilat olarak çalışıyor. Hazine ’ye yardımcı oluyor. Harika! Peki, TMSF sattığı bu varlıkları edinirken Hazine ne yapmış acaba? Cevap: Batan bankalarda mevduatı bulunan vatandaş mağdur olmasın diye, bu bankaların öz kaynaklarını güçlendirmek için, onlara yüksek faizli "Hazine Tahvili" vermiş. Yani, kamu borcunu arttırmış.
* * *
Kısaca tekrar edelim. Hazine (yani devlet) 2001 krizinde, mevduat sahibinin tasarrufları deve olmasın, halkın devlete olan güveni sarsılmasın, ülkenin mali itibarı yerle bir olmasın diye, batan bankaları devletleştiriyor. Kaba olarak, o günkü kurlarla 30 milyar dolar "kamu borcu" yaratıyor. Dikkatinizi çekmek isterim, 2001 yılında GSMH 148 milyar dolardır. Bu operasyonla bir anda GSMH’nin yüzde 20’si kadar (bütçe açığından bağımsız olarak) kamu borcu stoku artıyor. Ama bu borç stoku artarken, el konulan varlıklarla ilgili olarak Hazine’nin varlık stoku hanesine herhangi bir kayıt düşülmüyor.
Aslında, borcu arttıran devletleştirme olayı ile TMSF’nin varlık sahibi olmasını sağlayan olay, aynı şey. Sonra bu varlıklar satılıyor ve borç stoku azalıyor. Bu arada zaten devletin olduğu için "ödeme güçlüğüne düşen" ama devletleştirilmeyen Halk, Ziraat gibi bankalar da var. Devlet yani Hazine, bunların içine de yüksek faizli tahvil koyuyor. Tekrar edeyim, bütçe açığından bağımsız olarak, kamu borç stokunu arttırıyor. Ama kamu mal varlıkları artmamış gözüküyor. İlerleyen yıllarda Devlet, Hazine’nin bankalara ödediği faizi, kamu bankasından temettü geliri adı altında kendine gelir diye yazıyor. Bu muhasebe zırvalığı yetmiyor, bilánçosunda devlet tahvili olan bu bankaların bir kısmı satılıyor, elde ettiği paralarla "net" kamu borcunu düşürüyor. Herhalde, kamu borçları nasıl arttı ve nasıl azaldı meselesi, resmi istatistiklere bakıp konuşmaktan öte, daha derin bilimsel tahlil isteyen bir konu.
Son Söz: Hiçbir şey, göründüğü gibi değildir.
Yazının Devamını Oku 2 Haziran 2007
GENEL seçimlere çok kısa bir süre kaldı. İç ve dış basında Türkiye ile ilgili yorum ve haberlere "aman, aman dalgalandırma" havası hákim. Hikáyeyi hatırlamayanlar için kısaca anlatayım. Hayatta herkese yardım etmeyi ilke edinmiş Tanrının sevgili bir kulu, vakti geldiği için öbür dünyaya göç etmiş. Ahret kapısında kendisi karşılayan görevli, adamın adını bilgisayara girmiş. Ekranda "mekánı cennettir" yazısı çıkmış. Görevli de bunu, adama tebliğ edip, cennetin kapısını göstermiş. Ancak kendini hayır işlerine adamış bizimki, görevliye "buraya hayır işleyerek geldim, izin ver bir hayır daha işleyim, sonra cennete gireyim" diye ricada bulunmuş. Görevli de nasıl istersen deyip, bizimkine cehennemin kapısını göstermiş. Adam içeri girdiğinde ne görsün? İnsanlar, bir çukurda alt dudaklarına kadar pisliğe batmış, ağızları açık öyle durup duruyorlar. Bizimki soyunmaya başlamış ve "merak etmeyin, hemen çukura atlayıp, sizleri kurtaracağım" diye seslenmiş. Çukurdakiler, hep bir ağızdan "aman, aman dalgalandırma! Biz, böyle idare edip gidiyoruz" diye bağırıp yardımı reddetmiş.
* * *
Bundan bir süre önce yurt dışından gelen ve içeride de yansımalarını izlediğimiz Türkiye konulu yorumlarında ana tema, "eğer AKP iktidardan düşerse, Türkiye’de ekonomik kriz çıkar" idi. Bu yorumların amacı, seçmenleri, AKP’den başka bir partiyi iktidara getirmemeleri hususunda "korkutarak" ikna etmekti. Anlaşılan AKP, hal ve tavrıyla, Batılıları "onlar için en iyi alternatif" olduğu konusunda ikna etmeyi başarmış. İşler bu minval giderken, kimsenin (daha doğrusu benim) hiç ummadığı görkemde "cumhuriyet mitingleri" yapıldı. Anayasa ve e-muhtırayla karışık bir rüzgár yüzünden AKP, istediği cumhurbaşkanını seçemedi. "Muhafazakar Sol" ve "Merkez Sağ" birleşti. PKK terörü tırmanışa geçti, vatanı koruma refleksi uyandı. AKP’nin fikren veya fiilen, koalisyon yapma ihtimali belirdi.
* * *
Son on gündür, Batı’dan gelen yorumlarda birden hava değişti. Pek tabii, AB ve ABD ve Türkiye’de parası olan yabancılar için AKP, hálá birinci tercih. Ama ufaktan, AKP tek başına iktidara gelmese de Türk ekonomisinde "yüksek faiz-düşük kur" devam eder; Türk káğıtları üzerinde pozisyon almış olanların telaş etmesine gerek yok havası basılmaya başlandı. Londra’da üstlenmiş borsacılar birbirlerine "aman, aman dalgalandırma" diyor. Her gün banka bültenlerinde "merak etmeyin, Türkiye’ye bir şey olmaz, olmamalı çünkü hepimiz aynı kayıktayız" diye yorum üzerine yorum yayınlanıyor. Mesele şurada. Türk ekonomisinde herhangi bir "örtülü veya ertelenmiş" sorun var mı? Portföycülere göre, sorun yok dersen, yok olur. Öyleyse atışa devam. Bu sayede "yüksek faiz- düşük kur" sonsuza kadar sürecektir. Ancak az da olsa içeriden olumsuz yorumlar da kulağa geliyor. Resmi iktisatçılar, Türkiye, dış açık (cari işlem açığı) yetmiyormuş gibi, bir iç açık (bütçe açığı) sorunuyla karşı karşıya kalırsa, işi zora sokar diyor. Acaba kim haklı? Yoksa küreselleşme, iç açık sorununu da kendiliğinden çözmez mi? Nasıl olsa millet fahiş faize alıştı.
Son Söz: Sorunun algılanmadığı yerde, tedbirden bahsetmek saflıktır.
Yazının Devamını Oku 30 Mayıs 2007
KÜRESELLEŞME, oyun alanının sınırsızlaşmasıdır. Bu gelişme, ulusal ekonomilerde yeni eğilimler, yeni değişimler ve yeni dönüşümler ortaya çıkarmaktadır. Küreselleşme, bir bakıma İpek Yolu ve Baharat Yolu’nun ortaya çıkmasıyla başlamıştır denilebilir. Afrikalı zencilerin, köleleştirilip, ABD’ye götürülmesi de aslında emek faktörünün küreselleşmesidir. Küreselleşme, ekonomiktir. Yani maliyetleri düşürür, kaliteyi arttırır, mal çeşidini çoğaltır, milli geliri arttırır, istihdamı yükseltir, halkları daha mutlu ve müreffeh kılar. Makine mühendisliğin felsefesi olan termodinamik, "hareket olan yerde ısı, ısı olan yerde hareket" vardır saptamasıyla başlar. Ekonomi, yaşam için gerekli olan enerjiyi üretmek, yani para kazanmaktır. Para, üretim faktörlerinin hareket etmesiyle sağlanır. Hareket olan yerde, bereket vardır. Atalarımız, taş yerinde ağırdır demiştir. Bu özdeyişin anlamı, her taş, en ağır çektiği yere doğru hareketlenir demektir. Hareket arttıkça bereket de artar. Bereket arttıkça da hareket artar. Taşların, küresel hareketlenmeyle birlikte aşağıdaki eğilimler ortaya çıkmaktadır.
Dünya dış ticaret hacmi, dünya milli gelirinden hızlı artacaktır. Son yıllarda, dünya milli geliri yılda yüzde 5 artarken, dünya dış ticareti yüzde 15 artmıştır.
Ticari hizmetler (turizm, taşımacılık, finansal hizmetler vs.) artışı da, dünya milli gelir artışından yüksek olacaktır. Son yıllarda bu ekonomik faaliyet yılda yüzde 11 hızında büyümüştür.
Varlık fiyatları (menkul ve gayrimenkul) dünya enflasyonundan çok daha hızlı artacaktır.
Dünya milli serveti, dünya milli gelirinden daha hızlı artacaktır. Dolayısıyla esas kárlar gelir artışından değil, varlık fiyatlarının artışından sağlanacaktır.
Az gelişmiş ülkelerde, Gayri Safi Yurt İçi Hasıla, Gayri Safi Milli gelirden daha hızlı artacaktır.
Türkiye gibi ülkelerden "çıkan" Doğrudan Yabancı Sermaye, Türkiye’ye gibi yabancı sermayeye kapılarını yeni açan ülkelere "giren" Doğrudan Yabancı Sermayeden hızlı büyüyecektir.
Ülkelerin Satın alma Gücü Paritesi (PPP) ile Kambiyo Kurları (FX Rates) gitgide birbirine yaklaşacaktır.
Göçmen işçiler, göçmenlikten, vatandaşlığa terfi ettikçe, anavatana gitgide daha az para yollayacaktır.
Milletlerin yaşam tarzları, davranışları ve tüketim kalıpları gitgide birbirine benzeyecektir.
Küresel ekonomi, küresel şirket gerektirdiğinden, şirket birleşme ve satın almaları devam edecektir. Az sayıda şirket, hemen her sektörde pazarın çok büyük kısmını ele geçirecektir.
İngilizce, dünyanın hukuk dili olma özelliğini arttıracaktır.
Küreselleşme, demokrasiyi daha yaygın hale getirecektir.
Demokrasinin kökleşmesi, küreselleşmeyi hızlandıracaktır.
Küreselleşme, ulusal sorunları azdıracaktır.
Son Söz: Çatlak kemik, çabuk kırılır.
Yazının Devamını Oku 26 Mayıs 2007
BİR telaş seçimlere gidiyoruz. Yine iki ayağımızı bir pabuca sokmaya çalışıyoruz. İki ay sonra genel seçim yapılacak; ama aynı gün cumhurbaşkanı da seçilecek mi daha belli değil. Dünyanın bütün hukukçuları bir araya gelse, bana 1982 Anayasası’na göre, TBMM’nin niçin cumhurbaşkanı seçemediğini anlatamaz. Bu anayasa hazırlanırken hepimiz buradaydık. Cumhurbaşkanı seçimleri tıkanmasın diye metin hazırlandı, ama daha ilk vakada, tam tersine hüküm tesis edildi.
* * *
Benim AKP ile bir sorunum yok. Ülkeyi son beş yıldır idare ettiler. Bir beş yıl daha idare edebilirler. Özellikle ekonomi alanında, son beş yılda elde edilen sonuçlar yüz güldürücüdür. Bu başarıda AKP’nin payı tartışılabilir. Ama bu o kadar önemli değil. Mademki iyi sonuçlar onların zamanında alınmıştır, onlar da bunu kendi başarı hanelerine yazacaktır. AKP iktidarda kalırsa, ayrıca memnun olurum. Çünkü temelinde "yüksek faiz-düşük kur" gibi sürdürülemez bir strateji bulunan bugünkü iktisadi "yüksek uçuş" politikasının, piste inişi de AKP zamanında olmalıdır. Ancak bu seçim öncesinde beni esas şaşkınlığım, ABD ve AB’nin, AKP’nin tekrar iktidar olması için yürüttükleri müthiş kampanya.
Batı kamuoyunu oluşturan medyanın büyük gazete ve dergileri, AKP iktidarda kalmalıdır diye makale üzerine makale döşeniyor. Tam tersi olurken, ABD’nin Ankara Büyükelçisi, pek yakında, ABD’nin desteğiyle PKK terörünün biteceğini söylüyor. Sarhoşu rakı içirerek ayıltmak gibi, gırtlağına kadar dolara gark olmuş Türkiye’ye IMF, 1.2 milyar dolar daha kredi veriyor. Hem de IMF’ye verilen sözlerin çoğu tutulmamışken. Gazetelerimiz, her gün mutlaka bir iki Batılı işadamının "Türkiye’ye nasıl hayran kaldığı" haberi yapmaktan yorgun düştü. Dış ve iç sermaye çevrelerinden, AKP’ye nasıl bir gaz veriliyor, hayret!
* * *
Batılı büyüklerimiz, AKP’yi iktidarda tutun, yoksa sonunuz kötü olur; kriz çıkar, aç ve açıkta kalırsınız diye Türk milletini korkutuyor. Milyonlarca laiklik yanlısının katıldığı, "Batılı" mitingleri, ülkemizin bopstil "ecnebitürk" yazarları hüngürdeyerek, "Eyvah! Batı karşıtlığı yükseliyor" diye yorumladıkça, Batılılar da telaşa kapılıp AKP’yi daha bir destekliyor. Ben de AKP’yi bu kadar güçlü şekilde destekleyen Batılı büyüklerimize, kesin sonuç almaları için üç öneride bulunmak istiyorum.
1. Almanya Başbakanı Merkel, Türkiye’de seçimler sonuçlanıncaya kadar başına türban bağlasın, göğsüne de "Hepimiz türbanlıyız" yazan bir yafta taksın.
2. Tony Blair, önce Eyüp Sultan’ı ziyaret etsin, bir kurban kessin ve İslami geleneklere göre sünnet olsun.
3. Daha da iyisi, AB yetkilileri, "AKP seçilirse, Türkiye bir yıl içinde AB üyesi olacak, AB’nin mali yardımları da başlayacaktır" sözü versin.
Bu işte bir tuhaflık var! Batılılar, sanki dişlerine göre bir Türk hükümeti bulmuş da, elden kaçırmamak istiyormuş gibi davranıyorlar. Bu da hoş olmuyor. Onlar da AKP’nin kolay lokma olmadığını anlayacaktır.
Son Söz: Bir ülkenin içişlerine karışmak, diğer ülkelerin dış işidir.
Yazının Devamını Oku 23 Mayıs 2007
GALİBA sonunda, enflasyonu düşürmekle büyüme arasında bir tercih yapma noktasına gelindi. Türkiye’de son 5 yılda (2002-2006 dahil) milli gelir reel olarak % 42 arttı. Aynı sürede enflasyon % 29,7’den, % 9,7’e indi. Kural olarak, büyüme ile enflasyon indirme arasında ters ilişki vardır. Yani, büyümeden fedakárlık etmeden, enflasyonu düşürmek mümkün değildir. Ancak ekonomi, çok değişkenli ve düz bir çizgide gitmeyen (non linear) bir "sebepler ve sonuçlar" ilişkisidir. Hiçbir zaman tek bir sonuç, tek bir sebeple izah edilemez. Çünkü daima ortada birbirinin etkisini yok eden veya kuvvetlendiren sebepler vardır. Türkiye’nin hem enflasyonu indirip hem de büyümeyi sağlaması işte böyle bir karmaşık olaydır. Benim bu sütunda sıkça dile getirdiğim "yüksek faiz-düşük kur" politikası bu mutlu ve de "sorunlu sonucu" yaratmıştır. İstendiği kadar hayır böyle bir politika yoktur, bu kendiliğinden olmuştur dense de, sonuçta yaşanan budur.
* * *
2000 yılında IMF’nin tavsiyesi üzerine enflasyonu düşürmek için kur çapası uygulamasına geçilmişti. Çünkü görülmüştü ki, Türkiye’de bir "enflasyon-devalüasyon" sarmalı var. Yani bu yıl, "ne kadar enflasyon, o kadar devalüasyon" dendikçe, ertesi yıla "ne kadar devalüasyon, o kadar enflasyon" etkisi devroluyor. Yani süreç, kedinin kuyruğunu kovalaması gibi bir kısırdöngüye dönüşüyor. O zaman bu çemberi, bir yerden kırmak şart oluyor. Kur çapasının mantığı, bu döngüyü devalüasyon ayağından kırmaktır. Kur çapası sürdürülebildiği zaman, gerçekten enflasyon düşüyor. Nitekim 1999’da % 68,8 olan enflasyon, 2000’de % 39’a düşmüştü. Ancak kur çapası sermaye hareketlerinin serbest olduğu bir ortamda (ki Türkiye 1989’da buna geçmişti) kuru belli düzeyde tutmak için, çok yüksek faiz ödenmesi gerekiyor. Hem faizleri hem de kurları aynı anda istenilen düzeylerde tutmak mümkün değil. Üstelik enflasyon, her halükarda çapaya bağlanmış devalüasyonun üstünde olduğu için, ithalat patlıyor, ihracat duraklıyor ve kocaman bir cari işlem açığı ortaya çıkıyor. Yüksek faiz, bütçe açığına; düşük kur cari işlem açığına sebep olunca, büyüyen "ikiz açık" yüzünden kriz de kaçınılmaz hale geliyor. İşte 2001’de Kemal Derviş ve arkadaşları tarafından hazırlanan "Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı" tüm bu tecrübelerin ışığında hazırlandı. Programın başarısı için olmazsa olmaz şart, bütçede milli gelirin % 6,5’u kadar "faiz dışı fazla" verilmesiydi. Yani halk, bir bedel ödeyecekti. Ödedi de. Profesör Asaf Savaş, ödenen bu bedeli, 300 milyar YTL olarak hesaplıyor.
* * *
Yüksek faiz dışı fazla ve sıkı para politikası, normal olarak, bir yandan enflasyonu düşürecek ama diğer yandan büyümeyi frenleyecekti. Ama bu olmadı. Çünkü dünyada beklenmeyen büyüklükte bir para bolluğu oluştu. Bizim de teşvikimizle, Türkiye’ye sıcak ve soğuk müthiş bir para girişi başladı. Özellikle 2006’da ve bu yıl, bu akım adeta sele dönüştü. Tabii, enflasyonun hedeflenen % 4 düzeyine düşmesi de imkánsızlaştı. İki-üç yıllık gecikmeyle, döndük dolaştık, geldik "büyüme düşmeden, enflasyon düşmez" yol ayırımına. Bakalım seçimlerden sonra tutum ne olacak.
Son Söz: Enflasyon düşmeden, büyüme sürdürülemez.
Yazının Devamını Oku 19 Mayıs 2007
ÜÇ tür yalan vardır: Birincisine ve kolay anlaşılanına adi yalan; ikincisine ve zor anlaşılanına kuyruklu yalan; üçüncü ve hiç anlaşılmayanına ise istatistik denir. Pek tabii bu ifadenin bir şaka olduğunu ilave etmeye gerek yok. İktisatla ilgilenenlerin, eli ayağı istatistiktir. Çünkü herhangi bir değişimi yorumlamak ve bunun "sebep-sonuç" ilişkisini bulmak için matematik kullanmak şarttır. Matematikten yararlanmak için de elde istatistiksel veri olmalıdır. Ancak iktisadi istatistiklerin, bırakın hatalı olanlarını, hatasız olanlarının dahi ne anlama geldiğini anlamak çok kolay değildir. Çünkü ölçümlerin çoğu, belli bir tanımdan türetilmiştir. Tanımların kapsamı ise, zamana ve mekána göre değişmektedir. Ama istatistikler, kendi içlerinde tutarlı olmak için, sanki kapsam hep aynıymış gibi hazırlanmaktadır. Birkaç örnek vererek meseleyi açmaya çalışayım.
1. Almanya, 2005 yılı istatistiklerine göre, yaklaşık 1 trilyon dolar ihracatı ile dünya birincisidir. ABD, 900 milyar dolarla ikinci, Çin de 780 milyar dolarla üçüncüdür. Almanya, Avrupa Birliği (AB) üyesidir. Diğer AB ülkelerine yaptığı satışlar, ihracat kabul edilmektedir. Çok da uzak olmayan bir tarihte, eğer Avrupa Birliği, Avrupa Devletler Birliği haline gelirse, Almanya’nın diğer AB ülkelerine yaptığı satışlar, ihracat değil, iç satış sayılacak ve Almanya’nın dünya ihracat birinciliği ortadan kalkacaktır. Ama gerçekte hiçbir şey değişmeyecektir. Sadece tasnif değişecektir.
2. Ülke ekonomilerinde, dış ticaretin milli gelire oranı diye bir "dışa açıklık" ölçüsü vardır. Burada dış ticaret, mal ve hizmet ihracatı ile ithalatının toplamı anlamındadır. Bu listede Singapur % 450 ile birinci, Hong Kong, % 400 ile ikinci, Çin ise % 70’le yedincidir. Japonya ve ABD’de bu oranlar % 20’ler dolayındadır. Hong Kong, Çin’in bir parçasıdır. Uluslararası istatistiklerde, ayrı devlet olarak yer almaktadır. Bir gün bu tanım değişirse, Hong Kong’la Çin arasındaki ticaret, dış değil, iç ticaret olarak tanımlanacaktır. Bunun sonucu olarak, Hong Kong listeden çıkacak, ama daha önemlisi Çin’in dışa açıklığı muhtemelen Japonya ve ABD’nin altına düşecektir. Ama gerçekte hiçbir şey değişmeyecektir.
3. Ülkeler arasında olduğu gibi, bir ülkenin coğrafi bölgeleri ve kentsel ve kırsal yerleşim alanları arasında da fiyat farkları vardır. Ülkelerin ulusal paralarıyla ölçülen milli gelirleri dolara dönüştürülürken, "Satın Alma Gücü Paritesi" diye, bir sanal kur kullanılır. Ama bir ülke içinde milli gelirin bölgelere dağılım tablosu hazırlanırken, sanki ulusal paranın satın alma gücü, köyde de kentte de, mesela İstanbul’da da, Antalya’da da aynı kabul edilir. Şimdiye kadar ulusal paranın "satın alma gücü yurt içi bölgesel pariteleri" diye bir kavram kullanılarak milli gelir dağılım hesapları düzeltilmemiştir. Bu yüzden, köylerde ve taşrada kişi başına gelir, büyük şehirlere kıyasen daima gerçekte olduğundan düşük çıkar. Kentsel nüfus arttıkça ve özellikle İstanbul büyüdükçe, milli gelir dağılımı, zahiren düzelir. Gerçekte bu kadar bir düzelme olmasa bile.
Son Söz: Bilmediğin istatistiği yutma.
Yazının Devamını Oku 16 Mayıs 2007
TÜRKİYE, Fransa, Yunanistan veya Almanya denince, akla önce harita üzerinde sınırları belirlenmiş bir toprak parçası gelir. Aslında belli bir toprak parçasının, Türkiye değil de Almanya diye anılmasının sebebi, orada yaşayanların çoğunlukla Alman olmasıdır. Toprağı, ülke yapan ve ona adını veren, üstünde yaşılan ulustur. Tersi doğru değildir. İktisadi analizlerde, ülkeleri, kişi başına milli gelir rakamına göre kümelendirmek sıkça kullanılan bir yöntemdir. Ayrıca, kişi başına milli gelir rakamını dışında da kıstasları olan bir "Dünya Beşeri Gelişmişlik Endeksi" (Human Development Index) diye daha kapsamlı bir sıralama da var. Ama petrol zengini ülkeler hariç tutulursa, gelişmişlik sıralamasıyla, kişi başına milli gelir sıralamasıyla büyük çapta çakışıyor. Tabii akla şu soru geliyor. Acaba ülkeler, iktisaden geliştikçe mi, beşeri olarak da gelişiyor; yoksa beşeri gelişme, iktisadi gelişmeyi mi sağlıyor. Pek tabii bu nedensellik ilişkisi, dinamik ortamda birbirini besleyen dairesel bağlantıya dönüşüyor.
Dikkatinizi, gelişmişlik kavramının aslında toprakla değil, insanla ilgili olduğuna çekmek istiyorum. Şöyle bir hükme varmak istiyorum: Dünyada "gelişmiş memleket değil, gelişmiş millet" vardır. Milletler geliştikçe, üstünde yaşadıkları memleket de gelişir. Mesela Avustralya’nın gelişmiş bir ülke olmasının sebebi, o topraklarda gelişmiş bir millet olan İngilizlerin yerleşmesidir. O topraklarda, sadece oraların yerlisi Aborijin’ler yaşamaya devam etseydi, Avustralya, bugün dünyanın en az gelişmiş ülkelerinden biri olacaktı. Avustralyalı denince de akla geri kalmış bir insan gelecekti.
* * *
Türkiye, birçok iyi şeyin üst üste gelmesiyle, son yıllarda önemli bir iktisadi gelişme gösterdi. Bu gelişmenin, büyük çapta küreselleşmenin bir sonucu olduğu açıktır. Ama dışarıdan gelen fırsatları değerlendiren gücün de bu millet olduğunu kesin. Şimdi memnuniyetle görüyorum ki, iktisadi gelişme beşeri gelişmeyi de besliyor. Daha açık bir ifadeyle, yalnız Türkiye değil, Türk milleti de gelişmektedir. Türk milleti geliştiği ölçüde de, ülkenin iktisadi gelişmesi sürecektir. Geçen hafta, 60 yaşını doldurduğu için emekliye ayrılan, Honda’nın Türkiye Genel Müdürü eski iş arkadaşım Sawai’yi ziyaret ettim. Sawai, Tokyo’daki Honda üst yönetimini, Gebze’deki fabrikanın kapasitesini, yıllık 30 binden 100 bine çıkarmaya ikna ettiği için çok mutlu olduğunu ve projenin hızla ilerlediğini söyledi. Bir ara yumruklarını sıkarak "bu ülkedeki kadar iyi insan kaynağına hiç bir yerde rastlamadım" dedi. Doğrusu, onun bu ifadesi beni çok gururlandırdı. Bir zamanlar sanayide nitelikli insan kaynağı sıkıntısı çekilirdi. Anlaşılan şimdi Türkiye’nin yetişmiş işgücü, yabancı yatırımcılar için bir cazibe haline gelmiş. Ben de ona, eskiden Japon firmaları, Türkiye’ye yatırımı, iç piyasa için düşünürdü; biz de ihracata dayanmayan sanayi gelişemez diye tuttururduk. Sonunda anlaşıldı ki; "Türkiye’ye yatırım, Avrupa’ya yatırımdır" dedim. Bu değişimi de galiba çalışanlara borçluyuz.
Son Söz: Bütün gelişme, insanın gelişmesidir.
Yazının Devamını Oku